Yeni Üyelik
2.
Bölüm

ARAF

@ben1deniz

Bedenime sarılan ateşin alevleri yavaş yavaş beni terk ederken yorulduğumu hissetmiştim. Etrafı ışığıyla yansıtan ateş birden sönerken gün kendini koyu bir kızıllığa bıraktı. Ateş gezegeninde artık akşam olmuştu. Eve doğru giderken, akşamın sessizliği içimi kapladı. Gözlerimdeki ateşin sıcaklığı, ruhumun derinliklerindeki boşlukla çatışıyordu; ateşin koruyucu kolları artık yavaş yavaş çekiliyordu, içimdeki kıvılcım ise yeni bir doğuşun müjdecisi gibiydi.

 

Yürüdükçe, ayaklarımın altında kırmızı toprakta yankılanan her adım, bana farklı bir şey fısıldıyordu. Eve yaklaşırken, yanımda bir tuhaflık hissediyordum. Gökyüzünde beliren yıldızlar, benden daha parlak görünüyordu; sanki beni izliyorlardı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım; bu nefeste, ateşin son kırıntılarını hissederken içimde bir serinlik dalgası yayıldı.

 

Evimin kapısını açtığımda, sıcak bir havanın içime dolduğunu hissettim. İçerisi, ateşin getirdiği bütün anıların yansımalarıyla doluydu; duvarlardaki kıvılcımlar, yaşamım boyunca tanıdığım her şeyin hikayesini anlatıyordu. Ama ben, içinde başka bir güç taşıdığım gerçeğiyle yüzleşmeye hazırdım. Derin bir nefes alıp, evimin ortasına geçtim. Kendi ruhumun alevleriyle yüzleşmek, bana özgürlüğün kapılarını açacaktı.

 

O an, aklımda bir düşünce belirdi: "Eğer ateş benim doğamsa, o zaman diğer elementleri de keşfetmek benim için bir zorunluluk." Kalbimdeki boşluk, yavaş yavaş bir tutkuya dönüşmeye başladı. Su, rüzgar, toprak... Hepsi, içimdeki ateşten bağımsız olarak varlıklarını sürdürüyordu. Ancak, bu elementlerin gerçekte benimle bağlantılı olup olmadığını öğrenmek için cesur bir adım atmam gerekiyordu.

 

Sırtımı yere yaslayıp gözlerimi kapattım. "Beni kim bekliyor?" diye düşündüm. İçimdeki su damlası, ateşin kıvılcımlarıyla birleşerek yeni bir akış oluşturuyordu.

 

Birden altımda kalan zemin alev alev yanmaya başladığında hızla doğruldum. "Baba!" Babam bana sırıtırken yanan ateşin içinde ona öfkeyle bakıyordum. Gözlerimdeki kızgınlık, içimdeki ateşin güçlenmesine neden oluyordu. Yanan zeminde dans eden alevler, babamın şaka yaptığını biliyormuş gibi huzur içinde kıvrılıyordu.

 

Evimiz, ateş gezegeninin sert taşlarından inşa edilmişti; her bir taş, yangına karşı dirençli, dayanıklı bir zırh gibiydi. Duvardaki çamur kaplama, ateşin sıcaklığını dışarıda tutarak iç mekanın serin kalmasını sağlıyordu. Ancak o an, babamın yüzündeki keyifli ifade, kızgınlığımı daha da artırıyordu.

 

"Kes şunu, komşular rahatsız oluyor, kapıya gelecekler şimdi!" diye haykırdım. Bedenim zaten ateşten bir gömlekti; yanan alevler, bana asla zarar veremezdi. Ama dışarıda herkes için bu durum tehlikeli olabilirdi. Komşuların evi, bizi saran bu ateşten etkilenebilirdi. Babam, sadece eğlence olsun diye yapıyordu ama benim için bu, sadece bir şaka olmaktan çok daha fazlasıydı.

 

Bana dönerken, yüzündeki o neşeli gülümseme hiç azalmadı. "Kızım, ateş bizim dostumuz. Onu kontrol edebildiğimiz sürece, komşulara bir zarar gelmez," dedi. Ama ben, o an onu dinlemek istemiyordum. İçimdeki ateş, huzursuz bir yaratık gibi kabarmıştı. O sırada, ateşin bana ait olduğunu biliyordum ama bu gücün nasıl kullanılacağını öğrenmek istiyordum. "Ama bunu kontrol edemeyenler var, baba! Onlar için tehlikeli," dedim.

 

O, yanındaki alevi elleriyle süzüp, "Biliyor musun, Lyra, ateş sadece yıkıcı değil, aynı zamanda yaratıcılığın da bir simgesidir. Bize hayat verir, bizi korur. Ama onu kontrol edebilmeli, ona hükmedebilmelisin," dedi. O anda, onun sözleri kafamda yankılandı. Kontrol etmek... Evet, belki de bunun üstesinden gelebilirdim.

 

Babam, yüzündeki gülümseme ile ateşi büyütmeye devam etti; alevler daha da yükseldi ve içimi sarıp sarmaladı. "Şimdi, sen de denemelisin," dedi. İçimde bir cesaret oluştu. Alevlerin içinden geçmek, onları hissedebilmek... Bu benim için bir sınavdı. Yavaşça, ellerimi ateşin ortasına uzattım. Alevlerin sıcaklığı, beni bir kucaklama gibi sararken, korkum yavaş yavaş kayboldu.

 

"Lyra, sadece hisset," dedi babam. "Ateşle bir ol, onun enerjisini al ve yönlendir." O an, her şeyin dengeye oturduğunu hissettim. Alevler, benimle birlikte hareket etmeye başladı. Hızla büyüyen bir güvenle, alevleri istediğim gibi yönlendirmeye başladım. Hızla hareket eden kıvılcımlar, parlayan bir dans oluşturuyordu.

 

"İşte böyle!" diye bağırdı babam, sevinçle ellerini çırparak. "Güç senin elinde, onu doğru kullanmayı öğrenmelisin." Ama içimdeki huzursuzluk, bir an bile kaybolmamıştı. Ateşin bana sunduğu güç, diğer elementlerin varlığını hissettirmiyordu. Bu anın tadını çıkarırken, içimdeki suyun serinliğini de hissetmek istiyordum.

 

Babam, alevlerin arasında beni izlerken, içimdeki bu karışıklıkla yüzleşmem gerekiyordu. Yavaşça ateşi durdurup geriye çekildim. "Baba, sadece bu güçle kalmak istemiyorum. Ben diğer elementleri de keşfetmek istiyorum."

 

Babam, ciddileşerek bana bakarken, "Her element kendi yolunu çizer, Lyra. Su, rüzgar ve toprak... Hepsi ayrı ayrı bir ruhun içine gizler kendini. Dediğin imkansız, hiçbir ruh aynı anda dört elementinde sahibi olamaz."

 

Babamın sözleri içimde derin bir yankı bıraktı. Onun bakışlarında kaybolurken, sanki içimde bir şeyler çatırdıyor, kabuklar kırılıyordu. Kalbimde bir kıvılcım hissettim; onun verdiği öğütlere karşı gelen bir inat.

 

"Neden olmasın?" diye fısıldadım, kendime bile şaşırarak. "Belki de kimse denememiştir, belki de bir yol vardır."

 

Babam gözlerini daralttı, yüzüne gölgeler çökmüştü. "Bu gücün sınırları vardır, Lyra. Dengeyi bozmaya çalışmak... tehlikelidir. Ateş sana her şeyi verir ama aynı zamanda her şeyi alabilir de."

 

Başımı kaldırıp ona meydan okurcasına baktım. "O zaman dengeyi koruyarak öğrenirim. Kendi yolumu kendim çizeceğim."

 

Babam derin bir nefes alıp, sessizce başını salladı. "Eğer bu yola adım atarsan, bil ki tek başına yürüyeceksin. Bu, ailenin ve ata ruhlarının seni koruyamayacağı bir yolculuk olacak."

 

Kararımın ağırlığını omuzlarımda hissediyordum ama içimdeki o kıvılcım sönmek bilmez bir alev gibi büyümeye devam ediyordu.

 

"Ben kararımı ver-"

 

Babam, yüzünde sert ve katı bir ifadeyle, "Bu konuda daha fazla konuşmayacağız, Lyra," dedi. Sözlerim onun için birer rüzgar misali geçip gitmişti sanki. Bakışlarını üzerimden çekmeden, "Ateşin yükünü taşımak yeterince zor. Başka elementlerin yükünü de taşımaya kalkışman, hem senin hem bizim için tehlikeli olur. Bu mesele kapanmıştır," diye ekledi.

 

Sözlerindeki kesinlik, ruhumu soğuk bir duvar gibi sardı. Ateşin hararetini içimde hissederken, bu engel yüzünden yavaşça sönüyordu. Kendimi babamın karşısında daha küçük ve güçsüz hissediyordum; ona karşı gelmenin imkansızlığını, aynı zamanda bu zincirleri kırmanın arzusunu.

 

Bir an sessizlik oldu. İçimdeki bu duygu fırtınasını yatıştırmak için derin bir nefes aldım ve babamın gözlerine bakarak, belki de uzun zamandır sormak istediğim o soruyu fısıldadım: "Peki ya... annem?"

 

Babamın yüzü aniden değişti; katılığı bir gölge gibi kaybolmuş, yerine belli belirsiz bir hüzün çökmüştü. Dudakları bir an için titredi, sanki geçmişten gelen bir yarayı saklamaya çalışıyordu.

 

"Annen..." dedi, sesi beklediğimden daha yumuşak çıkmıştı, ama ardından çenesini sıkıca kilitledi. "Bu konuyu açma, Lyra. Annenle ilgili bilmen gerekenleri zamanı geldiğinde öğreneceksin."

 

Sözlerinin ardından sessizlik yeniden çöktü aramıza. Babam sessizce odadan çıkarken geride yüzlerce cevapsız soru ve içimde büyüyen bir boşluk bıraktı. Annem... küçüklüğümden beri hiç görmediğim annem... Onun da benim gibi bir yanı mı vardı yoksa?

 

Babam odadan çıkıp gittiğinde, içimde dolup taşan duygulara daha fazla karşı koyamadım. Düşüncelerim anneme takılıp kalmıştı. Onun kim olduğunu, neden hayatımda olmadığını, babamın neden onun hakkında konuşmaktan kaçındığını bir türlü anlayamıyordum. Kalbimde ona dair bir boşluk, derin bir merak vardı; sanki onunla tanışmam, kim olduğumu anlamamın anahtarıydı.

 

Ateşin hafif titreyen kızıllığı odanın köşelerini aydınlatırken, pencereye doğru yürüdüm. Gecenin karanlığına bakıp kendimi avutmaya çalıştım. "Annem..." diye fısıldadım. "Seni bulacağım. Kim olduğunu, nerede olduğunu öğreneceğim."

 

Babamın öğütleri zihnimde yankılanmaya devam etse de, içimde bir yerlerde başka bir sese kulak veriyordum artık. Bu ses beni hiç bilmediğim bir yola çağırıyordu. Ateşle sınanmıştım; belki de diğer elementleri keşfetmenin yolu, annemi bulmaktan geçiyordu. Onun izini sürerken kendi kimliğimi bulacak, tüm engellere rağmen kendimi tanıyacaktım.

 

Bir gün... bir gün onu bulup, ona tüm sorularımı sorma hayaliyle, alevlerin sıcaklığını yüreğimde koruyarak gecenin karanlığına baktım.

 

Pencereden dışarıya bir süre daha bakıp düşüncelerimle baş başa kaldıktan sonra, derin bir nefes alıp çatı katındaki odama doğru yöneldim. Babamın kesin ve sert tavrı, içimdeki ateşi bir süreliğine dindirmişti, ama anneme dair o belirsiz hatıra, kalbimde küçük bir kıvılcım gibi yanmaya devam ediyordu.

 

Dar ve gıcırdayan merdivenleri yavaşça çıktım, adımlarımın her yankısında zihnimdeki düşünceler daha da ağırlaşıyordu. Küçüklüğümden beri sığınağım olan bu oda, bana her zaman güvenli bir liman gibi gelmişti. Kapıyı sessizce araladım ve içeri adım attım.

 

Yatağıma uzandığımda, tavandaki eski ahşap kirişlere gözlerimi dikerek, zihnimde beliren annemin siluetini düşündüm. Bir yüzü yoktu belki, ama sanki varlığı buradaydı, beni teselli ediyordu.

 

Gözlerimi kapattım, içimdeki karmaşa yavaş yavaş sakinleşti. Aniden içime dolan bir huzurla uykuya teslim oldum. Rüyalarımda belki annemi bulurum diye umarak, sessizce uykuya daldım.

 

Gözlerimi açtığımda kendimi karanlık bir ormanın içinde buldum. Ağaçların dalları gökyüzünü tamamen kapatmış, sanki beni dış dünyadan ayıran bir çemberin içine hapsetmişti. Nefes aldıkça içime işleyen serinlik, garip bir huzur ve aynı zamanda derin bir korku veriyordu.

 

Adımlarımı attıkça kuru dallar çatırdadı. Karanlığın içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissettim ve tüylerim ürperdi. Gözlerim yavaş yavaş o tarafa kaydı; önümde, yerde kıvrılmış bir yılan yatıyordu. Siyah pulları ay ışığını yansıtarak parlıyordu, gözlerinde neredeyse insanı büyüleyen bir derinlik vardı.

 

Yılan, aniden hareketlenerek kıvrımlı bedenini çözmeye başladı. Gözlerimi ondan ayıramıyordum. O an, her şey değişmeye başladı. Yılanın ince uzun bedeni dönüştü, şekil değiştirdi. Şimdi karşımda, ihtişamlı bir güzelliğe sahip, parlak siyah saçları omuzlarından dökülen bir kadın duruyordu. Gözlerinde tanıdık bir parıltı, yüzünde belirsiz bir hüzün vardı.

 

Hayranlıkla, neredeyse nefesimi tutarak ona baktım. Kim olduğunu sormaya cesaret edemedim. Fakat o, bana doğru bir adım atarak, yumuşak bir sesle konuştu:

 

"Ben senin annenim, Lyra."

 

Duyduklarım karşısında donup kaldım, kalbim hızla çarpmaya başladı. Annem... yıllardır yüzünü bilmediğim, varlığını hissetmekten öteye geçemediğim kişi... tam karşımdaydı. Gözlerinde sanki uzak diyarlardan gelen bir çağrı vardı.

 

"Beni bul Lyra, buna ihtiyacım var." Gözlerimi kırpıştırırken olayın gerçekliğini sorguluyordum.

 

"Seni bulmamı mı istiyorsun?" diye fısıldadım, sesim titreyerek. O, başını yavaşça salladı, gözleri beni derin bir sırrın içine çekiyordu.

 

"Yolculuğuna devam et, Lyra. Gerçeği bulduğunda kendini de bulacaksın, sen sadece ateşin değil, diğer elementlerinde kraliçesi olacaksın. Bu evrenin değişime ihtiyacı var, ve bunu sen yapacaksın Lyra. Diğer üç elemente sahip güvenebileceğin üç kişiyi de yanına al ve beni bul Lyra. Beni bul," dedi ve yavaş yavaş silinmeye başladı, sanki hiç var olmamış gibi.

 

Elimi ona uzatmak istedim, ama çoktan yok olmuştu. Ormanın sessizliğinde bir başıma kalmıştım, ama içimde yeni bir umut ve azim doğmuştu. Annemi bulacaktım. Ne pahasına olursa olsun.

 

Rüyamın etkisiyle uyanır uyanmaz kalbim hızlı bir şekilde çarpıyordu. Gözlerim o karanlık ormandan sıyrılmayı başardı ama içimdeki heyecan hâlâ canlıydı. Yavaşça yatağımdan kalktım, annemin sözleri kulaklarımda çınlıyordu. "Gerçeği bulduğunda kendini de bulacaksın."

 

Hızla merdivenleri indim ve babamın bulunduğu odaya doğru koştum. Kapıyı açtığımda, babamın çalışma masasında derin düşüncelere dalmış olduğunu gördüm. Gözleri üstünde, ama o an aklımdaki her şeyi unuttum, tek bir düşünce vardı: Annemi bulmak.

 

"Baba!" dedim, nefes nefese. "Bana yardım etmelisin! Annemi bulmam gerekiyor. Rüyamda onu gördüm! Siyah bir yılan gibi dönüştü ve bana beni bulman gerekiyor dedi."

 

Babam aniden irkildi. Yüzünde bir an için korku belirdi, ardından sert bir ifadeye büründü. "Lyra," içindeki korkunun büyüdüğünü görebiliyordum. "Annenin varlığına dair umutların seni yanıltıyor," dedi, sesi net ve kararlıydı. "Rüyalara ne zamandan beri inanıyorsun?"

 

"Hayır! Ben onu gördüm!" diye itiraz ettim, sesim titriyordu. "Annem benimle konuştu. Onu bulmak için gezegen değiştirmem gerekiyor. Lütfen, bana yardım et!"

 

Babamın gözleri benden kaçtı, ama yavaşça başını iki yana salladı. "Bununla oynamak tehlikeli. Senin güvenliğin her şeyden önemli, Lyra. Bu isteğin seni yalnızca belaya sürükleyecek. Hayallerle gerçekler arasında ince bir çizgi var. Bunu geçemezsin."

 

Yüzümdeki umutsuzluk arttı. "Ama onu bulmak zorundayım! Benden yardım istedi! Sende biliyorsun ki bizler kolay kolay rüya görmeyiz!. Beni bu yolda yalnız bırakamazsın!"

 

Babam, sert bir şekilde yere baktı, derin bir nefes alarak omuzlarını silkti. "Bunu kabul edemem. Annenin kaybolduğu o gün, seni koruma sözü verdim. Bunun peşinden gitmek, seni tehlikeye atacak. Unut bunu, Lyra."

 

Kalbimdeki ateş sönerken, başımda bir bulut gibi dolanan hayallerim de suya düştü. Annemi bulmak için çabalarken, bir anda kendimi tamamen yalnız hissettim.

 

"Baba, lütfen dinle!" dedim, sesim daha da yüksek çıkmıştı. "Bu sadece bir rüya değil; annemin bana gönderdiği bir işaret. Eğer onun peşinden gitmezsem, kendimi asla bulamayacağım. Onun nerede olduğunu bilmiyorum hem onu bulmak hem de başka bir gezegene geçmek benim için bir fırsat olabilir!"

 

Babam gözlerini sıktı ve masanın kenarına yaslandı. "Lyra, bu hissettiğin şeyler seni yanıltıyor. Rüyalar, gerçekliğin karanlık taraflarını yansıtabilir. Anneni aramak yerine burada kal ve ateşinin gücünü geliştir. Güçsüzleşme, bu istek seni sadece daha fazla acıya sürükler."

 

Bir an sessizlik oldu. Onun soğuk ve katı tavrı içimde bir kırılma yarattı. "Ama ben kendimi kaybolmuş hissediyorum! Bu güç yalnızca ateşten ibaret değil, diğer elementleri de öğrenmek istiyorum! Annemi bulmam için bana yardım etmen lazım. Eğer onu bulursam, her şeyi anlayacağım."

 

Babam, başını yavaşça iki yana sallayarak, "Benim için en önemli şey senin güvenliğin, Lyra. Bunu bir macera olarak görme. Hayallerin peşinden koşmak, seni tehlikeye atmak demektir. Bu yolculuk tehlikeli ve geri dönüşü olmayan bir yol. Bunu yapamazsın," dedi.

 

Kalbim kırılırken, sesimi kontrol etmeye çalıştım. "Ama ben güçlü olmak istiyorum! Kendimi ve kim olduğumu öğrenmek istiyorum! Eğer seninle bu konuda anlaşamazsam, bunu kendi başıma yapacağım! Senin yardımın olmadan bile!"

 

Babamın yüzü sertleşti, ama içinde bir çatışma olduğunu hissettim. "Buna kesinlikle izin vermeyeceğim, Lyra. Hiçbir şekilde katılmam. Gücünü artırmak için burada kalmalı, yalnızca ateşinle değil, kendinle de barışmalısın. Gözlerin kapalıyken başka gezegenlere gitmek, seni yalnızca daha fazla karanlığa sürükleyecek."

 

Yüreğimdeki ateş sönmeye başlarken, onun gözlerindeki kararlılığı görünce umudum da yavaşça silinmeye başladı. "Ama ben annemi bulmalıyım, Baba! Bu benim tek arzum!"

 

"Hayır, bu yalnızca bir takıntı. Bunu yapmana izin vermem. Senin güvenliğin her şeyden önce gelir," dedi. Gözlerinde kesin bir kararlılık vardı; bu konunun kapandığını anlatan bir bakış attı. Kendimi daha da çaresiz hissettim, ama içimdeki kararlılık hiç sönmeyecek bir ateş gibiydi. Annemin peşine düşmeyi, ne olursa olsun bırakmayacaktım.

 

Sert bakışları ardında odayı terk etti. Gözlerim pencereden dışarı bakarken güneş kendini yine yakıcı bir güzellikle gösteriyordu. Evden ayrılırken kafama koyduğumu yapacaktım. Annem benden yardım istiyordu ve ona yardım edecektim, onu bulacaktım.

 

Adımlarım ateş gezegeninin en bilge ustasının evine doğru yönlendirirken soluklarım duman çıkarır gibi burnumdan firar ediyordu.

 

"Hey Lyra! Ne bu sinir, adımların kıvılcımlar yaratıyor, dikkat et!" Bana seslenenin kim olduğunu dahi umursamadan önünde durduğum kapıyı çalmaya başladım.

 

Kapı ağır bir gıcırtıyla açıldığında, karşımdaki bilge usta, gözlerimin içine bakarak beni baştan aşağı süzdü. Üzerinde kat kat sarmalanmış kumaşlar, boynunda ateş rengi bir taş parlıyordu.

 

"Lyra," dedi, sesinde eski zamanlardan kalma bir bilgelik. "Yine ateşin hükmünde, öfkeyle geldin demek."

 

"Annem kayıp," dedim, lafı dolandırmadan ki zaten bunu biliyordu. "Onu bulmam gerek, usta. Ateş gezegeninin tüm sırlarını biliyorsun. Beni doğru yola yönlendir."

 

Gözleri kısılarak bakarken başını hafifçe sağa sola salladı. "Lyra," sesinin sakinliği beni daha da öfkelendiriyordu. "Annen nerede bilmiyoruz, neye dayanarak onu arayacaksın?"

 

"Dün gece rüyama geldi! Onu bulmamı istedi." İnanmamış gibi gözleri küçülürken içeri girmem için kapıdan çekildi. "Dediğin şey çok zor Lyra. Bizler rüya göremeyiz, görsek bile bu hiç iyiye işaret değildir." Yerde derin bir çukur vardı ve içinde dans eden ateş evi aydınlatıyordu. "Gördüm diyorum usta, siyah bir yılan gördüm önce. Sonra insana dönüştü, yani anneme... Gördüm onu. Beni bul diyordu."

 

Çukurun başına geçerek avuç içiyle ateşi farklı yönlendirmeye başladı.

 

"Başka ne söyledi,"

 

"Beni bul dedi, ne söyleyecek başka? Ne söylemesini beklersin?" Kısa bir bakış attığında gözlerimi devirdim. "Lyra, nerede olduğuna dair hiçbir şey söylemedi mi?"

 

"Hayır."

 

"Annen çok güçlü bir kadındı. Sen doğduktan sonra doğumunda etkisiyle gücüne güç katılmıştı, zapt edemedi ve bir gece ansızın yok oldu. Şimdi yıllar sonra böyle bir rüyayla karşına çıkması... Şaşırtıcı..."

 

Yanına geçip ateşi avuçlarımda hissetmeye başladım. Ateşi yönlendiren ellerim bir an için durdu. Annemle ilgili anlatılanlar, anılarımda boşluklar yaratıyordu. Onu hep güçlü, başına buyruk biri olarak hatırlamıştım; ama bir gün aniden kayboluşunu anlayamıyordum. Kendimi toparlayıp yeniden ateşi avuçlarımda hissettim, alevlerin sıcaklığı içimdeki öfkeyi yatıştırıyordu.

 

"Peki, neden geri dönüyor şimdi?" diye sordum. "Yoksa yıllardır bir şeyler saklanıyor mu benden?"

 

Usta başını sallayarak uzaklara baktı, sanki yılların ötesinde bir sırla konuşur gibiydi. "Kayıp gitmesinin ardında güçlü bir sebep vardı, Lyra. Senin gücünün ortaya çıkmasını bekliyordu belki de. Şimdi seni bu yolculuğa itiyor. Onu bulman, hatta belki kendini bulman için."

 

Derin bir nefes aldım, kalbim hızla çarpıyordu. "Gideceğim. Onu bulmadan geri dönmeyeceğim."

 

Usta, omzuma hafifçe dokundu. "O halde bu ateş sana rehberlik etsin. Annene giden yolu bulmak için her şeyin ötesine geçmen gerekecek. Ateşin seni daha önce görmediğin diyarlara götürecek, hazır mısın?" Büyük bir alev topunu ellerime bıraktığında yutkunmadan edememiştim. Ateşin kızıllığı ile sarılmış saçlarımı uçuşturuyordu.

 

Kararlı bir bakışla başımı salladım. "Hazırım," dedim. Alevlerin içindeki yolu izleyerek annemin bıraktığı izleri bulmak, kim olduğumu öğrenmek için yola çıkacaktım.

 

"Bunu yapmak istemiyorum ama seni tanıyorum Lyra, annenin bütün asi genlerini kendinde topladığın için seni zapt edemeyeceğimi biliyorum. Onun için tamam, sana yardım edeceğim. Şimdi sadece gözlerini kapat ve kendini elindeki alevin içine girerken hayal et, seni diğer gezegenlere götürecektir. Unutma, annenin hangi gezegende olduğunu bilmiyorsun. Yanına mutlaka diğer gezegenlerde yaşayan birilerini almayı unutma. Ama..." Kelimeleri durduğunda susmasını istemiyordum.

 

"Ama, ne usta?"

 

"Annen diğer üç gezegende olmayada bilir?" Kaşlarım havalandı. İçimi korku kaplarken ne demek istediğini anlamamıştım. "Ne demek istiyorsun, usta. Başka gezegenler de mi var?"

 

"Araf." Dediğinde ister istemez yutkundum. "Araf, çok uzak bir yer. Eğer oradaysa onu getirmek imkansız gibi bir şey, Lyra."

 

"Araf mı?" dedim, sesi titreyen bir fısıltıyla. Oranın yalnızca bir masaldan ibaret olduğunu sanıyordum. Çocukken anlatılan, gidip de dönmeyenlerin efsanesi... Annemin gerçekten orada olabileceği düşüncesi mideme bir yumru gibi oturdu.

 

Usta, yüzüme derin bir ciddiyetle baktı. "Evet, Araf. Orası, yaşamla ölüm arasında sıkışıp kalanların diyarı. Yalnızca en güçlülerin girebileceği, ama oradan çıkmanın neredeyse imkânsız olduğu bir yer."

 

"Başka seçeneğim yok," dedim, sesimdeki kararlılığı kendim bile tanımayarak. "Eğer oradaysa, onu bulmak için Arafa da giderim gerekirse."

 

Usta, derin bir iç çekti ve elini omzuma koydu. "Bu yolculuk, düşündüğünden çok daha tehlikeli olacak, Lyra. Ateş gezegeninde öğrendiklerin seni Araf'ta koruyamayabilir. Orası elementlerin birbirine karıştığı, gerçekliğin sınırlarının belirsizleştiği bir yer."

 

Bir an için gözlerimi kapattım ve içimdeki alevlerin gücünü hissettim. Annemi bulmak için tüm tehlikeleri göze almıştım. "Beni ne beklerse beklesin, Araf'a gitmeyi de göze alıyorum," dedim.

 

Usta başını eğerek onayladı. "Çok uzun bir süreç seni bekliyor Lyra, önce diğer gezegenlerde olup olmadığını öğrenmen gerekecek."

 

Derin bir nefes aldım ve kararlı bir adım attım. "Ne olursa olsun onu bulacağım usta, isterse araf da isterse gezegenlerin en ıssız bucağında olsun, onu bulacağım." Ufak adımlarla yanımdan uzaklaşırken bir kaç kelime fısıldamaya başladı. Ellerinin arasında kısa ama ince bir çubuk belirmeye başladığında parmaklarının arasından ateş kıvılcımları yükseliyordu.

 

Bir süre sonra durdu ve oluşan ateşten çubuğu havada süzülerek diğer elime bıraktı.

 

"Bu çubuk büyücülerin ve sihirbazların oyunu, doğası gereği elementleri olmayan ruhlara verilir."

 

"Ama benim elementim var,"

 

"Ama can güvenliğin yok. Onu zor durumda kalmadığın sürece kulanmamalısın. Onu kullanacağın vakit ise sadece konuşman yeterlidir. Onunla bir ruhmuş gibi konuşacaksın.

 

Usta, bakışlarını ateşten çubuğa sabitlemiş, gözlerinde ciddi bir ifade vardı.

 

"Bu çubuğu doğru kullanmazsan seni yok edebilir," diye devam etti. "Büyü, kontrol isteyen bir şeydir, sadece arzularını değil, ruhunu da katmalısın."

 

Çubuğa dikkatle baktım. Küçük alevler yüzeyinde dans ediyor, adeta kendi ruhuna sahipmiş gibi titreşiyordu.

 

"Onunla nasıl konuşmam gerekiyor?" diye sordum, biraz tereddütle.

 

"İçinde sakladığın gücü hisset, kendini onun bir parçası gibi gör. Aklından geçenleri anlamayacak, ama kalbinden geçenleri hissedecek. Ona yumuşakça hitap et, rehberliğini kabul ettiğini göster."

 

Dudaklarımı aralayıp derin bir nefes aldım. Çubuğu iki elimle kavrayarak gözlerimi kapattım. İçimden bir sesle, sanki bir arkadaşla konuşur gibi yavaşça fısıldadım:

 

"Yol göster bana, sana ihtiyacım var."

 

Bir an için hiçbir şey olmadı. Ardından çubuk, avucumda hafifçe titreşmeye başladı. İçimde bir sıcaklık yayıldı; sanki küçük bir kıvılcım yavaş yavaş büyüyerek ruhumu sardı.

 

"Evet, işte böyle," dedi eğitmenim tatmin olmuş bir sesle. "Artık onu zor durumda kaldığında kullanabilirsin, ama sakın unutma, ateşin tadına kapılma. Ateş, dost olduğu kadar tehlikelidir de."

 

Başımla onayladım. Elimde tuttuğum çubuk artık bir araç değil, sanki ruhuma dokunan bir bağ olmuştu.

 

Diğer elimde duran alev topuna dikkatle baktım. "Hazır mısın?" Yavaşça başımı salladım. Çubuğu kemerime takarken gözlerimi yavaşça kapattım. "Bu alev topu beni diğer gezegenlere götürecekti.

 

"Gideceğin yeri zihninden geçir, ardından bekle." Zihnimde hangi elementim söylemeliydim ilk bilmiyordum ama hava gezegeni diye tekrarladım birden. Saçlarımın uçuştuğunu hissediyordum. Bir süre sonra ayaklarım yerden kesildi. Gözlerim kapalı olmasına rağmen oluşan ışık ışınları önümde parlayıp geçiyordu

 

Buğulu seslerin ardından yumuşak bir zemine bastığımı hissederek gözlerimi açtım.

 

Gözlerimi açtığımda, kendimi yumuşak, beyaz bulutlardan oluşmuş bir zemin üzerinde buldum. Bulutlar ayaklarımın altında hafifçe titreşiyor, sanki üzerlerinde yürümeme destek olmaktan memnuniyet duyuyorlardı. Etrafımda uçsuz bucaksız bir gökyüzü vardı; parlak mavi ve beyazın tonları arasında dans eden bulut kümeleri, uzakta ışıl ışıl yanan bir güneşin altında parlıyorlardı.

 

Bir anda, hafif bir rüzgar saçlarımı okşayarak geçti. Bu rüzgar, sıcak değildi; tam aksine serin ve ferahlatıcıydı, sanki beni burada karşılayan bir dost gibiydi. Yavaşça adım atarken, gözlerim bir şehri andıran bir yapı fark etti. Yüksek sütunlar, yarı saydam binalar ve havada süzülen yapılar... Hepsi hafifçe dalgalanan bulutlarla çevriliydi, sanki bütün şehir uçuyormuş gibi görünüyordu.

 

"Hava elementi gezegenine hoş geldin," dedi arkamdan gelen nazik bir ses. Döndüğümde, uzun, beyaz elbiseler içinde bir varlık gördüm. Saçları hafif bir rüzgarla dalgalanıyor, gözleri ise gökyüzünün en saf mavisi kadar derin görünüyordu. Yüzünde sakin bir gülümseme vardı.

 

"İlk defa bir başka elementi ziyaret ediyorsun sanırım," dedi nazikçe. Başımı onaylayarak salladım, şaşkın ama merak dolu gözlerle etrafıma bakıyordum. "Bu dünyada her şey hafiflik ve özgürlük üzerine kuruludur. Burada yer çekimi bir başka gezegendeki gibi işlemez. Ruhun ne kadar özgürse, bedenin de o kadar hafif olur."

 

Elini uzatarak beni etrafı gezmeye davet etti. Hafifçe süzülerek yürümeye başladık. Rüzgar, bedenimi sarmalıyor, her adımda hafifliğimi hissettiriyordu. Havada asılı duran kristal bir köprüye doğru ilerledik. Altımızda bulutlar yavaşça akıyor, gökyüzünde adeta bir okyanus dalgası gibi süzülüyorlardı.

 

Bu gezegenin sakinleri, zarif kanatlara sahipti; kimi havada süzülerek kimi ise yumuşak adımlarla bulutlar üzerinde yürüyerek yol alıyordu. Gökyüzünde kuşlar gibi daireler çizen figürler, bir melodiyle birlikte adeta dans edercesine uçuşuyorlardı. Her biri farklı bir rüzgarın ritmine göre hareket ediyor gibiydi.

 

"Burada bir element seçmen gerekecek," dedi yanımdaki varlık. "Her elementin kendine has bir gücü vardır. Seçimini yaptıktan sonra, bu güç seninle bir olur ve bir daha bırakmaz."

 

İçimde hafif bir heyecan ve tereddütle ona baktım. "Hangi elementi seçmeliyim?" diye sordum.

 

"Bu, kalbinin ve ruhunun çağrısına bağlı," diye yanıtladı sakin bir sesle. "Rüzgarın gücünü mü, fırtınanın enerjisini mi yoksa saf havanın hafifliğini mi arzuluyorsun? Hangi yolda ilerlemek istersen, o yolda sana rehberlik edeceğiz."

 

Önümde üç seçenek beliriyordu; hepsi büyüleyici, hepsi birer sır gibiydi. Kalbimi dinleyerek seçimi yapmam gerektiğini biliyordum.

 

Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım, zihnimde üç seçenek yankılanıyordu. Rüzgarın hafifliği, fırtınanın yoğun gücü ve saf havanın dinginliği... Her biri kendi içinde beni çağırıyordu, fakat hangisinin benim yolum olduğunu bulmak zordu. İçimde bir dürtüyle kalbimi dinlemeye karar verdim.

 

Bir an sonra gözlerimi açtığımda, yanımdaki varlık bana dikkatle bakıyordu. "Kararını verdin mi?" diye sordu.

 

"Rüzgarın gücü," dedim içimde beliren kesinlikle. Rüzgarın hafifliği ve özgürlüğü beni kendine çekmişti. Ruhumun bu gezegenle uyum sağlamak için hafif ve esnek olması gerektiğini hissediyordum.

 

Varlık başını onaylayarak salladı ve elini uzatarak avucumun içine küçük, parlak bir kristal yerleştirdi. Kristal, sanki gökyüzünden alınmış bir parça gibiydi; içinde hafif bir mavi parıltı, dalgalanan bir rüzgarın izlerini taşıyordu. "Bu kristal senin rüzgarla olan bağın olacak. Onu her hissettiğinde rüzgarın hafifliği sana güç verecek."

 

Kristali avucumda tutarken vücudumun hafiflediğini hissettim. Rüzgar hafifçe etrafımda dönerek sanki beni tanıyor ve benimle dostça dans ediyordu. Bir an sonra, ayaklarım yavaşça yerden kesildi; havada süzülen bir kuş gibi hafifçe yukarı doğru yükselmeye başladım.

 

Havanın içinde süzülürken kendimi daha önce hiç olmadığı kadar özgür hissettim. Rüzgar, kollarımın altından geçiyor, yüzümde serin dokunuşlarla dolanıyordu. Her hareketimde sanki ben değil, doğanın kendisi dans ediyordu. Bir bulutun üstüne yavaşça konarak etrafıma baktım.

 

Yanımdaki varlık yine belirdi, bu kez benimle aynı seviyede süzülüyordu. "Artık hava elementi senin bir parçan. Rüzgar seni her zaman koruyacak ve sana yol gösterecek," dedi hafif bir gülümsemeyle.

 

"Teşekkür ederim," dedim, gözlerimde minnetle. Bu gezegen bana yalnızca yeni bir yetenek değil, aynı zamanda ruhumda hissettiğim bir özgürlük vermişti. Varlık bana son bir kez daha bakarak "ama Unutma, rüzgarla olan bağın sadece bir bu gezegende geçerli, başka bir gezegende gücün seninle gelmeyecek." dedi. Şaşırsamda belli etmedim.

 

"Bana adını bahşet." Dediğinde gücümün etkisinden çıkıp dik bir duruş aldım. "Ben Lyra."

 

"Neden buradasın Lyra?" Kuruyan dudaklarımı ıslatırken gülümsemeye çalıştım. "Annemi arıyorum..." Duyduğu ile başını sallarken, "annen burada mı Lyra?"

 

"Bilmiyorum." Garip bir bakış attı. "Annem ben daha bebekken birden kayboldu."

 

"Senin adına üzüldüm." Önemli değil dercesine başımı salladım. "Dün gece rüyama geldi, beni bulman gerek dedi, nerede olduğunu bilmiyorum ama onu bulmam gerek."

 

Hava elementi kadını gözlerinde şefkatle bana bakıyordu. "Rüyalar bazen gizemli işaretler taşır," dedi ince bir sesle. "Annenin sana bir mesaj göndermiş olması... Belki de hâlâ bir yerlerde seni bekliyordur."

 

Sözleri içimde hafif bir umut kıvılcımı yaktı. Yıllardır annemi bulmaya dair umudum azalmışken, bu rüya bana yeniden bir ışık vermişti. "Bu mesajı çözmeliyim," dedim kararlı bir sesle. "Annemin nerede olduğunu bulabilecek her türlü işareti izlemek istiyorum."

 

Kadın yumuşak bir tebessümle başını salladı. "Bu yolculukta yalnız olmamalısın," dedi nazikçe. "Bu yol, eski sırlar ve bilinmeyen tehlikelerle dolu olabilir. Ancak rüzgar sana rehberlik edecek. Eğer gerçekten onu bulmak istiyorsan, rüzgarın fısıldadığı yöne dikkat et."

 

Sözleri sanki havanın kendisi gibi ruhuma dokundu. Bir an sonra, yüzünü göğe çevirdi ve elini uzatarak bir hareket yaptı. Hafif bir rüzgar etrafımızda dönmeye başladı, fısıldayan bir ses gibi kulağıma annemin ismini getiriyordu.

 

"Sana annene ulaşman için ilk işareti vereceğim," dedi, avuçlarını açarak. Ellerinde küçük bir tüy belirdi, beyaz ve parlak. "Bu tüy, annene giden yolu bulmana yardım edecek. Rüzgarın gücünü kullanarak onu takip et; sana annenden izler gösterecek."

 

Tüyü dikkatlice avucuma aldım. Hafifçe parlıyor ve rüzgarın yönünü gösteriyormuş gibi süzülüyordu. Gözlerimde bir umutla ona baktım. "Neden bana yardım ediyorsun," dedim fısıltıyla. "Beni tanımıyorsun bile..." Hafif bir gülümsemeyle gözleri parladı. "Annen..." Durdu. "Senin buraya geleceğini biliyordum, Rhea benim en yakın arkadaşımdı Lyra," şokla yüzüne bakarken uzaklardan birinin buraya doğru geldiğini gördüm. "Nasıl?" Dediğimde şaşkınlığım sesime yansımıştı. Annemin ismi kulaklarımda çınlarnırken kendisinden bir cevap bekliyordum.

 

Hava elementi kadını başını eğerek gülümsedi. "Annem hakkında ne biliyorsun?" Sorumu yanıtsız bıraktı. Genç, benim yaşlarımda bir kızın yanımıza gelmesiyle elini omzuna koyarak onunla karşı karşıya gelmemizi sağladı. "Nerissa sana bu yolculukta eşlik edecek Lyra. Onun güçleri sayesinde annene ulaşman daha kolay olacaktır." Mavi gözlü, beyaz saçlı ve bebek yüzlü kıza bakarken saflığın bütün anlamına bürünmüşlüğünün naifliğini gördüm. "Ona nasıl güvenebilirim." Dedim, beyaz ve bebek mavisi tonlarında ki kanatlarında gözlerimi gezdirirken.

 

"Ona güven Lyra, annen bu gezegende değil. Bize güvenmiyorsan bile annene güven. Nerissa çok güvenilir bir ruhtur. Sana ihanet edemez, etmez." Hafifçe yutkunurken hiç ummadığım bir şekilde karşılanmıştım. "Annemi nereden tanıyorsun dedim?" Sorumun cevabını almadan bir yere gitmeyecektim.

 

Gerilen bir yüz ifadesi ile bakarken avuç içini havaya doğru açarak bir şeyler fısıldadı. Oluşan küçük hortumun üstünde görüntüler oynamaya başladı.

 

Ve onu gördüm...

 

Annemi.

 

Siyah saçları omuzlarına dağılıyordu, ve siyah gözleri doğruca bana bakıyordu. Üzerinde ateşi, toprağı, havayı ve suyu temsil eden bir elbise vardı. "Annem ateş elementi kadını değil mi? Neden dört elementi de temsil eden bir elbise giyiyor?" Dediğimde farkında olmadan sesim titriyordu. "Çünkü annen, özel bir ruhtu Lyra. Dört elemente de sahip olan nadir ruhlardan biriydi. Onunla tanışmamız da zaten bu vesileyle oldu. Hava gücünü geliştirmek ve iyileştirmek için yüz yıllar önce buraya geldi. Onunla yine burada tanıştık. Ona gücünü ben öğrettim. Ama..."

 

"Susma!" Dedim, annem hakkında öğrendiğim her bilgi benim için çok kıymetliydi. "Devam et, lütfen!"

 

"Ama sonra bir daha dönmemek üzere gitti. Görmedim onu, ulaşamadım kendisine." Yutkundu. " Çok uzun bir sürenin ardından Annen bir şekilde rüyalarıma girmeye başladı. Onunla bu şekilde iletişime girebiliyordum. Seni de bu şekilde öğrendim."

 

"Seninle iletişim kurabiliyorsa nerede olduğunu da söylemiştir değil mi?"

 

"Hayır Lyra, bilmiyorum. Annenin zihni kontrol ediliyor. Kendi iradesi dışında onu ele geçirmişler. Bana sadece izin verdikleri kadar, parça parça bilgi verebiliyor."

 

Kursağıma dizilen kelimeler canımı acıtıyordu. Gözlerimden akan kırmızı alevden yaşlar düştüğü bulutu buhar edip yok ediyordu. "Ağlama Lyra, onu bulacağından eminim. Çünkü sende onun bir parçasısın. Bunu yapabilirsin."

 

"Yapabilirim," diyerek fısıldadım. "Onu bulacağım." Elinde yok olan görüntüye son kez baktım. Nerissa bana doğru bir adım attı. "Her zaman yanındayım Lyra." Dediğinde ona minetle baktım. Avuç içimi açarken beni buraya getiren ateş topunu avuçlarımda var olması için gözlerimi kapattım. Tenimde oluşan sıcaklık büyürken elimi Nerissa'ya uzattım. Yumuşacık teni tenime yaslanınca gözlerini kapatmasını istedim. Beraber birden bir yolculuğa çıkarken saçlarımın oluşan etkileşimin ardından uçuştuğunu hissedebiliyordum. Hatta Nerissa'nın kanatlarının yumuşaklığını sırtımda hissedebiliyordum.

 

Bu tarifsiz bir duyguydu. Ayaklarım sert bir zemine yaslanırken gözlerim açılmaya başladı. Ateş topu avuçlarımda yok olurken elimiz ayrıldı. "Neredeyiz?" Etrafın yeşilliğine, ağaçlarına ve upuzun dağlarına bakıldığına göre toprak gezegenindeydik.

 

"Toprak elementi." Dedim, ona açıklama yapmakstercesine. Etrafımızda ağaçların arkasında zıplaya zıplaya kaçan ceylanları görebiliyordum. Dağların arasından akan şelaleler vardı, ve gökyüzünde inanılmaz bir güzellik vardı. Kuşlar cıvıl cıvıl, hayvanlar şen şakrak bir hayat sürüyordu. "Burası inanılmaz." Dedi, Nerissa. Hayranlığı sesine yansımıştı.

 

Gözlerimizi doğanın bu eşsiz güzelliğine dikmiş, derin bir nefes aldık. Havada toprak kokusu vardı; serin ama içimizi ısıtan, güven veren bir hisle doluyordu ciğerlerimiz. Nerissa'nın eli yeniden elime dokundu. Onun yumuşak parmakları, doğayla bütünleşmiş gibiydi. Sanki burada, toprak elementinin kalbinde, kendini daha özgür hissediyordu.

 

“Bu manzara bir rüya gibi,” diye fısıldadı, gözlerini gökyüzüne dikerek. Gökyüzünde yavaşça süzülen bulutlar ve çevremizdeki doğa sanki bizi bir masalın içine çekmişti.

 

Bir adım daha attıkça toprağın enerjisini ayaklarımızda hissetmeye başladım. Ayaklarımızın altında yeşeren çimenler, ufak dokunuşlarımızla sanki bizden güç alıyordu. Nerissa’nın gözleri parladı, doğanın tüm güzelliğini içine çekmeye çalışıyordu.

 

"Burası sadece bir başlangıç," dedim ona. "Toprak gezegeninin derinlerine indikçe, hayatın özüne, bu enerjinin kaynağına ulaşacağız."

 

Nerissa'nın gözlerinde bir kıvılcım belirdi. “Daha derinlere…” diye mırıldandı. O an yanımızdan bir ceylan daha sıçrayarak geçti; doğanın tüm canlılığıyla bizi selamlıyordu sanki. Dağlardan akan şelalenin sesi yankılanırken Nerissa, sanki bu çağrıya cevap verir gibi adımlarını hızlandırdı.

 

Büyük bir elma ağacının yanında dururken elini nazik bir şekilde ağaçtaki meyveye uzattı. "Bana, bu güzelliklerinden birini bahşet lütfen." Ağaç sanki onu duymuş gibi bir dalını bize doğru uzatırken onu hayranlıkla izlemekten kendimi alamıyordum. Nerissa iki elmayı nazikçe koparırken ağaç tekrar eski halini aldı. Birini bana uzatırken elmaya içim gider gibi bakıyordum.

 

Bizler aslında acıkan varlıklar değildik. Sadece nefislerimizi doyurmak amacıyla her şeyden tadımlık alırdık. Ama ilk defa bir elmayı yemeye bu kadar heves etmiştim. Tam elmayı havaya kaldırıp bir ısırk alacaktım ki elma birden ellerimin arasından kayboldu. Şaşkınca az önce elmayı kopardığımız ağacın gövdesine bakarken sinsi bir okun bunu yapabileceği aklıma gelmezdi.

 

"Kim var orada!" Nerissa'yı arkama çekerken tedirginliğimiz hareketlerimize de yansımıştı. Okun geldiği yöne bakarken kimseyi görememiştim. "Kim varsa orada, lütfen çıkabilir mi? Biz dost canlısı ruhlarız!" Nerissa'nın kibarlığını göz devirirken sallanan çalılıkların arasında bir çift göz gördüm. Güçlerimi kullanamazdım. Çünkü, her şey yanmaya müsaitti ve geldiğim gezegeni yakma gibi bir niyetim yoktu.

 

Büyük bir hayvan patisi görürken gözlerim büyümeye başladı. "O-o da nedir Lyra?"

 

Büyük bir gövde çıkarken, korkuyla yutkundum. "Sanırım o bir aslan." Dediğimde adımlarımız korkuyla geriye doğru gidiyordu. Yelesini sağa sola sallayarak kabartan hayvan bize bakarak dilini yüzünde gezdirdi. "Hayvanların da bizim gibi yemek yememe gibi bir lüksleri var mı, Lyra?"

 

Nerissa'nın sesi korkuyla titriyordu ve küçük adımlarla üstümüze gelen bu aslan bizim arkaya doğru adımlamamıza neden oluyordu. "Sanırım yok Nerissa. Onlar her zaman aç varlıklardır." Korkuyla yutkunurken Nerissa'nın elini sıkıca tuttum ve gözlerimle kaçış yolu aramaya çalıştım. Kalbim hızla çarparken, aslanın sarı gözleri üzerimizdeydi ve adımlarını ağır ağır ama tehditkâr bir şekilde atıyordu. Yelesi rüzgârda dalgalanırken, ihtişamlı görüntüsü içinde bir an bile olsa bir çözüm yolu aradım. Fakat bu büyük, güçlü yaratığın önünde küçücük kalmıştık.

 

"Nerissa, hazır ol," diye fısıldadım, sesimin sakin kalmaya çalıştığını hissederek. "Ormanın içine doğru koşmamız lazım. Belki ağaçların arasına girersek bize yetişemez."

 

Nerissa başıyla hafifçe onayladı, ancak gözlerindeki korku her şeyin önüne geçmişti. Birbirimize son bir kez bakıp derin bir nefes aldık, ardından aynı anda hızla arkamıza dönüp koştuk. Ayaklarımız toprak üzerinde yankılanırken, dalların arasında ilerleyip kendimize bir sığınak aramaya başladık.

 

Arkamızdan gelen homurtuları duyabiliyordum; aslanın pençeleri yere vuruyor, her adımında sarsıntıyı hissediyorduk. Ağaçların arasına daldığımızda bile peşimizden gelmeye devam ediyordu. Panikle bir an duraksadığımda, Nerissa’nın kolundan tuttum ve daha da derinlere, sık ağaçların arasına yönlendirdim.

 

"Dayan, Nerissa!" diye bağırdım nefes nefese. "Sadece biraz daha! Onu atlatabiliriz!"

 

Önümüzdeki ormanın daha da sıklaştığını görünce içimde bir umut kıvılcımı belirdi. Eğer bu yoğun ağaç örtüsünün altına girebilirsek, belki izimizi kaybettirebilirdik.

 

Nerissa'nın soluğunu düzensizleştiğini duyarken aslanın hırıltıları arkamızda daha da yakınlaşmıştı. Artık kaçacak çok fazla yol kalmamıştı; önümüzde dev bir ağaç gövdesi yükseliyordu. Tam çaresizliğin soğuk bir korkuya dönüştüğü o anda, Nerissa bir an durdu ve gözlerindeki kararlılığı gördüm.

 

"Lyra, sıkı tutun!" diye fısıldadı, korkuyla ama güçlü bir sesle. Anlamaya çalışırken, Nerissa’nın sırtındaki kanatlar aniden açıldı. Parlak, gümüşi kanatları güneşin ışığını yakalayarak göz kamaştırıcı bir hale büründü. Tam arkamızdan gelen aslan, kanatların parıltısıyla bir anlık şaşkınlığa düşmüş gibi duraksadı.

 

"Nerissa, gerçekten mi?" diye sormaya kalmadan, o beni güçlü bir hareketle belimden kavradı. Gözlerimi kapatıp sıkı sıkıya sarıldım, ve bir an sonra havalanmaya başladık. Nerissa’nın kanatları güçlü bir biçimde çırpılırken, hızla ağaçların arasından yukarı doğru yükseldik. Rüzgar yüzüme vuruyor, kanat çırpışlarının ritmi kulaklarımda yankılanıyordu.

 

Aslan, şaşkınlıkla aşağıdan bize bakıyordu, güçlü patilerini yere vuruyordu, ancak ona ulaşamayacağımız kadar yükseğe çıkmıştık. Sonunda, Nerissa ile birlikte devasa ağacın en üst dallarına ulaştık ve oraya tutunduk. Nefes nefese kalmıştık, ama ikimizin de yüzünde aynı anda bir gülümseme belirdi.

 

“vu da neydi böyle!?” diye sordum ona, şaşkınlıkla ama aynı zamanda hayranlıkla.

 

Nerissa omuz silkerek, "buraya geldiğimde kaybolmuşlardı, çıkmaz sandım ama çıktı," dedi, heyecanla. “kendi gezgenimde olandan daha büyük." Kanatlarına hayranlıkla bakan sadece o değildi, resmen dibim düşmüştü.

 

Aşağıda kalan aslanın bir süre daha öfkeyle ormanda dolanıp sonunda yavaşça uzaklaştığını izledik. Sonunda güvenli bir şekilde nefes aldığımızda, etrafımızdaki manzaraya baktık. Yukarıdan her şey bambaşka görünüyordu; ormanın derinliği, dağların gölgesi ve uçsuz bucaksız yeşillikler göz alabildiğine uzanıyordu.

 

“Bu... inanılmaz,” diye fısıldadı Nerissa.

 

Gözlerimi manzaradan ayırıp ona baktım. "Cennet diye tabir ettikleri yer burası olsa gerek."

 

Nerissa, yüzündeki gülümsemeyle başını salladı. Bu yaşadığımız macera, aramızdaki bağı daha da güçlendirmişti. Birbirimize güvenimiz, artık her zamankinden daha güçlüydü.

 

Bir süre yukarıda kaldıktan sonra, Nerissa'nın kanatlarını çırpışları yavaşladı. Etrafı bir kez daha gözlerimizle taradık; aşağıda artık tehlike kalmamıştı. Derin bir nefes alarak elini tuttum ve başımı salladım.

 

“İnmeye hazır mısın?” diye sordum.

 

Nerissa, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle başını salladı. "Sıkı tutun," dedi ve kanatlarını bir kez daha açarak yavaşça inişe geçti.

 

Dalların arasından süzülürken rüzgarın hafif fısıltılarını duyabiliyordum. Nerissa dikkatle kanat çırparak ikimizi güvenli bir şekilde aşağıya, yere doğru indirdi. Ayaklarımız yere değdiğinde, içimde büyük bir rahatlama hissettim.

 

“Nerissa… bu inanılmazdı!” dedim ona hayranlıkla.

 

“Biraz korkutucuydu ama… sanırım buna değdi,” diye yanıtladı, gülümseyerek. Birbirimize baktık ve ardından ormanın derinliklerinden gelen kuş cıvıltılarıyla rahatlayarak sessizce ilerlemeye devam ettik.

 

"O okun nereden geldiğini anlamadım, aslan atmış olamazdı değil mi?" Nerissa'nın hatırlattığı anı ile başımı sallarken onu onayladım. "Sanırım biri bizi gördü, önce kendini belli etti, ardında aslanı üzerimize saldı." Dediklerim mantıklıydı, ve bunu yapanı bulacaktım.

 

Ağaçların ve güzel çiçeklerin arasından nereye olduğunu bilmeden yürürken arkamızdan gelen çatırdama sesine aniden durduk ve arkamızı döndük. Avuç içlerimde ateş kıvılcımları yükseltirken gelen sese doğru baktım. "Kim var orada!"

 

"Ya yine aslansa?" Nerissa'nın korkusunu anlayabiliyordum. "Sanmam." Dediğimde çok geçmeden bir ruh sureti gördük. "Hey! Söndür o ateşi, orman yangınları mı başlatmak istiyorsun?!"

 

Uzun boylu, toprak elementine sahip olduğunu belirten kıyafetler içinde bize seslenen kişiye öfkeyle bakıyordum. "Neden bizi takip ediyorsun!?" Dediğimde sırtında ki ok ve yayı fark ettim. "O oku sen attın değil mi?!" Gülümseyen ve sevecen bir tavırla ellerini teslim oluyormuşcasına havaya kaldırdı. "Benden size zarar gelmez kızlar, ben buranın ruhlarındanım. Asıl siz ne istiyorsunuz, ayrıca senin kanatların neden bu kadar güzel!" Son sözünü Nerissa'ya hitaben söylerken bebek yüzünde kızarıklar oluşmaya başlamıştı. Utanmıştı lanet şey!

 

Karşımdaki adamın gülümsemesi, içimdeki huzursuzluğu daha da artırıyordu. “Ruhlardan biri misin?” dedim, sesim titrek bir öfkeyle yankılanarak. “Neden bizim peşimizdesin? Ve o oku neden attın?”

 

Elini kaldırdığında, gözlerim onun sırtındaki ok ve yayı daha net gördü. Yüzü genç, ama gözleri derin ve bilge bir bilgiyle doluydu. Nerissa da yanımda durarak, her an ona nasıl yanıt vereceğini merakla bekliyordu.

 

"Benim amacım zarar vermek değil," dedi genç, gülümsemesi daha da genişleyerek. “Sizleri korumak için buradaydım. Aslında, toprak elementinin koruyucusuyum.” Son kelimelerini Nerissa’ya bakarak söylerken, gözlerindeki hayranlık belirdi. Nerissa'nın kanatlarına olan ilgisi, bu adamın içindeki tuhaf bir sıcaklıkla birleşmiş gibiydi.

 

Nerissa, bu beklenmedik ilgi karşısında mahcup bir şekilde başını eğdi. “Teşekkür ederim,” dedi kısık bir sesle.

 

Adamın gülümsemesi daha da derinleşti. “Buraya neden geldiğinizi bilmek isterim. Toprak, bu ormanın ruhu, yalnızca onu korumak için gelenleri kabul eder. Onun gücüne ulaşmak için bir nedeniniz olmalı.”

 

Kendime biraz daha güvenerek, “toprak gücüne ihtiyacım yok, annemi arıyorum,” dedim. “gezegenin bilgelerinden biriyle görüşmek isterim.”

 

Adam, bir an sessiz kaldı, düşüncelere daldı. “Anladım,” dedi sonunda. “ama annenin burada olduğunu sana düşündüren nedir? Belli ki ateş gezegeninden gelmişsin, onu burada bulman çok zor.”

 

“bırakta bu sorularımın cevabını senden daha bilge biri cevaplasın?” diye sordum. “Seni tanımıyoruz.”

 

“Bu doğru,” dedi genç. "Tamam, sizi götüreceğim ama öncelikle o kıvılcımları söndür lütfen, bir kaza çıksın istemeyiz değil mi?.”

 

Nerissa, heyecanla gözlerini açtı. “Gerçekten mi? Bizi götürebilir misin?”

 

“Evet,” dedi genç, başını sallayarak. "Seve seve!" Ve aralarında başlayan bu gereksiz çekime göz devirmekle yetindim. Kıvılcımlar avuçlarımda yok olurken onun bize yaklaşmasına izin verdim.

 

"Adım, Haul." Yanımıza geldiğinde elini uzatmıştı ama tutmadım. Benim aksime Nerissa onunla tokalaşırken ikisinin gözlerinde küçük parıltılar belirmeye başladı. "Hey! Bizi götür artık şu bilge ruha!" Elleri bağırmamla ayrılırken onların bu tuhaf çekimleri arasında kalmıştım. "Tabii," dediğinde ellerini çırptı. Uzaktan kocaman üç aslanın bize doğru koştuğunu görünce birden kendimizi geriye doğru adımlarken bulduk. "Korkmayın, onlar ruh yemezler, hele de bizi hiç yemezler."

 

"Ne diye çağırdın ki şimdi onları?" Sesimde korku ve telaş vardı. Nerissa arkamda bana sıkıca tutunurken maalesef Haul'un gözsterdiği rahatlığı biz sağlayamıyorduk. "Onlar bizi götürecek, gideceğimiz yere." Dediğinde aslanlar korkunç bir kükremeyle durdukları yerden bize kükrerken bacaklarımın titrediğini hissetim.

 

Haul bize dönerek gülümseyerek, “Artık biniş zamanı!” dedi. İkimiz de birbirimize bakarak hem heyecanlandık hem de tedirginlikle baktık. Nerissa, “Gerçekten biniyor muyuz?” diye sordu, gözleri parıldayarak.

 

Haul, en yakın aslanın yanına giderek, ona elini uzattı. Aslan, güçlü vücudunu eğerek ona binişi kolaylaştırdı. “Sadece güvenin ve onlara istediklerini verin,” dedi, gülümseyerek.

 

Nerissa, ilk adımını atarak aslanın sırtına çıkmaya çalıştı. Ben de arkasından hızla ilerleyerek kendi aslanımın yanına geldim. Aslanın yumuşak yelesi parmaklarıma dolanırken, içimdeki korku yavaşça yerini bir heyecana bıraktı. “yüce Hephaestus!” dedim, derin bir nefes alarak.

 

İkimiz de aslanların sırtına yerleştiğimizde, hayvanlar aniden hareket etmeye başladı. Aslanlar güçlü pençeleriyle toprağı sıyırarak hızlıca koşmaya başladılar. Rüzgar, yüzümüze çarparken, kendimizi doğanın kucaklayışında kaybolmuş gibi hissettik.

 

“Bu harika!” diye bağırdım, heyecanla. Nerissa da kahkahalarla eşlik etti. Aslanların üzerindeyken, kendimizi özgür ve güçlü hissediyorduk.

 

Yavaşça, Haul’un önünde giden aslanın peşine düştük. Dağın eteğinden yukarı doğru hızla ilerlerken, ormanın kalabalık sesleri arkamızda kaybolmaya başladı. Sadece rüzgarın sesi ve aslanların güçlü nefesleri yankılanıyordu.

 

Bir yandan da etrafımızdaki doğanın güzelliklerini hayranlıkla izliyorduk. Ağaçların arasında süzülen ışık huzmeleri, dağın zirvesindeki parlayan kaynağa doğru giden bir yol gibi görünüyordu. Aslanlar, yol boyunca ara sıra yan yan geçerken, güçlü pençeleriyle zeminle olan irtibatlarını sürdürdü.

 

Zirveye doğru yaklaştıkça, ışık daha da parlaklaşmaya başladı. “Biraz daha sabır,” dedi Haul, bizimle birlikte aslanların sırtında sabit durarak. "Geldik sayılır!”

 

Gözlerimizdeki heyecanla, hızla yukarı doğru ilerlemeye devam ettik. Bu yolculuk, bize sadece doğanın gücünü değil, aynı zamanda hayvanların sadakatini de sunuyordu.

 

İlerledikçe ruhların yaşam yerleri gözümüze çarpıyordu. Neredeyse her ruhun üstünde kendi elementini belli eden kıyafetler vardı, koyu, kahve ve yeşil detayları göz kamaştırıcıydı. Gözlerim Nerissa'ya takıldığında kanatlarının sırtında bir yumru gibi toplandığını fark ettim. Saçları uçuşuyor, gözleri Haul'un üzerinden çekilmiyordu.

 

Umarım bu yolculukta onları üzen bir şey olmazdı...

 

Sonunda büyük ihtişamlı bir şatonun kocaman bahçesine girdiğimizde aslanlar koşmayı bırakarak ağır ağır yürümeye başladı. Haul aslanını durdurarak inerken bizde onu taklit ettik. Aslanlar başları yerde geri geri giderken bunu bir saygı göstergesi olduğunu anlamıştım.

 

"Gelin kızlar!" Haul'u takip ederken Nerissa ile beraber yürüyorduk. Şatoya girerken muhafızların ve çalışanların sert mizacıyla karşılaşıyorduk. İki kat dönemeçli merdivenler çıktıktan sonra ortadan ikiye ayrılmış kocaman bir kapının önünde durduk. Haul kapıya doğru eğilerek saygı duruşuna dururken bir elini göğsüne götürmüştü. "Başka gezegenden misafirlerimiz var efendim, sizinle görüşmek için buraya geldiler." Dediğinde kapı ağır ağır açılmaya başladı. Kırmızı bir halı ortaya çıkarken halının sonunda büyük bir taht vardı. Yavaş adımlarla Haul'un eşliğinde odaya gidererken gözlerim odanın dört bir yanında parlayan elmaslara ve onları koruyan kuşlara takılıyordu.

 

"Burası muazzam bir yer." Nerissa ile adım adım yürürken odanın ortasında durduk. Büyük camekanların önünde orta yaşlı biri dururken ağır adımlarla bize döndü ve tahtına gelerek ağır ağır kendini bıraktı. Bize doğru bakarken başında olan altından yapılmış olan taçtan da anlayacağımız üzere buranın kralı kendisiydi.

 

"Bende sizi bekliyordum, Lyra." İsmimi sayıklamasıyla şaşırıp kalırken Nerissa elimi tutarak bana destek oldu.

 

"Misafirlerimizi getirdiğin için teşekkür ederim oğlum." Gözlerim haul'u bulurken, nazik bir gülümsemeyle teşekkürü kabul etti. "Saygılarımla majesteleri." Dediğinde nasıl bir oyunun içinde olduğumu anlamaya çalışıyordum.

 

"Ne kadarda annene benziyorsun, Lyra."

 

 

....

 

 

 

Devam edecek, iyi okumalar. Beğenip yorum yapmayı unutmayın. Teşekkürler, sevgiler...🦋

 

 

 

Loading...
0%