Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm

@ben1deniz

Gözlerimi masamın köşesindeki saate diktim. Akrep ve yelkovanın sessiz dansını izlerken, düşüncelerim her zamanki gibi odama doluşuyordu. Sessizlik, bu mesleğin ironik bir parçasıydı. İnsanların hayatındaki en derin yaraları dinlerken, odada sadece içten içe işleyen bir saat vardı. Sessizlik, çoğu zaman tedavinin başlangıç noktasıydı.

 

Danışanların yüzleri, hikayeleri ve suskunlukları birbirine karışıyordu. Her biri farklı bir dünyanın kapısını aralıyordu. Kimi, çocukluğunda sakladığı bir sırrın ağırlığı altında ezilirken, kimisi şimdiye dek bastırdığı bir korkunun pençesinde kıvranıyordu. Her seansın ardından, odada sessizlik kalıyordu. Ama bu sessizlik, asla tam anlamıyla boş değildi. Çünkü her sessizlik, söylenemeyen kelimelerin yankısıyla doluydu.

 

Bugün yine aynı koltukta, biri oturacak. Belki ellerini sıkıca kavuşturacak, belki gözlerini yere dikecek ya da tavana boş boş bakacak. Beden dili, kelimelerden daha çok şey anlatacaktı. Doktor olduğum kadar bir dedektif de olmalıydım; gözden kaçan her ipucu, karanlıkta kalmış bir yarayı işaret edebilirdi. O sessizlik anlarında, belki bir gözyaşı belirecek, belki bir dudak titreyerek gerçekleri açığa çıkaracaktı.

 

Ama ben beklemeyi bilirdim. Sessizlikten korkmazdım. Çünkü en derin yaralar, önce sessizlikte ortaya çıkar.

 

Saatin tik taklarına eşlik eden kendi nefes alış verişlerimi dinlerken, bugün gelen danışanımın kim olduğunu düşündüm. Ahi miydi yoksa Ahu mu? Onlar da diğerleri gibi sessizliğin içinde bir şeyler saklıyorlardı. Belki geçmişlerinin gölgeleriydi bu, belki de kelimelere dökemedikleri duyguların ağırlığı.

 

Kapının hafifçe aralanışı, düşüncelerimi dağıttı. Başımı kaldırdım ve içeriye doğru temkinli adımlarla giren kişiyi gördüm. Ahu... Gözlerindeki o tanıdık bulanıklıkla, bir süre durdu, odanın havasını kokladı adeta. Sanki her seans, aynı rutinin içinde kendini aramak gibiydi onun için. Yine de, bu sessizlik anları onun için daha derin anlamlar taşırdı.

 

yavaşça koltuğa oturdu, elleri dizlerinin üzerinde birleşti. Gözlerimi ondan ayırmadan, yine beklemeye başladım. Konuşmayacağını biliyordum; her seferinde olduğu gibi sessizlikle dolu bir anlatı gelecekti. Ellerinin titremesi, gözbebeklerinin hafifçe kaçması ya da derin bir nefes... Belki de, o içten içe çatıştığı duyguların yankısını duymaya çalışıyordu.

 

Bazen bir psikolog olarak insanlara kelimelerin yetmediği anlarda eşlik ederdim. Sessizlik, Ahu gibi danışanların duygularını ifade ediş biçimiydi. Kelimelerle başa çıkmak zor geldiğinde, sessizliğin derinliğinde kaybolmak daha kolaydı. O anlarda, Ahu'nun suskunluğunda kaybolan anılarının izlerini bulmaya çalışırdım. Ve bu sessizlik, belki de en yüksek çığlıktı.

 

İlk hastalarımdan biriydi.

 

uzun bir süre boyunca yalnızca koltuğa gömüldü. Gözlerimi ondan ayırmadan bekledim. Fakat bu kez, beklediğim o ince titreşimler, bakışlar ya da hafif hareketler gelmiyordu. Sessizlik, her zamankinden farklıydı; neredeyse sıkıntılı bir ağırlık taşıyordu. Bir an için, onun da fark ettiğini düşündüm. Oda, hiç olmadığı kadar boğucuydu sanki.

 

Yanlış bir adım attığımı anladım. İlk defa, sessizliği doğru okuyamamıştım. Bir psikolog olarak ilk hatamı yapıyordum. Bazen insanları gözlemlemek, onlara alan tanımak işin doğasında vardı, ama bu sefer fazlasıyla geri durmuştum. Odağı yalnızca onun sessizliğine vermiş, aramızdaki o görünmez bağı kaçırmıştım.

 

İlk defa, harekete geçmem gerektiğini hissettim. Sessizliği anlamaya çalışırken, belki de Ahu'nun kendini daha fazla yalnız hissetmesine neden olmuştum. İnsanların kendi kendilerine çözebileceği şeyler vardı, ama bazı yaralar dışarıdan bir elin dokunuşunu beklerdi. İçimde bir dürtüyle yerimden hafifçe doğruldum. Sözcükler zihnimde şekillendi, doğru anı yakalamalıydım, ama bu kez hata yapmamalıydım.

 

Gözleri hâlâ yerdeydi. “Sana burada yalnız olmadığını hissettiremedim, değil mi?” diye sormayı düşündüm. Ama belki de söylemem gereken daha basit bir şeydi.

 

Bir süre daha sessiz kaldım. Omuzları hafifçe çökmüş, gözleri hâlâ yere sabitlenmişti. Sonunda içimdeki sessizliği bozan bir cümle fısıldadım:

 

"Bir şey söylemek istersen buradayım, Ahu."

 

O an, derin bir nefes aldı. Ellerini sıkıca kavuşturdu, parmakları beyazlaşana kadar. Gözlerini yerden kaldırmadan konuştu, sesi titrek ve kısık bir tonda:

 

"Bir keresinde… onun gözlerine baktım, ve o an… beni gerçekten sevebileceğini düşündüm. Ama… sonra, her şey… her şey değişti. Odaya kilitlenmiştim. Saatlerce, belki günlerce. Zaman kavramını kaybetmiştim… Ve sonra, sesler… sesler geldi. Onun ayak sesleri. Kapıyı açtığında, bir daha asla aynı olmayacağımı biliyordum."

 

Sesi aniden kesildi. Sanki söylediklerinin ağırlığı, onun boğazına düğümlenmişti. Odanın sessizliği, sanki duvarları daha da yakınlaştırmıştı. titreyen ellerini kucağına bıraktı ve gözleri bir anlığına benimkilerle buluştu.

 

"Beni o odaya kilitleyen... kendi annemdi," dedi fısıltıyla.

 

Sözleri havada asılı kaldı, tıpkı üzerimize çöken o ağır yük gibi.

 

Son cümlesi odanın içindeki havayı değiştirdi. Bir an, kalbimin atışlarını duyabiliyor gibiydim. Sessizlik, her zamankinden daha ağırdı, ve onun kelimelerinin yankısı zihnimde dönüp duruyordu. Annesi… Bunu söylemenin ona ne kadar zor geldiğini gözlerinden okuyabiliyordum.

 

Ağzımdan çıkan ilk cümlenin onu kırmamasını istedim, ama aynı zamanda bu yarayı deşmeden onu iyileştirmenin bir yolunu bulmalıydım. “Ahu… annene ne olmuştu?” dedim, sesimi mümkün olduğunca yumuşak tutarak.

 

Drin bir nefes aldı, sanki o anın ağırlığını taşıyacak gücü arıyordu. Gözleri boşluğa daldı, geçmişe doğru yolculuğa çıktı sanki.

 

"Her şey bir gün… aniden oldu. Annem bir sabah başka birine dönüştü. Babam gitmişti, o yokken her şey daha kötü oldu. Gözleri dolu dolu bakıyordu bana, ama o bakışlarda sevgi yoktu. Suçlayıcıydı… beni, olanlar için suçluyordu. Babamın gitmesinin sebebi bendim, beni istememesinin sebebi bendim.”

 

Bir anda omuzları titremeye başladı, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. "Küçük bir kızdım… daha çok küçüktüm. Ama o kapı kapandığında, annemden geriye hiçbir şey kalmamıştı."

 

Sözcükler boğazına düğümlenmiş gibiydi, ama bir yandan da bu acının uzun zamandır içinde biriktiğini hissedebiliyordum. Ağzımdan çıkacak her kelimenin onu daha da derinleştirmeden bu yaranın izini sürmesine yardımcı olmasını umuyordum.

 

Gözyaşları, yıllardır içinde tuttuğu acıların bir dışavurumuydu. Her damla, sanki geçmişten bir parçayı ortaya çıkarıyordu. Sözcükler, boğazında düğümlenmeye devam ederken, başını hafifçe yana eğdi, elleri kucağında titriyordu. O an, içimdeki her şey onu sarıp sarmalamak, o yalnızlıktan çekip almak için harekete geçmek istiyordu. Ama bir psikolog olarak, dikkatli olmalıydım.

 

“O kapı kapandığında,” dedi yutkunarak, “küçücük bir çocuk, annesinden sevgi beklerken, birden canavarla baş başa kaldı. Kendi annemdi, biliyordum... ama o gözler, o ses, o dokunuş... hiçbir şey onun gibi değildi. Ve ben, bir daha o odaya kapatılmamak için her şeyimi kaybettim. Kendimi kaybettim.”

 

Boğazımdaki düğüm büyüdü, ama susmak zorundaydım. Onun hikâyesi burada bitmemişti, henüz anlatmadığı şeyler vardı. Sessizce nefes aldım, gözlerimle onu dinlediğimi belli ederek.

 

“İlk zamanlar sadece bağırıyordu, ama sonra… kapıyı kilitlemeye başladı. Babam geri dönmedi, sanki biz hiç var olmamışız gibi. Annem, beni suçlamaktan asla vazgeçmedi. O kilitli kapının arkasında ne kadar süre kaldığımı hatırlamıyorum. Bazen saatlerce, bazen günlerce... ama her seferinde kapı açıldığında, daha fazla kırılmış oluyordum.”

 

Sesi titremeye devam etti, ama konuşmaktan da vazgeçmiyordu. O an, onun bu travmatik deneyimi anlatmasının ne kadar zor olduğunu anlamıştım. Fakat aynı zamanda, bu yükü yıllarca taşımış olmanın verdiği bir yorgunlukla son bir gayretle konuşuyordu.

 

“Bir gün o kapı açıldığında, annem yine oradaydı, ama bu kez elinde bir kemer vardı. ‘Bu senin cezan,’ dedi. ‘Babamın gitmesinin cezası. Beni böyle biri yapmanın cezası.’ Ve o an, içimde bir şey koptu. Annemden geriye kalan ne varsa, o kemerle yok oldu.”

 

Derin bir nefes aldı, gözyaşları hâlâ yüzünü ıslatıyordu. Kendi yarasını, yıllardır biriktirdiği o travmayı, en derin köşelerinden çekip çıkarmıştı.

 

Sözleri titreyerek kesildi, sanki acının gerçek derinliği henüz ortaya çıkmamış gibiydi. Elleriyle yüzünü kapattı, parmaklarının arasından nefesi hızlı ve kesik kesik geliyordu. Gözlerimin önünde geçmişe yolculuk yapıyordu; bir çocukluğun en karanlık köşelerinde, o kilitli odada sıkışmıştı.

 

"Sonra... o kemer," diye fısıldadı, sesi neredeyse duyulmazdı. "Sadece bir kere değildi... Her seferinde, her hatırladığında… her defasında beni kapıya doğru sürüklerdi. Duvara yaslandığım an, kemerin sesi odayı doldururdu. O ses... o ses kafamın içinde yankılanıp duruyor. Kaç yaşındaydım bilmiyorum. Sadece her seferinde biraz daha küçülüyordum... biraz daha kayboluyordum."

 

Elleriyle dizlerini kavradı, parmakları derisine gömülene kadar sıktı. Sesindeki çatlaklar, içindeki öfke ve acının su yüzüne çıktığının işaretiydi. "Anneme dönüp yalvardığım anları hatırlıyorum," dedi. " ‘Lütfen, yapma,’ dedim. ‘Anneyim,’ dedi sadece. Ama annem değildi. Hiçbir zaman annem olmadı. O an... benim için yalnızca bir yabancıydı. Ve ben... her seferinde biraz daha ölmeye başladım."

 

Sesi bir an titredi, gözleri hâlâ yere bakıyordu. "Ama en kötüsü kemer değildi," dedi, sesi derin bir karanlıkla kaplanmıştı. "Bir gün kapıyı açtı... ve oradaydı. Ama yanında biri daha vardı. Yabancı bir adam. Annem gözlerimin içine bakarak... beni ona verdi. O adama. Ve ben hiçbir şey yapamadım. Hiçbir şey..."

 

O an sanki oda daralmaya başladı. Ahu’nun titreyen bedeni, bu yükü taşımakta zorlanıyordu. Gözlerimle onu dinlemeye devam ederken, içimdeki her şey parçalanıyordu.

 

"Adam beni... kullanırken... annem sadece kapıda durdu. İzledi. Hiçbir şey söylemedi. Hiçbir şey yapmadı. O an... annemin benden nefret ettiğini anladım. Ama asıl acı olan, ben de kendimden nefret etmeye başladım."

 

Derin bir iç çekti, sanki yıllardır boğazında düğümlenen o son çığlığı atmak üzereydi. "O günden sonra, ben yoktum. Hiçbir şeydim. Yalnızca bir kabuktum. Ne hissettiğimi bile hatırlamıyorum... çünkü hissetmek istemiyordum. Artık ben... yalnızca bir boşluktum."

 

Oda, Ahu'nun sözleriyle karanlığa gömüldü. Her cümle, her kelimeyle daha derin bir yaraya dokunuyordu. Ama bu karanlığın içinde, belki de yıllardır ilk kez, Ahu gerçeği paylaşmıştı—en derin, en karanlık travmasını.

 

Sesi, odanın duvarlarına çarpıp yankılandı. Her kelimesi, içimde bir şeyleri kırıyordu. Gözyaşları gözlerinin ucunda titriyordu, ama hala güçlü durmaya çalışıyordu. Sessizce ona bakmaya devam ettim, nefes alışı düzensizleştiğinde, kelimeler dökülmeye devam etti.

 

"Annem beni bir daha o adama vermedi," dedi, gözlerini sımsıkı kapatarak. "Ama her seferinde, gözleri bana o adamı hatırlattı. Bana baktığında... bir hayalet görüyordu. Kendi kızını değil, kaybettiği her şeyin sebebini görüyordu."

 

Derin bir nefes aldı, sanki yıllardır tuttuğu acı göğsüne sıkışmıştı ve şimdi dışarı çıkmak için direniyordu.

 

"Ahu," dedim, sesimi yumuşatarak. "O yıllar çok zor geçti, bunu anlıyorum. Ama bunların hepsi senin suçu değildi. Annenden ne kadar nefret etmiş olursan ol, o anlarda senin yapabileceğin bir şey yoktu."

 

Gözleri bir an için bana doğru kaydı, içlerinde o derin acıyı görebiliyordum. Dudakları titreyerek konuştu, "Ama hissettiğim şey buydu. Suçluydum. Bütün bunlar benim yüzümden oldu. O adam bana dokunduğunda… annem o kapıda durup sadece izlediğinde… içimdeki her şey kırıldı."

 

"Ahu," diye yutkundum, dikkatlice kelimeleri seçerek. "O adamın yaptıkları senin suçun değildi. Annenin sana yaptıkları senin suçun değildi. Hiçbir çocuk böyle bir şeyle yüzleşmemeli."

 

Ahu’nun gözleri doldu, ama gözyaşları henüz dökülmedi. Başını iki yana salladı, sanki söylediklerime inanmak istemiyordu. "Ama ben o kadar küçüktüm ki," dedi boğuk bir sesle. "Sadece annemin beni sevmesini istedim. Ona sarılmak, ona normal bir çocuk gibi davranmak… ama her seferinde o kapı kapandığında, biraz daha eksiliyordum."

 

Bu kez gözyaşları sessizce süzüldü, elleri titremeye başladı.

 

"Bir çocuğun anne sevgisini kaybetmesi," diye fısıldadım, "her şeyi altüst eder, biliyorum. Ama sen hayatta kaldın, Ahu. Bütün bu acıya rağmen, buradasın. O odadan çıktın, o hayattan çıktın."

 

Gözleri bana döndü, bu kez daha uzun süre temas kurdu. Gözyaşları yanaklarından aşağı süzülürken, dudaklarından bir fısıltı daha döküldü. "Ama ya ruhum o odada kaldıysa? Ya hiç çıkmadıysa?"

 

Sözleri, içimde bir şeyleri titretti. O an, Ahu’nun yıllardır taşıdığı bu derin yarayı nasıl onarabileceğimizi düşündüm. Sessizliği, yalnızlığını, travmasını paylaşıyordu. Ama asıl soru, o parçalanmış ruhu nasıl bir araya getirebileceğimizdi.

 

Bir süre sessiz kaldı. Gözleri uzaklara dalmış, sanki geçmişin karanlıklarında bir şeyler arıyordu. Nefes alışları yavaşlamıştı, ama gözyaşları hâlâ yanaklarından süzülüyordu. Sonra, gözlerini bana çevirdi ve o an, içindeki ağırlığın derinliğini hissettim.

 

"Hayatta bazen öyle anlar gelir ki," dedi, sesi titreyerek ama kararlı bir şekilde, "ya bir daha hiçbir şey hissetmezsin ya da acıyı kabullenip onunla yaşamayı öğrenirsin. Ben o odada kaldığımı sanıyordum. Ama şimdi anlıyorum… hayatta kalmanın yolu, kendini yeniden bulmaktan geçiyor. Ne kadar eksik de olsam, hala buradayım. Ve bu, beni güçlü yapıyor."

 

Sözleri o kadar güçlüydü ki, içimde bir sıcaklık belirdi. Ahu, kendi karanlığına rağmen bir ışık bulmuş gibiydi. O an, ikimizin de içindeki acıyı hissederek, adım attım. tereddütsüz yerinden doğruldu, gözlerindeki o yoğun duygu hala duruyordu. Ve o an, birbirimize doğru adım attık.

 

Birbirimize sarıldık. Sessizce, kelimelerin yetmediği o anda, kollarımda yıllardır biriktirdiği acıyı taşıyan bir kadını hissediyordum. O da bana sarıldı, sanki tüm yaralarını bırakacak güvenli bir yer bulmuş gibi. Sessizlik, bu kez iyileştirici bir şeydi; kırılmış parçaların arasında bir bağ kuruyordu.

 

İçini çekerek derin bir nefes aldı, ve o an, bu sarılma ikimiz için de bir dönüm noktasıydı. Yaralar belki tam anlamıyla kapanmayacaktı, ama artık onları birlikte taşıyabilirdik.

 

Biraz daha kollarımda kaldı, sonra yavaşça geri çekildi. Gözlerinde hafif bir ferahlık vardı, sanki yıllardır taşıdığı yüklerden bir nebze olsun kurtulmuş gibiydi. Sessizce yerimize döndük, ama o ağır sessizlik yerini dingin bir huzura bırakmıştı. O an, daha fazla bir şey söylememe gerek kalmadığını biliyordum.

 

Bir süre sessiz kaldık. gözyaşlarını sildi ve derin bir nefes alarak ayağa kalktı. Yüzünde yorgun ama kararlı bir ifade vardı. Kapıya yönelirken bir an durakladı, sonra bana dönüp hafif bir gülümsemeyle başını eğdi.

 

"Teşekkür ederim," dedi, sesi alçak ama netti. "Gerçekten... ben bunları anlatabileceğimi düşünmezdim. Ama burada kendimi biraz olsun bulabildim. Bu... benim için çok şey demek."

 

Sadece başımı salladım. "Her zaman buradayım, Ahu. Unutma, yalnız değilsin."

 

Kapıya doğru ilerledi, kapının kolunu tutarken bir kez daha arkasına dönüp bana baktı. "Hayatta kalmak, dediğim gibi, bir seçimmiş. Bu seçimi yapmama yardım ettiğin için teşekkür ederim."

 

Ve o an, kapıyı açıp yavaşça dışarı adım attı. Adımları odanın sessizliğinde yankılandı. Odanın kapısı kapandığında, sessizlik geri geldi, ama bu kez bir huzurla doluydu. Ahu’nun bir parçası bu odayı terk etmişti, ama aynı zamanda içinde bir şeyleri bırakmıştı: yeniden doğmak için küçük bir umut, hayatına devam etmek için bir güç.

 

Onun ardından oda sessizliğe büründü. Fakat bu sessizlik farklıydı; daha önceki o boğucu, ağır havadan çok uzak, daha hafif, daha rahatlatıcı bir hava. odadan çıkışıyla birlikte, burada bıraktığı o ağır yükleri de beraberinde götürmüştü.

 

Bir süre koltuğumda oturdum, düşüncelere dalmış bir halde. Ahu’nun kelimeleri yankılanıyordu zihnimde: "Hayatta kalmak bir seçimmiş." Ne kadar doğruydu. Onun bu seçimi yapabilmesi, derin bir içsel güce sahip olduğunu gösteriyordu. Yaşadığı onca acıya, travmaya rağmen, en zor olanı başarmış ve kendini ifade edebilmişti.

 

Seansın ardından notlarımı toparlarken, içimde bir şeylerin değiştiğini hissettim. Bir danışanın yaralarını iyileştirmek bazen sadece dinlemekten, onunla sessizliği paylaşmaktan geçiyordu. Bazen hiçbir şey söylemeden, sadece yanında olmak yeterliydi.

 

Ahu’nun burada bıraktığı son sözler, bu değişimin işaretiydi. Zor bir yolculuktu, ama atılan her adım, içindeki o karanlığı biraz daha hafifletiyordu. Ahu'nun bu kapıdan çıktığı gibi hayatının yeni kapılarını da açabileceğini düşündüm. Ve bu, ona inanan biri olarak bana da bir umut verdi.

 

Seansı bitirdiğimde, pencereden süzülen hafif güneş ışığı odayı doldurdu. İçimde, sessiz bir tatmin vardı. bugün açtığı o kapıdan, belki de kendi içsel özgürlüğüne bir adım daha yaklaştığını biliyordum.

 

Derin bir nefes aldım ve sıradaki danışan için odada yeni bir hazırlığa başladım. Fakat Ahu’nun hikâyesi, günün geri kalanında zihnimde yankılanmaya devam edecekti. Çünkü her danışanın bir parçası, o odada, bir hikaye olarak hep kalır.

 

Kapının hafif tıklatılmasının ardından Nevin abla içeriye girdi. Yüzünde her zamanki gibi neşeli bir ifade vardı, ellerini önlüğüne silerken o sıcak gülümsemesiyle bana seslendi.

 

"Kuzum, çay ister misin diye soracaktım, acıktın mı? Kek yapmıştım, getireyim mi sana da?" dedi, yanakları hafif pembeleşmişti, sanki sürekli mutfakta sıcağın etkisiyle yaşıyordu.

 

Gözlerim ona takılı kaldı, o kadar tanıdık ve güven verici bir figürdü ki, onu gördüğümde ister istemez gülümsemem genişledi. "Ablam," dedim gülerek, "her zamanki gibi tatlısın. Kek de yapmışsın yine… tabii ki isterim!"

 

Nevin abla ellerini beline koydu, gözlerini hafifçe kısarak, "Aman kuzum, senin gibi çalışkan birine biraz enerji lazım. Hem kekin kokusu buraya kadar geldi mi bilmem ama fırından yeni çıktı, sıcacık."

 

Bu sıcaklığı hep sevmişimdir; Nevin abla ne zaman odaya girse, o gülümsemesiyle etrafındaki havayı yumuşatırdı. Onunla birkaç dakikalık bir sohbet bile, uzun bir terapinin ardından insanın zihnini yenilemeye yeterdi.

 

"İyi ki varsın, Nevin abla. Senin o keklerin, çayların olmasa nasıl dayanırız bunca yoğunluğa?" dedim şakayla karışık.

 

Nevin abla kahkahayla güldü, "Eh, ben olmasam hepiniz açlıktan perişan olurdunuz vallahi," diye karşılık verdi. Ardından arkasını döndü ve hızlı adımlarla mutfağa doğru yöneldi. Giderken arkasından seslendim: "Yanına çay da getir ama, kek çaysız olmaz!"

 

Nevin abla, elini sallayarak kapıdan çıkarken, "Merak etme kuzum, beş dakika sonra burada!" dedi.

 

Onun enerjisi odayı canlandırmıştı. Ahu’nun seansının ağırlığı biraz da olsa hafiflemişti; Nevin ablanın kekleri ve o neşeli tavrı, günün geri kalanında ihtiyacım olan moral kaynağıydı.

 

Nevin abla çok geçmeden elinde tepsiyle geri döndü. Gözlerinde o tanıdık parıltı, her zamanki gibi gülümseyerek önüme kocaman bir dilim kek ve yanında taze demlenmiş çayı bıraktı. Kekin mis gibi kokusu hemen odaya yayıldı. İster istemez derin bir nefes aldım, keki kokladım ve o anda tüm yorgunluğum biraz olsun hafifledi.

 

"Mis gibi kokuyor, abla," dedim, gerçekten içten bir şekilde. "Yine harikalar yaratmışsın."

 

Nevin abla hafifçe yanaklarını silerek gülümsedi. "Aman kuzum, sen beğendin ya, bana yeter. Sıcak sıcak ye de, dinlen biraz. Bugün çok yoğun geçmedi mi?"

 

Başımı hafifçe salladım, düşüncelerim Ahu’nun seansına kayıyordu, ama Nevin ablanın bu sıcak enerjisi bana iyi geliyordu. "Evet, yoğun bir gündü gerçekten. Ama şu an senin kekin ve çayınla her şey biraz daha kolaylaşıyor."

 

Nevin abla elini şefkatle omzuma koydu. "Sen de çok çalışıyorsun kuzum. İnsanlara yardım etmek önemli ama kendini de ihmal etme. Bir dilim kek her derde devadır," dedi, kahkahayla.

 

Ona gülümseyerek baktım. Nevin abla, her zaman bir şekilde moral verecek bir şey bulurdu. Onun o doğal hali, içten tavrı, hayatın zor anlarında bile küçük bir ışık bulmayı sağlayan nadir insanlardan biriydi. "Senin gibiler iyi ki var, Nevin abla," dedim, keki bölüp bir parça aldım. Tadı, tahmin ettiğim gibi, mükemmeldi.

 

Nevin abla çayını da alıp karşımdaki sandalyeye oturdu. "Hadi, biraz da bana anlat. Bugün ne vardı? Kimlerin dertleriyle uğraştın?" diye sordu ama yüzündeki şefkat, aslında işin ağırlığını anladığını gösteriyordu.

 

Derin bir nefes alıp çayımdan bir yudum aldım. "Zor bir gündü. Birçok derin hikâye vardı bugün. Ama bazen senin gibi biriyle iki dakika sohbet etmek her şeyden daha değerli oluyor, biliyor musun?" dedim gülümseyerek.

 

Nevin abla gözlerini hafifçe kısıp bana baktı. "Kuzum, ben buradayım ne zaman ihtiyacın olursa. Ama bak, kendine de dikkat et. Ben yine kek yaparım, sen yeter ki içini ferah tut."

 

Nevin abla, her zamanki sıcak gülümsemesiyle bana son bir kez baktı ve ellerini önlüğüne silerek ayağa kalktı. "Hadi kuzum, ben gideyim de işlerime döneyim. Sen de biraz dinlen. Çay biterse haber et, tazelerim," dedi, göz kırparak.

 

"Teşekkür ederim, Nevin abla. Yine harikaydın," diye karşılık verdim, gerçekten minnettar hissederek.

 

Nevin abla tepsisini aldı, kapıya doğru yönelirken arkasına dönüp son bir kez daha konuştu. "Kendine iyi bak kuzum, seni böyle yorgun görmek istemiyorum."

 

Kapıyı açtı, ardından hafif bir rüzgâr esintisiyle dışarı çıktı. Odanın içinde hâlâ kekin kokusu ve Nevin ablanın getirdiği o pozitif enerji kalmıştı. Onun ardından derin bir nefes aldım, keki ve çayı önümde dururken kendimi biraz daha hafif hissettim.

 

Kısa bir süre sonra telefonumun sesi yükseldi. Yanıtlayıp kulağıma yasladığım telefondan annemin sesi yükseldi.

 

"Vera'm,"

 

"Anneciğim." Dediğimde sesindeki heyecan içime işlemişti. "Seni özledik yavrum, bitmedi mi işin?"

 

"Hayır anne, son bir seansım kaldı. Çıkarım birazdan, telaş etme."

 

"Ben değil, baban soruyor be yavrum. Santraç mıdır nedir bu oyunun ismi, öğrettin ona, bu sefer de kimse oynamasını bilmediği için seni bekliyor. Yemek bile yemedi resmen!"

 

Kısa bir kahkaha attım. "Yemeğini yemesini ve ona geleceğimi söyle anne, bir saate gelirim. İşim var, bırakamam ya."

 

"Koca konakta, koca Mardin'de oynayacak oyun kalmadı mı, bu santraç nerden çıktı? Adam delirdi kimse bilmediği için!"

 

"Anneciğim, tamam kızma babama ben öğrettim ona, gelirim hem ben birazdan, çalışıyorum şuan, hadi kapatmam lazım." Onaylamaz sesler çıkararak telefonu kapatırken gülmeden edememiştim.

 

Kapı çalarken kendimi toplayarak ciddileştim. "Gel." Dediğimde kapı usulca açıldı. Ayağa kalktım.

 

Gözüme ilk çarpan uzun boyu olurken, oldukça kaslı ve yapılı bir adam odaya girdi. Saçları üçe vurulmuş, kısa bir kirli sakalı vardı. Kapıyı kapatarak odaya girdi. Gözlerine baktım, sol gözünde bir şey vardı. Yanıma yaklaştıkça gözlerinde ki kahverengiyi küçük bir mavilik kaplıyordu. İlk defa gördüğüm için şaşırmıştım. "Hoşgeldiniz, ben terapistiniz Vera Feris Hilde," elimi kendisine uzattığımda bir an duraksadı. Yutkunduğunu görmezden gelemedim, elimi tutmadı. Göğsüne iki defa vurarak elimi tutmayı reddetti.

 

Peki, öyle olsun.

 

"Buyrun, oturun lütfen." Oturması için işaret verdiğimde buraya gelme nedeninin kısaca yazdığı kağıdı masaya bıraktı. Gözlerinin ağırlığını üzerimde hissedebiliyordum. Kağıdı elime aldım ve ismine baktım.

 

"Devran Adar Saraçoğlu." Dedim, kendisini tanımaya çalışarak, "tekrar hoş geldiniz, Adar bey."

 

Nedendir bilemedim ama ikinci ismiyle kendisine hitap ederken gözleriyle kısa bir an bakıştık. Çok tuhaftı, sanki onu daha önce görmüş gibiydim. Ya da tanıyor gibiydim. Bilemedim. Raporun devamını okuduğumda tramvaya bağlı dil tutulması yazıyordu.

 

Neden Konuşmadığını şimdi anlıyordum.

 

Kağıdı bırakarak kendisine döndüm, durdu. Zaten bana bakıyordu ve bu gözlerimizin birleşmesini sağladı.

 

Sol gözünde ki detay dikkatimi çekiyordu. Kahverengi irisinde küçük bir mavilik vardı. Ve bu onu paha biçilmez yapıyordu.

 

Sanki...

 

Sanki,

 

İrisi bir kıyıydı ve o mavilikte kıyıya vuran okyanus gibiydi.

 

Gözlerinde toprak ve okyanusu barındıran bir tablo vardı.

 

Yutkunmadan edemedim, daha seans başlamadan, içimde bir farklılık oluştu.

 

Onu tanımak istiyordum, bu isteğim benim dışımda bir istekti.

 

 

 

Yorumlar, ve yıldızlar yağdırın bizeeee

 

Loading...
0%