Yeni Üyelik
1.
Bölüm
@ben1deniz

Sabahları hep böyle olurdu. Gözlerimi açtığımda ilk hissettiğim, odamın dört duvarının üzerime kapanıyor gibi olmasıydı. Annemin sesi yukarıdan yankılandı. “Hera, kahvaltı hazır!” O kadar sıradan, o kadar normaldi ki bu çağrı, sanki her şey yolundaymış gibi. Ama içimde hiçbir şey yolunda değildi.

 

İstemeyerek yataktan kalktım. Pencereden dışarı baktım; sokak sessizdi, gökyüzü gri. Bir an için tekrar yatağa geri dönmeyi düşündüm, ama bunu yapmamın bir faydası yoktu. Ağır adımlarla merdivenlerden indim. Mutfaktan taze ekmek kokusu geliyordu, ama bana hiçbir şey iştah açıcı gelmezdi artık.

 

Mutfağa girdiğimde Karmen’i gördüm. Her zamanki gibi keyfi yerindeydi. Yüzünde o umursamaz ifade vardı, sanki dünyada başka hiçbir derdi yokmuş gibi. Tostunu büyük bir iştahla yerken, telefonunda bir şeylere bakıyordu. Onun bu haline hep biraz imrenirdim, ama bu imrenme kısa sürede sıkıntıya dönüşürdü. O her şeyin bu kadar kolay olmasını nasıl başarıyordu?

 

Annem masanın başında oturmuş, bana dikkatlice bakıyordu. Gözlerinde anlayış dolu bir ifade vardı, ama bu anlayış bana hiç rahatlatıcı gelmezdi. “Hera, okula gidecek misin bugün?” diye sordu yumuşak bir sesle.

 

Cevabım belli. Her zamanki gibi, dudaklarımda isteksizce döküldü. "Hayır, gitmeyeceğim. Kendimi iyi hissetmiyorum."

 

Annem bir şey söylemedi, sadece hafifçe başını salladı. Belki de her seferinde aynı cevabı almaya alışmıştı. Ama Karmen, beni rahat bırakmazdı. Kafasını telefonundan kaldırdı, o tanıdık alaycı gülümsemesiyle yüzüme baktı.

 

“Yine mi modun düşük, kraliçem?” dedi, sesinde her zamanki gibi bir küçümseme vardı. Her şeye bu kadar hafifçe yaklaşabilmesi beni çileden çıkarırdı.

 

Onunla tartışmak istemiyordum. Zaten içim bomboşken bir de Karmen’le didişmek fazlasıyla yorucuydu. Ama bu sabah, sessiz kalmak da zor geldi. “Karmen, lütfen… Bugün değil,” dedim, ama onun için bu sadece daha fazla eğlenme fırsatıydı.

 

“Bugün de değil, dün de değildi zaten,” dedi Karmen, kahkaha atarak. “Bir gün de enerjik olmayı dene, ne dersin?”

 

Derin bir nefes aldım, ama o nefes bile içime dolmaz oldu. Sanki içimde bir boşluk var, ne yapsam dolmuyor. Karmen’in sesleri, annemin sessiz bakışları, mutfağın o sıcak atmosferi… Hepsi birbirine karışıp boğuluyormuşum gibi hissettirirdi.

 

Başımı eğdim, gözlerim önümdeki tabağa takıldı. Yemek istemedim. Bazen sadece kaçıp gitmek istedim, uzaklaşmak her şeyden. Ama nereye gitsem, bu hislerden kaçamayacağımı bilirdim.

Karmen’in söylediklerini duymazdan gelmeye çalışarak tabağıma bakmaya devam ettim. Boğazım düğümlenmişti; ekmeğe uzanmak bile gereksiz bir çaba gibi geldi. Sessizliği babam bozdu. Her zamanki gibi ağır adımlarla mutfağa girdi. William, sabahları hep sessiz olurdu. Elinde gazetesini tutar, derin bir iç çekip masaya otururdu. Bu sabah da farklı değildi.

 

Babamın gelişini hisseder hissetmez, Karmen’in enerjisi birazcık söndü. Ona da babamın sabahki sessizliğini bozmamaya çalışmak gerektiğini bilirdi. Babam masaya oturduğunda, gazeteyi açmadan önce hep şöyle bir etrafa bakardı, bugün de öyle yaptı. Gözleri sırasıyla anneme, Karmen’e ve en son bana döndü.

 

“Hera,” dedi, sesi tok ve her zamanki gibi sakin. “Okula gitmeyecek misin?”

 

Bir an onunla göz göze geldim, ama içimdeki sıkıntı daha da büyüdü. Babamın sorusunu annem zaten sormuştu. Cevabımı biliyorlardı, ama yine de her sabah bu soruyu sormak zorundaydılar sanki.

 

“Hayır, gitmeyeceğim,” dedim yine, bu sefer sesim daha da kısık çıktı. Kendimi daha fazla açıklamaya gücüm yoktu. Babam, bir şey demeden kafasını salladı. Gazetesini açtı ve okumaya başladı. Onun sabahları bu kadar ketum oluşu, Karmen’le benim aramda esen soğuk rüzgarı daha da belirginleştirirdi.

 

Annem bir şey söylemek için ağzını açacak gibi oldu, ama sonunda vazgeçti. Hepimiz kendi dünyamıza çekilmiştik. Babam gazeteye gömülmüş, annem kısık bir sesle çayını yudumluyor, Karmen ise tekrar telefonuna dönmüş haldeydi. Ama ben… ben hiçbir yere çekilememiştim. Olan biten her şey sanki bir perde arkasından izliyormuşum gibi bulanık geliyordu. İçimdeki o boşluk büyümeye devam ediyordu, ama kimse bunun farkında değildi.

O an, masada otururken boğazımda bir düğüm hissettim. Hepimiz bir aradaydık ama aslında her biri farklı bir dünyada gibiydi. Bu tabloyu izlerken, içimdeki yalnızlık hissi daha da büyüyordu.

 

Bir süre daha sessizlik içinde kaldık. Kaşığımı tabağa daldırıp birkaç lokma almaya çalıştım ama her şey tatsızdı, boğazımdan geçmiyordu. Karmen arada bir sinsi bakışlar fırlatıyor, bir şey söylemek için fırsat kolluyordu. Tam telefonunu masaya bırakmıştı ki babam bir anda gazetesini katladı, sabahın o ağır sessizliğini bölen ilk ses oldu bu.

 

“Hera,” dedi yine, bu kez daha ciddi bir tonla. “Kendini sürekli böyle kötü hissetmen normal değil. Belki biriyle konuşmalısın.”

 

O an içimde bir şeyler kırıldı. Biriyle konuşmak? Kimle? Ne diyeceğim? Babamın bu kadar sakin, ama bir o kadar da sert tavrı beni çaresiz hissettirdi. Onların benimle ilgili ne düşündüğünü anlayamıyordum. Beni gerçekten mi merak ediyorlardı yoksa bu sadece sorumluluklarının bir parçası mıydı?

 

Derin bir nefes aldım, ama cevap vermedim. Masaya bakmayı sürdürdüm, tabaktaki ekmeği görmezden geldim. Babamın sözleri havada asılı kaldı.

 

Karmen fırsatı kaçırmadan araya girdi. "Bir terapiste gitmek seni hayata döndürebilir, kraliçem," diye alaycı bir tonla konuştu. Sesinde ince bir öfke vardı, belki de benim bu halim onu rahatsız ediyordu.

 

Bu kez dayanamadım. İçimde biriken tüm o sıkıntı patlamak üzereydi. Kaşığımı masaya sertçe bıraktım ve Karmen'e döndüm. “Karmen, beni anlamıyorsun. Sadece sus, lütfen,” dedim, sesim titriyordu ama yine de kontrolümü kaybetmemeye çalıştım.

 

Karmen, bir anlık şaşkınlıkla geri çekildi. Annem sessizce gözlerini masadan kaldırıp bana baktı, derin bir nefes aldı ama yine konuşmadı. Babam ise bir süre bana baktı, sanki sözlerimden daha fazlasını anlamaya çalışıyormuş gibi. Ama onun da sustuğunu gördüğümde, içimdeki o yalnızlık daha da büyüdü.

 

Bir anda kalktım, tabakta kalan yemeğe, yarım kalan kahvaltıya aldırmadan odama doğru yürüdüm. Arkadan annemin sesi hafifçe yankılandı. "Hera, nereye gidiyorsun?" Ama durmadım.

 

Kapıyı kapattığımda, içerideki boğucu hava yerini daha farklı bir sessizliğe bıraktı. Ama bu sessizlik bile beni rahatlatmıyordu. Kendimi köşeye çekip yatağa oturdum, kollarımı dizlerime doladım.

 

Bu dört duvar, bu boşluk... Her gün bu hisle baş edemeyecek gibi hissediyorum, ama bir şekilde hep devam ediyorum.

Odaya kapanmak bile rahatlatmıyordu artık. Kapıyı kapattığım an, sessizlik bir süreliğine beni sarmalasa da zihnimde yankılanan o uğultu hiç geçmiyordu. Beni gerçekten neyin bu kadar ağırlaştırdığını bilmiyordum. Sadece boşluk hissi, her şeyin anlamsızlığı, kalbimde bir taş gibi oturuyordu.

 

Pencereye doğru yürüyüp dışarı baktım. Sokak sessizdi, hava kapalı ve griydi, tıpkı benim içimdeki gibi. Ağaçlar hareketsiz duruyordu, sanki her şey donmuş gibiydi. İnsanın içini sıkıştıran o durgunluktan kaçış yoktu.

 

Aşağıda, babamın mutfaktan çıkıp oturma odasına geçtiğini duydum. Annem arkasından seslendi, ama ne dediğini duyamadım. Beni kendi halime bırakıyorlardı, çünkü her zamanki gibi ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Belki de onların da bu kadar çaresiz hissetmesine sebep olduğum için bir nebze suçluluk duyuyordum. Ama bu duygu bile, içimdeki boşluğu dolduracak kadar güçlü değildi.

 

Telefonuma uzandım. Sosyal medyada gezinmenin bir anlamı yoktu, kimseyle konuşmak istemiyordum. Yine de ekranı açtım, sırf zihnimi dağıtacak bir şeyler arar gibi. Ama parmağım ekranda gezinirken, gözlerim odaklanmadı bile. Ne gördüğümün, kimin ne yazdığının bir önemi yoktu. Ekran parlak bir boşluktan ibaretti.

 

Bir süre öyle kaldım, hiçbir şey yapmadan. Sonra Karmen’in adımlarını duydum, kapıya doğru yaklaşıyordu. İçim istemsizce gerildi. Şimdi de buraya gelip bir şeyler söyleyecekti, beni sinirlendirecek ya da yine alaycı bir yorum yapacaktı. Kapının önünde bir an durdu, ama içeri girmedi. Karmen’in nefesini duyabiliyordum. Birkaç saniye sonra uzaklaştı. Belki de daha fazla uğraşmaya değmeyeceğini anlamıştı.

 

Kendimi yatağa bıraktım, başımı yastığa gömdüm. Uykuyu kaçış olarak görürdüm bazen, ama uyumak da zorlaşmıştı. Gözlerimi kapatsam da zihnimdeki düşünceler, hiç bitmeyen bir film gibi dönüp duruyordu. Kendi içimde kayboluyordum, kimseye anlatamadığım, kimsenin de anlamadığı bir labirentte sıkışıp kalmıştım.

Yastığa gömülmüş halde yatarken, zihnimde dönen düşünceler birbirine karışıyordu. Kendi içimde çıkamadığım bir girdapta kaybolmuş gibiydim. Ne kadar düşünmemeye çalışsam da, başaramıyordum. Sürekli sorgulayan bir ses vardı içimde: Neden böyle hissediyorum? Bu sorunun cevabını bulmaya çalışmak bile yorucuydu. Belki bir cevap yoktu. Belki de hep böyle hissetmeye mahkûmdum.

 

Kapının önünden tekrar ayak sesleri geldi. Karmen'in mi yoksa annemin mi olduğunu kestiremedim. Ama bu kez kimse durmadı. Sessizce koridordan uzaklaşıldı. Beni kendi halime bırakmaları hem rahatlatıcıydı hem de içimi kemiren bir yalnızlık hissi yaratıyordu. Bu çelişki beni her gün biraz daha yoruyordu. Bazen keşke biri içime girip ne hissettiğimi anlayabilse diye düşünürdüm, ama sonra bunun bile bir anlamı olmayacağını fark ederdim. Çünkü anlamak yetmezdi, değiştirmek gerekirdi. Ve ben, değişebileceğime dair hiçbir umut hissetmiyordum.

 

Bir süre daha yatakta kıpırdamadan kaldım. Pencereden süzülen loş ışık bile ağır geliyordu gözlerime. Kendimi iyice yastığa gömmek istedim, sanki ne kadar derine insem, o kadar uzaklaşabilecektim bu hislerden. Ama olmuyordu. Hiçbir şey beni kaçırmıyordu buradan.

 

Tam o sırada telefonum titredi. Kısa bir mesaj sesi. İsteksizce elimi uzatıp ekranı açtım. Gelen mesaj üniversiteden bir arkadaşımaydı. "Hera, bugün derse gelmeyecek misin? Notları paylaşırım, ama senin de katılmanı beklerim," yazıyordu. Beni derse çekmek için yazılan nazik bir hatırlatma. Ama içimde yine o aynı sıkıntı yükseldi. Bir yanım "Gitmelisin, sorumlulukların var" diye fısıldarken, diğer yanım "Neden? Hiçbir şey fark etmeyecek" diyordu.

 

Telefonu elimden bıraktım. Mesajı cevaplamadan gözlerimi tekrar kapattım. Günler, haftalar, aylar birbirinin aynı geliyordu. Dışarıda hayat akıp gidiyordu, ama ben hep aynı noktada kalmıştım. Kendimi her sabah zorla uyandırıp tekrar bu döngüye girmekten başka bir şey yapamıyordum.

 

Yatağın içinde büzülmüş halde düşünürken kapı aniden hafifçe tıklatıldı. Gelenin kim olduğunu merak etmedim, çünkü bunu önemseyemeyecek kadar yorgundum. "Girebilirsin," dedim sesim zar zor duyulacak bir şekilde.

 

Kapı aralandı ve babam William, beklenmedik bir şekilde kapının eşiğinde belirdi. Elinde gazete yoktu, yüzünde her zamankinden farklı bir ifade vardı. Sanki bir şey söylemek istiyor ama nasıl başlayacağını bilmiyordu. Onun böyle tereddütlü olduğunu görmek beni biraz şaşırttı.

 

“Hera, konuşabilir miyiz?” diye sordu sonunda, sesi her zamanki sakinliğinden biraz uzak, biraz endişeliydi.

 

İçimde bir şeyler kımıldadı. Babamla konuşmak, hele bu şekilde, düşündüğüm bir şey değildi. Ama içimde biriken tüm o duygular, bir an için taşacakmış gibi hissettiriyordu. “Tabii,” dedim kısık bir sesle, yerimden kalkmadan ona baktım.

 

William içeri girip sandalyeye oturdu, bir an duraksadı. Sanki nasıl başlayacağını bilemiyordu. Sonunda derin bir nefes aldı. “Hera… Seni böyle görmek beni üzüyor. Neler olup bittiğini anlamıyorum. Anlayamayabilirim de, ama bir şeyler yapmalıyız. Böyle devam edemez.”

 

Onun sözleri, kalbime ağır bir taş gibi düştü. Onun bu kadar açık konuşmasını beklemiyordum. Gözlerim doldu ama ağlamamak için kendimi zor tuttum.

 

“Bilmiyorum baba,” dedim sessizce, “Ben de anlamıyorum. Sadece… her şey çok zor geliyor. Sabahları uyanmak, okula gitmek, insanlarla konuşmak… Hepsi o kadar anlamsız geliyor ki. Sanki hiçbir şeyin önemi yok.”

 

Babam bir an sessiz kaldı, ne diyeceğini bilemez gibiydi. Sonra sandalyesini biraz daha yaklaştırdı ve elini hafifçe omzuma koydu. "Hera, belki de bir yardım almalısın. Bu senin suçun değil, bazen böyle hissetmek... normaldir. Ama böyle hissetmek, yalnız kalman gerektiği anlamına gelmez."

 

O an gözyaşlarımı tutamadım. Uzun zamandır içimde birikmiş olan her şey, babamın o cümlesiyle çözüldü. Babamın omzuna yaslandım, bir süre öylece kaldım.

Babam, omzuma elini koyduğunda, bir nebze olsun içimdeki ağırlık hafifledi. Ama bu rahatlama, çok geçmeden yerine çaresizliğe döndü. Kendimi kırılgan hissettiğim için içimi açmak zor geliyordu.

 

“Hera,” diye devam etti, sesi biraz daha ısrarcı bir tonla, “gerçekten sana yardım edecek birini bulmak iyi bir fikir olabilir. Belki bir terapiste gidebilirsin. Böyle hissettiğinde yalnız kalmak yerine, bir profesyonel ile konuşmak faydalı olabilir. Bunu denemek kötü bir fikir değil, biliyor musun?”

 

Gözlerimi kapadım, bir an için zihnimdeki düşüncelerle savaşmaya çalıştım. Ama bu savaş daha da zorlaşıyordu. “Ama baba, ben bu konuda hiç istemiyorum,” dedim, sesim titrek ve kararlı olmaya çalışıyordu. “Bilmiyorum, bana hep böyle hissettiğimi söyleyen bir yabancıya gitmek… anlamsız geliyor. Benim sorunum kimseye anlatılacak bir şey değil.”

 

Babam, başını hafifçe eğerek beni dinliyordu. “Anlıyorum ama…” dedi, ama sözlerini tamamlamadan duraksadı. “Annemle ben, seninle konuşmak için buradayız. Yalnız değilsin. Ama bazen, dışarıdan biriyle konuşmak, daha net görmeni sağlayabilir.”

 

Bu cümleler, içimde daha fazla öfke ve direnç uyandırıyordu. “Ama ben bunu istemiyorum! Beni anlamadan ne yapacaklar ki?” dedim, artık sesi yükselmiş bir şekilde. “Hiçbir şey değişmeyecek, bana en iyi arkadaşım bile yardım edemiyor. Ne fark eder ki bir terapist ile konuşmanın? Herkes sadece dinler, ama kimse gerçekten anlamaz.”

 

William, bu çıkışım karşısında kısa bir süre sessiz kaldı. Ama yüzündeki endişe ifadesi değişmedi. “Hera, belki de değişime açık olmalısın. Düşüncelerini dışa vurmanın bir yolu olarak terapistler, yalnız hissettiğinde yanında olurlar. Bunu denemek, kendi ruh sağlığın için bir adım atmak demektir.”

 

Ama ben, yalnız hissetmemek için birinin elimi tutmasına ihtiyacım olmadığını biliyordum. “Baba, benim başa çıkmam gereken bir şey bu. Bunu başkasıyla paylaşmak bana yardımcı olmuyor. Kendi başıma halletmem gereken bir sorun. Benim mücadelem, benimkidir.”

 

William gözleriyle beni anlamaya çalışıyordu. O an, onun kaygısını hissettim ama bununla yüzleşmeye hazır değildim. İçimdeki o boşlukla başa çıkmanın bir yolunu bulmalıyken, başkalarına açılmak zor geliyordu.

 

“Tamam,” dedi sonunda babam, sesi hala yumuşaktı ama içinde bir teslimiyet vardı. “Senin kararına saygı duyuyorum. Ama lütfen, her şeyin her zaman senin için bu kadar zor olduğunu unutma. Biz buradayız, her zaman yanındayız. Ne zaman istersen konuşabilirsin.”

 

O an, içimdeki duygular arasında boğulurken, onun sıcaklığı bile yeterince teselli edici gelmiyordu. “Teşekkür ederim ama ben iyi olacağım,” dedim, ama bu cümle bile bana inandırıcı gelmiyordu. Yine de bunun üzerine daha fazla konuşmak istemiyordum.

 

William, odayı yavaşça terk ettiğinde, kapının ardında bıraktığı havanın soğuduğunu hissettim. Yalnızlık yeniden sarmaladı beni, ama içimdeki bu çatışma da yerini düşüncelere bıraktı. Kendi başıma mücadele etmekten başka çarem yoktu. Ama bu mücadele, ne zaman sona erecekti?

Camıma gelen taşın sesiyle irkildim. Gözlerimi kırpıştırarak pencereye doğru baktım, dışarısı aydınlık ve sakin bir sabah havasındaydı. Başta ne olduğunu anlamadım, ama camda tekrar bir tıklama sesi duyunca aşağıya baktım. Orada, bahçede duruyordu Alex. Gözlerinde hafif bir tebessüm, elinde bir avuç taşla bana bakıyordu.

 

“Ne yapıyorsun?” diye seslendim, biraz şaşkın ama istemsizce gülümsedim. Onu bu kadar erken görmek hiç aklımda yoktu.

 

“Seni göremeyince böyle bir yöntem buldum,” dedi, omuz silkti. “Kapıyı çaldım ama cevap vermeyince başka bir yol düşündüm. Aşağıya iner misin?”

 

Kısa bir tereddüt ettim. Ona cevap verip vermemek arasında kaldım. İstemsizce içimdeki o karanlık his yine belirdi. Onunla buluşmak, konuşmak istiyor muydum? Belki de hiçbir şey hissetmiyordum, ama bu ilgisizlik onu kırmaz mıydı?

 

Yine de Alex’e hayır demek her zamanki gibi zor geldi. Camı kapatıp aşağıya indim. Bahçeye adım attığımda, güneş yüzüme vurdu ve içimi bir an için ısıttı, ama bu sıcaklık uzun sürmedi. Ona yaklaştığımda, Alex gülümseyerek bana baktı, ama gözlerinde bir endişe parıltısı vardı.

 

“Beni bu sabah burada görmek istemediğini biliyorum, ama merak ettim,” dedi. “Nasılsın? Birkaç gündür doğru düzgün konuşmadık, seni görmek istedim.”

 

Ona bakarak içimdeki duyguları tartmaya çalıştım. Ne kadar içten ve ilgili olsa da, sanki bu hisler benim için ağırlaşmış gibiydi. “İyiyim,” dedim kısa ve net. Ama sesimle çelişen bir şey vardı, bunu hissettiğimi biliyordu.

 

“Gerçekten iyi misin?” diye sordu, kaşları hafifçe çatılmıştı. “Her şey yolunda mı? Bu sessizlik beni düşündürüyor, Hera.”

 

Bir an durdum, içimde bir şeyler çatırdıyordu ama dışarıya vurmak istemiyordum. “Alex, gerçekten... iyi değilim. Kendimi son zamanlarda kötü hissediyorum. Ama bunu nasıl düzelteceğimi bilmiyorum.” Sözlerim, bir itiraf gibi döküldü.

 

Alex, bana daha da yaklaştı. “Hera, her ne olursa olsun, seni yalnız bırakmak istemiyorum. Eğer bir şeyler yolunda değilse, beraber çözebiliriz. Bu hissettiğin şeyin üstesinden gelebiliriz, biliyorsun.”

 

Onun sıcak ve destek dolu tavrı beni rahatlatsa da, içimde derin bir direnç vardı. Başkalarının yardım edebileceği bir şey değildi bu. “Alex, bu… benim sorunum. Bunu çözmek için tek başıma olmam lazım. Yardım etmek istediğini biliyorum, ama bu hisleri kimse çözemez.”

 

Alex'in gözlerinde bir anlığına hayal kırıklığı belirdi, ama çabuk toparlandı. “Ama seni böyle yalnız bırakmak istemiyorum. Yani, senin yanındayım. Birlikteyiz, bu yüzden her zaman birbirimize destek olmalıyız, değil mi?” dedi, umut dolu bir tonla.

 

Derin bir nefes aldım. Bu konuşmayı daha fazla sürdürmek istemiyordum. O benim yanımda olsa bile, içimdeki boşluk dolmuyordu. “Alex, şu an için… lütfen bunu anlamaya çalış. Sana zarar vermek istemiyorum, ama kendimle başa çıkmam gerekiyor.”

 

O an Alex, bir şey demeden bana uzun uzun baktı. Onun gözlerinde gördüğüm şefkat ve endişe beni daha da rahatsız ediyordu, çünkü ona verebileceğim bir cevap yoktu. Sonunda, hafifçe başını salladı. “Peki,” dedi sakin bir sesle. “Eğer bir gün konuşmak istersen, ben hep buradayım. Bunu unutma.”

 

Gözlerimdeki bulanıklığı gizlemeye çalışarak başımı salladım. Onu anlamak istiyordum, ama içimdeki savaş henüz bitmemişti. Alex, bir süre daha bana baktıktan sonra arkasını döndü ve sessizce uzaklaştı. Onun arkasından bakarken, güneşin aydınlığı bile bu içsel karanlığı dağıtmaya yetmiyordu.

Alex gittikten sonra eve geri döndüm. Kapıyı açıp içeri girdiğimde, evin içinde hafif bir sessizlik vardı. Annem ve babam mutfakta konuşuyorlardı, aralarındaki düşük tonlu sohbet kulağıma çalınıyordu. Beni gördüklerinde ikisi de birden bana döndü.

 

“Hera, gel otur,” dedi annem Yasemen, hafif bir gülümsemeyle. Babam da başıyla onayladı. İçerideki havada bir şeylerin değiştiğini fark ediyordum. Bir şey söylemek istiyorlardı ama bu sefer tonları biraz daha yumuşaktı.

 

Yavaşça masaya oturdum. Annem hemen önümdeki çaydan bir fincan doldurdu. “Bizim seninle konuşmamız gereken bir şey var,” dedi. “Babanla düşündük de… küçük bir tatil planı yapalım dedik. Şehirden biraz uzaklaşmak, temiz hava almak sana iyi gelebilir.”

 

Tatil? Bir an için kafamda döndü bu kelime. Kaçmak mı? Benden kaçmak mı istiyorlardı, yoksa beni buralardan uzaklaştırıp düzeltmeye mi çalışıyorlardı? “Tatil mi?” dedim, soğuk bir ifadeyle.

 

Babam, her zamanki gibi mantıklı tavrıyla konuşmaya başladı. “Evet, Hera. Belki de buradan biraz uzaklaşmak, düşüncelerini toparlaman için faydalı olabilir. Dağ havası, deniz kenarı… senin için güzel olur diye düşündük. Birkaç gün dinlenirsin, kafanı dağıtırsın.”

 

Gözlerimi kaçırdım. Bana yardımcı olmak istediklerini biliyordum, ama bu kadar basit bir çözümle bir şeylerin değişeceğine inanmıyordum. “Hayır,” dedim, sesim kararlı çıktı. “Ben bir yere gitmek istemiyorum.”

 

Annem, biraz şaşırmış gibi bakarak ellerini önünde birleştirdi. “Ama Hera, bu senin için iyi olabilir. Hepimiz biraz uzaklaşabiliriz, sen de rahatlamış hissedersin. Düşünsene, doğayla iç içe olmak...”

 

Başımı iki yana salladım. “Hayır, anne. Gitmek istemiyorum. Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Orada olsam da burada olduğumdan farklı hissetmeyeceğim.”

 

Babam kaşlarını hafifçe çattı ama sakinliğini korudu. “Bu bir fırsat, Hera. Yenilenmen için bir şans. Her şey aynı kalmak zorunda değil. Bunu denemekte zarar yok.”

 

İçimdeki öfke kabarmaya başladı. Onlar beni anlamıyordu, bunu görebiliyordum. “Siz bunun beni düzelteceğini mi düşünüyorsunuz? Bir tatil mi çözecek her şeyi? Sorunlarımı buralardan kaçıp çözebileceğime mi inanıyorsunuz?”

 

Annem gözlerinde bir hüzünle bana bakıyordu. “Biz sadece senin iyi olmanı istiyoruz,” dedi, sesi titrek ama yumuşaktı. “Senin için endişeleniyoruz. Kendini daha iyi hissetmen için her şeyi yaparız.”

 

Ama bu duygusal yük bana fazla geliyordu. “İstemiyorum,” dedim, bu sefer daha sert. “Gerçekten gitmek istemiyorum. Bu, hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Lütfen beni zorlamayın.”

 

O an ikisi de sessiz kaldı. Onların üzerimdeki beklentileri ve endişeleri altında eziliyordum, ama içimdeki bu ağırlığı onlara anlatmak imkansızdı. Babam son bir kez konuştu, bu sefer daha sakin bir tonla: “Tamam, Hera. Sen ne istersen, ona saygı duyacağız. Ama bu teklifi her zaman değerlendirebilirsin, unutma.”

 

O an derin bir nefes aldım, ama içimdeki karmaşa hâlâ dinmemişti. Ailemin bana yardım etmek için ellerinden geleni yaptığını biliyordum, ama bu yardımlar bana daha fazla yük gibi geliyordu. Gitmek, kaçmak... bunlar hiçbir şeyi çözmezdi.

Derin bir nefes alıp başımı kaldırdım. Gözlerim annemle babama takıldı; onların iyi niyetini ve çabasını görebiliyordum, ama içimde hiçbir şeyin düzelmeyeceğine dair o karanlık his yine kendini göstermişti. “Aslında,” dedim, kelimeleri dikkatle seçmeye çalışarak, “belki de siz gitmelisiniz. Tatile... ama beni burada bırakın.”

 

Annem şaşırmış bir ifadeyle yüzüme baktı. “Ne demek istiyorsun? Seni burada yalnız mı bırakacağız? Olmaz öyle şey.”

 

Babam da kaşlarını kaldırdı, sanki anlamaya çalışıyordu. “Hera, böyle bir şey istemiyoruz. Seni yalnız bırakmak... bu doğru olmaz.”

 

İçimdeki bunaltıcı ağırlık bir kez daha büyüdü. Onların endişesi, üzerime çöken bir sis gibiydi. “Hayır, gerçekten. Benim yalnız kalmaya ihtiyacım var,” dedim, sesim hafifçe titredi ama kararlıydı. “Sizin tatil yapmanız iyi olabilir, ama ben şu an bir yere gitmek istemiyorum. Burada, yalnız kalmak istiyorum. Gerçekten.”

 

Annem, kelimelerimi sindirmeye çalışıyormuş gibi derin bir nefes aldı. “Ama Hera, seni böyle bırakmak istemeyiz. Tek başına...”

 

Sözünü bitirmesine izin vermeden araya girdim. “Lütfen. Gerçekten buna ihtiyacım var. Birkaç günlüğüne bile olsa. Kendi başıma kalıp düşünmem gerekiyor. Beni zorlamayın, olur mu? Hem... belki siz gidip biraz rahatlayabilirsiniz.”

 

Babam bana dikkatle baktı, gözlerinde hem anlamaya çalışan hem de endişeyle dolu bir ifade vardı. Sessizce bir süre düşündü, sonra anneme dönüp başını hafifçe eğdi. “Eğer Hera gerçekten böyle istiyorsa... belki ona bu alanı tanımamız gerekir.”

 

Annem itiraz edecek gibi görünse de, sonunda iç çekerek başını salladı. “Emin misin, Hera? Yani, yalnız kalmak gerçekten senin için iyi olur mu?”

 

Başımı salladım. “Evet, eminim. Gerçekten. Şu an bunu istiyorum. Bana biraz zaman verin, lütfen.”

 

Sessizlik içinde birbirlerine baktılar, sonra annem derin bir nefes alarak bana döndü. “Peki. Eğer bu şekilde daha iyi hissedeceksen, biz birkaç günlüğüne gideriz. Ama seninle sürekli iletişimde olacağız, tamam mı? Herhangi bir şeye ihtiyacın olursa, hemen ararsın.”

 

“Tamam,” dedim, gözlerimde bir an rahatlamayla. Yalnız kalmak, belki de bana gerçekten iyi gelecekti. Ya da en azından, içimdeki bu karanlıkla başa çıkmak için bir şansım olurdu.

 

Ailem isteksizce de olsa beni yalnız bırakmaya karar verdikten sonra, evde hafif bir hazırlık telaşı başladı. Annem Yasemen valizleri toplarken sürekli araya girip, "Hera, bak unutma, ne zaman istersen bizi arayabilirsin," diyordu. Babam William ise her zamanki gibi sessiz ve kararlı bir şekilde annemi destekliyordu, ama gözlerinde endişe vardı. Beni yalnız bırakma fikri onlara hiç iyi gelmemişti, bunu görebiliyordum.

 

Biraz süre sonra bavulları arabaya yerleştirip, kapıda bana son bir kez sarıldılar. “Hera, iyi olacaksın, tamam mı?” dedi annem, gözlerinde yaşlarla. Babam, sessizce bir omzuma dokundu. "Kendine dikkat et," dedi sadece, ama sözlerinin altında daha fazlası vardı. Onlara el sallayıp arabaya binmelerini izledim. Arabayı çalıştırıp yavaşça uzaklaştıklarında, derin bir nefes aldım. Nihayet yalnızdım.

 

Evde bir sessizlik hâkim oldu. Bu sessizlik beni rahatlattı mı yoksa daha da mı boğdu, bilmiyordum. Yine de bu birkaç gün bana iyi gelebilirdi. Sessizliği ve yalnızlığı seviyordum. Belki de düşüncelerimle baş başa kalmak, her şeyden uzaklaşmak gerçekten bana fayda sağlayacaktı.

 

Fakat bu huzur fazla uzun sürmedi. Ailem gittikten birkaç saat sonra, kapı çaldı. Kimseyi beklemiyordum. İçimde bir huzursuzluk dalgası yükselirken kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açtığımda karşımda hiç tanımadığım bir adam duruyordu.

 

Uzun boylu, esmer ve oldukça ciddi bir görünüşü vardı. Üzerinde koyu renkli, şık bir takım elbise vardı. Gözleri hafifçe karanlık, ama dikkatli bir şekilde bana bakıyordu. Elinde bir evrak çantası tutuyordu. “Merhaba, Hera,” dedi, sanki beni uzun zamandır tanıyormuş gibi. “Ben Ares Wizard. Ailenizle görüştüm. Sizinle biraz konuşmak için buradayım.”

 

Şaşkınlıkla geri adım attım. "Ailemle mi? Neden?" dedim, kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Onun kim olduğunu ve neden burada olduğunu anlamaya çalışıyordum.

 

Adamın ifadesi sakin kaldı, gözleri bir an bile benden ayrılmadı. “Aileniz, son zamanlarda biraz endişelendiğinizden bahsetti. Kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olabileceğimi düşündüler. Ben bir psikiyatristim.”

 

Bir an için dünyam başıma yıkılmış gibi hissettim. Ailem, onlara yalnız kalmam gerektiğini söylememe rağmen, arkamdan böyle bir şey mi planlamıştı? Bu düşünce beni öfkelendirdi. “Onların bunu yapmaya hakları yoktu,” diye sertçe karşılık verdim, sesim çatlamıştı. “Ben yardım istemedim. Sizden de kesinlikle istemiyorum.”

 

Ares, sanki bu tepkiyi bekliyormuş gibi hafifçe başını eğdi. “Hera, seni anlıyorum. Beni istemediğini de biliyorum. Ama ben buradayım çünkü senin iyi olmanı önemsiyorlar. Belki bir şans verirsen, konuşabiliriz. Hiçbir şey zorla değil, sadece seni anlamak için.”

 

Kapının önünde, neredeyse nefes alamadan durdum. İçimde bir karmaşa kopuyordu. Ailem bana ihanet mi etmişti, yoksa gerçekten yardım etmeye mi çalışıyorlardı? Bu adamın yüzündeki sakinlik sinirlerimi daha da bozuyordu. Ama içimde bir yer, belki de sadece küçük bir parça, onunla konuşmanın faydalı olabileceğini düşündü. Yine de buna hazır olup olmadığım konusunda şüphelerim vardı.

Ares’in sözleri kafamda yankılanırken, içimdeki öfke iyice yükselmeye başladı. Bana bu şekilde yaklaşması, üstelik ailemin izinsiz olarak böyle bir plan yapması, aklımı karıştırıyordu. Elleri hâlâ kapının kenarına yapışmış, bana sabırlı ama ısrarcı bir bakışla bakıyordu. Bu da içimdeki rahatsızlığı daha da artırdı.

 

“Hayır,” dedim, sesim kararlıydı, ama biraz da titrek çıkmıştı. “Sizinle konuşmak istemiyorum. Ben yalnız kalmak istiyorum. Yardım almak istemediğimi aileme de söyledim. Siz de lütfen gidin.”

 

Ares hafifçe iç çekti, ama geri adım atmadı. Gözleri hâlâ dikkatle üzerimdeydi, sanki ne hissettiğimi çözmeye çalışıyordu. “Anlıyorum, Hera,” dedi yumuşak bir sesle, sanki söylediklerimi kabullenmiş gibi görünüyordu ama o sakin tonun altında bir inat vardı. “Yalnız kalmak istediğini biliyorum. Ancak bazen insanlar kendi başlarına kaldıklarında daha fazla kaybolurlar. Seninle konuşmak sadece birkaç dakika sürebilir, belki düşündüğün kadar kötü değildir.”

 

Başımı iki yana salladım. “Bu sadece birkaç dakika meselesi değil. Ben... sizinle konuşmak istemiyorum. Sorunlarımı kimseyle paylaşmak istemiyorum.”

 

Ares, yüzündeki sabırlı ifadeyi koruyarak devam etti. “Ama bazen, en zor olan şey yardım istemek değil midir? Yardıma ihtiyacın olduğunu kabul etmek... bu, herkes için zor olabilir. Ben burada seni anlamak için varım, seni değiştirmek ya da zorlamak için değil.”

 

Bu laflar, ne kadar sakin ve makul görünse de, beni daha da huzursuz ediyordu. “Ama ben yardım istemiyorum. Gerçekten istemiyorum,” dedim, bu sefer daha sert bir şekilde. “Anlayın artık. Lütfen gidin.”

 

Bir an için Ares suskun kaldı. Sanki söyleyeceği bir şeyler vardı, ama doğru kelimeleri arıyordu. Sonra, yavaşça başını salladı. “Hera, buraya seni zorlamak için gelmedim. Ancak şunu bil ki, eğer bir gün fikir değiştirirsen, ben hep buradayım. Yardım istemek zorunda değilsin, ama seni dinleyecek biri her zaman olacak.”

 

Onun inatçılığı, ısrarcılığı beni boğuyordu. Kapıyı kapatmaya hazırlandım, ama o anda o, son bir söz daha ekledi: “Benimle konuşmak istemediğin için seni suçlamıyorum. Ancak bir gün, belki yalnız kalmak da sana yetmeyecek. O zaman gelmemi istersen, bir telefon uzağındayım.”

 

Kapıyı yavaşça kapattım, Ares’in yüzündeki anlayışlı bakış son anlarda kayboldu. İçimdeki karışıklık, yalnız kalmanın rahatlatıcı olacağını düşünürken daha da derinleşmişti.

Kapıyı kapattıktan sonra derin bir nefes aldım ve sırtımı kapıya yasladım. Kafam karışıktı, öfke ve çaresizlik arasında gidip geliyordum. Ares’in sakin sesi hâlâ kulağımda yankılanıyordu, ama bu sakinlik beni rahatlatmak yerine daha da sıkıyordu. Onunla konuşmanın bir yararı olmayacağını biliyordum, ama onun söyledikleri aklımda dönüp duruyordu.

 

Ev sessizdi. Normalde bu sessizlik bana huzur verirdi, ama bu kez yalnızlık ağır bir şekilde üzerime çökmüştü. Ailemin bana güvenmeyip arkamdan böyle bir şey yapmaları sinirlerimi bozmuştu. Kendi kendime toparlanabileceğimi söylemiştim onlara, ama bana inanmadılar. Şimdi de bir yabancıyı, bir psikiyatristi gönderip üzerime daha fazla baskı kurmaya çalışıyorlardı.

 

Bir süre orada, kapının önünde durup hiçbir şey yapmadan düşüncelere daldım. Sonra içimdeki huzursuzlukla hızlı adımlarla odaya döndüm ve yatağımın kenarına oturdum. Ellerimi saçlarımın arasına geçirdim. Her şeyin üzerime geldiğini hissediyordum. Ares’in dediği gibi, belki de yalnız kalmak çözüm olmayacaktı. Ama bu sorunu başkalarıyla paylaşmak da istemiyordum.

 

Saatlerce odada bir ileri bir geri dolaşıp, düşüncelerimle boğuşurken buldum kendimi. Ares’in söyledikleri zihnimde sürekli yankılanıyordu. Yardıma ihtiyacım olduğunu kabul etmek mi? Böyle bir şeyi nasıl yapabilirdim ki? Yardım istemek bir zayıflık gibi geliyordu, ama bir yandan da, içinde bulunduğum durumdan çıkamadığım açıktı.

 

Akşam yaklaştıkça, evin sessizliği daha da ağırlaşmaya başladı. Ailem yoktu, ve ben evin içinde tek başıma kalmıştım. Normalde yalnızlık bana iyi gelirdi, ama bu sefer bu yalnızlık beni yutuyordu. Derin bir iç çekerek yatak odasının penceresine doğru yürüdüm ve dışarı baktım. Sokak boştu, hava hafiften kararmaya başlamıştı. İçimde bir sıkışıklık hissediyordum.

 

O an, telefonum masanın üzerinde duruyordu. Bir an için Ares’in numarasını alıp almadığımı hatırlamaya çalıştım. Tabii ki almamıştım. Ama ailemde, onunla iletişim kurmamı sağlayacak bir şeyler olabilirdi. Bir adım atsam mıydı? Yardım istemeyi mi denesem? Ama bu düşünce bile bana ağır geliyordu.

 

Kafamın içinde sürekli aynı sorular dönüyordu. Yardım istemek mi, yalnız kalmak mı? Ne yapmalıydım?

Düşüncelerim arasında kaybolmuş bir şekilde pencerenin önünde dururken, dışarıda tanıdık bir siluetin yaklaştığını fark ettim. Kalbim hızla atmaya başladı. Bu yürüyüşü tanıyordum. Alex.

 

Bir an için şaşkınlıkla durdum, ne yapacağımı bilemedim. Sonra hızla pencereyi açtım. “Alex?” diye seslendim, sesim biraz tereddütlüydü. Onun burada ne işi vardı?

 

Başını kaldırdı ve bana gülümsedi, ama o sakin gülüşünün altında bir endişe gizliydi. “Hera,” dedi, sesinde her zamanki gibi yumuşak bir tını vardı, ama bakışları ciddi ve dikkatliydi. "Konuşmamız gerektiğini düşündüm."

 

Ne zaman konuşmamız gerektiğini düşündüğünü merak ettim. Ailem gitmişti, evde yalnızdım, ve şimdi de o gelmişti. Ares’in yarattığı karışıklığın üstüne bir de bu? Ama içimde bir yer, Alex’i görmekten memnundu. Gözlerimden geçen karmaşayı fark etmiş olmalı ki, yavaşça elini cebine soktu ve ceketini düzeltti.

 

“Biraz dışarı çıkalım mı?” diye sordu. “Biraz hava almak belki iyi gelir.”

 

Derin bir nefes alarak kafamı salladım. İçimdeki her şey darmadağındı, ama belki de onunla dışarı çıkmak iyi olabilirdi. Sessizce kapıya yöneldim ve birkaç dakika sonra kapının önünde buluştuk. Birlikte sessizce yürümeye başladık. Sokaklar serinlemişti, hafif bir esinti vardı.

 

“Beni nasıl buldun?” diye sordum, sessizliği bozarak. Kafamda yüzlerce soru vardı, ama en basitini sormak istedim.

 

Alex omuzlarını hafifçe silkti. “Biraz endişelendim. Cevap vermeyince, buraya gelmenin en iyisi olduğunu düşündüm. İçinde neler olduğunu bilmek istiyorum, Hera.”

 

Bu sözler beni hem rahatlatmış hem de rahatsız etmişti. Onun yanımda olması bir şekilde iyi hissettiriyordu, ama içimdeki karışıklığı anlatacak kelimeleri bulmak zordu. “Sadece… her şey çok fazla,” dedim. Sesim biraz boğuk çıkmıştı. “Ailem beni zorlamaya çalışıyor, yardım istemediğimi söylediğim halde. Şimdi de sen buradasın.”

 

Alex bir an durdu, derin bir nefes aldı ve bana baktı. “Ben seni zorlamak istemiyorum. Sadece burada olmak istedim. Ne istersen, onu yapalım. Konuşmak zorunda değilsin. Sadece yanındayım.”

 

Sözlerindeki sadelik ve içtenlik bana iyi geldi. Sessizce yürümeye devam ettik. Onun yanında olmak, en azından bir süreliğine içimdeki karmaşayı hafifletiyordu. Belki de bu, şu an için yeterliydi.

Sessizce yan yana yürümeye devam ettik. Aramızdaki sessizlik rahatsız edici değildi; aksine, bir tür rahatlama veriyordu. Alex’in yanında olmak, kafamdaki o gürültüyü bir nebze olsun hafifletmişti. Her adımda biraz daha sakinleştiğimi hissettim, ama içimdeki sıkışıklık tamamen geçmemişti.

 

Bir süre sonra küçük bir parkın yanından geçerken Alex durdu ve banklardan birine işaret etti. "Burada oturalım mı?" diye sordu, yüzünde yumuşak bir ifade vardı.

 

Kafamı salladım ve onun peşinden bankta yerimi aldım. Alex ceketini çıkarıp yanıma serdi, ben de üzerine oturdum. Biraz tereddüt ettikten sonra, bakışlarımı yere dikerek derin bir nefes aldım. Onunla konuşmak zor geliyordu ama içimde bir şeyleri paylaşma isteği de vardı.

 

“Son zamanlarda her şey fazlasıyla boğucu gelmeye başladı,” dedim sonunda. “Ailem, sürekli bana yardım etmem gerektiğini söylüyor. Beni bir psikiyatriste bile gönderdiler. Ama ben yalnız kalmak istiyorum. Kafamda her şeyi kendim çözmem lazım gibi geliyor… Ama bazen yalnızlık da iyi gelmiyor. Yine de... kimseye ihtiyacım olmadığını göstermek zorundayım gibi hissediyorum.”

 

Alex sessizce dinledi, araya girmeden. Ellerini dizlerinin üzerine koymuş, dikkatle bana bakıyordu. Gözlerinde yargı yoktu, sadece anlayış vardı. Bu, her zaman onun en sevdiğim yönlerinden biri olmuştu. Kendimi açmak zor olsa da onun yanında yavaş yavaş rahatladığımı hissettim.

 

“Yalnız kalmak istemen normal,” dedi sessizce, “ama bazen yalnızlık seni daha derin bir karanlığa çekebilir. Yardım istemek bir zayıflık değil, bunu anlamanı istiyorum. Sana ne olursa olsun, ben buradayım. Ne zaman konuşmak istersen, ne zaman sadece biri yanında olsun istersen... biliyorsun, beni bulabilirsin.”

 

Onun bu cümleleri beni hem rahatlatmış hem de bir şekilde rahatsız etmişti. Yardım istemek, hala bana yanlış bir şeymiş gibi geliyordu, sanki zayıflığımı kabul etmek gibi. Ama Alex'in yanında olmak, bir nebze olsun hafiflememe yetmişti.

 

“Biliyorum,” diye mırıldandım, gözlerimi yere dikerek. "Ama bu kadar kolay değil. Yardım istemek benim için... zor."

 

Alex hafifçe gülümsedi, başını yana eğdi. “Kolay olsaydı zaten kimse bu kadar sıkışıp kalmazdı, değil mi? Ama şu an bir adım atmasan bile, en azından bu duygularını paylaştın. Bu da bir başlangıç.”

 

Kelimeler boğazımda düğümlendi. Ne diyeceğimi bilemedim. Sadece Alex’e bakıp sessizce içimdeki karmaşayı gözlerine yansıtıyordum. O ise sabırla yanımda oturuyordu, acele etmeden, beni zorlamadan.

 

Bir süre daha sessizlik içinde oturduk. Bu sessizlik her zamankinden farklıydı. Belki de Alex’in yanında olmak, içimdeki fırtınayı biraz dindirmeye başlamıştı.

Alex bir süre sessiz kaldı, sonra başını hafifçe salladı. “Anlıyorum,” dedi. “Bu senin için zor bir süreç, biliyorum. Eğer yalnız kalmak istiyorsan, sana bunu vermeye hazırım. Ama bir gün bu yalnızlık sana yetmezse, bil ki seni her zaman dinleyecek biri var.”

 

Gözlerimdeki yaşları fark ettim. Beklemediğim bir anda gelmişlerdi. Bu kadar karmaşa arasında duygularımı bastırmaya çalışırken bir anda her şey ortaya dökülüvermişti. Gözlerimi kaçırarak yüzümü sildim ve derin bir nefes aldım. “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım. “Ama şuan yalnız kalmam gerek.” Alex, sözlerimi anladığını belli eden bir bakışla hafifçe gülümsedi. “Tamam,” dedi. “Sana biraz alan bırakacağım. Ama her zaman yanındayım, unutma bunu.”

 

Ayağa kalktı ve ceketini bana doğru uzattı. “Üşüme diye,” dedi yumuşak bir sesle. O an içimde bir şey kırıldı; onun bu kadar anlayışlı ve nazik olması beni hem rahatlatmış hem de içimdeki suçluluğu artırmıştı. Yine de ceketi aldım ve omuzlarıma koydum.

 

Alex bana son bir bakış attı ve ardından ağır adımlarla uzaklaştı. Parkın çıkışında bir an durup bana doğru döndü, sanki bir şeyler söyleyecekmiş gibi. Ama sonra fikrini değiştirdi ve uzaklaşmaya devam etti.

 

Ben ise parkta tek başıma kaldım. İçimde hem bir rahatlama, hem de bir tür boşluk vardı. Alex gitmişti, ama onun varlığı bile beni tamamen rahatlatmamıştı. Belki de bu kadar karmaşanın içinde yalnız kalmak, düşündüğüm kadar iyi değildi. Ama başka bir seçeneğim yoktu. Kafamı toparlamam gerekiyordu ve bunu yalnız başıma yapmalıydım.

 

Ceketini omuzlarıma sıkıca sarıp derin bir nefes aldım. Eve dönme vaktiydi. Ailemin bana yaşattığı hayal kırıklığı, Ares’in gelişi, Alex’in sabırlı desteği… Hepsi içimde bir düğüm haline gelmişti. Belki bir gün bu düğümü çözecektim, ama o gün bugün değildi.

Yavaş adımlarla eve doğru yürürken aklımdaki düşünceler biraz daha sakinleşmişti. Parkın sessizliği, Alex’in gitmesi ve sonunda yalnız kalmış olmanın getirdiği bir rahatlama vardı içimde. Eve vardığımda kapıyı açıp içeri girdim. Boş evin içinde yankılanan sessizlik beni karşılayınca, hafif bir iç çekerek üzerimdeki ceketi çıkarıp kenara bıraktım.

 

Koridordan geçip odama yöneldim. Ayakkabılarımı çıkardım ve pencereden dışarı baktım. Dışarısı yavaş yavaş karanlığa bürünüyordu, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Sessizce yatağa doğru yürüyüp üzerimdeki giysilerle yatağa uzandım. Tüm günün yorgunluğu, zihnimdeki karmaşa ve içimdeki ağırlık beni iyice tüketmişti. Gözlerimi kapattım.

 

Ama zihnim hala durulmuyordu. Ares’in söyledikleri, Alex’in varlığı ve ailemin beni yalnız bırakmaması, hepsi üst üste biniyordu. Derin bir nefes aldım, ama bu bile rahatlatıcı gelmedi. Yalnız kalmak istemiştim, işte şimdi yalnızdım. Yine de, içimde bir eksiklik hissediyordum. Bunu nasıl tanımlayacağımı bilmiyordum ama yalnızlık düşündüğümden daha ağır geliyordu.

 

Bir süre yatağın içinde dönüp durduktan sonra, gözlerim yavaşça ağırlaştı. Zihnimdeki düşünceler bir süreliğine arka planda kaldı ve nihayet uykuya daldım. Gözlerimi kapattığımda, her şey sessizleşti. Uyku, kısa bir süreliğine de olsa beni bu karmaşadan çekip alıyordu.

Gece boyunca derin bir uykuya daldım, ama sabahın erken saatlerinde kapının çalınmasıyla irkildim. Gözlerimi açtım, kafam hâlâ yastığa gömülüydü. Kapının çalmaya devam etmesiyle birlikte, vücudumdaki yorgunluk yerini bir tür endişeye bıraktı. Kim olabilirdi bu saatte? Ailem henüz dönmemişti, ve içimdeki huzursuzluk büyümeye başladı.

 

Yavaşça yataktan kalktım, üzerimi düzelttim ve kapıya doğru ilerledim. İçimde bir his vardı; bu gelenin Ares olabileceğine dair. Kapıyı açtığımda, öngörüm doğru çıktı. Ares, kapının önünde duruyordu. Yüzünde endişeli bir ifade vardı ve sanki beni görmek için bekliyormuş gibiydi.

 

“Günaydın, Hera,” dedi, sesi beklediğimden daha yumuşaktı. “İyi misin? Sana bir şeyler sormak istedim.”

 

Açık kapının önünde durduğum için içimdeki tereddüt bir an daha da büyüdü. “Ne istiyorsun, Ares?” dedim, sesimde istemeden de olsa bir soğukluk vardı. Onun varlığı, içimdeki karmaşayı yeniden canlandırıyordu.

 

“Seninle biraz konuşmak istiyorum,” dedi. “Yalnız kalmanı istemiyorum. Ailem gitti, bunu biliyorum. Ama bunu bir fırsat olarak görmeni istiyorum. Konuşalım. Bu, belki de biraz yardımcı olabilir.”

 

Bir an sessiz kaldım. Ares’in bana yaklaşma isteği, hem beni endişelendiriyordu hem de içimde bir merak uyandırıyordu. Ama onunla konuşmak, geçmişte yaşananların hatırlanması demekti. İçimdeki o karanlığı açığa çıkarmak istemiyordum. “Bugün konuşmak istemiyorum,” dedim, sesimi biraz daha sertleştirerek. “Lütfen gider misin?”

 

Ares derin bir nefes aldı, sonra sabırla gözlerime baktı. “Bunu böyle yaparak kendine zarar veriyorsun. Biliyorum, zor bir dönemden geçiyorsun. Ama yalnız kalmak, kendini içe kapatmak sorunu çözmez.”

 

“Benim sorunlarımı çözmek için burada değilsin,” dedim, öfke ve çaresizlik içinde. “Zaten ailem de beni zorlamak için birini ayarladı. Benimle ilgilenen tek bir insan bile kalmadığında, ne fark eder ki? Lütfen, git buradan.”

 

Ares’in yüzü bir an için üzüldü, ama sonra kararlılığını korudu. “Biliyorum, zor bir süreç. Ama belki de bir dış göz, senin için bir şeyler görebilir. Sadece konuşmak istiyorum, başka bir şey değil. Ne kadar direnç gösterirsen göster, sonunda yalnızlık seni boğacak. Bunu istemediğimi biliyorsun.”

 

O an, içinde bulunduğum durumu düşündüm. Onun burada durmasının benim için anlamlı olup olmadığını sorgulamaya başladım. Ama kalbimde bir yer, yalnızlığımın beni daha da derin bir karanlığa sürükleyeceğinden korkuyordu. Düşüncelerim birbiriyle çelişirken, belki de onu dinlemekten başka çarem yoktu.

 

“Peki,” dedim sonunda, içimdeki tereddütü bastırarak. “Ama yalnızca bir süreliğine. Daha fazlasını istemiyorum.”

 

Ares’in yüzündeki ifade bir anda değişti, sanki üzerindeki bir yük kalkmış gibiydi. “Teşekkür ederim,” dedi, sesinde bir sıcaklık vardı. “Bu iyi bir başlangıç. İçeri geçelim mi? Belki biraz oturup konuşabiliriz.”

 

Kapıyı açarak onu içeri davet ettim. Hâlâ içimde bir direnç vardı ama aynı zamanda bu konuşmanın bana nasıl bir fayda sağlayacağını merak ediyordum. Ares, odama girdiğinde bana doğru döndü ve endişeli bir bakışla beni izledi.

 

Oturduğum yerden kalkıp oturma odasına geçtim. Ares, yanımdan geçerken aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu. Benim içinse bu mesafe, içimdeki çatışmayı korumaya yardımcı oluyordu. Oturduğum koltukta kendimi rahat hissetmeye çalıştım, ama içimdeki gerginlik hala duruyordu.

 

“Ailenin tatile gitmesi iyi bir fırsat,” dedi Ares, sessizliği bozarak. “Ama yalnız kalmak isteğinle yüzleşmen de önemli. İçinde bulunduğun durum, yalnızca senin değil, aynı zamanda etrafındaki insanların da etkilediği bir durum. Onların endişelerini anlamak zorundasın.”

 

“Benimle ilgilenmiyorlar,” dedim, sesimdeki çatışma barizdi. “Sadece beni bir yere göndermeye çalışıyorlar. Yardım istemiyorum.”

 

“Yardım istemediğini biliyorum,” dedi Ares, sakin bir tonla. “Ama bu, kendi başına aşabileceğin bir şey değil. Kendini izole etmek, başkalarının senin için ne hissettiğini gölgede bırakıyor. Bunun ne kadar zor olduğunu biliyorum.”

 

O an, kelimelerinin bana bir anlam ifade etmeye başladığını fark ettim. Belki de kendimi ifade etmenin zamanı gelmişti. Ama bu, aynı zamanda kendi içimdeki karanlıkla yüzleşmek demekti. Gözlerimi Ares’e çevirdim. “Sadece kendimi kaybolmuş hissediyorum,” dedim, kelimelerim titrek bir şekilde döküldü. “Hayatımda doğru olanı bulmakta zorlanıyorum. Bazen yalnız kalmak daha iyi gibi geliyor ama sonra yalnızlığın beni boğduğunu hissediyorum.”

 

Ares, bu sözlerim üzerine başını salladı. “Yalnızlık, aslında çoğu zaman zor bir durumdur. Ama bu durumdan kurtulmak, kendini yalnız hissettiğinde bile başkalarına kapı açmayı gerektirir. Bu duyguların, yalnızca senin değil, birçok insanın deneyimlediği şeylerdir.”

 

Onun sözleri, içimde bir kıvılcım oluşturmuştu. Belki de yalnızlıkla yüzleşmek zorundaydım. Ama bu, yalnızca onunla konuşmakla da kalmayacaktı. “Peki, ama nasıl başlayabilirim?” diye sordum, içimde bir umut ışığı yanmaya başlamıştı.

 

“İlk adım, duygularını ifade etmek,” dedi Ares, ciddiyetle. “Aklındaki düşünceleri dışa vurmak, senin için önemli bir başlangıç. Korkularını ve kaygılarını anlamak için adım atmalısın. Ve unutma, ben buradayım. Dilersen, sana yardımcı olabilirim.”

 

Kafamı eğerek, söylediklerini düşündüm. Belki de bir yere varmanın zamanı gelmişti. Ve Ares, bu yolda bana yardım etmeye istekliydi. İçimdeki o baskıyı hissetmeye başladım ve belki de yalnız kalmak istemediğimin farkına varıyordum. “Tamam,” dedim yavaşça. “Bunu yapmayı deneyeceğim. Ama yalnızca benimle olmayı kabul etmelisin.”

 

Ares gülümsedi, ve o an içimdeki karamsar bulutların biraz da olsa dağılmaya başladığını hissettim. Bir şeyleri değiştirmeye çalışmak, belki de doğru yolda olduğumun bir işaretiydi. Ve o anda, belki de yalnız kalmak yerine birini dinlemenin faydalı olabileceğini anladım.

Ares’in gülümsemesi içimde tuhaf bir rahatlama yarattı. Onunla bu kadar net konuşabilmiş olmam bir tür ilerlemeydi. Ama içimdeki o ağır boşluk hâlâ oradaydı. O duyguyu yok etmenin kolay olmayacağını biliyordum.

 

Ares, biraz daha oturduktan sonra, “Bu konuşma sana iyi geldi mi?” diye sordu. Gözlerinde gerçek bir merak vardı, zorla ikna etmeye çalışmıyordu.

 

“Emin değilim,” dedim dürüstçe. “Bir şeyleri ifade etmek her zaman iyi gelmiyor. Ama belki de bir yerden başlamak gerekiyordur. Henüz ne hissettiğimi tam olarak bilmiyorum.”

 

Ares, söylediklerimi anlayışla karşıladı. "Bu da bir adım," dedi. "Bazen hissettiklerini tam olarak bilmemek bile kabul edilmesi gereken bir şeydir. Zamanla daha net görebileceksin."

 

O an kapının çalındığını duydum. Ses beni irkiltti. Yine kim gelmişti? Aklımdan ailemin ya da başka birinin beni kontrol etmek için gelmiş olabileceği geçti. Kendi içimde bir savaş verirken, dışarıdan gelen baskılara katlanamıyordum.

 

Ayağa kalkıp kapıya doğru yöneldim. Kapıyı açtığımda Alex’in orada durduğunu gördüm. Yüzünde her zamanki gibi sakin bir ifade vardı, ama biraz da endişeli görünüyordu. Gözleri doğrudan bana odaklanmıştı, sanki içinde bulunduğum durumu anlıyormuş gibi.

 

“Hey,” dedi yumuşak bir sesle. “Nasılsın?”

 

“Fena değil,” diye yanıtladım, ama sesim istemsizce soğuktu. “Senin burada ne işin var?”

 

Bir an sessizlik oldu. Alex bir adım geri attı, sanki sözlerim onu yaralamış gibi. Ama gözlerindeki sabrı koruyarak devam etti. “Sadece nasıl olduğunu merak ettim. Yalnız kalmak istediğini biliyorum, ama yanında olmak istedim.”

 

İçimde bir çelişki vardı. Onun varlığı beni hem rahatlatıyor hem de rahatsız ediyordu. Yalnız kalmak istediğimi söylemiştim, ama şimdi burada duruyordu. Ve işin garip yanı, bir yanım onun burada olmasını istiyordu.

 

“Biraz yalnız kalmak istemiştim,” dedim daha yumuşak bir sesle. “Ama sanırım… biraz destek de fena olmaz.”

 

Ares, kapının önünde Alex’in varlığını görünce bir adım geriye çekildi. “Sanırım sana biraz alan bırakmalıyım,” dedi ve gözlerimi arkasına dönerek kapıdan çıktı. “Ama her zaman buradayım, Hera. Unutma.”

 

Ares’in gitmesiyle Alex içeri girdi ve sessizce yanıma oturdu. Bir süre hiç konuşmadan oturduk. O sadece yanımdaydı, varlığıyla beni rahatlatmaya çalışıyordu. Sanki söylemesi gereken her şeyi zaten söylemişti. Ben de bir şeyler söylemek istiyordum, ama doğru kelimeleri bulamıyordum.

 

“Dün konuştuğumuz şeyler...” diye başladım, sesimde bir tedirginlik vardı. “Hala aynı şeyleri hissediyorum. Hala ne yapacağımı bilmiyorum. Ama bu boşluk… gitmiyor.”

 

Alex, gözlerinde bir anlayışla başını salladı. “Bu, hemen çözülmez,” dedi yumuşak bir sesle. “Ama önemli olan, hissettiklerini kabul etmeye başlaman. Zamanla ne yapacağını bulacaksın.”

 

Onun sakinliği, içimdeki fırtınayı biraz olsun yatıştırdı. Bir süre daha sessizlik içinde oturduk. Alex, bana bir şeyleri dayatmıyordu. Sadece yanımda duruyordu. Ve belki de, şu an ihtiyacım olan tek şey buydu.

 

Sessizlik içinde yan yana otururken, aramızda bir tür yoğunluk hissetmeye başladım. Alex’in varlığı her zamanki gibi sakinleştirici ama aynı zamanda dikkat çekiciydi. İçimdeki tüm karmaşaya rağmen, onun burada olması bana bir güven duygusu veriyordu. Ona bakmak için başımı çevirdiğimde, gözlerimizin buluşmasıyla o yoğunluk daha da arttı.

 

Alex, yavaşça bana doğru eğildi. O an, içimde bir anlık bir kararsızlık vardı, ama bu duygu hızla yerini bir tür teslimiyete bıraktı. Dudaklarımız birbirine değdiğinde, her şey bir an için durdu. Düşüncelerim, kaygılarım, yalnızlığım… hepsi arka plana itildi. Sadece o an vardı, Alex’in sıcaklığı ve bizi çevreleyen sessizlik.

 

Ama öpüşme kısa sürdü. Birkaç saniye sonra, yavaşça birbirimizden uzaklaştık. Gözlerim onun gözlerinde kilitli kaldı. Ne söyleyeceğimi bilemedim, ama o, yüzünde hafif bir gülümsemeyle bana baktı.

 

“Sanırım şimdi gitmeliyim,” dedi yumuşak bir sesle, sanki o anı daha fazla uzatmak istemiyormuş gibi. “Sana biraz daha yalnızlık vermeliyim.”

 

Başımı salladım. “Tamam,” dedim hafifçe. İçimde hem bir boşluk hem de bir rahatlama vardı. Onun gitmesi gerekiyordu, bunu biliyordum. Ama aynı zamanda gitmesini istemediğim bir yanım da vardı.

 

Alex ayağa kalktı, son bir kez gözlerimin içine baktı ve kapıya yöneldi. “Kendine dikkat et, Hera,” dedi kapıyı açarken. “Yine konuşuruz.”

 

Kapı yavaşça kapandı ve evdeki sessizlik geri döndü. Alex’in gidişiyle, yalnızlığım yeniden yerini buldu, ama bu sefer biraz daha hafifti.

 

 

Loading...
0%