Kendimi karakolda bulduğumda her şey için çok geçti. Attığım hiç bir yumruk, kırdığım hiç bir burun için pişmanlığım yoktu. Tam aksine elime geçirdiğim herkese düzeltilemeyecek kadar hasar verdiğimi umuyordum. Aksi halde sakinliğim bozulacak, bir defa daha benzer zararları vermeye gitme isteğinde olacaktım. Şiddetin sonu yoktu, bunu bende biliyordum. Ancak böyle bir ülkede bu yaşadıklarım neydi?
Bir kadının bir amaç uğruna birine verilmesi ne demek? Birine verilmesi... Cümlenin korkunçluğu ile ürperdim. Kim, kimi, kime veriyordu ki? Zaten bu ülkenin kanayan yarası da bu değil miydi?
Bu dünya bu kadardı işte.
Kim ne derse desin, Leyla ne benimle ne bir başkası ile zorla evlendirilemeyecekti. Bunun için kendime söz verdim ve ben her zaman sözümü tutardım, en çok da kendime verdiğim sözleri.
Demir parmaklıkların ardında otururken, düşüncelerimden kurtulmaya çabaladım ama yapamıyordum. Ellerimin üzerinde kırmızı lekelerden sızan kan kokusu beynimi deliyordu. Huzursuzca olduğum yerden kalktım ve demir parmaklıklara yürüdüm. O sırada bana doğru yaklaşan dedemin önce heybetli gölgesini sonra da kendisini gördüm. İfadesiz yüzü ile demir parmaklıklara kadar yaklaştı. Elinde tuttuğu bastonu önüne alarak, iki elini üzerine koydu.
Çenemi yukarıya doğru kaldırdım. Pişman olmadığımı anlaması gerekirdi. Anladı. Yaşlı kurt, beni her zaman anlardı.
"Sana hiç bir zaman boşuna Yağız demedim," diye başladı kırçıllı sesi ile cümlelerine. "Her zaman adının adamı oldun sen. Beni hiç bir zaman şaşırtmadın. Yemek yediğimiz güne kadar." Solgun gözlerini yüzümde sonra da ellerimin üzerinde gezdirdi. Gözlerimin içine yeniden baktığında bir duygu gelip geçti ama yakalayamadım.
"Beni yalnız bırakmanı istiyorum, dede."
"Zaten yalnızsın, Aslan."
Göğsümün tam ortasına bir taş oturdu. Hafifçe yutkundum. Bunun ne demek olduğunu ikimizde biliyorduk. Umrumda mıydı peki? Asla.
"Kesinlikle öyleyim," dedim, kendimden emin bir ses tonu ile.
Gözlerini kısarak yüzümden gelip geçen duyguları anlamaya çalıştı. Tek görebileceği sıktığım dişlerimin, çene çizgim üzerindeki dalgaları olabilirdi.
"Hiç korkmuyor musun, Aslan?"
"Hiç korkmuyorum," diye yanıtladım. Ne olduğu önemli değildi, hiç bir şeyden korkmuyordum.
"Kaybedecek bir şeylerin var ise daima korkmalısın. Kaybedecek hiç bir şeyin yok mu?"
Belki vardı ama bu neyi değiştirirdi?
Yaşlı kurt, yine ben konuşmadan, beni anladı. Bunu yüzünden okuyabiliyordum. Çünkü; ben en çok dedeme benzerdim.
"Sana kötü bir haberim var." İç çekti. Bu iyi değildi.
Öne doğru küçük bir adım attım. "Ne oldu?"
"Leyla'yı kaybettik."
Dizlerimin bağı çözüldü. Kulağımın dibinde bir gürültü koptu. Zemin ayaklarımın altında titremeye başladı. Omuzlarımın üzerine tonlarca tük oturdu. Kalbim, maraton koşuyormuşum gibi hızla atmaya başladı. Tüm damarlarım gerildi. Çenem kasıldı. Mideme kramp girdi. Göğsüm sıkıştı. Sırtımdan ter damlalarının süzüldüğünü hissediyordum. Yumruk yaptığım ellerimin parmakları, neredeyse avucumu deliyordu. Tüm bunların hiç biri canımı yakmıyordu, dağlıyordu...
Konuşamadım. Bağıramadım. Tepki veremedim. Hiç bir şey yapamadım. Ne bir adım geri gidebildim, ne demir parmaklıklara tutunabildim ne de dizlerimin beni taşımamasına rağmen yere düşebildim. Bedenim buz gibi bir havada çırılçıplak kalmışcasına titriyordu ama sadece titreyen bedenim miydi, emin değildim. Sanki deprem oluyordu da panikten olduğum yere çivilenmiştim.
Ruhum, azap çekiyordu her anlamda.
Dedemin sesini uğultu gibi duymaya başladım. Ne kadar süre orada, bu halde kaldığımı bilmiyordum. Demir parmaklıklar çoktan açılmış, içeriye iki tane polis girmişti bile. Hiç fark etmemiştim. Benimle ne yapacaklarını bilmiyordum ancak bende ne yapacağımı bilmiyordum.
İKİ GÜN SONRA
Aysema
Sabahın erken saatlerinde uyanıp, kahvaltı hazırlamaya başladım. Aslan'ın bu sabah da erken kalkacağını sanıyordum. Zaten uyuduğu da söylenemezdi. İki gündür belki toplamda üç saat ancak uyumuştu. Bende onunla kaldığım sürece uyumamıştım. Zaten uyusam da kabus görüp, uyanıyordum. Yaşadığı yıkımı düşündükçe kahroluyordum. Leyla'nın ölümünden kendini sorumlu tutuyordu. Fakat bunun aptalca olduğunu da biliyordu. Dün Leyla hakkında öğrendiklerimden sonra artık Aslan'ın bu ölümle hiç bir alakası olmadığına tamamen emin olmuştum ki zaten emindim. Leyla, yıllardır psikolojik tedavi görüyor, bir süredir de tedaviyi reddediyormuş. Üç sene önce kendisine Borderline Kişilik Bozukluğu teşhisi konulmuş. Bir süre ilaçlarını düzenli kullanmış ancak o sırada sevgilisi tarafından terk edilmiş. Bu süreçte hamile kalmış ve gebeliği kendi isteği dışında sonlandırılmış. Aslında öyle büyük acılar yaşamış ve yaşatılmış ki; bunca zaman sonra ölümü belki de kurtuluşu olmuştur demekten kendimi alamıyordum. Aslan'a, dün akşam yemeğinde bunları anlattığımda daha da gerildi. Öyle küfürler savurdu ki, bir çok kullandığı küfürü ondan yeni öğrenmiştim. Sakinleştirmem zaman alsa da sonrasında sodasına ilaç attım ve onu bir saat kadar da olsa zorla uyutabildim. Sonra koltuğa uzandım ve az önce Aslan'ın geçirdiği krizin sessizini kendi içimde yaşadım.
Kadın olmanın zorluklarını konuşmamıza gerek var mıydı gerçekten? Hangi kesimden, hangi düzeyde olursak olalım, kadın olmak çok zordu. Özellikle son yıllarda kadınlara, çocuklara, hayvanlara ve bitkilere yaşatılanları düşündükçe delirmemek mümkün değildi. Öldürülen hangi kadının adını unutabilirdik? En kötüsü de bize yaşatılanların hesabını kime soracaktık? Özgecan'ları, Emine Bulut'ları, Münevver'leri ve daha nicesini nasıl unutacaktık? Bunca günahın bedelini kim ödeyecekti? Kim bilir daha kaç tane Leyla vardı, bilebilir miyiz? Etrafımızda kaç tane Leyla var? Kaçından haberdarız? Bilmiyorduk. Dünya artık öyle bir hal almıştı ki, bende bir çok insan gibi kıyamet kopsa da bitse gözü ile bakıyordum.
Ben yaşamayı seven bir kadındım, bunca kötülüğe rağmen. Peki, bugün başkaları tarafından canları alınmış kadınlar da benim gibi değil miydi bir zamanlar? Elbette öylelerdi. Kimse bu dünyadan bir günde nefret etmedi. Etmezdi. Leyla'nın kendi canına kıymasını nasıl atlatacaktım bilmiyordum. Sadece gittiği yerde mutlu olduğunu düşünerek kendimi avutuyordum. Başka çarem yoktu. Eğer bu dünyadan sonrası var ise ona bunu yaşatanlar için "Yaşasın Cehennem!". Ve diğer tüm Özgecan'lar, İkbal'ler, Emine'ler için...
Gözyaşlarımı tutamadım. Ne kadar sürede hıçkırıklara boğulduğumu bilmiyordum. Kahvaltı hazırlarken düşüncelerimin arasında, hiçliğe sürüklenirken, Aslan'ın ellerini omuzlarımda hissettim. Beni, göğsüne bastırdı. Ona tüm gücümle sarıldım. O da bana sarıldı. Benim aksime, her an kırılacakmışım gibi tutuyordu beni. Bu bile bana öyle büyük bir güç vermişti ki bir süre sonra güzel kokusundan burnumu ayırıp, nemli gözlerimle bakışlarımı yüzüne çevirdim. Bana gülümseyerek bakıyordu.
Günler sonra ilk defa gülümsüyordu. Kalbim ısınırken, gülümsemesine aynı şekilde karşılık verdim. Keşke tüm kadınlar en az benim kadar güvenebildiği birinin kollarında olabilseydi. Bu düşünce kalbimi paramparça ederken, gülümsemem gözyaşlarımın arasında yeniden belirdi. Aslan, parmak uçları ile gözyaşlarımı sildi ve saçlarımı öptü. Bu onun "yanındayım" demesiydi. Biliyordum. Hep yanımdaydı. Her anlamda.
"Bir şeyler yiyelim mi?"
Derin bir nefes alıp, gözyaşlarımı yeniden sildim. "Bana omlet yapar mısın?" Ağlamaktan sesim kısılmıştı.
"Bir omlet yapayım diye bu kadar ağlanmaz be!"
Kahkaha attım ama bu mutluluktan değildi. Olsundu... Kahkahalarımız hep bol olsundu, var olsundu ve onunla olsundu. İçimden şükrederken, yüzümü yıkayıp geldim. Aslan, çoktan omleti pişirmeye başlamıştı.
Sandalyeyi çekip, oturdum. Omlet kokusu burnuma dolarken, acıktığımı hissetim. Günlerdir bir şey yiyememiştim. "Olmadı mı hala?"
"Ve omletimiz hazır!"
Aslan'ın masaya koyduğu tabağa bakarken, bir kahkaha daha attım. Omletin üzerine dometes, peynir ve zeytinden yüz yapmıştı. Kulaklarını ise maydonozdan. Biz küçükken, ne zaman düşsem, ne zaman okulda biri ile kavga etsem, saat kaç olursa olsun bana omleti böyle yapardı. Beni güldürmek için... Ben, başkalarının aksine şanslı bir kadındım. İkizim, benim her şeyimdi.
Kahvaltı boyunca sadece çocukluk anılarımızı konuşarak, gülüştük. Aslan'ın da yavaş yavaş yanaklarının rengi yerine geliyor, gözleri yeniden ışıldıyordu. Onun iyi olması için yapamayacağım hiç birşey yoktu. O iyiyse, bende iyiydim. Kahvaltı sonrası ben kahvelerimizi yaparken, Aslan masayı topladı. Ben kahveleri fincana doldurup salona geçtim, Aslan hemen sonra arkamdan geldi. Pencereden süzülen cılız güneş ışığı, Aslan'ın tam oturduğu yere vurmaya başladı. Yüzü aydınlandıkça aslında ne kadar harap bir halde olduğu anlaşılıyordu. Bunu ona söylemedim ama kendi içimde parçalandım.
Kahvesinden bir yudum alıp, arkasına yaslandı. Bir süre ikimizde sessiz kaldık.
"İyi ki varsın," dedi birden. Gözlerime değil, elinde tuttuğu fincana bakıyordu. "Aysema, sen olmasan hayatım renksiz olurdu. Yalnız kalırdım. Sensiz kalırdım. Sen, bu dünyadaki en kıymetli hazinemsin."
Dolan gözlerime aldırış etmeden gülümsedim. Bende bakışlarımı elimde tuttuğum fincana indirdim. Gözümden damlayan yaş, halının üzerine düştü. Elimin tersi ile yanağımı sildim. "Seni her şeyden çok seviyorum abi." Sesim titredi. O benden yedi dakika önce doğmuştu. Bu onu abim yapar mıydı bilmiyorum ama her şeyim olduğu kesindi.
"Tüm bunları atlatacağız, merak etme." Elini, bana doğru uzattı. Hiç düşünmeden tuttum. Elleri soğuktu. Ne zaman gergin olsa, elleri buz tutardı. Önemsemedim. Birlikteydik ve iyiydik. Biz iki kardeş, her zaman her şeyi hallettiğimiz gibi bunları da halledecek, yolumuza devam edecektik. Biliyordum.
BİR AY SONRA
Aslan
Sabah erkenden kalkıp, şirkete geçtim. Kendi şirketime. Bir hafta kadar önce kendi şirketime geri dönmüştüm. Ailemden yalnızca annem ve Aysema ile görüşüyordum. Babam, defalarca bana ulaşmayı denemişti ancak izin vermemiştim. Dedemin hiç sesi, soluğu çıkmıyordu. Vicdan azabındandır diye umuyordum ama sanmıyordum da. Dedemle benzemediğimiz tek yanımız vicdanımızdı. Evet, bende oldukça gaddar olabiliyordum ancak dedem kadar değildi. Dedemin bir çok vicdansızlığını görmüş, zamanında bununla da çok mücadele etmiştim.
Gül, yine benimleydi. Yine beni asiste ediyordu ancak yakın zamanda pozisyonunu değiştirecektim. Şu anda bana yeni asistan arıyordu. Bana uygun bir asistan bulduktan ve eğittikten sonra yeni pozisyonuna terfi edecekti. Bunu sonuna kadar hak ediyordu. En az kendisi kadar iyi bir asistan bulmasını umuyordum.
Günlerdir, onlarca kişi ile görüşmüştüm. Çoğunun referansı vardı. Ancak hiç biri bana yeterli gelmemişti. Gül de farkında olacak ki hiç bir isimde bana ısrar etmemişti. Ajandamı açıp, bugün olan programımza göz gezdirmeye başladım. Birazdan yeni bir görüşmem olacaktı. Yeni bir asistan adayı. Yine çok umudum yoktu ama neyse ki Gül vardı. Herşeyime yetişirdi.
Ofisimin kapısı çaldı, içeriye giren Gül'dü. "Aslan Bey, iş görüşmesi için Bahar Hanım geldi."
Başımla onayladım ve ayağa kalktım. Gül'ün hemen ardından giren kadına baktım.
Boyu bir yetmişlerdeydi. Diğer kadınlara göre biraz daha uzun boyluydu. Boynu incecik, omuzları dikti. Üzerine, simsiyah bir elbise giymişti. Vücudunu saran elbisenin üzerinde tek bir çizgi bile yoktu. Hatları keskin çenesi çekimser, bakışları cesurdu. Bahar Hanım'a doğru bir adım attım ve elimi uzattım.
"Hoşgeldiniz."
Elini uzatıp, hafifçe elimi sıktı. Elimle, sandalyeyi işaret ederek, oturmasını sağladım. Zarif bir şekilde sandalyeye oturdu ve yine aynı zerafetle bacak bacak üzerine attı. Omuzlarını yeniden dikleştirerek, çantasını koltuğun kenarına bıraktı. Ellerini dizinin üzerinde birleştirdi ve gözlerini yüzüme çevirdi.
"Tekrar hoşgeldiniz, Bahar Hanım." Masama geçip, arkama yaslandım.
"Hoşbuldum, Aslan Bey." Sesi de kendisi kadar zarifti.
"Daha önce böyle bir pozisyonda deneyiminiz oldu mu?"
Başıyla onayladı. "Evet ve referanslarımı Gül Hanım'a dosya halinde ilettim. Sizlere faydalı olacağımı düşünüyorum." Sesinde en fak bir tereddüt yoktu.
"Sizi neden işe almalıyız peki?" Bu soruyu daha önce gelen hiç kimseye sormamıştım. Ama Bahar Hanım'a sormam gerekiyormuş gibi hissediyordum.
Gülümsedi. Gülümsemesi, samimiyetten uzaktı. Tek kaşını hafifçe yukarıya doğru kaldırdı çenesi ile birlikte. "Beni işe almalısınız çünkü benimde Murat Gürsoy ile kapatmam gereken bir hesap var." Birden tüm damarlarım gerildi. "Benimle iş birliği yapmanızı istiyorum Aslan Bey. Sizden başka kimseye güvenemem."
Kaşlarımı çattım. Yine sinirden kulaklarım uğulduyordu. "Sen kimsin ve neden buradasın?"
"Senli benli olduk hemen demek... Bunu sevdim. Şimdi beni iyi dinle, Aslan." Masaya doğru eğildi ve bakışlarını gözlerime kilitledi. Yüzünde en ufak bir ifade yoktu. Belki biraz tiksinme vardı ama o da Murat Gürsoy derken olmuştu. "Benimle evleneceksin. Aileye girip, Murat Gürsoy'u yerle bir edeceksin. Bu sırada bende var gücümle sana yardım edeceğim."
Şaşkındım ama öfkem daha baskındı. "Seninle evleneceğim?" Histerik bir kahkaha attım. Tarih, peşimi bırakmıyordu. İronilerden ironi beğeniyordum. "Murat'tan da intikam alacağım?"
"Kesinlikle!"
"Çık git odamdan!" Sesim yükselmişti ama bunu özellikle yapmamıştım. Murat Gürsoy'un nefes aldığını bilmek bile beni geriyordu.
"Ben Murat Gürsoy'un abisinin kızıyım. Balkan Gürsoy'un kızı. Leyla'nın kuzeniyim. Bu aileye karşı kimse senin yaptığını yapamadı daha önce. Aslında önce dedenden başlamam gerekirdi ama o zaten kendini bitirecek. Ben şimdi Gürsoy'ların derdindeyim."
"Dedem ne alaka?" Şaşkınlıkla öne doğru eğildim. "Ne saçmalıyorsun?"
Gülümsedi. "İki yıldır ailenden ayrı yaşıyorsun ve yaşananlardan haberin yok değil mi?"
Ailemden ayrı yaşıyordum ama aynı şirketteydim. Neredeyse her gün. Üstelik Aysema hala ailemle yaşıyordu. Birşeyler olduysa bana anlatırdı. Haberi var mıydı?
"Bana her şeyi anlat, hemen," diye emrettim. Artık sakin kalabilmem çok zordu.
"Önce dedenden başlamamı ister misin? Yoksa Murat'tan mı? Aysema'ya olacaklardan haberin de yok değil mi?"
"Aysema'nın adını ağzına alırken iki defa düşün derim." Bu bir tehditti ve karşımda oturan kadın bunu çok iyi biliyordu.
Yüzüne ciddi bir ifade yerleşti. "Aysema'yı çok severim. Beni az da olsa tanır. Leyla'ya yapılan hiç birşeyin başkasına yapılmasına izin vermeyeceğim, Aslan. Bunu böyle bil. Benimle evleneceksin. Bu aileye gerekeni yapacaksın ve onları bitireceksin. Bunun yanında dedenin de biteceğini bilmeni isterim. Birazdan anlatacaklarımdan ben mesul değilim. Kendine hakim olmak dışında çaren yok."
Ayağa kalktı ve kapıyı üzerimize kilitledi. Anahtarı alıp, iki göğsünün arasına sıkıştırdı. "Daha önce seni kimsenin tutamadığını ve beş kişinin birden burnunu kırdığını biliyoruz. Davan da devam ediyor üstelik. Merak etme bunu da halledeceğim. Ama önceliğim davan değil, sensin."
Kendinden emin bir tavırla tekrar karşıma oturdu. Bu defa arkasına yaslandı ve aynı şekilde bacaklarını üst üste koydu. Açık kahve gözbebeklerinin karardığına emindim ama bu fiziksel anlamda değildi. Her neye şahit olduysa bu onu bana getirmişti.
"Bana herşeyi en başından anlat."
"En son dedeni anlatacağım çünkü aslında tüm bunları başlatan kendisi."
Tenim, yine yanmaya, damarlarım gerilmeye başladı. Dişlerimi sıktım. Duyacaklarım şimdiden midemi bulandırıyordu. Duyduktan sonra ne hale geleceğimi bilmiyordum. Bahar'ın kilitlediği kapıyı kıramamayı diledim. Çünkü, öyle sanıyordum ki duyduklarımdan sonra hayatımı geri dönülemez bir şekilde karartabilir belki katil bile olabilirdim...
Devam Edecek...