Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8.BÖLÜM KARABANGU

@batingam

KUTAY YÜZBAŞI'DAN...

Tibet Binbaşı'nın emri ile iki saat boyunca merakla beklediğimiz, kim olduğunu ve önemini henüz öğrenemediğimiz kadın kazasız belasız çatımızın altına girebilmişti.

Yanında çocukları olmasına rağmen girdiği çatışmadan kızının minik omzuna aldığı küçük sıyrıktan başka yara almadan kurtulması çetin bir ceviz olduğunu gösteriyordu. Dili, dini, ırkı ne olursa olsun, onun hakkında tek bildiğim şey iki elini birleştirip bacaklarının arasına sıkıştırmış, çekingen bir şekilde Binbaşı'nın odasını süzen, yaralı evladını deli gibi merak eden bir anne olmasıydı.

"İsminiz neydi ?"

Sorduğum soru karşısında gözlerini kütüphane rafındaki kitaplardan çekip yüzüme baktı.

"Han... Hannah."

"Peki bayan Hannah. Siz oturun ben komutanımızı kontrol edeyim. Sizin için bir sakıncası var mı ?

Yüzüme bakarken 'Hayır' anlamında başını sallamasındaki tedirginliğini atması için bir süreliğine yalnız kalması en iyisiydi.

Kapıyı dışardan kapatırken 'Acaba tek başına bir sıkıntı çıkartır mı ?' diye düşünsemde; koltuğa sırtını yaslamayıp rahat oturamayacak kadar diken üstünde olduğunu düşünmesi bu vesveseyi silip atmıştı. Hannah bizim kim olduğumuzu ve neler yapabileceğimizi en az bizim kadar iyi biliyordu.

Alt kattaki revir olarak kullandığımız oda'nın önüne geldiğimde Erdinç Başçavuş ve Burak'ı kapı önünde beklerken gördüm.

"Daha çıkmadı mı ?"

"Hayır komutanım. Kayhanıda çıkardı kırk dakikadır iki çocukla beraber içerde.

Hep birlikte dış kapıdan içeri giren Kayhan ve Yusuf'a yüzümüzü çevirdik.

"Kayhan çocukta çok birşey var mı ?"

"Hayır komutanım küçük bir çizik. Kurşun yaktığı için fazla bir kanaması olmamış. Her ihtimale karşı iz kalmasın diye altı dikiş attım."

"Tamam kardeşim eline sağlık."

"Sağolun komutanım."

Kapının kolu aşağı indiğinde esas duruşa geçtik.

"Ba ba ba ! Amcalarda bizi bekliyor gördünüz mü ?"

Omzunda sargı olan kız çocuğu Binbaşı'nın kucağında her birimize gülücük saçmaya başladı.

"Annem nerede Tibet amca ?" dediğinde Binbaşı'nın elini tutan ikiz kardeşinin, hınzırca gülüp ağızını kapatması dikkatimden kaçmamıştı.

Binbaşı;

"Annen yukarda hemen yanına gidiyoruz." deyip bana baktı.

"Sizde gelin Kutay !"

"Emredersiniz komutanım." dediğimde Yusuf araya girdi.

"Bir emriniz olursa biz Kayhan'la kapıda olacağız komutanım."

Merdivenlere doğru yürümeye başlayan Binbaşı arkasına bakmadan;

"Hepiniz odamda olun." dedi

Yusuf;

"Emredersiniz komutanım."

Merdivenlerden çıkan Binbaşı kucağındaki çocuğu yanağından öpüp;

"Size kendi dilimde çocuk şarkısı söyleyeyim mi ?"

Elini tutup merdivenleri zıplaya zıplaya çıkan minik;

"Eveeettt !" diye cevap verdi.

Onun zıplamasına kucağındaki yaralı çocuğa aldırmadan Binbaşı da şarkıyla birlikte zıplayarak eşlik etmeye başlamıştı.

"Kırmızı balık gölde, kıvrıla kıvrıla yüzüyor. Balıkçı Hasan geliyor, oltasını atıyor.Kırmızı Balık dinle, sakın yemi yeme." dediğinde odası'nın kapısını açıp içeri girdi.

Ayağa fırlayan anne çocuğunu ne kadar kucaklamak istesede Binbaşı'nın gözlerine diktiği çekingen gözleriyle izin istemeyi ihmal etmemişti.

Annesini gören çocukların sevinçten kollarını açmasına kayıtsız kalamayan Binbaşı kucağındaki çocuğu annesine uzatırken ciddi bir şekilde gözlerine bakıp, yarıda bıraktığı şarkıya kaldığı yerden devam etti.

"Balıkçı seni tutacak sepetine atacak." dediğinde kızının saçları arasından korkuyla Binbaşı'ya bakan kadın çocuklarının yanında belli etmesede daha da bir gerilmişti.

'Türkçe biliyor !'

"Kırmızı balık kaç kaç ! Kırmızı balık kaç kaç kaç !"

'Bu adam harb'in bütün çeşitleri gibi, psikolojik harbide gerçekten çok iyi biliyor.'

Binbaşı'nın odası yaklaşık yirmibeş metre karelik büyük bir alana sahipti. Kapıdan girdiğinizde karşınıza ilk çıkan şey altı kişilik toplantı masasıydı. Sol tarafta duvarı kaplayan kütüphane rafı, tam karşısında ise Binbaşı'nın siyah nevresimli yatağı vardı. Hannah'ın oturduğu siyah deri koltuk Binbaşı'nın çalışma masasının beş metre karşısındaydı.

Bu koltuğu tam bu noktaya çekmemi istemesinin de özel bir sebebi olduğu şüphesizdi.

Kendi koltuğunu Hannah'ın tam karşısına çeken Binbaşı, toplantı masasındaki koltukları o'nun oturduğu koltuğu hilâl'in ortasına alacak şekilde kimseden yardım almadan özenle dizip, anne ve kızlarını tebessümle seyretmeye başladı.

"Yusuf !"

"Emredin komutanım !"

Elini cebine atıp para çıkaran Binbaşı;

"Bakkal açılmıştır. Şu yavrucaklara birşeyler al."

Parayı almak ve almamak arasında kalan Yusuf'a gözlerini çeviren Binbaşı;

"Yusuf paran olduğunu bende biliyorum. Sen bu parayı almazsan ne yaparım ben seni kardeşim ?" dediğinde beklemeden elini paraya uzatan Yusuf;

"Ciyak ciyak öttürürsünüz komutanım." dedi.

"Hıhh! Al şunu acele et çok işimiz var. Haydi !" deyip parayı verdikten sonra.

"Hafsa Ana uyanmıştır. Eçe'de uyandıysa ikisinide getir. Eçe Aden ile Amalya'ya şenlik olur."

İlkönce benim yüzüme bakan Yusuf tekrar Binbaşı'ya döndü.

"Komutanım sadece Eçe'yi getirsem Hafsa Nine ile pek anlaşamıyorum ben."

"Onu da getir onuda. Burayı emanet edeceğimiz yiğit biri lazım."

Yusuf "Emredersiniz komutanım." deyip kapıdan çıktı.

"Kutay hayvanların yemi suyu temizliği bir günlüğüne idare eder mi ?"

"Hepsi eksiksiz komutanım. Fazlasıyla eder."

Binbaşı;

"Elinize sağlık kardeşim."

Hannah oturmak için Binbaşı'nın gözlerine bakarken bunu anlayan Binbaşı;

"Otur lütfen." deyip onunla beraber kendiside yerini aldıktan sonra başını ayaktakilere çevirdi.

"Sizde oturun." dediğinde hilâl'in ortasına geçen Binbaşı'nın ben sağına, Erdinç Başçavuş soluna, Burak Üsteğmen benim yanıma, Kayhan ise Erdinç Başçavuş'un yanına oturmuştu.

Hilâl'in yıldız olması gereken kısmında ki Hannah, kucağında kızları, tereddüt akan gözlerini tek tek üzerimizde gezdirdi.

Binbaşı yaralı olan miniğe elini uzattıp;

"Amalya ! Biz biraz sohbet edeceğiz sen benim yanımda durmak ister misin ?" dediğinde Amalya kusursuz ingilizcesi ile;

"Annem izin verirse neden olmasın ?" deyip daha annesinin onayını beklemeden Binbaşı'nın yanına geçti.

Dizine oturttuğu Amalya'nın saçlarını düzelten Gazap;

Evet Amalya. Nasıl oldu bu olay ? Kim yaktı senin canını ?" deyip küçük kızın mimiklerini seyre başladı.

Daha küçücük yaşında ağır bir travmaya maruz kalan Amalya aniden gelen ağlama duygusunu yutkunarak bastırmaya çalışıyordu.

"Biz uyuyorduk. Birden silah sesleri geldi. İlk önce rüya sandım ama babamın bağırmasıyla onlara birşey oldu diye koşarak aşağı indim. Annem üzerime gelirken arkasından maskeli biri ateş etti. Sonra omzum kaşınmaya başladığında kanadığını gördüm. Arkadaki adam yeniden ateş edecekken babamın koluna girip götüren adamlara geçmesi için yol verdi. Sonra o adam odamıza çıkıp Aden'i de yanımıza getirdi. Evimizde üç tane kötü adam kalmıştı." diye anlatırken Hannah araya girdi.

"Eve girenlerden dördünü vurdum. Sona kalan üç kişi bizi infaz etmek için kalmışlardı."

Binbaşı dizinde oturan Amalya'ya baktığında küçük kız kaldığı yerden devam etti.

"Tam ateş edecekti ki Dost geldi ve o adamın başına bıçak soktu." derken şakağını gösteren Amalya sevinçle Binbaşı'yı yanağından öpüp boynuna sarıldı.

'Ne alaka şimdi öpmek ?'

"Diğerini sessiz tabancası ile başından vurdu. Üçüncü adam Dost'un korkunç yüzünü gördüğünde ellerini kaldırıp duvara yaslandı. Ama bizi ağlattıkları için onlara kızıp o adamıda çenesinin altından vurdu. Kötü adamın başı parçalanıp tavanımıza yapışmıştı. Çok korkunçtu. Sonra benim omzumu sarıp. 'Ben arkadaşımı aradım en az bana güvendiğiniz kadar güvenebilirsiniz.' deyip evden çıkarttı. Şehrin çıkışında bizi sen karşıladın. Ondan sonra sen ne yaptın peki ?Neden bizimle gelmedin ?"

Tüm anlatılanları kaşları çatık bir şekilde dinleyen Binbaşı Amalya'nın sorusunu duyunca gülümsemeye başladı.

"Ondan sonra Dost ile babanı kurtarıp diğer kötü adamları kovduk."

Amalya;

"Dost kovmaz ! Eğer beni ve Aden'i ağlatmışlarsa onları öldürür."

Amalya'ya fazlasıyla canı kaynayan Binbaşı yanağını sıkıp alnından öptü.

"Çok bilmiş seni."

Kapı tıkladığında hepimiz o yöne dönmüş girecek olan kişiyi beklemeye başlamıştık. Kapıdan çıkan sesten anlaşıldığı kadarıyla; vurma esnasında sanki bir parmak kadar yumuşak birşey değilde, daha sert bir cisim kullanıldığını kapıdan giren Hafsa Nine'nin bastonunu gördüğümde anlamıştım.

Yetmişbeş-seksen yaşlarındaki Hafsa Nine 170 boyuyla neredeyse köyün çoğu erkeklerinden uzun olan bir boya, yetmiş-yetmişbeş kilo ağırlığa sahipti. Köyde Muhtardan çok söz sahibi olan Deli Hafsa'yı Türkmen köylerinde tanımayan yoktu. Çektiği çileyi resmeden yılların acımasızca yüzüne kondurduğu derin çizgilerdi.Güldüğüne denk gelen henüz yoktu. Kahvaneye girdiğinde 'Birimize çatar şimdi.' düşüncesi ile orası boşalır, daha istemeden çayı önüne gelirdi. Zamanında mevzilere kasa kasa mermi taşıyan Yiğit Hafsa'nın ismi yaşlandığında Deli Hafsa olarak anılmaya başlamıştı. Gününü ibadet, zikir ve sevdiklerine maniler okuyarak geçiren Hafsa Nine, köyde sadece Tibet Binbaşı ile dertleşir, o olduğu zamanlar yaşlı dizlerine aldırmadan gelir muhabbetini yapar çayını içerdi.

Yazmasını tutması için eksik etmeyip, alnına bant misalı bağladığı başka bir yazma çatık olan kaşlarını dahada çatılmasına sebep oluyordu. Belindeki kuşağa sıkıştırdığı kılıf içindeki kaması eskiden gelen bir alışkanlıktı.

'Acaba hiç bir insan üzerinde kullandı mı ?' diye sormadan edemiyordu insan.

Tibet Binbaşı'nın önünde elini bağlayacak kadar saygı gösterdiği tek insan Hafsa Nineydi. Hafsa Nine sadece onun 'Anne' demesine izin veriyor, başkası eğer 'Anne' demişse yakınındaysa bastonu ile, uzağındaysa attığı taş ile derdest ediyordu. Anlayacağınız Osmanlı kültüründen kalan nadir mücevherlerimizden biriydi Hafsa Ana.

Pardon ! Hafsa Nine.

Hafsa Nine içeri girdiğinde hepimiz ayağa kalkmıştık. Binbaşı da dizindeki Amalya'yı indirip ayağa kalktığında gözlerini Binbaşı'nın gözlerinden çekmeyen Hafsa Nine hiç bir yere bakmadan Binbaşı'nın yanaklarını iki elinin arasına alıp, dudaklarını çocuk misali büzdükten sonra yanağından öptü.

"Gurban oluram senü Yaradana."

"Allah seni başımızdan eksik etmesin Anam." diyen Binbaşı eğilip Hafsa Nine'nin elini öptü.

"Eçe uyuyor muydu ?"

Yusuf;

"Uyuyormuş komutanım. Babası 'Kahvaltısını yaptırıp hemen gönderirim' dedi."

"Tamam kardeşim." derken biz sırasıyla Erdinç Başçavuş, ben, Burak ve Yusuf, Binbaşı'nın yaptığı gibi Hafsa Nine'nin elini öptükten sonra sıra Kayhan'a geldiğinde onun nasibine düşen Hafsa Nine'ye Binbaşı'nın hediye ettiği kurt başlı baston olmuştu.

Kalçasına yediği bastonla sıçrayıp elini arkasına atan Kayhan;

"N'oldu ninem şimdi neden vurdun ?" diye sordu ama Kayhan'ın gözlerine kızgınca bakan, dişsiz çenesi ile yine dişsiz damağını kaşırken alt dudağını neredeyse burnuna değdirecek olan Hafsa Nine hiç birşey söylemeden Kayhan'ın koltuğuna oturdu.

Bastonunu önüne alıp iki elinide üzerine koyan Yaşlı Kurt selamını verdi.

"Selamun Aleyküm."

Hep bir ağızdan selamını alırken. Verdiği selamı almayan Hannah'a kaşlarını çatıp yüzünü Binbaşı'ya çevirdi.

"Müslüman değül mü bu ?"

Binbaşı;

"Değil Anam."

Hafsa Nine;

"Türük'te mi değil ?" dediğinde gülümseyen Binbaşı;

"Yok anam Türk'te değil ?" dedikten sonra Amalya'yı tekrar dizine oturtup Hafsa Nine'nin baston menzilinden uzakta duran Kayhan'a baktı.

"Kayhan Hafsa Anam'ın diş işi ne oldu ?"

Kayhan önce Hafsa Nine'ye bakıp kendini toparlayarak cevap verdi.

"Götürdüm komutanım. Damak ölçüsünü alan doktora tokat atınca mecburen geri döndük."

Binbaşı Hafsa Nine'ye yaramaz bir çocuğa bakar gibi bakıp başını salladığında Hafsa Nine görmezden gelip bakışını yere çevirdi.

"Ben dahmam o ecnebi icatlarını."

"Tamam o zaman Anam. Ben seni Türkiye'ye götüreyim."

Bunu duyduğunda heyecandan eli ayağı dolaşan Hafsa Nine bastonu kucağına yatırıp;

"Essah götürecen mi ? Gelübolu'ya da gidek mi ? Dedemi görem orda." deyip kaşlarını kaldırarak gelecek olan cevabı bekledi.

Sevgi ve hayranlık dolu gözleri ile Hafsa Nine'yi seyreden Binbaşı;

"Gideriz nur yüzlüm gideriz." deyip Amalya'ya baktı.

"Amalya siz uykusuz kaldınız. Kayhan Amcan odanızı göstersin. Siz biraz daha uyuyun olur mu ?"

Amalya Binbaşı'nın yanağından öpüp dizinden aşağı inerek elini tutması için Aden'e uzattı. Aden'de Amalya'nın yaptığı gibi Binbaşı'nın nasibine düşeni yanağına kondurup Kayhan'la birlikte kapıdan çıktılar. Burak Üsteğmen'in ne aşağıda, ne de şimdi, iki kız çocuğuna gülmeyi bırakın onlardan gözünü kaçırması dikkatimden kaçmamıştı.

'Bunda kızının başına gelenlerin payı olmalı.'

Kapı kapandıktan sonra Gazap moduna giren Binbaşı;

"Hannah Azor !" dediğinde bakışları kapıdan çıkan kızlarında olan Hannah, gözlerini irileştirip Binbaşı'nın yüzüne baktığında Gazap kaldığı yerden devam etti.

"Eski Mossad ajanı. Öyle sırasan bir ajan değilsin tabiki. Operasyonlarda saha şefliği yapmış, katıldığı bütün faaliyetleri başarıyla yerine getirmiş." dediğinde Hannah söze girdi.

"Bütün değil ! Sadece Filistin."

Binbaşı;

"Neden istifa ettin ?"

Hannah dirseklerini dizlerine koyup, beş parmağını birbirine dokundurduktan sonra ciğerlerini oksijenle doldurdu.

"Başıma gelen son olaydan sonra Türkler öyle istedi."

"Başına gelen son olay ne ?"

Başını kaldırıp Binbaşı'ya bakan Hannah;

"Kara Muhafızlar, Türkiye'de bulunan yüzyirmisekiz ajanı, Mossad Başkanı Zalman'ı ve yardımcısı Ethan'ı gözlerimin önünde infaz ettiler." dediğinde 'Kara Muhafız' ismini duyan Burak şaşkınlıkla başını kaldırıp bir şey söylemek istemişti ama Binbaşı konuşmaya başladığında vazgeçti.

"Arkadaşlar ! Hannah Amalya'nın da anlattığı gibi dün akşam çocukları ve eski eşi ile birlikte Mossad tarafından suikaste uğradı. Sevdiğim ve güvendiğim bir arkadaşım tafafından ona güvenmem için uyarıldım. Hannah bundan sonra bizim için çalışacak." deyip Hannah'a baktı.

"Değil mi ?"

Hannah kendinden emin bir şekilde vücudunu dikleştirip;

"Kesinlikle emin olabilirsiniz." dediğinde söze ben girdim.

"Peki komutanım nasıl emin olacağız ? Hannah neden Mossad'ın hedefi haline geldi ? Bizi deşifre etmeyeceği ne malum ?"

Hannah yüzüme bakıp, hiç takılmadan konuştuğu Türkçesiyle.

"Beni defalarca çocuklarımla tehdit ettiler. Son alacakları şeyi aldıklarında infaz emrim verildi. Aksine Türkler beni defalarca kurtardı, şimdiki olduğu gibi çocuklarıma sahip çıktı. Ve o..."

"Evet o ! O kim; neden durdun ?"

Hannah;

"Ben o gece 'Herşey bitti' derken; Karabasan ! Karabasan Zalman ve Ethan'ın canını aldığında beni çocuklarıma bağışladı. Onun için artık benim dostum Türkler. Başkada kimsem yok zaten."

Burak;

"Muhafızlar yaşıyor mu ?" dediğinde ben dahil odadaki herkes başını Hannah'a çevirirken Binbaşı bunu pekte merak ediyora benzemiyordu.

Hannah hiç düşünmeden.

"Evet yaşıyorlar !" dediğinde hepimiz heyecanla birbirimize bakarken Burak Üsteğmen ayağa kalktı.

"Nereden biliyorsun ? Onlar dan sadece biri yaşıyor ona da ne olduğu bilinmiyor zaten."

Burak Üsteğmen'in aşırı heyecanlanması dikkatimizi çekmişti.

"Konuşsana laaann !" diyen Üsteğmen Hannah'ın üzerine doğru bir adım atmıştı ki; inanılmaz bir hızda ayağa kalkan Binbaşı Üsteğmen'in göğüsüne kolu ile vurup koltuğuna oturttu. Tekerleksiz olan koltuğun ahşap zeminde sürüklenmesi yediği darbenin ne derece şiddetli olduğunu gösteriyordu.

Sakinliğini koruyan Binbaşı;

"Burak !!! Koçum burada ben varım."

Yüzünü titreyen iki eli ile kapatan genç Üsteğmen başını yere eğdi. Binbaşı yerine otururken oda'ya bir süre sessizlik hakim oldu.

"Kaldır başını. Ne olursa olsun başını yere eğme."

Burak Üsteğmen elini yüzünden çekip başını kaldırdığında beyaz teninin kırmızıya döndüğünü, göz pınarlarının açıldığını gördük.

Ağlıyordu !

"Özür dilerim komutanım ama..." deyip burnunu çekerken anlatamadığı birşeyi anlatıp anlatmamak arasında arafa düştüğü anlaşılıyordu.

Binbaşı;

"Eee 'Ama' dedin. Gerisini getir koçum. Kus artık içindekini. Biliyorum tanımıyorsun bizi henüz ama buradaki herkes senin kardeşin, ağabeyin."

Burak Üsteğmen Yusuf'un getirdiği su dan titreyen elleri ile iki yudum içtikten sonra arkasına yaslanıp, gözlerini ahşap tavana dikerek rahatlamaya çalıştı.

"Yetimhane'de büyüdüm." demesi odadaki can alıcı sessizliği bozmuş, bütün dikkatleri üzerine çekmesine sebep olmuştu. Başını indirip bakışlarını ceviz rengindeki taban tahtasında sabitledikten sonra zorda olsa devam etti.

"Ne annem, ne babam, ne de herhangi bir akrabamı tanıdım. Kara Harp Okulundayken çarşıdaki bir tostçunun kızına aşık oldum. Birbirimizi deli gibi seviyorduk. Genç yaşta evlendik. Özel Kuvvetler Kursunda baba olacağımı öğrendim. O kadar güzel bir duyguyduki, daha doğmamış bebek bana öyle bir kuvvet vermişti ki; Eğitimlerde hiç yorulmaz, bana mısın demezdim. Kızım..." dedikten sonra yumruğu dudağına bastırıp bir süre bekledi.

"Be... Ben yeni Üsteğmen olmuş, kızım Zeliş dört yaşına gelmişti. Yaşıtlarına göre o kadar zekiydi, o kadar net ve güzel konuşuyordu ki Komutanım, hayran kalmamanız mümkün değil. Tim komutanlığını yaptığım Timimle bütün operasyonlardan sorunsuz, başarılı bir şekilde çıktık. İstanbul'daki evime girerken tek başıma suikaste uğradım. Orada yara almadan altı kişiden dördünü etkisiz hale getirdim. Bunlar pkk'lıydı. Daha sonra komutanımızın emri ile ikici çocuğumuza hamile olan eşimi ve kızım Zeliş'i güvenli evlerden birine yerleştirmek için Silivri tarafına doğru yola koyulduk. Şehir dışındaki tenha bir yerde otomatik silahlarla aracımı taramaya başladılar. Ben aracı güvenli bir yere çekmek için devam ettim ama uzun sürmeden aracın azizliğine uğrayıp durmak zorunda kaldım. Eşim orada kolundan vurulmuştu. Arkada uykusundan sıçrayan kızıma baktığımda yediği kurşunun etkisiyle kırılan bacağının salladığını gördüm. Kızım uykusunda vurulmuştu Komutanım. Eşime aşağı inmesini söyleyip bende indikten sonra arka kapıyı açıp kızımı dışarı çektim. Kapıların açıldığını gördüklerinde kırk metreden ateş etmeye devam ettiler. Eşimin yanıma gelmediğini gördüğümde aracın ön tarafına geçmiştim." dediğinde gözünden yaş akmaya başlayan Üsteğmen bir müddet durakladı.Elinde dik durmuş bastona çenesini dayayan Hafsa Nine ağlamaya başlarken, Hannah dahil herbirimiz donan bakışlarımız ve bütün dikkatimizle Burak Üsteğmeni dinliyorduk.

'An... Anne bac... bacağıma neden pekmez sürdüler.' diye bağıran kızıma; sırtından aldığı merminin ciğerlerini parçaladığı eşim son nefesiyle cevap vermeye çalışıyordu 'Bişey yok kızım geçecek. Şaka yaptılar bize. Geçecek güzel kızım.' derken nefesi tükenmiş kendini bırakmıştı. Eşimin naaşını aracın önüne çekip kızıma kalkan olmaya çalıştım. Çok kalabalıklardı. Sol taraftan bastıranı düşürüyorum sağdan geliyor. Hep kızımı korumaya hem de aracın arka kapısından girip uzun namlulu silahımı almaya çalışıyordum. Zaten ağlayan kızım sağ omzunu parçalayan mermi ile bağırmaya başladı. Silahımı almıştım ama..." derken Üsteğmen'in ağlaması hıçkırığa dönmüştü.

Göz yaşlarını silip burnunu çeken Üsteğmen;

"Geç kaldım komutanım. Kızımı yerde kucağıma yatırıp omzuna baskı uygulamaya çalışırken..." diyen Burak Üsteğmen ayağa kalkıp, büyük bir yara izi olan sol elini Binbaşı'ya gösterdiğinde Hannah yüzünü aksi yöne çevirip saçlarıyla ağlayan gözlerini saklamaya çalışıyordu.

"Elimeee !!!" derken sesini oldukça yükselten Üsteğmen çiğerindeki kızıl közü kusarcasına bağırıyordu.

"Elime Komutanım elimeee!!!" dediğinde Binbaşı ayağa kalkıp Burak Üsteğmen'e sarıldı.

Onunla beraber ağlayan Binbaşı'nın göğüsüne bastığı Burak'ın var gücüyle bağırarak sarfettiği kelimeler boğuk bir tonda çıkıyordu.

"Elime Komutanım elime ! Kızımın....... Zelişim'in kalbini parçalayan mermisırtından çıkıp elime girdi. Onun mermideki kanı benim damarlarıma karıştı Komutanım."

Burak'ın başını iki eli arasına alan Binbaşı kaldırıp gözlerine baktı.

"Bunun için buradasın. Şimdi otur yerinede şu işin en derinine inelim."

Gözlerini silip yerine geçen Burak ifadesiz bir şekilde kendini toparlamaya çalışan Hannah'ı izliyordu.

Yusuf su içerek, ayakta olan Kayhan koltuğun kenarından çıkan ip ile oynayarak, Erdinç Başçavuş elinin üzerine sürdüğü çakısı ile teninde beyaz lekeler çizerek, Hafsa Nine ise sinirli bir şekilde damağını çenesi ile kaşıyarak yaşadığımız olayın şokunu atlatmaya çalışıyordu. Tek ortak noktamız vardı; o da Burak'ın anlattıklarının hepimizi hüzne boğmasıydı.

İçimizde kendini en çabuk toparlayan Binbaşı olmuştu. Koltukta oturan Binbaşıydı ama kan akan gözleri ile Hannah'a bakan Gazap'ın tâ kendisiydi.

"Hannah'a neden bu kadar öfkelendin Burak ?"

Binbaşı'nın sorduğu bu cevabı mahcupca yere bakan Hannah biliyor gibiydi.

"Bana pusu atan ondört kişiyi aldım komutanım. Hiçbirinden kimlik çıkmadı. Taki birinin göğüsündeki Süleyman Mührü'nü görene kadar. Eşimin ve kızımın naaşını arabaya yerleştirip ortadan kayboldum. Cenazelerine dahi katılmadım. Tel aviv ve

Kudüs'de bunun emrini verenleri aradım. Çok can aldım. Bu zamana kadar araştırdım.Tek isme rastladım." dediğinde Hannah başını kaldırıp Burak'a baktı.

Binbaşı;

"Kim o isim ?"

Burak Üsteğmen;

"Cavel Goldberg !"

Binbaşı tepkisiz kalırken, Hannah hayretini kaşlarını kaldırarak göstermişti.

"Tanıyor musun ?"

Hannah;

"Evet tanıyorum." diyen Hannah biraz duraksadı.

"Ben olayıda biliyorum." dediğinde Burak Binbaşı'ya 'Sen mi soracaksın ben mi ? der gibi bakarken Binbaşı fazla bekletmedi.

"Sen anlat o zaman Hannah."

Hannah bir süre düşündükten sonra anlatmaya başladı.

"Üsteğmen Hatay'daki Mossad ajanlarına giden silah sevkiatına büyük darbe indirmişti. Burak'ın infaz görevini Ethan Cavel'e verdi. Cavel çocukları düşünmeyecek kadar aşağılık birisidir. Olaydan sonra Burak bulunamayınca operasyon kayıtlara 'Olumlu' olarak geçti. Ama anlaşılan öyle değilmiş."

Burak;

"Ethan Kara Muhafızlar'ın öldürdüğü şerefsiz mi ?"

Hannah;

"Evet ! Karabasan onu en acı şekilde öldürdü."

Binbaşı;

"Burak sen neden Kara Muhafızlar'ın yaşadığını duyduğunda öfkelendin ?"

"Onların istihbari ağı daha geniş komutanım yıllarca ulaşmaya çalıştım. 'Bulurlar, bana Cavel denen o köpeğin leşini getirirler. En azından yerini öğrenirim' dedim ama bulamayıp vazgeçtim." dedikten sonra beni ve Erdinç Başçavuşu gösterip devam etti.

"Yüzbaşımız gelip sizin beni istediğinizi söylediğinde bir umut ışığı daha doğdu içime."

Binbaşı Hannah'a bakıp;

"Kara Muhafızları ne kadar tanıyorsun Hannah ?"

Hannah;

"Ben sadece Karabasan'ı, Gölge'yi ve Alıcı'yı gördüm. Diğerlerini hiç görmedim ve bunun içinde çok memnunum."

Binbaşı;

"Peki eşkalleri varmı elinde."

Hannah alaycı bir şekilde tebessüm edip beklemeden cevap verdi.

"O adamlar başka gezengenden gelip kana susamış bir kurt gibi. Asker değil onlar. Onlar tanrı'nın cezalandırıcıları."

Binbaşı;

"Gölge'nin, Karabasan'ın veya Alıcı'nın sesini dahi duymadın mı ? Bu da bir eşkal."

Hannah;

"Tanımıyormuş gibi konuşuyorsun. Onların kıyafetleride kendileri gibi özel. Kumaşın yapısından mı, yoksa başka bir mekanizmadan dolay mı bilmiyorum. Sesleri çok farklı. Sen biliyor musun bilmiyorum ama..." diyen Hannah işaret parmağını sallayıp devam etti.

AISI ! Yani İtalyan istihbaratından yardım almıştık. Karabasan'ın sırtında, iki kürek kemiği arasında oniki-onüç santimetre çapında kurt damgası varmış. Birde göğüsünden aşağı göbeğine kadar demirle dağlanmış yanyana iki derin yanık izi."

Binbaşı;

"Peki bunu başka bilen var mı ?"

Hannah kaşlarını kaldırıp;

"O'nu öğrendiğimiz gün Muhafızlar tarafından kaçırıldık. Sadece Zalman ve ben biliyorduk. Şimdi sadece ben kaldım."

Binbaşı;

"Mossad'ın buraya adam yolladığını söyledin. Kim bunlar ? Neredeler ?"

Hannah ,her soruya düşünmeden ve akıcı bir şekilde cevap veriyordu.

"Bu bölgede kaybolan beş ajanın akibeti için geldiler. Konakladıkları yerler değişmez. Bunu haritada rahatlıkla göstere bilirim."

Binbaşı ayağa kalkıp kütüphane rafındaki rulo halinde duran haritayı çıkartarak Hannah'a uzattı.

"Göster !"

Haritayı kucağına açan Hannah kaşlarını çatıp bir süre baktı.

"İşte ! İşid yüzünden boşalan bir köy." diyip ayağa kalkan Hannah Haritayı Binbaşı'ya uzattı.

Hannah'ın parmağını bastığı yere bakan Binbaşı;

"Tamam ! Hepimiz biliyoruz burayı." deyip haritayı tekrar rulo haline getirip koltuğunun yanına koydu.

Burak;

"Komutanım biraz alakasız olacak ama çok merak ettiğim için soruyorum. Siz Karabasan'ı tanıyor musunuz ?"

Aslında Burak'ın sorduğu bu sorunun cevabını herkes merak ediyordu.

Binbaşı güleryüzle cevap verdi.

"Sadece telefonda konuştum. Hiç karşılaşmadım. İstihbarat konusunda yardımcı oluyor."

Burak;

"Anladım komutanım sağolun." deyip Hannah'a döndü.

"Peki sen. O günden sonra onu hiç gördün mü ?"

"Evet dün gece evimden bizi kurtaran o'ydu. Amalya'nın Dost diye anlattığı kişi Karabasan'dı." dediğinde Burak Üsteğmen aniden karşısındaki Erdinç Başçavuş'a baktı..

"O zaman sizde tanıyorsunuz Başçavuşum. Arabadan inmeyen Aden'i 'Dost sizi korumam için emir verdi.' diyerek çıkarsınız.

Erdinç Başçavuş başını kaldırıp Üsteğmen'e baktı.

"Komutanımız ne biliyorsa bende onu biliyorum. Yüzbaşımız gelmeden önce Karabasan'ın istihbaratıyla bir kaç önemli operasyonlarda bulunduk." dediğinde Binbaşı'nın ayağa kalkmasıyla herbirimiz ona bakıp ayaklandık.

"Şimdi gençler ! Şu köyü bir yoklayalım. Oradakileri gömdükten sonra sıradaki işlerimize bakarız."

Burak;

"Komutanım en önemlisini unuttunuz."

Binbaşı;

"Neyi unuttum kardeş."

"En önemlisi Cavel nerede komutanım."

Binbaşı Üsteğmen'e göz kırpıp;

"Unuttuğumu nereden çıkardın ? Ben zaten biliyorum o it'in nerede olduğunu." demesi Burak'ın gözlerinin irileşip ilk defa gülmesine sebep olmuştu.

Burak'ın ensesinden tutup kendine çeken Binbaşı arka cebine elini atıp beyaz bir kart çıkardı.

"Bak burada ne var ?"

Kartın ne olduğu Burak dahil oda daki bütün Türk Askerler,i daha Binbaşı cebinden çıkardığında anlamıştı.

"Kom... Komutanım bu ne demek oluyor ? "

"Ne görüyorsan o !"

Burak'ın ağızı sevinçden açılmış, gözleri inanamıyormuş gibi elindeki karta bakıyordu.

"Komutanım bu iptal olmalıydı."

Binbaşı;

"Yetimhanede yetişen insanın anasıda babasıda devlettir. Sen hiç oğlu evden bir süreliğine kayboldu diye ondan vazgeçen ana-baba gördün mü ?" deyip Burak'ın omzuna yumruk attıktan sonra devam etti.

"Sen hâla Piyade Üsteğmen Ahmet Burak Kırcalı'sın Burak." diyen Binbaşı bir süre koltuğa yığılıp sevincini yaşayan Burak'ı süzüp Hafsa Ana'nın elini öptü.

"Ana biz gidiyoruz. Hakkını helâl et."

Binbaşı'nın alnından öpen Hafsa Nine;

"Halal olsun oğul." dedi.

Binbaşı;

"Gider ayak oğluna bir mani veya şiir okur musun ?"

Hafsa Nine bir süre Binbaşı'nın gözlerine bakıp elini yanağına koydu.

"Çarpuşma var dedünüz böğün (Bugün) Yiğüdüme gorhu değül döğündür döğün (düğün) Arhana baharsan haramdır yedüğün öğün

Gitde Türüke huzur getire Kara oğul.

Yolun gozler bir çift yeşül renk Hak işüni hep getürsün denk Girdiğin mübarek gutlu cenkSoyuna... Türüküme huzur getire Delü oğul." deyip bitirdiğinde Binbaşı yanağındaki eli, ellerinin arasına alıp bir kez daha öptü.

"Haydiiii ! Silahlanın beyler !" dediğinde Burak koşar adım gelip Hannah'ı kolundan tutarak kısık sesle konuştu.

" Cavel nerede ?"

Hannah önde giden Binbaşı'ya göz atıp cevap verdi.

"Türkiye ! Cavel Dün akşam Türkiye'ye uçtu."

Kürşad'dan...

Elleri cebinde soğuktan korunmaya çalışarak parkeli yolu adımlayan Mert'e bakıp;

"Hep senin yüzünden." diye sitem ettim.

Gözünün önüne gelen siyah polar beresini yukarı kaldıran Mert;

"Ne benim yüzümden lan dangalak."

"Ya ne oğlum ? Ben sana dedim ısı müşürü bozuktur diye. Boş yere çekiciye dörtyüz lira para kaptırdık. El insaf lan ! Sanayi dediğin yere beş kilometre yoktur dörtyüz lira ne demek ?"

Mert;

"Lan oğlum sen işini garantiye al, işi bilene bırak. Boşver vardır bir hayır."

Haksız sayılmazdı.

"Vardır bir hayırda iki kilometredir yürüyoruz. Üşüdüm lan. Takside yok."

Sağımdaki Mert'te, solumdaki Tuğrul da küçümser tarzda yüzüme baktı.

Mert;

"Tuğrul ne diyo la bu ?"

Tuğrul;

"'Üşüyom' diyo birader."

Mert yandan omuz atıp yüzüme baktı.

"Kim der şuna Özel Harekat'da iki yıldızlı komiser diye ?"

Çok nadir gülen Tuğrul küçük bir kahkaha attı.

"Gül gül sen. Lan Tuğrul senin bizden daha fazla üşümen gerekmiyor mu oğlum. İki metre beş santim boyun var, vücudunda kas yığını, bir gram yağ yok. Nasıl duruyorsun oğlum."

Tuğrul tepeden aşağı tekrar baktı.

"Ben Özel Harekat'ta hakiki komiserim oğlum. Öyle tırt değil."

Tuğrul iki metre beş santim boyunda, yüzyirmi kilogram ağırlığında, doğal çatık kaşlı, Şehit kardeşimiz Ozan'ın Timine binbir türlü girişimlerle atandırdığımız sarışın bir devdi. Kalıbına göre daha daha kuvvetli olan Tuğrul; o kuvveti kontrolsüz kullanması ile meşhurdu.

Beni küçümseyen son sözünden sonra, Tuğrul'un kaburgalarına gelen omzumu vurduğumda, onda hiç kıpırdama yokken Mert'e doğru sekmem ikisininde gülmesine sebep oldu.

"Oğlum bu nasıl bir yaratık lan ?" deyip ikisininde gülmesini seyrederken devam ettim.

"Herşeyi boşverin de. Ben Asel'i bu soğukta eve nasıl götürecem. Hamile lan kız. Arabanın yolda kaldığını öğrenince parçalayacak beni."

Mert;

"Kim dedi oğlum sana 'Git Afgan Güllerin den bir Muhafızla evlen' diye."

"Valla sorma oğlum. Ama hiç sinirlenmiyor lan. O yönü iyi yani." deyip Mert'e baktım.

"Sende arabayı Emniyette bırakacak günü buldun."

Mert;

"Sen değilmiydin oğlum 'Bırak arabayı beraber gidelim.'diyen ?"

"Doğru söylüyosun ben kaşındım. Mecbur taksiye para vereceğiz."

Mert;

"Olmaz öyle şey ben Zümra Yengem'in arabasıyla bırakırım. Hem Topal Hoca'nın sohbeti için değer."

Tuğrul önümüze geçip geri geri gülümseyerek yürümeye başladı.

"Oğlum harbi ben şimdi o efsanelerle aynı ortama girip Karabasan'ın evinde yemek mi yiyeceğim lan ?"

"Evet kardeşim. Bak biryerde ağızından kaçırma polis falan dinlemezler kara listeye girersin. Sen Ozan'ın Timi'ni aldığından Korhan Baba 'Söyle' dediği için söyledik."

Mert'in bu uyarısına Tuğrul'un yüzü asılmıştı.

"Ben normalde hiç konuşmam zaten birader. 'Heyecanımızı paylaşalım' dedik ağızıma tıktın. Sağol." deyip tekrar sağ tarafıma geçti.

Mert;

"Lan trip atma oğlum. Şakası yok bu işin."

"Sende haklısın kardeş. Doğru söylüyorsun. Daha çok var mı eve ?"

Mert yol boyu bakıp;

"Var var. Daha var." dediğinde aniden durdu.

Mert'in baktığı yöne baktığımızda yirmibeş metre sağımızdaki, yolun kenarında bize bakan iki kişi gözümüze çarptı. Gözleri kısarak bakıp kim olduğunu anladığımda çocuk gibi çığlık atmamak için kendimi zor tuttum.

Mert donuk vaziyette beresini tekrar üste çekip;

"Koray abiii !" dediğinde aynı anda benim dilimden de farklı bir isim döküldü.

"Oğuz Abiii ! Vallahi onlar lan."

Tuğrul şaşkınca yüzümüze bakıp;

"Kim lan onlar ?" dediğinde cevap vermeden koşmaya başladık.

Koray Abi;

"Ne yapıyorsunuz bebeler ? Üşüyeceksiniz dışarda." deyip gülerek kollarını açtı.

"Aslanlarım benim."

Uzun uzun sarılıp kısa bir hoşbeşden sonra Koray Abi'nin gözü Tuğrul'a takıldı.

Eli cebindeki Tuğrul'a bakan Mert;

"Kusura bakma kardeşim." deyip Tuğrul'un koluna girdi.

"Bu Abi Koray Abi. Bu Abi'de Oğuz Abi."

Tuğrul tepkisiz bir şekilde Oğuz Abi'ye elini uzattığında Mert tekrar söze girme gereği duydu.

"Tuğrul ! Gölge ve Alıcı kardeş." dediğinde Tuğrul Aniden elini cebinden çıkararak, refleksine yenik düşüp hazırola dururken Koray Abi Mert'e bakıp kaşlarını çattı.

Mert;

"Korhan Baba'nın haberi var abi. Söylememizi o istedi."

"Ha tamam o zaman. Komutanımız'ın vardır bir bildiği." diyen Koray Abi Tuğrul'a baktı.

"Sağlam bir arkadaşa benziyor zaten." dediğinde Tuğrul Koray Abi'ye tekrar sarıldı.

"Komutanım kusura bakmayın. Bilemedim."

Beraber yürümeye başladığımızda Koray Abi karşılık verdi.

"Ne Komutanımı kardeş ? İsmim Koray. İster Abi de, istersen ismimle hitap et."

"Tamam Abi."

Yanındaki Tuğrul'a alttan yukarı bakan 185'in üzerindeki Koray Abi.

"Sen Abi deme bana. İsmimle çağır. Bu ne boy, bu ne kalıp kardeşim ? Ne yiyip ne içiyorsun sen ?"

"Allah vergisi Abi."

"Hay Maşallah."

Mert;

"Abi Topal Hoca gelmiş. Siz neden yanında değilsiniz ?"

"Zümra Bacı 'Uyuyor' dedi. Bizde hiç rahatsız etmek istemedik. O bizim, o evde olduğumuzu bilirse uyumaz. Evde çolukla çocukla hasret giderdim. Akşam kalabalık olacak diye Kübra'da Zümra'ya yardım etmek için üç-dört saat önceden gitti."

"İyi yapmışsın Abi. Bizde bir yere geçip oyalansak mı ?"

Koray Abi;

"Afganlar orada, Hocam çoktan uyanmıştır."

Oğuz Abi sırtıma vurup elini omzuma attı.

"Eee Kürşad Asel'le nasıl gidiyor evlilik."

"İyi Abi. Allah nazarlardan saklasın."

Oğuz Abi;

"Amin kardeş. Üzmüyor değil mi seni ? Kavga falan etmiyorsunuz."

"Yok Abi. Baktım kavga edeceğiz. Asel'in siyah Muhafız kıyafetindeki hali gözümün önüne geldiğinde herşey tatlıya bağlanıyor." dediğimde herkes kahkaha atarken ben Mert'e bakıp devam ettim.

"Siz ne gülüyorsunuz oğlum ? Kolay mı Muhafızlar'ın Kızılİncisi ile evli olmak."

Ben dahil herkes gülmeye devam ederken Koray Abi adımlarını yavaşlatıp, Rahman Abiler'in evin önüne doğru baktı.

"Mert şu arkadaş sizden mi ?"

Herkes yavaşlayıp Koray Abi'nin kaşı ile işaret ettiği yere bakıyordu.

Rahman Abi'lerin bahçe kapısının önünde gri kapuşunlu montu olan, siyah pantalonlu, 180 boylarda çocuk denecek kadar genç biri dimdik, hareketsizce duruyordu.

Koray Abi;

"Mert şuna bir bakın bakalım."

"Şûra'nın arkadaşı olmasın Abi ?"

Mert'in bu sorusu Koray Abi'nin yan yan bakışını üzerine çekmişti.

"Şûra'nın arkadaşı Karabasan'ın kapısının önünde öyle mi ? Hemde erkek."

Mert boynunu büküp;

"Haklısın Abi hemen bakıyoruz." deyip Koray Abileri arkada bırakarak çocuğa doğru ilerlemeye başladık.

Üzerine geldiğimizi gören çocuk atkısını gözlerine kadar çekerek beklemeye başladı.

Mert başını eğip gencin yüzünü görmeye çalışarak selam verdi.

"Selamun Aleyküm."

Başını yerden kaldırmayan genç, ağlamaktan mı yoksa soğuktan mı bilinmez ama gözündeki yaşı silip başını kaldırmadan Mert'in selamını aldı.

"Aleykümselam ve rahmetullahi ve berekatuhu."

Genç selamı 'Benden uzak durun.' der gibi oldukça yavaş, tane tane ve kısık bir sesle almıştı. Bu ses tonu ve bu konuşma oldukça gerilmemize sebep olmuştu.

"Kardeş kimsin sen ?"

Gözlerinden başka hiçbir yerini görmediğimiz genç başını yerden kaldırmıyordu.

Tuğrul tehtidkar bir şekilde gencin omzuna elini atıp konuşacakken o genç Tuğrul'un kolunun aksi yönüne kendi kolunu atıp omzundaki kolu kilitlerken, diğer elini düz bir şekilde yapıp zıplayarak Tuğrul'un boğazına sert bir darbe indirdi. Göz açıp kapayana kadar olan bu olay dağ gibi Tuğrul'un yalpalayıp, bahçe duvarının üzerindeki çesen demirlere yaslanmasına sebep olmuştu.

O şokla Mert bir adım geriledi ve silahını çekti.

Geç kalmıştı !

Mert'in silah çekeceğini tahmin eden çocuk Mert'le aynı anda bir adım atarak ona olan yakınlığını korudu ve çekilen silahı bir çırpıda alan çocuğun çok çevik ve hızlı hareketleri vardı.

Saniyeler içinde silah'ın şarjörünü düşürüp, emniyet pimini çıkartarak, kızak kısmından başlayıp darmadağın etti.

Çocuk diye yaklaşıp küçümsediğimiz kişiye silahımı çektiğimde gözlerimde âni bir ışık peydah oldu.

Yere düşüp sırtımı kaldırımın köşesine çarpmıştım. Yaşaran gözlerimi açtığımda betondaki kan gözüme çarptı. Kanın kaynağını elimi burnuma attığımda anlamıştım.

Gözümü açıp ayağa kalktığımda. Çocuk ve Mert'den arka kalan tek şey yerdeki tabanca parçalarıydı. Beni yere seren şey yerdeki tabanca kabzesinden başka birşey değildi.

"Suratıma kabze atmış p*ç."

Geldiğimizde kapalı olan bahçe kapısının açık olduğunu görüp içeri daldığımda Mert'i bahçedeki çim meydanda etrafına bakınırken gördüm.

"Nereye gitti lan kaybettin mi ?"

"Benide buraya kapakladı şerefsiz."

Kendi etrafında dönen Mert;

"Lan kimsin çık ortaya !!!" diye bağırırken, içeri yalpalayarak gelen Tuğrul'u gördüm.

"İyi misin oğlum ?"

"İyim iyim nerede o ?"

Mert kamelya'ya yaklaşmıştı ki çocuk gizlendiği kamelya'nın arkasından tavşan misali süratli bir şekilde çıkıp, Mert'in babası Abdullah Amca'nın, Rahman Abi için geniş bahçesine yaptığı prefabrik misali tek katlı spor salonu'nun, çatısındaki yağmur oluğuna tutunup, sanki hafif sünger parçası atıyormuş gibi kendini çatıya attı.

Çatının üzerinde Tuğrul dan tarafa koşan gencin önü kapalı perde duvar olduğu için tek kaçar yeri Tuğrul'un kucağıydı.

"Tuğrul tut ! Tuğruuuull !!!" dediğimde çocuğun ayakları tavandan temasını kesip havada süzülmeye başladı. Tuğrul zıplayıp üzerindeki çocuğu tutmaya çalışmıştı ama nafile. Ayakları yere basan çocuk, yükünü yaymak için tek takla açarken Tuğrul bağırdı.

"Lan nasıl tutayım sirk maymunu gibi peze**nk."

Taklayı açan çocuk ile bahçe kapısının arasını kapatan bir heybet, aniden karşısına dikiliverdi.

Koray Abi !!!

Yolunu açmak için yumruğunu Koray Abi'ye sallayan çocuk bukez hüsrana uğramıştı.

Kendine gelen yumruğu havada yakalayan Koray Abi; kolunu dış tarafa doğru büküp gencin göğüsüne çok sıkı bir darbe indirdi.

Sırt üstü çimlere yığılan çocuk iki büklüm olup, ciğeri sökülüyormuşcasına öksürmeye başlamıştı.

Koray Abi gözlerini bizde gezdirirken biz hâla çocuğa indirdiği kuvvetli darbenin etkisindeydik. Dışardaki karmaşaya Afgan Muhafızları, Abdullah Amca, Kübra Yenge, Gökçen ve Zümra Yenge dışarı çıkmışlardı. Yerde kıvranan çocuğu gören herkesin ağızı hayretle açılıyordu.

Koray Abi arkasında dizilen kimseye aldırmıyor, gözünü çocuktan bir saniye bile ayırmıyordu.

"Kalk ayağa !" diyen Koray Abi'nin yüzüne bakan çocuk, sanki güçlü darbeyi yiyip, yerde kıvranan o değilmiş gibi hızla ayağa kalkıp Koray Abi'nin iki adım karşısında esas duruşa geçti.

Bu duruş bu yaşdaki bir çocuğa çok fazlaydı. Bu çocuğun esas duruşu karşısındaki insana gözdağı veriyor, üzerinde ne kadar kalın giysiler olsada atletik, kaslı vücudu bu duruşla kendini apaçık ortaya koyuyordu.

Burnumda pıhtılaşan kana ve bize yaşattıklarınıda göz önünde bulundurursak. Bu genç boş bir genç değildi.

Koray Abi çocuğu boydan süzüp, ellerini arkasına atarak, karşısında dimdik durdu.

"Atkıyı çıkar !"

Rahat pozisyonuna geçen çocuk seri bir şekilde atkıyı çıkarıp ön tarafına attıkdan sonra tekrar esas duruşa geçti.

"Klavuzun ?"

Çocuk konuşurken ne bağırıyor ne de kısık konuşuyordu ama sesinde karşısındakine korku salan bir ton, bir diksiyon vardı.

"Kur'an !"

Koray Abi;

"Rehberin ?"

Çocuk esas duruşunu bozmadan sağ elini göğüsüne vurdukdan sonra, sanki ferahlamış gibi derin bir nefes bırakıp cevap verdi.

"Hazreti Muhammed Sallallahualeyhivesellem." deyip tekrar esas duruşa geçti.

Başta Koray Abi olmak üzere herkes elini göğüsüne bastırıp salavat getirdikten sonra Koray Abi devam etti.

"Pîrin ?"

"Hazreti Ömer raduallahuan !"

Çocuk Koray Abi'nin gözlerine hiç bakmıyor, başı dik ama daima yere bakıyordu. Hem Koray Abi sorarken, hem genç cevap verirken kalbimiz bir kat daha hızlanıyordu.

'Bu olağanüstü birşey !'

Koray Abi çatık kaşlarını bozmadan sorularına devam etti.

"Künyen ?"

Ses tonunu bozmayan çocuk;

"Beşinci kademe Kara Muhafız Timi !" dediğinde Afgan Muhafızların daki bütün kızlar başlarını kaldırıp çocuğun yüzünü görmeye çalışıyorlardı.

Koray Abi karşısındaki yavaş yavaş çözerken sesi titremeye başlamıştı.

"Rütben ?"

'ALFA !"

Çocuk cevap verdiğinde kızlar Koray Abi'nin duymayacağı şekilde kendi aralarında fısıldaşırken, bu cevap karşısında bizim dahi tüğlerimiz ürpermişti.

"Kod Adın ?"

"KaraBangu !"

'Bangu ! Eski Türkçe'de Gök Gürültüsü. Vay be !'

Başını geri çekip çocuğa bakan Koray Abi'nin çatık olan kaşları aniden gevşedi.

"İs...İsmin ?"

Karşısındakileri hayrete düşüren çocuğun ne sesinde, ne de duruşunda hiç bir değişiklik yoktu.

"Ali !" diyerek başını yerden kaldıran çocuk ilk defa Koray Abi'nin gözlerine bakıp tekrar konuştu.

" HAYDAR ALİ !!!"

SON...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%