@bayankimbilir
|
Selamlar! Size bayram hediyesi getirdimm Cumhuriyetimizin 101. yaşı kutlu olsun! Bu uğurda can veren şehitlerimizin de ruhu şad olsun... Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın, keyifli okumalar dilerim:)
2. BÖLÜM HOŞ GELDİN
“Bilinmez nereye götürür rüzgarlar rüzgarlar…”
Kader... Beş harf, iki hecelik bir kelimeydi ama doğru ya da yanlış her yaşantımız bir noktada ona bağlanıyordu. Ve her an ne olacağını bilemeyizden kastım işte tam olarak böyle bir şeydi ancak başına bu kadar çabuk geleceğini de bilemiyordu insan. Aklımdaki tek düşünce buydu ve kulaklarıma yankılanışı ise tek kelimeydi. Ölecektim... Tüm zaman algımı kaybetmiş gibi hissediyordum. Olduğum yerde küçülmüş kollarımı başımın etrafına sarmıştım. Sanki deprem oluyordu neden böyle bir şey yaptığımı bilmiyordum. Sorgulayacak durumda da değildim. Ağlamaya devam ederken uçağın her sarsıntısına çığlıklarım eşlik ediyordu. Birden kolumdan çekildim. Buğulanmış gözlerimle kolumu tutan Tarık abiye baktım. Kaşları endişeyle çatılmıştı. Bir şey söylemeden dengemizi sağlayarak beni uçağın kapısına doğru İlerletmeye başladı. Ne yapıyordu? Aklım donmuş gibiydi, hiçbir şey düşünemiyordum. Sormak konuşmak istedim ama boğazımda bir yumru vardı. Yutkunmama rağmen geçmiyordu. Uçağın kapısının önüne geldiğimizde Tarık abi kapının sağında kalan demire tutunmamı istedi. İkiletmeden söylediğini yaparak onu bekledim. O da hızlı ve dikkatli hareketleri ile bir şeyler yapmaya başladı. O an öyle olayın dışında hissediyordum ki kendimi ne yapacağım ne nasıl olacak hiçbir şeyi aklım almıyordu. Uçağın eski sola meyilli halinin düzeldiğini bile yerimde durunca yeni fark etmiştim. Tarık abi konuştuğunda bakışlarımın ona dönmesine sebep oldu. "Abim bir süre için kontrolü tutmaya çalışıyor fakat çok vaktimiz yok. Sen bize emanetsin Ezgi bu yüzden en az riskli olan yolu seçmek zorundayız" Ne? Neden böyle konuşuyordu? Yutkunup sesimi bulmaya çalışıyordum ki elinde fark ettiğim paraşüt çantasıyla yerimde korkuyla irkildim. Terleyen avuç içlerim demirden kayar gibi oldu. Ürkek gözlerim tekrar onu bulduğunda kafamı iki yana salladım. Gözyaşlarım hızlanmıştı. Hayır, düşündüğüm şey olamazdı. Tarık abi aynı hızlı hareketleri ve soğukkanlılığını korumaya devam ederek çantayı ve gerekenleri kontrol etti. Ardından her şeyin tam olduğundan emin olmuş olacak ki yanıma gelip önümde durdu. Uzun boyundan dolayı yüzüne bakabilmek için kafamı kaldırdım. "Ha.. yır, hay... ır yapamam... ben Tarık abi" dedim zar zor titreyen sesimle. Yapamazdım. Atlayamazdım. Delirmiş olmalıydı. Kollarımı ürkekçe bedenime sardım. Üşüyordum. Hem bedenen hem de ruhen. Babam saçlarımı okşasın ve gözlerime bakıp 'iki gözüm' deyip ruhumu, annem ise beni şefkatli kollarına alıp sıkıca sarıp bedenimi ısıtsın istiyordum. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp içimdeki acıya ve korkuya eşlik ettiler. "Ezgi, lütfen... yapmak zorundasın. Şu an aklıma gelen tek çözüm bu ve itiraz etme şansın yok!" diyerek karşı çıktı Tarık abi. Çaresizlikten titreyen sesini duymak daha şiddetli ağlamaya başlamama sebep olmuştu. Düşünmeye bile vaktim yoktu. Zaten düşünebilecek kafa bile kalmamıştı ki bende. Başka bir yolu olmalıydı ya da bu yaşananlar bir kâbus olmalıydı. Yaşama şansım için bunu yapmak zorunda olduğumu kabul etmek istemiyordum. Tarık abi bir cevap vermemi beklemedi ve acele ederek çantanın kollarını geçirdi kollarımdan. Aynı hızlı hareketleri ile diğer güvenlik bağlarını kontrol etti. "Belli bir yakınlığı ulaştığını anladığında sağ taraftaki kulpu tüm gücünle çekeceksin. Eğer açılmazsa, ki binde bir olur bu, sol kulpu çek.” Ne demek açılmazsa! Allah’ım sen koru! “Merak etme güvenli bir bölgeye iniş yapacaksın. Korkunu unut Ezgi, sadece hayatta kalmaya odaklan" Aklıma gelen şeyle konuşmak için kafamı arkamda hala sırtımdaki çanta ile uğraşan Tarık abiye çevirmeye çalıştım "Siz? Siz de atlayacaksınız ardımdan değil mi?" diye sordum. Başka paraşüt de olmalıydı uçakta değil mi? Nefes alışverişim sıklaşmaya başlamıştı. Ancak ben cevabımı alamadan başka bir uyarı sesi geldi ve Tarık abi eş zamanlı olarak uçağın kapısının açılması için abisine komut verdi. Kapı açılır açılmaz kuvvetli rüzgâr saçlarımı uçurup düzensiz nefesimi daha da bozarken ayaklarımı hareket ettiremedim. Korkmuyorsun Ezgi! İçimden kendime telkinler vermeye çalışırken Tarık abi, beni eşiğe getirmişti bile. Aşağıya kısa bir bakış attığımda sisten dolayı yeryüzünü göremedim bu adımlarımın gerilemesine sebep oldu. Ne kadar uçak düşmek üzere olup alçalmış olsa da hala çok yüksekteydik! Hayır, korkuyorum! Çok yüksek burası! Hayır, ben yapamam! Gözlerimi sıkıca kapattım ve çenemi sıktım. Korkma Ezgi... Korkma... Ne olduysa o kısacık saniyede olmuştu sanki. Belimden hafifçe itildiğimi hissettim. Ayaklarım boşluğa çıkarken kendimi birden aşağıya bıraktım. Ben o yükseklikten atladım! Bu gidişle korkudan kalbim dayanamayacak bu yüzden ölecektim ben! Karnım kasılırken rüzgâr sanki beni içine hapsetmek istermiş gibi bedenime sertçe çarpıyordu. İşte... Bilinmez rüzgarlar seni nereden nereye sürüklüyordu. Daha birkaç dakika önce kulaklığımda şarkı dinlerken şimdi ise içimdeki ölüm korkusuyla mücadele ediyordum... Kanımda gezen adrenalin kalbimin hızla göğüs kafesime çarpmasına sebep oluyordu. Kalbimin atış sesleri o uğultuda bile kulaklarımdaydı. Hiç beklemeyip hemen sağ kulpa uzanıp var gücümle ipe asıldım. Allah'ım lütfen olsun... Lütfen olsun... İkinci asılmamdan sonra güçlü bir kanat açılma sesi kulaklarımda çınladığında ağlamaktan kulağıma boğuk gelen sesimle bir sevinç çığlığı attım. Oldu! Oldu! Hafif yukarı çekilir gibi oldum. Karnımdaki kasılma geçip yerini gıdıklamaya bırakırken rüzgârın şiddeti azalmış sanki ipler tarafından yönetilen kuklalar gibi bende havada asılı kalmıştım. Kurtulmuştum... Rüzgârın şiddeti biraz olsun azaldığında gözlerimi daha rahat açıp kafamı yukarı kaldırdım ve açık yeşil renkteki büyük paraşüte baktım. Ben gerçekten paraşütle atlamıştım! İnanamıyordum! Göğsüm hala hızla inip kalkıyordu. Sakin olmalıydım yoksa cidden kalpten gidecektim. Bakışlarım iniş yapacağım yere döndü. Bir dakika! Neredeydik? Telaştan aklıma bunun hakkında hiçbir şey sormak gelmemişti. Aferin Ezgi, aferin! Burnumu çektim. İneceğim yer daha da görünür bir hale gelirken etrafı incelemeye çalıştım. Görünürde tek tük ağaç ve tarlalar vardı. Evler ise baya uzakta gözüküyordu. Daha hava aydınlıktı ama zaman algımı kaybettiğimden saatin kaç olabileceğini bile hesaplayamıyordum. Allah'ım nereye düştüm ben! Daha doğrusu düşüyorum! Kendime kızmaya devam ederken birden kuvvetli bir rüzgâr paraşütümü ve doğal olarak beni de sürüklemeye başladı. Ne yapacağımı bilemeden ayaklarımı ileri geri sallamaya başladım. Gözlerim yerden yüksekliğimi hesaplamak ile meşgulken çarpacak olduğum koca ağacı son anda fark ettim. Gözlerim korkuyla büyüdüğünde "Hayır, hayır" diyerek kendimi geriye doğru itmeye çalıştım. Rüzgâr bu hareketime engel olup bu çabamı boşa çıkarıyordu. Ağaca çarpmama ramak kala kafamı kollarım ile korumaya çalışıp gözlerimi sıkıca yumdum. Birkaç dakika geçmesine rağmen hiçbir şey olmayınca yavaşça kollarımı indirip yumduğum gözlerimi araladım. Ağacın koca gövdesi birkaç santim uzağımda dururken havada asılı kaldığımı fark ettim. Kafamı yukarı kaldırıp baktığımda ise paraşütümün ağacın dalına takıldığını gördüm. "Yine ucuz kurtuldun Ezgi" Derin bir nefes alıp verdim. Yüzümde kurumaya yüz tutmuş yaşlarımı titremeye devam eden ellerim ile silip kendime gelmeye çalıştım. Nefes alışverişlerimi düzene sokmaya çalışırken buradan nasıl ineceğimi düşünüyordum. Yardım isteyebileceğim birini bulma umuduyla gözlerim etrafı tararken burada bir Allah'ın kulu olmadığını anlamamla çaresizlik sisleri yine kalbimi sarmaya başladı. Derin bir nefes alıp verdim tekrar. Gözlerimi kapatıp açsam ve bu yaşadıklarım sadece bir kâbus olsa... Belki de Alperen'in dediği gibi bir şaka olsa... O yapmış olsa bu eşek şakasını ve şu çalılıkların arasından çıkıverip "Sen misin bensiz tatile gitmeye çalışan" diyerek sırıtsa... Bir anlığına buna inanmak isteyip gözlerimi kapatarak birkaç saniye bekledim. Gözlerimi bir umut açtığımda değişen hiçbir şeyin olmadığını görmek burnumun direğini sızlattı. Oflarken birden bu hıçkırıklara dönüştü ve gözyaşlarım yanaklarımdaki yerini aldı tekrar. Titreyen ellerimi yüzüme kapattığım sırada bir şeyin yırtılma sesi geldi. Bu daha büyük bir sese dönüşürken telaşla ellerimi indirdim "Hayır, lütfen tahmin ettiğim şey olmasın" Karşılaşacağım manzaradan korkarak bakışlarımı yukarı çevirdim. Bununla beraber kaşlarım hayretle havalanırken tahmin ettiğim gibi yırtılan paraşütümdü fakat ağacın dalından dolayı değil daha önce hiç görmediğim birkaç kuş tarafından yırtılıyordu. Bu kuşların, gövdeleri simsiyah, kanatları ise beyaz renkteydi ve gagaları normal kuş gagalarından büyüktü. "Şşşstt, bırakın bakayım onu! Yenilecek bir şey değil o!" diyerek sanki onlara ulaşabilecekmişim gibi kollarımı onlara doğru sallayarak bağırmaya başladım. Beni kale bile almadılar! Ağlayacağım galiba. Düşsem ne kadar yüksekteyim diye bakmak için bakışlarımı bir anlığına aşağıya çevirdiğim sırada güçlü bir yırtılma sesi geldi ve ben eş zamanlı olarak kendimi ışık hızında yüzüstü yerde buldum. Çok fazla yüksekte olmasam da sert çakılmıştım. Dirseklerimin üzerinde hafifçe doğruldum. Allah'tan asfalta değil de toprak bir zemine düşmüştüm. Ne olduğu belirsiz kuşlarda sanki görevleri beni düşürmekmiş gibi hemen kanat çırpıp gittiler. "Düşene bir de siz vurun aman!” diye söylendiğim sırada yerimde doğrulmuş yüzümdeki toprakları temizliyordum. Ayağa kalkmaya çalıştığımda sağ bacağıma saplanan acıyla yüzümü buruşturdum. Hafifçe eğilip dizime dokundum ve ellerim gibi hala bacaklarımın da titremeye devam ettiğini fark ettim. Kendimi berbat hissediyordum. Nefes alışverişlerim hala düzenli değilken her ağladığımda olduğu gibi hıçkırık tutmuştu. Zor da olsa ayağa kalktığımda üzerimdeki çantayı çıkarmaya çalıştım. Başım dönüyordu. Kendimi hala havada süzülüyormuş gibi hissediyordum. Bu düşünceyle güçlükle yutkundum. Dengemi sağlamaya çalışarak çıkardığım çantayı bir kenara attım. Ardından üzerimdeki tozları dahi silkmeden topallayarak o ağacın altına doğru adımladım. Sırtımı gövdesine yaslayarak oturdum hemen. Şayet biraz daha ayakta kalırsam kıçımın üzerine düşmem muhtemeldi. Dizlerimi kendime doğru çekerken kollarımla bacaklarımı sardım ve başımı dizlerime yerleştirdim. Titremeleri dursun istiyordum. "Geçti, Ezgi. Geçti artık" Buranın havası bir garipti. Boğazımı gıdıklayan bir tarafı vardı. Midem bulandı. Kafamı kaldırıp ellerimle yüzümü sıvazladım. Tekrar gözyaşlarım akmaya başlamıştı. Aklıma gelen düşünceyle başımı hafif öne uzatıp gökyüzüne baktım hemen. Ne uçak ne de paraşütle atlamış biri gözüküyordu. Ardımdan onlarda atlamışlardır değil mi? Belki de farklı bir yere düştüler? Onlara, aileme nasıl haber vereceğim şimdi ben? Telefonumu bile almamıştım yanıma! Başıma derin bir ağrı saplanırken gözlerimin acıdığını hissettim. Bu kadar kısa bir zamanda korku ve adrenalin bedenime ve ruhuma gerçekten fazla gelmişti. Başımı yorgunca ağacın gövdesine yasladığımda ağrıyan bacağımı öne doğru uzattım. Burnumu çektim hıçkırırken. Gözlerimin acısıyla göz kapaklarımı kapattım ve ağırlaştıkları için geri açamadım. Bundan sonra ne olacağını düşünmek istemeyerek kendimi uykunun derin kollarına bıraktım.
***************
"İki gözüm!" Babamın gür ve acı dolu çıkan sesiyle gözlerim aralandı. Etrafıma kısa bir bakış attım. Düştüğüm çukurun içindeydim hala. Sabah olmuştu, güneş tepeye çıkıyordu. "Baba! Çok korkuyorum, lütfen bul beni!" Gözyaşlarım yanaklarımdan usulca akarken yattığım yerden güçlükle doğruldum. Uyuya mı kalmıştım? Ellerimdeki kanın kuruduğunu gördüm. "Bilinmez rüzgarlar seni alıp asıl ait olduğun yere, benim yanıma, getirdi" Neredeydi? Neden hala bulmamıştı beni? "Benim yuvam senin yanın" diye mırıldandım. Zar zor ayağa kalktığımda başım döner gibi oldu. Yalpalayarak çukurun dibine ilerledim. Buradan çıkmam lazımdı. Birinin ismimi seslendiğini duyar gibi olduğumda arkama döndüm. Yüzüme vuran güneşle gözlerimi kıstığımda karşımda uzun boylu bir adam gördüm. Babam! “Beni bulacağını biliyordum” dedim gözyaşlarım içerisinde gülerken. Hiç beklemeden ona doğru atıldım ve kollarımı boynuna doladım. Aşina olmadığım bir koku burnuma dolarken bir gariplik hissettim. Bir eli belimde diğer eli saçlarımın arasında olan elin verdiği hissiyat babama ait değildi. Aynı zamanda sarıldığım kişi babama göre epey uzun ve zayıftı. O, babam değildi... Peki neden babama sarıldığımdaki o güveni hissetmiştim. O yüzden midir bilmem korkmadan sakince kollarımı çözüp yüzünü görmek için geri çekildim... Titreyerek uyandım. Elim refleksle hemen sol koluma bağlamış olduğum yeşil fulara gitmişti. Elimi fularımın üzerinden çektikten sonra kalbimin üzerine getirdim. Neden bu kadar hızlı atıyordu? Derin bir nefes alıp verirken sakince kolumdaki fuları çözdüm ve önce okşadıktan sonra yerini değiştirip başıma bağladım. Ellerimi yüzüme getirip sıvazladım ve kendime gelmeye çalışıp gördüğüm tuhaf rüyanın etkisinden çıkmaya çalıştım. Bu neydi şimdi? Kimdi o adam? Yüzünü neden görememiştim ki? Off o kadar gerçekçiydi ki bir an gerçekten Türkiye de olduğumu düşünmüştüm. Abilerimden biri miydi acaba? Fakat o koku tanıdığım birine ait değildi. Buna emindim. Aynı zamanda sanki kokusuna, sesine ve o verdiği güven hissine de aşina gibi hissetmiştim. "Anlaşılan havada süzülmek sana yan etki yaptı Ezgi, bilinçaltın da sonunda kafayı yedi" kendi kendime söylenerek kollarımı bedenime sardım. Üşümüştüm. Hava mı soğumuştu? Bununla beraber etrafıma bakındığımda güneşin daha da alçaldığını gördüm. Kaç saat uyumuşum öyle? Sıkıntıyla ellerimle yüzümü ovuşturdum tekrar. Allah'ım lütfen yardım et! Ne yapacağım şimdi ben? Daha nerede olduğumu bile bilmiyorum. Yaslandığım ağaca tutunarak ayağa kalktım. Bacaklarımın titremesi ve başımdaki sızıdan eser kalmamıştı. Buranın havası ise iyice boğazımı acıtmaya başlamıştı ve susamıştım. Bunu şimdilik düşünmemeye çalıştım. Kendi kendime oflayıp çaresizce etrafımı süzmeye başladım. Evet, Ezgi. Sakin ol ve düşün. Öncelikle telefonunu isteyebileceğim birini bulup babamları aramalıydım. Ardından polis merkezine nasıl gidebileceğimi öğrenmeli ve derdimi anlatarak yardım istemeliydim. Ah, tabi önce nerede olduğumu da bilmeliydim. Boş arazide, havadayken evleri gördüğüm tarafa doğru ilerlemeye başladım. O sırada ilerideki tarladan bu tarafa doğru ilerlemekte olan bir adam gördüm. Sırtında kocaman bir sepet taşıyordu. Yaklaşık kırklı yaşlarda, üzerinde koyu kahverengi şalvar ve uzun krem renginde tunik gibi bir üst ve başında da sarığa benzer bir şey vardı. Allah'ım nereye düştüm ben? Korkmaya başlarken sağ elimle sol kolumu sıvazladım. Adımlarımı güçlü atmaya devam ederek ilerlemeye devam ettim. Adamda beni fark etmiş ve ona doğru ilerlediğimi anlamış olacak ki sırtındaki sepeti ayak ucuna indirip beni bekledi. Yanına vardığımda tuhaf bakışları ile beni süzdü önce. Rahatsız olmadım desem yalan olurdu. Onun da yakından bakınca baya esmer olduğunu ve koyu kahve gözlerinden yorgunluk aktığını fark ettim. İlk önce ne sormalıyım? Kafamdakiler uçup gitmişti sanki. İçimdeki tedirginlik ile düşüncelerimi toparlamaya çalışıp duruşumu dikleştirdim. "Şey... beyefendi acaba burası tam olarak neresi? " diyerek aklıma ilk gelen soruyu sordum. Bence gayet mantıklı bir soruydu ancak adam kaşlarını çatmış öyle bir bakıyordu ki sanırsın yedi sülalesine küfretmiştim. Aptal! Adam seni anlamıyor ondan olabilir mi? Bir an için – küçük bir umut- Türkiye sınırlarında bir köye düştüğümü düşünmüştüm. Ne bileyim, adamı şalvarlı malvarlı görünce ister istemez farklı bir yerin köylüsü çıkar diye ummuştum. Çaresizce omuzlarım düşerken umudumu kaybetmeyerek ortak bir dil kullanmayı denedim. İngilizce olarak ve telefonunu da rica ederek derdimi tekrar belirttim fakat adamın yüzündeki ifade değişmedi aksine kaşlarını daha da çatarak yerdeki sepetini hınçla geri sırtına astı ve öfkeli bir şekilde bir şeyler söyledi. Galiba şu an rolleri değiştirmiştik. Benim de o benim sülaleme küfretmiş gibi kaşlarımı çatıp bakmaya başladığıma emindim. "Ayıp amca, ayıp. Yaşından başından utan! Alt tarafı telefonunu istedik" dedim söylediğinden gram bir şey anlamayarak. Nece konuştu ya o öyle? Çok hızlıydı ve kulağa Arapça gibi gelse de hiçbir kelimeyi ayırt edemedim. O ise arkasında sinirli ve şaşkın bir ben bırakarak yanımdan çekip gitmişti. Of of! Şimdi buradakilerle nasıl iletişim kuracağım ben? Belki de adam yaşlı olduğu için İngilizce bilmiyordur. Sonuçta herkesin eğitim düzeyi bir olmazdı değil mi? Evet, yeni umutla tutunduğum planım; daha genç birini bulmaktı.
************
Kaç saat yürüdüm bilmiyordum ama bir saatten fazlaydı. Sağ bacağımın üzerine basamadığım için bu hızımı yavaşlatmıştı. Güneş batmak üzereydi. Sonunda evlerin olduğu sokaklardan geçmeye başlamıştım. O koku daha da yoğunlaşmış ve boğazımı yakmaya devam ediyordu. Arada bir yüzümü buruşturuyor bazen de öksürmeden edemiyordum. Uzun kaldırımları, satıcı ve yabancı lisanlı insanlarla dolu sokağı etrafıma çekingen bakışlar atarak incelemeye başladım. Solumda kalan eski tek katlı bir evin önünde tuhaf kıyafetli bir kadının esmer bir oğlan çocuğunu ulu orta banyo yaptırdığını görünce şaşkınlıkla gözlerim büyürken kimsenin benim aksime bunu yadırgamadığını fark ettim. Her evin önünde farklı topluluklardan çıkan yaygaralar, satıcılardan çıkan gürültüler birbirine karışmıştı. Tabii ki ben ne dediklerini anlamıyordum. Kadınların bazıları yol üzerinde halı yıkıyor kimisi ellerindeki yiyecekler ile anlamadığım bir hazırlık içerisinde gibi duruyorlardı. Bunun yanında çok değişik giyim tarzları da vardı. Aynı zamanda tanıdık. Ben bu kıyafetleri nerede görmüştüm ya? Erkekler genel olarak az önceki gördüğüm amcanın tarzında giyiniyordu. Kadınlar ise renkli etekler ve üzerinde yarım bir büstiyer giymiş başka bir şalı bir omzundan çapraz bir şekilde bedenine dolamışlardı. Dikkatini çektiğim birkaç kadının bana garip bakışlarını yakaladım. Belki de ben öyle sandım, bilmiyorum. Bu istemsizce üzerimdekilere de kısa bir bakış atmamı sağladı. Mavi kot pantolonum ve koyu yeşil renkteki gömleğim vardı. Tabii üzerlerindeki çamur lekelerini saymazsak. Bu yüzden miydi bu bakışlar? Sokağın başka çıkışları için ayrıma gelirken sağ taraf meydan genişliğinde bir yere çıkıyordu. O tarafa doğru seyyar satıcılar ve kalabalıkta çoğalıyordu. Muhtemelen küçük bir kasabadaydım. Kafamı hafifçe eğerek diğer sokakları göz ucuyla süzmeye çalışırken az daha birine çarpıyordum. Son anda dengemi sağlayıp toparlamaya çalışmıştım fakat kadın beni umursamamıştı bile. En azından ben onu görmemiştim, o beni görmüyor muydu? Yüzümdeki şaşkınlık ve içimdeki sinirle hızla kadının gittiği yöne bakarken iki katlı bir evin önünde gülüşerek sohbet eden genç kızları görmemle çatılı duran kaşlarım hemen eski halini aldı. Anında tüm sinirim uçup gitti adeta. Allah'ım şükürle olsun! Tam o sırada yüzü bana doğru dönük olan siyah saçlı kız ile göz göze gelmiştik. Bunu fırsat bilerek muhtemelen kulaklarım ağzımda onlara doğru ilerlemeye başlarken birden bir şeye takılmam ve kendimi ikinci kez yerde bulmam bir oldu. Sağ bacağımın ağrısı artarken dudaklarımdan küçük bir inleme kaçtı. Çoğu bakışı üzerimde hissederken etrafta farklı uğultular oluştu. Ya neden ben neden! Üzerimdeki bakışları umursamamaya çalışarak sağ bacağımın altına batan büyük tahta parçasını aldım ve sinirle ileri doğru fırlattım. Hayır yani başıma illa bir şey gelecek! Kendi kendime söylenirken ayak ucumda dikilen birçok çift ayakkabı gördüm ve bakışlarımı yukarı çıkardım. Bir grup çocuk kaşlarını çatmış bir şekilde bana bakıyordu. Bu durum karşısında tedirgin olup kaşlarımı çattım. Ne oluyordu? Bacağıma dikkat ederek yavaşça ayağa kalktım. Öndeki çocuk aynı kızgın ifade ile ileride bir yeri eliyle gösterip bir şeyler dedi. Ne diyorsun ki evladım anlamıyorum? Hepsi birden sanki oyunlarını bozmuşum gibi bana öfkeyle bakıyor öndeki uzun olan çocukta bir şeyler söylüyordu. Etrafıma bakıp birinin yardım etmesini diledim. Satıcılar ve yoldan geçen adamların dikkatini bile çekemezken mahalleli birkaç kadından başka da izleyicimiz yoktu maalesef. İş başa düşmüştü anlaşılan. Mecbur bu durumdan kurtulmanın bir yolunu bulacaktım yoksa umursamayıp geçsem hiç salacak gibi durmuyorlardı. Derin bir nefes alıp verdim. "Bakın çocuklar, buralı değilim ben. Yabancıyım. Sorun ne, en ufak bir fikrim yok ancak belli ki bilmeden sizi kızdıracak bir şey yapmışım. Üzgünüm." Diye İngilizce konuşarak onlarla anlaşmayı denedim. Bunun karşılığında kahkaha atmaya başlamasınlar mı? Bir bu eksikti ama ya! Kaşlarımı çattım. Sinirlenmiştim. Anlayışta bir yere kadardı yani! Zar zor gülüşmelerini kestiklerinde öndeki çocuk diğerlerine benim anlayamadığım bir bakış attı. Ardından kendi dilinde bana bir şeyler söyleyerek üzerime doğru adımlamaya başladı. Sol tarafında duran çocuğun sırıtarak elindeki uzun beyzbol sopasına benzeyen odun parçasını ritmik bir şekilde diğer eline vurduğunu görmemle korkuyla yutkunmam bir oldu. Benden küçük olabilirlerdi ama sayı ve cüsse olarak pek de eşit değildik. Geriye doğru küçük adımlar atmaya başlamıştım "Çocuklar yanlışlıkla olduğunu söyledim ya. Bu kadar uzatmaya da gerek yok canım dimi?" dedim şirince gülümsemeye çalışarak. Daha ne olduğunu bile bilmiyordum ama ben! Tam o anda bir ses ile çocuklar ve bende dahil sokaktaki çoğu kişinin bakışları sesin sahibi olan kıza döndü. Sanırım çocuklara seslenmişti çünkü kaşları çatık bir şekilde doğrudan onlara bakıyordu. Allah'ım sonunda biri beni fark etti! Bize doğru ilerlerken etrafımızda bizi izleyen insanlara bir şeyler söyledi. Bununla birlikte üzerimizdeki bakışların çoğu dağılmıştı. Kız yanımıza ulaşıp önüme geçerek çocuklara doğru döndü ve onlarla konuşmaya başladı. İçim biraz olsun rahatlarken omuzlarım düştü. Düşmeden önce göz göze geldiğim kızdı bu. Boyu benden birkaç santim kısaydı. Sırtı bana dönük olduğu için sadece omuzlarını geçen siyah saçlarını ve koyu pembe tuhaf kıyafetini görüyordum. Çok geçmeden artık çocuklara ne söylediyse arkalarına bile bakmadan çekip gitmişlerdi. Kahramanım olan kız da eş zamanlı olarak bana doğru dönmüştü. Tekrar göz göze geldiğimizde dudaklarında sıcak bir tebessüm oluştu. "Sen iyi misin?" Sanki bu soruyu duymak istiyormuşum gibi hemen kafamı salladım "Gerçekten çok teşekkür ederim. Sen gelmesen pestilimi çıkaracak gibi duruyorlardı bu çocuklar" dedim hararetle. Bunun üzerine küçük bir kahkaha attı. Benim yaşlarımda gözüküyordu. Esmer tenli, dalgalı siyah saçları ve güzel büyük yeşil gözleri vardı. "Nerelisin? Yabancı olmalısın?" dedi aynı samimi ses tonuyla. "Evet, buralı değilim. Türk'üm ben" Bir dakika! Kız Türkçe konuşuyor! Kız Türkçe konuşuyor! Uğradığım şaşkınlıkla gözlerim büyüdü. Jeton bende yeni düşüyordu. "Beni anlıyorsun ve bildiğimiz Türkçe konuşuyorsun?!" diye saçma salak ve bir o kadar coşkuyla kurduğum cümle onu tekrar güldürdü. Hiç beklemeden birden kollarımı boynuna doladım. Resmen burada benimle aynı dili konuşan birini bulmuştum! Rahatsız olmaması için sarılmamı kısa tutacaktım ki buna gerek kalmadan o da sarılmama karşılık vermişti. Geri çekildiğimde kalın ve renkli dudaklarında aynı tebessüm vardı. Tanımadığı birine karşı bu kadar sıcak davranması içimi sıcacık etmişti. Utanmasam ağlayacaktım. "İyi de sen nereden biliyorsun Türkçeyi?" diye sordum. Bir yandan da hala şükrediyordum. Nasıl olursa olsun O çıkarmıştı bu kızı karşıma. Gülümsemesi çizgi halini aldı "Burada bir turizm şirketinde çalışıyorum ben. Rehberlik ve tercümanlık yapıyorum. E bu nedenle de birçok dil biliyorum. Türkçe de bunlardan biri" diyerek yanıtladı beni. Elini uzattı sonra "Bu arada tanışmadık, ben Aisha" Ayşa mı? Gülme Ezgi, gülme. Onun ağzından tam Ayşa gibi çıkmasa da ben öyle anlamıştım valla. "Bende Ezgi" eline karşılık verip kocaman gülümsedim. O sırada arkadaşları olduğunu tahmin ettiğim kızlar ona seslendiler. Onlar Aisha’nın aksine benim gibi giyinen kızlardı. Onlar da yabancıydı sanırım. Acaba arkadaşları değil de yabancı misafirleri miydi? Aisha onlara doğru dönerken “Benim acil eve dönmem gerekiyor kızlar. Yine haberleşiriz” diye İngilizce konuştu. İngilizce konuşması onların da yabancı olduğunu kanıtlarken onlarla samimi bir şekilde konuşması arkadaşları olduğunu doğrulamış oldu. Arkadaşlarını yanımızdan gönderdikten sonra tekrar bana döndü. “Kusura bakma” Kafamı iki yana sallarken “Asıl sen kusura bakma. Planınızı böldüm belki de” dedim mahcupça. “Yok, bende ayrılmak için bahane arıyordum aslında” dedi gülümserken. Bakışları kısaca üzerime kaydığında hafifçe çatılmıştı. Bir şeylerin ters gittiğini anlamış gibiydi. "Sen ne için buradasın?" Merakla yüzüme bakmaya başladığında ona kısaca olanları nasıl açıklayacağımı düşündüm. İyi biriydi. Endişesi samimiydi. Üstelik birçok kişi çocukların üzerime yürümesini umursamazken o yardım etmek için ortaya atılmıştı. En önemlisi de şu an derdimi anlatıp yardım isteyebileceğim tek kişi o gibi gözüküyordu. "Tayland'a yaptığım tatil dönüşü özel uçağım arızalandı ve bende paraşüt ile buraya atlamak zorunda kaldım" dedim, en sonunda. Tek cümlede her şeyi özetlemiştim gerçekten. Bu o kadar basit olmuştu ki sanki bunları birkaç saat içinde ben yaşamamışımda bir filmden herhangi bir sahneyi anlatıyormuşum gibiydi. Gözleri şaşkınlıkla büyürken "Sen ciddi misin? Gerçekten paraşütle mi atladın?" diye sordu. Dudaklarımı birbirine bastırarak kafamı sallamakla yetindim sadece. "Sonrasında birinden yardım isteyebilmek için buraya kadar yürüdüm. Buranın dilini bilmiyorum, İngilizce konuşarak da anlaşamadım kimseyle. Tam o sırada Allah seni karşıma çıkardı " diyerek anlatmaya devam ettim ancak o hala paraşütle atlamamın gerçek olması şokunu atlatamamış gibi bakıyordu. Gözlerindeki endişeyle aramızdaki kısa mesafeyi kapatırken koluma dokundu "Bir yerinde bir şey yok değil mi? İstersen hastaneye gidebiliriz?" Endişeli hareleri yüzümde gezindi dikkatle. Bu ilgisi öyle bir içimi okşadı ki utanmasam kızı sarıp hiç bırakmayacaktım şimdi. "İyiyim, iyiyim çok şükür. Ciddi bir şeyim yok sadece her tarafım toz içinde" Tabii düştüğümde kafamın dönmesini ve sağ bacağımın acısını saymazsak. Ancak nasıl bir uyku çektiysem onlar dışında kendimi daha dinç hissediyordum. “Sen öyle diyorsan. Gerisi halledilir” dedi tebessüm ederek. O sırada aklına bir şey gelmiş gibi kolundaki saate kısa bir bakış attı. Gözleri tekrar yüzüme döndüğünde parmaklarının tersi ile yanağımdaki tozları temizledi. Bu kız ne kadar da güzel konuşuyordu dilimizi. Tamam bende İngilizce biliyordum ama ana dilim kadar güzel konuşuyor muydum tartışılırdı. Bende jetonlar geç düşmeye devam ederken Aisha' dan telefonunu isteme fikri aklıma yeni geliyordu. "Aisha, rica etsem telefonunu kullanabilir miyim? O anki telaşımdan hiçbir şey alamadım yanıma. Aileme haber vermeliyim." diye sordum mahcup bir ifadeyle. Tarık abilerden de haber almalıydım. Ya uçağın düştüğü haberi babamlara ulaştıysa? Bu düşünceyle boğazıma bir yumru oturdu. Bu haber onlara ulaşmadan benim onları arayıp olanları anlatmam gerekiyordu. Kaşları çatılırken dudağını ısırdı ve kafası karışmış bir şekilde sağ eliyle başını kaşıdı. "Seve seve verirdim de buradaki her telefon hattı yurt dışına arama yapmıyor. Sadece özel hatlı telefonlar ile aranabilir." Dudaklarımı dişledim. Şimdi ne olacaktı, nasıl haber verecektim onlara yaşadığımı? "Benim ayrı özel hatlı telefonum var ama onu da seyahatlerde kullandığım için çalıştığım şirkette kalıyor genelde." diye düşünceli sesiyle ekledi Aisha. Yüzüm asıldığında endişeyle alnımı ovmaya başladım. Umarım ben bir yolunu bulana kadar Tarık abiler benden önce babamlara ulaşıp benim de uçaktan atladığımı söylerdi. Bu korkularını biraz olsun dindirirdi en azından. Bunu temenni etmeden önce benim Tarık abilerin yaşıyor olduğunu bilmem gerekiyordu ama önce! Ofladığımda gözlerim doldu. Hayır, bırakma kendini Ezgi! Mantıklı düşünebilmek adına derin bir nefes alıp verdim. En iyisi polis merkezine gidip onların telefonunu kullanmam olacaktı. Ancak şu son olanlardan sonra oraya tek başıma gitmek istemiyordum. Bir yanlış anlaşılmayı daha kaldıramazdım. Aisha'ya rica etsem benimle gelir miydi acaba? Sonuçta yardım edebileceğini belirtmişti. O sırada aklıma önemli başka bir şey dank etti. Tabii ya. Atladım atlamasına da nereye düşmüştüm ben? Bunu sormayı nasıl atlarım? "Burası tam olarak neresi?" diye sorduğumda yüzümde gezinen yeşil gözleri gözlerimi buldu ve şaşkınlıkla kaşları havalandı. Sanırım bunu bildiğimi sanıyordu. Ardından hafifçe gülümsedi ve dudakları aralandı "Hindistan'a hoş geldin Ezgicim" Küçük çaplı şaşkınlığımı üstümden atamazken Aisha’nın söylediği kelimeler yankılanıyordu kulaklarımda. "Şu bildiğimiz baharatları ile ünlü olan Hindistan'dan bahsediyorsun değil mi?" diyebildim en sonunda. Bu tepkim onu yine güldürmüştü. Sorsanıza bana Hindistan hakkında başka ne biliyorum? Kıyafetlerinin neden tanıdık geldiğini şimdi anlamıştım. Aamir Khan’ın bir filmini izlemiştim. Oradan aklımda kalmış olmalıydı. "Evet Ezgi, burası Hindistan'ın Hiwari Bazaar ilçesi" Ciddi ciddi Hindistan’daydım. Allah'ım neler duyuyorum ben böyle? Dişlerimi sıkarak endişeli bir şekilde tekrar elimle alnımı ovdum. Bu sırada da yerimde ileri geri gelip gitmeye başlamıştım. "Ben şimdi ne yapacağım? " dedim sıkıntılı çıkan sesimle daha çok kendime yakınır gibi. Düşünmek istemiyordum ama olmuyordu. Belki de babamlar çoktan uçağın düştüğü haberini almışlardı. Öldüğümü düşünecekler... Ya babam... Boğazımdaki yumru büyürken gözyaşlarım yanaklarıma doğru akmaya başladı. Aisha tamamen önüme geçerken iki eliyle kolumu sıvazlamaya başladı. "Ezgi, lütfen sakin ol. Hemen kötü şeyler düşünme. Bir yolunu bulacağız inan bana" Daha birbirimizi tanımıyorduk bile ama onun gözlerinde beni anladığını gördüğüm bir hüzün vardı şimdi. Yaşlarımı silerken kafamı sallayarak onu onayladım. Haklıydı. Kötü şeyler düşünmemeliydim. Sağ elini kaldırıp sol yanağıma getirdi ve yanağımı kurulamamda yardımcı oldu. Buruk bir şekilde tebessüm ettiğinde ona karşılık vermekte bu sefer zorlanmıştım ne yazık ki. Sağ elini yüzümden uzaklaştırırken kolundaki saate baktı tekrar "Şimdi benim acilen eve gitmem gerekiyor. Seni de burada bırakacak değilim. O yüzden sende benimle geliyorsun" dedi. “Evdeki işin çok acil mi? Önce beni karakola götüremez misin?” dedim, sesim boğuk çıkmıştı. “Maalesef hemen gitmem gerekiyor. Bugün benim misafirim ol yarın birlikte gideriz ve ne yapılacağını konuşuruz olmaz mı?” “Teşekkür ederim ama benim acil babamlara haber vermem gerek” “Tamam, bunu dert etme. Babamın telefonu da özel hatlı ondan konuşursun?” diye konuştu. İçime yabancı bir ülkede daha yeni tanıştığım bir kıza evine gidebilecek kadar güvenmeli miyim şüphe kurdu düşerken bu düşünceyi aklımdan silmek istedim. O beni herkese rağmen o çocukların elinden kurtarmış ve en önemlisi de burada beni anlayabilen tek insandı. O yüzden ona güvenmeyi seçecektim. Hem ben tesadüflere inanmazdım ki... “Pekâlâ. Gidelim” Tebessüm etti. Şefkatle parlayan yeşil gözleri tekrar üzerimde gezinirken "Ezgi, tekrar soruyorum ama bir yerin falan ağrıyor mu? Eğer öyleyse önce hastaneye gidebiliriz. Merak etme abim doktor yardımcı olacaktır bize" diye konuştu. Yanımda telefonum olmadığı gibi kimliğimde yoktu. Bu böyle bir durumda sıkıntı oluşturacağından doktor olduğunu öğrendiğim abisinin yardımcı olabileceğini söylemişti hemen. Kendimi böyle bir durumdayken bu kadar ince düşünen biriyle karşılaştığım için şanslı hissetmeden edemedim. "Hayır gerçekten iyiyim ben. Çok teşekkür ederim yine de" dedim tebessümüne karşılık vererek. Bacağımdaki ağrının ciddi bir şey olduğunu düşünmüyordum. İncinmişti muhtemelen. Şu an aklımda sadece babamlarla konuşmam ve buradan nasıl evime geri döneceğim sorusu vardı. Birden aklına bir şey gelmiş gibi gözleri şaşkınlıkla büyürken "Ben sana kimin yardım edebileceğini buldum galiba!" diye konuştu. Coşkulu çıkan sesine gözlerindeki parıltı eşlik etti. Aldığım nefesi sesli bir şekilde bıraktım. Bir an korkmuştum o ifadesinden ne yapayım. “Kim?" Kaşlarım çatılmış ve büyük bir merak içinde yüzüne bakmaya devam ederken onun yüzündeki gülümseme daha da büyümüştü. "Hiwari Bazaar kaymakamı ve kendisi de benim abim olur" dedi. Sanki her şey çoktan çözülmüş gibi konuşuyordu. Bu benim omzumdaki ağırlığı da hafifletirken şaşırmadan edemedim. "Abinin doktor olduğunu söylemiştin?" Gözlerinden anlamlandıramadığım bir gölge geçerken gülümsemesi buruktu. Yüzüne gelen saç tutamını kulağının arkasına sıkıştırırken “O, büyük abim. İki tane abim var" diye konuştu. Düşerken kafamı da vurmadım oysaki nereden bu aptallık! Bir benim sürü kadar abim olacak değildi ya! Yine de bozuntuya vermemeye çalışarak gülümsemeye çalıştım. Asıl konumuza dönmeye karar vererek aklıma takılanları sıraladım. "Bana nasıl yardım edebilir ki? Hem kabul eder mi?" Kaymakam sonuçta böyle bir konuyla ilgilenir miydi ki? "Senin yardıma ihtiyacın olduğunu söylersem geri çevirmeyecektir. Sen başından geçenleri anlatırsın, konuşursunuz. Ailenle iletişimde olmanı da sağlar. Geri dönebilmen için de polislerle bizzat kendisi görüşecektir" Gözlerindeki parıltı geri gelmese de içtenlikle gülümsedi yine. O kadar emin konuşmuştu ki yine içime aşıladığı umut kalbimin etrafını saran sis bulutlarını dağıtmaya yetmişti. Bedenimi tarifi imkânsız bir mutluluk sardı. O, kesinlikle karşıma çıkan mucizelerden biriydi. Emindim. Bu yüzden Allah'a bir kez daha şükrettim ve dayanamayıp kahramanım olan bu kıza tekrar kollarımı sardım. “İnanamıyorum, çok teşekkür ederim. Beni ne kadar mutlu ettiğini bilemezsin” diye konuştum. Kollarımı sıkılaştırıp sağa sola sallandım onunla birlikte. Bu halimi yadırgamazken onun da kolları yine belimi sarmıştı. Gülümsediğini hissettim. Birbirimizden ayrıldığımızda o tekrar saatini kontrol etti. "Hadi, hemen eve gidelim. Daha fazla geç kalmamalıyım ben" Kafamı sallayarak onu onayladığımda koluma girdi ve arka tarafımızda kalan meydan olarak düşündüğüm caddeye doğru beni de peşinden yürüttü. "Ailen için sorun olmaz değil mi? Haberleri de yok. Rahatsızlık vermek istemem" dedim içimde oluşan yeni sıkıntıyla. Böyle söylüyordum ama başka gidecek yerim de yoktu. Üstelik herhangi bir otelde kalacak param bile yoktu. Beni kaldırıma çıkarırken bu lafımdan hoşlanmamış gibi kaşlarının çatıldığını gördüm. "Ne rahatsızlığı Ezgi? Sakın öyle düşünme ve bunları dert etme. Emin ol sana da bana da fazla yer var evde." dedi kıkırdayarak. Belli ki evleri oldukça büyüktü. Abisi Kaymakam Ezgi ne bekliyorsun? Evet haklısın iç ses. Kaldırımda biraz daha yürüdükten sonra başka bir sokaktan girip ana yola çıkan bir caddeye doğru yürüdük. Bu sırada birkaç büyük bina gözüme çarpmıştı. Kasaba lafımı geri alıyordum. Burası normal bir şehirdi. Caddede bir insan kalabalığı söz konusuydu. Bunun yanında asıl gürültüyü vızır vızır yolda akmakta olan arabalar yapıyordu. Korna sesleri hiç kesilmiyordu vesselam. Etrafıma ürkek bakışlar atmaya devam ettim. Yolun kenarında durup ilerlemediğimizi fark edince kaşlarım çatıldı. Gürültüden sesimi duyurabilmek için Aisha'nın sol tarafa bakmakta olan yüzüne doğru eğildim. “Neyi bekliyoruz?" Sorumla beraber önüne düşen elbisesinin mavi parçasını tekrar boynuna attı. Sağ ayağını sabırsızca yere vurarak ritim tutarken "Taksiyi" diyerek merakımı gidermişti. Birkaç saniye sonra boş taksi görmüş olacak ki sol elini ileri doğru kaldırdı. Önümüze yaklaşmakta olan aracı görünce kıkırtımı tutamadım. Bu nasıl bir taksi böyle? Siyah, üzerinde sarı şeritleri olan ve en fazla üç kişinin sığabileceği eski çağdan kalma ilk arabalara benziyordu. Kapıları bile yoktu! Gülüşümü saklamak için boştaki elimle ağzımı kapatmaya çalıştım. Allah'tan Aisha bu halimi fark etmeyip ön tarafa eğilmişti. Şoföre Hintçe bir şeyler söyledi. Büyük ihtimal nereye gideceğimizi belirtmişti. Sürücü genç adam da tıpkı o yaşlı amca gibi şalvar ile uzun tunik giymişti. O da oldukça esmer tenliydi. Burada beyaz tenli insan sayısı çok az gözüküyordu zaten. Aisha konuşması bittikten sonra kıyafetini toplayarak arkaya binip yana kaydı ve bende onu takip ederek yanına oturdum. Araba hareket etmeye başladığında kendimi tuhaf hissettim. Bir an ne yaptığımı ne durumda olduğumu algılayamadım. Gözlerimi, önümde birleştirdiğim ellerimden yolu izlemek için çektiğimde taksinin kapısının olmadığı kafama dank etti. Anlık kalp spazmı geçirirken hemen Aisha'ya doğru kaydım. Maazallah tekrar bir düşme tehlikesi geçirmek istemiyordum. Bu aklıma başka sorular getirmişti. İki saniye de bir saatini kontrol eden Aisha'ya doğru döndüm. "O çocuklar neden kızgındılar öyle? Neredeyse döveceklerdi beni" dedim sesimdeki öfkeyi saklama gereği duymadan. Sorumla beraber boynundaki mavi renkteki şalı ile oynamayı bırakıp o da bana doğru döndü. "Şımarık veletler işte. Aslında sen oraya gelirken fark etmeden onların oyunlarının hedefini bozdun. Ona sinirlendiler. Bir de senin yabancı olduğunu anlayınca aklı sıra seninle eğleneceklerdi" Cidden oyunlarını bozmuşum, inanamıyorum. O nasıl bir oyun be öyle?! Aisha, bu konuyu daha fazla kafaya takmamamı belirterek elini 'boş ver' dercesine havada salladı. "Ee sen nerede yaşıyorsun Türkiye de?" diye sordu. Sorusuna karşılık gülümsedim ve rüzgârdan gözlerime gelen kâküllerimi düzelttim. "Adana da doğup büyüdüm ama şu an İstanbul da yaşıyorum" sesimdeki bariz özlem bu sefer canımı acıttı. "Yaa, Adana'ya gitmedim ama İstanbul'a birkaç kez gitmiştim. Eğer bir daha yolum düşerse mutlaka uğrarım yanına o zaman " Şaşırmıştım. Demek daha önce Türkiye'ye gelmişti. Üstelik İstanbul'u da gezmişti. Yanıma uğrayacağını söylemesi de öyle umut dolu bir cümle olmuştu ki tekrar içimin hafiflediğini hissettim. "Tabii ki. Kesinlikle beklerim. Bir de ben gezdiririm seni İstanbul'da " dedim gülümseyerek. İstanbul'a olan hayranlığım sesimdeki tınıdan belli oluyordu ve onun hakkında konuşmak bir tık daha yükselmişti moralimi. "Peki kaç yaşındasın? Okuyor musun yoksa çalışıyor musun? " sorularını sıralamaya devam ettiğinde çocuksu yüz ifadesiyle tatlı merakı bana Melike'yi hatırlatmıştı. Dudaklarımı buruk bir tebessüm sararken Aisha'yı daha çok bekletmemek adına cevap verdim hemen" 9 Mart 'ta 25 olacağım ve küçüklüğümden beri hayalim olan mesleği yapıyorum; Öğretmenim" İstediğim yerde olmayı başardığım için kendimle o kadar çok gurur duyuyordum ki çoğu zaman beni ben yapan şeylerden birinin mesleğim olduğunu düşünüyordum. "Desene aynı yaşta sayılırız." Demek o da yirmi beş yaşındaydı. Tam da tahmin ettiğim gibi. Kendimi bilmem ama o yaşını gösteren insanlardandı. "Aslında tam da Öğretmen tipi var sende biliyor musun?" diyerek devam ettiğinde bu çevremdekilerden de çok duyduğum lafına karşı yüzümde istemsizce bir tebessüm oluştu. "İnsan mesleğini her gün aynı aşkla yapıyorsa o yüzüne yansırmış, belki de ondandır " Çakır dedem böyle söylemişti bir keresinde. Buna olan inancım daha çok artıyordu. Yolculuğumuzun geri kalanında ise ona tatil için nereye gittiğimden ve dönüşte olanları detaylı bir şekilde bir kez daha bahsetmiştim. Konuşmamızın bitmesinden birkaç dakika sonra Aisha, taksici şoföre bir şeyler söyledi. Adamın da arabayı durdurmasıyla eve geldiğimizi düşündüm. Arabadan indiğimizde ben etrafıma göz atarken o taksi ücretini ödedi. İlerideki büyük beyaz evi fark ettim. Burası daha yeşillik, tek tük görünen evler daha büyüktü ve daha az insan vardı. Hatta neredeyse koca yol boştu. Taksi yoluna devam ettiğinde Aisha koluma girdi ve beni evin bahçesine açılan büyük demir kapısına doğru ilerletti. Yolun hemen sağında kalan büyük çeşmeyi gördüğümde bu bana kaç saattir süren susuzluğumu hatırlatmıştı. “Ben şurada bir elimi yüzümü yıkayabilir miyim?” diye sordum. “Tabii” Çeşmenin önüne geldiğimizde akan suya doğru avuçlarımı birleştirip çamurlu yerleri ovalayarak yüzümü yıkadım. Yüzümdeki su damlaları çenemden aşağı akarken çeşmenin taşına oturup beni bekleyen Aisha'ya döndüm. "İçilebilir mi bu su?" kafamı ona doğru çevirip konuştuğumda olumlu bir yanıt almak için dua ettim. Gerçekten çok susamıştım ve çeşmedeki suyu gördükten sonra eve kadar dayanabileceğimi sanmıyordum. "Evet" Ohh şükür! Boğazımdaki o acı his geçene kadar su içtim. Bu iyi gelmişti fakat suyun tadı bir tuhaftı ama o an bu pek umurumda olmadı. Yeterli olduğunu ve Aisha'yı daha fazla bekletmemem gerektiğini hatırladığımda yerimde doğruldum. Aisha da oturduğu yerden kalktı ve tekrar koluma girerek ilerlemeye devam ettik. Yaklaştıkça evinin görüntüsü de netleşti. Büyük ve gösterişli yapıya baktım. İki ya da üç katlı görünen, beyaz renkte ve altın renginde süs detayları olan evi süzmeyi bitiremezken o sırada çoktan evin uzun ve büyük siyah demir kapısının önüne gelmiştik. Evleri büyük mü olur demiştim? Kocaman bu. Bizim Çukurova'yı bile alır içine. Abart Ezgi, abart "Desai Malikhanesine hoş geldin Ezgi" Aisha'nın bir kez daha hoş geldin merasimini ve neşeli çıkan sesini duyduğumda gözlerimi bir türlü evden alamamıştım. Bu sırada demir kapı açılırken bahçeye doğru yürümeye başladık. Bahçeleri de ev kadar büyüktü. Sol tarafımızda bahçenin duvarlarına yakın birkaç araba gözüme çarptı. Bahçenin belli kısımlarında ekilmiş fidanlar ve ağaçlar vardı. Üstelik evin arkasına doğru devam ediyordu bu görüntü. Bunların yanında bahçede yalnız değildik. Girişte ve yine belli köşelerde üzerinde beyaz renkte, üniformaya benzettiğim kıyafetli adamlar vardı. "Bu adamlar kim, Aisha?" diye sordum yanına iyice yanaşarak. İsmini ilk defa sesli söylerken onun gibi telaffuz etmeye çalışmıştım. Sesimin duyulmaması için gösterdiğim çabanın yersizliğini ise sonradan fark ettim. İstersem bağırarak konuşabilirdim sonuçta beni anlamayacaklardı. Bu duruma alışmam gerekiyordu sanırım. Aisha, adamlara kısa bir bakış atıp" Korumalar onlar, korkmana gerek yok" dedi. Sessiz konuşma çabamı korktuğuma yormuştu kız tabii. "Korkmadım, merak ettim sadece" diye konuştum gereksiz bir açıklamayla yine. Neyse ki girişe yaklaştığımızdan bunun üzerine bir yorum yapmadı ve bende daha fazla rezil olmaktan kurtuldum. Evin, pardon "Malik hanenin" büyük kapısının önündeki mermer basamakların üzerindeki kırmızı halı dikkatimi çekti. Kapının yanındaki iki uzun sütunun ise ışıklar ve çiçeklerle çevrili olduğunu gördüm. Kapıda aynı şekilde süslüyken kırmızı halı içeriye doğru devam ediyordu. Burada evlerin normal hali miydi bu? Belki de beni güzel karşılamak için süslenmişti yani olamaz mı? Ne, neden süslenmişti hiçbir fikrim yoktu ancak içimden burada geçireceğim süre zarfında gerçekten "Hoş buldum" diyebilmeyi diledim. Evin kapısından içeri girebildiğimizde beni yine aynı gösteriş içerisinde geniş bir koridor karşılamıştı. Çok ilerlemeden sağa doğru döndüğümüzde biraz daha ilerledik. Sol tarafta kalan başka bir kapıyı gördüm. Adımlarımız o büyük kapıya doğru ilerledi ve içeri girdik. Bir düğün salonu kadar büyük bir alan, tüm gösterişiyle karşımda bir tablo misali duruyordu. Ev tahmin ettiğim gibi üç katlıydı. Tam karşımda üst katlara çıkan iki, sarmal şeklinde ilerleyen merdivenler vardı. Merdivenler, ikinci katın balkonunda düzleşip tekrar üçüncü kata doğru yol alıyordu. Evin, salonunun büyüklüğünden ziyade her tarafta asılı olan kırmızı renkli balonlar, rengarenk çiçekler ve ışıklandırmalar göz alıyordu. Bu evlerinin normal hali miydi gerçekten? Hayret içerisinde etrafı süzmeye devam ederken sağ tarafta kalan en az ev kadar gösterişli ve etraftaki kırmızı dekorasyon ile uyumlu platform dikkatimi çekti. Birkaç kişi onun etrafındaki masaların önünde duruyor bir şeylerle uğraşıyordu. O üzeri süslü masalardan sol tarafta da olduğunu fark ettim. "Evin beklediğimden daha büyük ve oldukça gösterişliymiş “diye mırıldandım. Küçük dilimi yutmadığımı da anlamış oldum böylelikle. Ben çekirdek bir aile beklerken etrafta üç beş kişiden daha fazla insan vardı. Hepsi bir hazırlık içerisinde gözüküyor ve bir şeylerle uğraşıyordu. Ortamda belli bir uğultu söz konusuydu. Sağ elimle o süslenmiş platformu gösterdim "Şurası ne işe yarıyor öyle?" Aisha'nın da bakışları gösterdiğim yere dönerken bir yandan da evi hakkında söylediklerime gülmeye devam ediyordu. "Orası düğün törenlerimiz için hazırladığımız yer. Bugün düğünümüz var da" Gözlerim hayretle açılırken "Ne, düğün mü? Ne düğünü?" diye saçma bir soru döküldü dudaklarımdan. Aisha daha da keyiflenirken bu saçma soruma büyük bir coşkuyla "Geleneksel bir Hint düğünü görmeye hazır ol Ezgi, bugün özel misafirim olduğun için sana büyük bir zevkle rehberlik edeceğim" diyerek cevap verdi. Demek bu yüzdendi o aceleci tavırlarının sebebi. O zaman bu durumda ben özel misafir falan değil davetsiz misafir oluyordum. Kendi kendime saçmalamaya devam ettiğimi fark edip kafamı hafifçe iki yana salladım. O sırada ne söylediklerini anlamadığım gittikçe yükselen iki ses bütün evde yankılandı. İkimizin de bakışları platformun arkasında kalan, en köşedeki büyük kapının ardından gelen gürültüye döndü. Sadece biz değil çalışan olduklarını anladığım insanlarda merakla bakışlarını kapıya dikmişlerdi. Ben daha ne olduğunu soramadan saçı başı ve üstü de dahil üzeri un içinde bir adam merdivenlere doğru koştu. Hemen ardından tıpkı o adam kadar üstü un ile kaplı bir kadın elinde merdaneyle bir yandan bağırarak peşinden çıktı. Sanırım ikisi arasındaki tek fark kadının sinirden köpürmüş olması onun aksine adamın ise bundan keyif alıyormuşçasına kahkaha atmasıydı. Ne söylediklerini anlamadığım için aralarında ciddi bir mesele olabileceği ihtimali yüzünden gülmemek adına aşırı zor tuttum kendimi. Masanın başındaki bazı çalışanların sırıtmaya başladığını gördüğümde Aisha'nın da bu hallerine aşina olduğunu gösteren yüz ifadesini fark ettim. Bunun üzerine gevşerken daha fazla dayanamayıp gülmeye başladım. Tamam, biraz işi abartıp kahkaha da atmış olabilirim. Aman yarabbi! Ya ben gerçekten çok abarttım ya da buradaki insanların kulakları gerçekten çok iyi duyuyordu. Birden öfkeli olan kadın başta olmak üzere diğerlerinin bakışları da bana çevrilmesin mi?! Vallahi de çevirmişler! Kadının bana olan ifadesiz bakışlarıyla çatılmış olan kaşları gevşeyecek gibi olurken yanımda duran Aisha'yı fark etmesiyle kaşlarını tekrar çatmıştı. Aslında böyle korkutucu değil de daha çok sevimli gözüküyordu. Yanaklarını mıncırasım gelmişti. İç sesimin kadın hakkındaki minnoş iltifatlarını dinlerken yönünü değiştirip kovaladığı adamı unutarak bizim yanımıza doğru adımlaya başlamasını görünce o minnoşluk hafif bir tedirgin etmedi değil hani beni. Gülüşümü durdurmaya çalışırken bakışlarım sağdaki sarmal merdiveni yarılayıp durmuş olan adamın üzerimde olan gözleriyle kesişti. Bunun üzerine gülüşüm şaşkınlık dolu bir gülümsemeye dönüşmüştü. Bu, onun gülümsemesini daha da büyüttü. Çok mu güzel gülümsüyordu ne? Sanki bir şeyin farkına yeni varmış gibi telaşla saçındaki unu sağ eliyle çırptı. Üzerinde burada gördüğüm diğer erkekler gibi şalvar veya tunik değil de kot pantolon ve kırmızı bir tişört vardı. Kaymakam Bey bu adam olmasın? Bakışlarım tekrar yüzüne dönerken o da üstündeki unu aceleyle yarım yamalak silkmeye çalışıyordu. Bize uzak olduğu ve yüzünün bir kısmı unla kaplı olduğu için yüzünü doğru dürüst seçemiyordum. Bir tek uzun boyu ve unun açıkta bıraktığı kıyafetleri görünüyordu. Kafasını kaldırdığı sırada hala ona baktığımı görünce yüzünde tatlı ve çapkın bir sırıtma oluştu. Yanaklarımın yandığını hissederken yanlış anlaşıldığımı düşünerek hemen bakışlarımı kaçırdım. Aisha yanına gelen o kadınla hararetli bir konuşma içerisindeydi hala. Kadın üzerindeki şal ile yüzündeki unu temizlemeye çalışırken öfkeyle Aisha'ya söyleniyor gibiydi. En son Aisha iki elini de onun omzuna koyup yüzündeki gülümseme ile bir şeyler söyledi. Daha çok onu bir şeylere ikna etmeye çalışıyor gibiydi. Başarılı olmuş olacak ki kadının koluna girip onu yanıma getirdi. Gözlerim Aisha ve o kadın arasında gidip gelirken Aisha "Yenge bu arkadaşım Ezgi. Bir süre misafirimiz olacak" dedi İngilizce konuşarak. Yengesi olduğunu öğrendiğim kadının İngilizce bilmesi beni şaşırtmadı desem yalan olurdu. Tebessüm ettiğimde gözlerim yengesinde durdu. Yüzündeki unun bir kısmını temizleyince aslında düşündüğümden genç olduğunu fark ettim. Küçük ve tatlı bir yüzü vardı. Boyu Aisha ile aynıydı. Açık kahverengi gözleri, gözleriyle aynı renkteki tek omzundan sarkan örülü saçlarıyla ve Aisha 'nın kıyafetinden farklı daha açık olan sarı renkteki elbisesiyle gerçekten güzel bir kadındı. "Ezgi, bu da benim dünyalar güzeli yengem Aastha" Yandan kollarını ona koala gibi sararak yanaklarını birleştirdi. Aastha abla onu yumuşatmak için böyle söylediğini anlamış olacak ki yelkenleri hemen suya indirmeyerek yalandan kaşlarını çattı ve daha fazla sırnaşmasına izin vermeyip kollarını üzerinden ittirerek bakışlarını bana çevirdi yine. Sanki az önce öfkeden köpüren o değilmiş gibi yumuşacık gülümsemesiyle ellerini birleştirip göğsünde hizalı bir şekilde tuttu. Selam verme şekilleriydi bu. Yine o izlediğim filmden hatırlıyordum. Bende gülümsemesine aynı içtenlikle karşılık vermeye çalıştım. “Memnun oldum” "Bende öyle. Eminim düğünden sonra bol bol sohbet etme imkânımız olacaktır." diyerek gülümsedi. Ardından endişe eklediği büyük gözlerini Aisha'ya çevirdi "Şimdi sen şu son kalan hazırlıkları hallet. Sonra da giyinmeye çıkın. Babaanne bir de sizi böyle görmesin, zaten zor zapt ettim senin yokluğunu. Sürekli Aisha nereye kayboldu diye söylenip durdu" Demek burada babaanne, dede hep birlikte yaşıyorlardı. E bir zahmet. Bu koca ev tek aileye fazla büyük giderdi. Aisha onu onayladığında yengesiyle kalan hazırlıklar üzerine konuştular. Ardından bütün yapılacakları kafasına not etmiş olacak ki her şeyi halledeceğini söyleyerek onu yanımızdan hazırlanmaya gönderdi. “Babam dışarıdaymış Ezgi” dedi bana doğru döndüğünde. Anlaşılan yengesiyle telefon meselesini de konuşmuştu. “Onun dışında bir de Kaymakam olan abimin telefonu özel hatlı ama o da henüz dönmemiş işten. Onun gelmesi yakındır. Biraz daha bekleyeceğiz” Başka çarem yoktu. Sıkıntıyla bir nefes bıraktım ve tebessüm etmeye çalıştım “Tamam bekleyelim. Çok sağ ol” “Sıkma canını, halledeceğiz” dedi koluma dokunup. “Yorgun olmalısın dinlenmek ister misin biraz? Seni odama götürebilirim?” Yorgun hissetmiyordum. Artık o ağacın altında nasıl bir uykuya daldıysam. Kafamı iki yana salladım yalnızca. “Aç mısın peki? Gerçi mutfak savaş alanıdır şu an ama sana bir şeyler kaçırabilirim. Malum düğün yemekleri hazırlanıyor. Seni böyle ağırlamak istemezdim bunun için kusura bakma lütfen” diyerek mahcup bir şekilde konuşmaya devam etti. Söylemese midemin boşluğunu hatırlamayacaktım ancak hiç iştahım yoktu. Kafamı hızlıca iki yana salladım hemen “Hayır, sorun değil beklerim. Yapabileceğim bir şey varsa yardım edebilirim bende?” “Pekâlâ. İhtiyacım olursa sana söylerim. Çok bir şey kalmamış zaten” dedi ve koluma girerek beni platformun yanına götürdü. Burnumu hoş bir koku doldurdu. "Ee seni bu kadar heyecanlandıran kimin düğünü böyle?" diye sordum. "Halamın kızı Kavita'nın" Yanımdan ayrılıp sahneye çıktığında bende sahneyi yakından incelemeye başladım. O güzel kokunun asılmış olan turuncu ve sarı renkteki çiçeklerden geldiğini anladım. Ben biliyordum bu çiçekleri. Bizim orada da yetişiyordu ama ismini bilmiyordum. Aisha, yeni fark ettiğim büyük sepetten dizilmiş çiçekleri kontrol etti. Ardından tahtadan bir merdiven bulup getirdi. Sanki azmış gibi çiçekleri asmaya devam ederken bende onu izlemeye koyuldum. Bir sırayı bitirirken bir yandan da beni boş bırakmamak adına sohbet açmıştı. İtalya'dan gelen arkadaşları iş sebebiyle buradalarmış. O da onlarla buluşmak için beni bulduğu yerde olduğunu söylemişti. Babaannesi gelenekleri yerine getirme ve böyle özel günler konusunda titiz ve katı olduğu için malum onu idare etme işini Aastha ablaya devretmişti. Ah şu vefakâr yengeler... Onu dinlerken etrafı süzen gözlerim merdivenlere değince aklıma o una bulanan adam geldi. "Peki Aastha ablayı kızdıran o adam kimdi? Diğer abin mi?" O an ki görüntüleri aklıma gelince tekrar sırıtmadan edemedim. "Ha sen King'e diyorsun. Hayır, o Barat amcamın küçük oğlu." dedi astığı çiçekleri düzeltmeye devam ederken. “Amcanlarla birlikte mi yaşıyorsunuz?” “Evet. Bir amcam bir halam var zaten. İkisi ve çocuklarıyla burada birlikte kalıyoruz. Biraz garip farkındayım ama babaannem bu konuda da hassastır” dedi. Bakışlarımla onu takip ederken “Benim için garip değil aslında. Biz de öyleyiz” dedim. “Yaa” dedi şaşırarak. “Siz de kalabalıksınız o zaman?” “Benim iki amcam ve iki halam var. En büyük amcam yaylada dedemin yanında kalıyor. En küçük halam da evli. Diğer bekar halam, amcam ve çocukları beraber kalıyoruz” İnce, biçimli kaşları hafifçe çatılırken “Yayla neresi oluyor?” diye sordu. Güzel soru. Alt dudağımı yaladım. “Merkezden uzak, yüksek ve dağlık bölgedeki yerlere deniyor. Kışın çok soğuk olur yazın serin. Dedem insan arasına karışmaktan pek hoşlanmaz. O yüzden orada kalıyor” Merdivenden indi ve onu diğer tarafa çevirdi. Bakışlarını bana çevirdiğinde “Anladım. Peki babaannen?” diye sordu. “Babaannem ben doğmadan vefat etmiş” dedim, istemsizce dudaklarım büküldü istemsizce. Onu sadece fotoğraflardan görmüş ve babamlardan dinleyip tanımıştım ama yine de çok seviyordum. Babam bazen ona benzediğimi söylerdi. Aisha’nın da kaşları üzgünce çatılırken “Çok özür dilerim” dedi hemen. “Sorun değil” dedim tebessüm etmeye çalışarak. Konuyu dağıtmak için baştaki muhabbetimize geri döndüm "Aastha abla da King’in eşi mi?” O abi diye hitap etmediği için yaşının biz yakın olduğunu düşünerek bende sadece ismiyle hitap etmiştim. Havada kalan eli duraksarken birden kahkaha atmaya başladı. "Ah hayır. Ben, King salağına katlanabilecek birini düşünemiyorum doğrusu" dedi kahkahasının arasından. Onun için kullandığı tabir benim de gülmeme sebep oldu. Bu durumda o zaman Aastha abla gerçekten de abilerinden biri ile evli oluyordu. "Ezgi, şu giriş kapısının sağında kalan büyük masanın üstünde içinde kırmızı boya olan bir tepsi olacak. Onu getirebilir misin?" Aisha birden yeni hatırlamış gibi endişeyle konuştuğunda sohbetimiz noktalanmıştı. Yapabileceğim bir şey çıktığına sevinip hemen başımla onayladım ve o tarafa doğru yürümeye başladım. Aisha "Ahh akılsız kafam! Yengem ilk başta onu hallet demişti oysaki "diyerek telaşla kendi kendine hayıflanırken acele etmem gerektiğini anlayıp adımlarımı hızlandırdım. Tarif ettiği kapıya yakın masanın önünde durdum. Gözlerim hızlıca kırmızı boya olan tepsiyi ararken üzeri açık olan tepsilerde olmadığını gördüm. Üstü kapalı olanları da hızlıca tek tek açıp bakmaya başladım. Hiçbirinde boya göremezken köşedeki son tepsiyi fark ettim. Üzerindeki sarı örtüyü kaldırdım. Tepsi de kırmızı renkte büyük bir toz yığını vardı. Toz boya mı? Ben normal sıvı olan boyadan arıyorum sanmıştım. İyi de bunu ne yapacaktı ki? "Ezgi! Bulamadın mı hala?" diye bağıran Aisha'nın sesi ile sorularımı sonraya saklayıp aceleyle örtüsünü bile örtmeden masanın yanından ayrıldım. Tepsiyi iki elimle göğüs hizamdan uzak tutup dökmemek için büyük bir savaş verirken hızlıca ilerlemeye devam ettim. "Buldum, buldum. " Daha yedinci adımımı atmıştım ki, evet o telaşta adımlarımı neden saydığımı bilmiyorum, sağımda kalan bir şeye sertçe toslamam ve zaten uzağımda tuttuğum tepsinin ellerimin arasından çıkarak havaya uçması bir oldu. Gözlerim korkuyla açılırken bozulan dengemi sağlayıp düşmemeyi başardım. O sırada başka bir şeyin, ellerimden fırlayan tepsinin, düşme sesi kulaklarımda yankılandı. Eş zamanlı olarak da üzerime dökülen bir şey hissettim. Hih! Boya! Yeşil gömleğimin kollarında gördüğüm kırmızılık bunu doğrularken elimi başıma götürdüm ve elime gelen kırmızı boyaya gözlerimi utançla kısarak baktım. Acele işe şeytan karışır diye boşuna dememişler! Bedenimden yere dökülmüş olan tozları da fark etmem çok geç olmamıştı. Elimle ağzımı kapatmış bir şekilde hafifçe eğilmiş etrafımda endişeyle dönerek şaheserime baktığım sırada sağımda kalmış ve şimdi tam karşımda olan bir çift siyah renkte cilalı bir erkek ayakkabısı dikkatimi çekmişti. Ne yaptığımın farkına varıp etrafımda dönmeyi durdurdum hemen. Siyah ayakkabılarda ve çevresinde gördüğüm boyayla sakarlığımdan nasibini alanın bir tek ben olmadığımı gördüğümde endişeyle dudağımı ısırdım. Derin bir nefes alıp bakışlarımı yavaşça yukarı çıkarmaya başladım. Siyah ayakkabıları, siyah renkte kumaş pantolon, beyaz gömlek ve üzeri kırmızı boya olmuş siyah bir ceket takip ederken daha da yukarı çıkarak bana öfkeyle bakan bir çift koyu gözlerle karşılaştım. Kimdi bu adam, davetlilerden biri mi? Göz göze geldiğimizde ifadesi bir an bocalar gibi oldu. Bakışları saçlarımdan alnımdaki kâküllerimde dolaşırken bende onu incelerken buldum kendimi. Koyu kahve özenle taranmış kısa saçlarına kırmızılık eklenmişti. Yüzünün bir kısmı da boyadan nasibini almış gözüküyordu. Koyu biçimli kaşları çatılmıştı ve şu an ki haliyle öyle komik görünüyordu ki gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Adam bunu fark ettiğinde mümkünmüş gibi kaşlarını daha çok çattı. İfadesi ürkütücü bir hal alınca gülümsemem anında silindi ve boğazımı temizledim. “Şey… Kusura bakmayın beyefendi” Konuşmamla gözlerinden anlık bir şaşkınlık geçti. Kaşları tekrar çatıldığında Türkçe konuştuğumu fark edip avucumu alnıma vurdum. Adam anlamamıştı tabii ki! Alnımda boya olmalı ki kirpiklerimin üzerine düştüklerini hissettim. Elimle onu temizledim ama bu gözümün daha çok kaşınmasına sebep oldu. Bunu şimdi boş verip tekrar İngilizce konuşmak için adama doğru döndüm. Bu sefer de telaşla konuşan Aisha araya girdiğinde ikimizin de bakışları ona dönmüştü. Yanındaki çalışan olduğunu düşündüğüm iki adama Hintçe bir şeyler söyledi. Sanırım onlara orayı temizlemelerini istemişti. Bu canımı sıktı. Sonuç olarak bu benim sakarlığımdı. Yanımıza geldiğinde “Siz iyi misiniz?” diye sordu, dudaklarını birbirine bastırırken garip bakışları ikimiz arasında gidip geldi. Bunu görmezden gelip oldukça mahcup hissederek kafamı salladım ve özür dileyen bakışlar attım. Beni anlamış sorun yok dercesine kafasını iki yana sallamıştı. Fark ettiğim şey ile kaşlarım çatıldı. Türkçe konuşmuş ve ‘siz’ diye sorarak o adamdan cevap beklediğini göstermişti. Bu ne demek oluyordu? Kimdi bu adam? Aisha sanki kafamdaki soruları duymuş gibi o adama doğru döndüğünde onun da bakışları Aisha’ya dönmüştü. Ardından beni başka bir şok içinde bırakacak o kelimeler döküldü dudaklarından “Biz de seni bekliyorduk abi”
BÖLÜM SONU
Bölüm hakkında düşüncelerinizi buraya alabilirim. Bir sonraki bölümü de bu hafta içinde yayınlamayı düşünüyorum inşallah. Yeni bölümde görüşmek üzere Allah'a emanet olun. Sevgilerimle... |
0% |