Yeni Üyelik
5.
Bölüm

Sızı

@ben1deniz

Töre neydi? Töre insanı etinden kemiğinden ayıran çok katı bir zihniyet miydi? Töre, kuşaklar boyunca aktarılan yazısız bir hukuk, bir yaşam biçimiydi. Doğruyu yanlıştan ayıran, toplumun düzenini sağlamak için koyulmuş sert kurallardı. Ama bu kurallar bazen öylesine katıydı ki insanı kendi benliğinden, özünden koparırdı.

 

Töre, sevdayı yasaklayan, aşkı suç sayan; kardeşi kardeşe düşman eden bir pranga mıydı? Yoksa insanın hayatta kalmak için tutunduğu bir dal, kök saldığı bir toprak mıydı?

 

Bazen bir namusun adıydı, bazen bir gururun. Ama çoğu zaman can alan bir kılıç, yürek yakan bir ateş olurdu. İnsanlar bu ateşle kavrulur, kül olur ama yine de töreden kopmazdı. Çünkü töre, onların kimliğiydi, aidiyetiydi. Töresiz bir yaşam, köksüz bir ağaç gibiydi; ayakta duramazdı.

 

Ama bu kökler kimi zaman insanı boğardı. Töre, bir vicdan muhasebesiydi; geçmişle geleceğin, doğruyla yanlışın arasında sıkışıp kalan bir geleneğin sınavıydı.

Peki, insanın kendi adaletini bulması mümkün müydü? Töreyle savaşmak, ona baş kaldırmak… İşte, asıl cesaret buydu.

 

Ve törenin en katı, en zalim kurallarından biri olan berdel... Bir hayatın başka bir hayatla takas edilmesi. Sevdanın, insanın iradesinin ve hayallerinin, törenin bu keskin terazisinde hiçe sayılması.

 

Berdel, iki aile arasında barış sağlamak için yapılan bir alışverişti. Kan davasını bitirmek, namus lekesini temizlemek, bir borcu kapatmak… Ne adına olursa olsun, iki genç insanın rızası olmadan kaderlerini birbirine bağlayan bir zincirdi. Bir kız, bir başka kızın kefareti olurdu; bir oğul, bir başka oğulun yükünü taşırdı.

 

"Bu, adalet mi?" diye sormak kimin haddineydi? Töreye göre adaletti. İki aile arasındaki dengeyi sağlamak, törenin hükmüydü. Ama bu hüküm, çoğu zaman masum yürekleri ateşe atar, sevdanın filizlenmeden kurumasına neden olurdu.

 

Berdel, yalnızca bir evliliğin değil, bir teslimiyetin adıydı. Kadınlar susturulur, erkekler boyun eğmek zorunda bırakılırdı. “Onlar için en iyisi bu,” denirdi; oysa bu, sadece törenin bekası için uydurulmuş bir yalandı.

 

Ama berdelle kurulan yuvalarda acı hep bir gölge gibi dolaşırdı. Çünkü gönülsüz birleşmelerden mutluluk doğmazdı. Kimisi sabretmeyi öğrenirdi, kimisi töreye boyun eğmeyi. Ama kimisi de törenin zincirlerini kırıp kendi yolunu çizmeye cesaret ederdi. Ve o cesaret, çoğu zaman kanla, bedelle ödenirdi.

 

Peki, töreyi kırmak için kaç yürek daha yanmalıydı? Kaç genç daha hayallerinden vazgeçmeliydi? Bu sorunun cevabını, törenin zalim terazisi hiçbir zaman veremedi.

 

Ve ben buna boyun eğecek kadar sakin bir insan değildim. Ellerimi bağlayıp kaderime razı olmamı bekleyen herkese inat, törenin zincirlerini kırmak için sonuna kadar savaşacaktım. Çünkü bu hayat, benim hayatımdı. Hayallerim, sevgim, inancım; hepsi töreden daha kıymetliydi.

 

Onlar, "Bu bizim töremizde var," dediklerinde içimde bir volkan patladı. Kim karar verebilirdi benim için? Hangi yasa, hangi gelenek beni kendi hayallerimden vazgeçirebilirdi? Berdel denen bu acımasız oyun, sadece bir barış anlaşması değil, bir insanın ruhunu öldürmekten başka neydi ki?

 

Töre, karşıma dikildiğinde nefretiyle, kurallarıyla, tehditleriyle beni yıldıracağını sandı. Ama töre beni tanımıyordu. Onun hükmü, korkanlar içindi. Boyun eğenler içindi. Ben ise korkmadım. İçimde bir fırtına vardı, törenin susturamayacağı bir fırtına.

 

Evet, bu başkaldırı kolay olmayacaktı. Her adımda daha büyük bir engelle karşılaşacaktım. Ama bir insan kendi hayatı için savaşmıyorsa neye inanır ki? Başkalarının istediği gibi yaşamaktansa, kendi istediğim gibi ölürdüm. Çünkü özgürlük, törenin esaretinden daha değerliydi.

 

Ve böylece, töreyle ilk kez göz göze geldim. Onun bana öğrettiği kurallara değil, kendi doğrularıma güvenerek yürüdüm. Ve bu yürüyüş, sadece bir isyan değil, bir varoluştu.

 

"Evlenmeyeceğim!" diye haykırdım. Gözüm dönmüş, kalbim isyanla dolmuştu. O ana kadar içimde biriken tüm öfke, bir anda dışarı taştı. Yeterdi artık. Bu sessiz kabullenişe daha fazla devam edemezdim.

 

Karşımda duran kalabalık, sanki taş kesilmişti. Annem, başını yere eğdi, babamın gözleri öfkeden kısıldı. Amcalar, teyzeler, komşular... Hepsi törenin ağırlığını taşır gibi sessizliğe büründü. Ama onların suskunluğu, benim çığlıklarımı bastıramazdı.

 

"Ben bir insanım!" dedim, sesim titriyordu ama yılmadım. "Bir eşya değil! Bir borcu kapatacak, bir savaşı bitirecek mal değilim. Kalbimi, hayatımı, geleceğimi hiçe sayamazsınız!"

 

Babam, o kalın sesiyle, "sus," dedi. Sözlerinde tehdit vardı, ama gözlerindeki o gölge... Hayal kırıklığı mıydı? Yoksa bir korku? Ama umrumda değildi. Korkuyu bir kenara bırakmıştım.

 

"Töreyle barışacaksanız, beni bunun içine katmadan yapın," dedim. "Ama benden hayatımı almanıza izin vermeyeceğim. Bu benim kararım, benim hayatım! Siz beni bağışlamasanız bile, ben kendimi özgür bırakacağım."

 

O an, içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Yıllardır taşıdığım o görünmez prangalar, o korku ve boyun eğiş… Hepsi bir anda yok oldu. Geriye sadece ben kalmıştım: Kendi ayakları üzerinde duran, kendi hayatını savunan bir insan.

 

Ama biliyordum, bu isyanın bir bedeli olacaktı. Töre kolay kolay yenilmezdi. Ama eğer bu bedeli ödemek gerekiyorsa, sonuna kadar öderdim. Çünkü bu savaşı sadece kendim için değil, benim gibi sessizce boyun eğen herkes için veriyordum.

 

O an gözlerim onu buldu, sessizce beni izliyordu. Sadece yutkundu; suskunluğuna yenilmiş bir haldeydi. Ama bu suskunluk bile benim içimde bir şeyleri tetikledi. Gözlerinde şaşkınlık vardı, belli ki bu başkaldırıyı beklememişti. Ama yine de kendinden ödün vermeden dik duruyordu.

 

Bir an durdum, düşündüm. O mu? Beni kurtarmaya çalıştığını mı sanıyordu? Bir sözüyle her şeyi çözeceğini mi? "Onunla ben evlenirim," demişti bir süre önce, herkesin önünde. O zaman öfkem bambaşka bir boyut kazanmıştı.

 

"Sağ ol ya," demiştim o an, sesim alayla titriyordu. "Allah razı olsun." Ama bu sözlerim onda bir yaprak bile kıpırdatmamıştı. O kadar sakin, o kadar emin duruyordu ki sanki törenin ağırlığını, benim üzerime çöken baskıyı hiç hissetmiyor gibiydi.

 

Ama ben hissediyordum. Her bir söz, her bir karar, üzerime binen bir taş daha demekti. O taşlar altında ezilmemi izleyen herkes gibiydi belki de. Kurtarıcı mıydı? Yoksa sadece törenin daha kolay sindirebileceği bir seçenek mi? Bilmiyordum.

 

Onu incelerken bir anlık tereddüt geçti içimden. Bu kadar soğukkanlı oluşu, sessizliği, beni töreyle savaşımdan vazgeçirmek için mi, yoksa kendi savaşı mıydı bu? Ama ne fark ederdi? Kendi savaşımı verirken kimseye minnet edecek değilim. Hele ki bu düzene razı olmuş birine...

 

“Yapma,” dedim ona, neredeyse fısıltıyla ama öfkemi saklamadan. “Kurtarıcım olduğunu sanıyorsan yanılıyorsun. Bu benim savaşım, benim kararım. Seninle ya da sensiz, ben bu zincirleri kıracağım.”

 

Yüzünde belli belirsiz bir kıpırtı gördüm, belki bir kırılma, belki bir anlayış. Ama yine de suskunluğunu bozmadı. Ve ben o an anladım; kimse beni kurtarmayacak. Bu savaşı tek başıma kazanacaktım.

 

"Sen kararını verdiysen, o zaman biz de kararımızı verdik say, küçük hanım." Adam üzerime doğru bir adım attı. Gözlerindeki öfke ve kararlılık, törenin yıllardır üzerimizde kurduğu baskının yansımasıydı. Ama bu kez, o baskıyı kıran bir şey vardı.

 

O adımı atmadan önce bile ne yapacağımı biliyordum. Yanımda duran abimin kemerindeki silaha uzandım. Hızlı ve kararlı bir şekilde çekip doğrulttum. Parmağım tetiği hafifçe kavramıştı. Bu an, korkunun ya da tereddüdün zamanı değildi. Adamın üzerine doğru yürürken nefesim bile kesik değildi.

 

"Öyle mi, beyefendi?" dedim, sesimde alay ve öfkenin karıştığı bir ton vardı. "Ben de şu an bir karar verdim, biliyor musun?"

 

Arkamdan annemin ve abimin ismimi sayıklayarak yalvardığını duyuyordum. Ama o sesler artık çok uzakta gibiydi. O anda sadece ikimiz vardık; ben ve töreyi temsil eden o adam.

 

Adamın göz bebeklerinin küçüldüğünü gördüm. Korkuyordu, bundan emindim. Ama asla belli etmemeye çalışıyordu. Çenesi sıkılmış, gözleri hâlâ meydan okuyordu. Yanındaki Adar’a bir anlığına baktım. O an, Adar’ın dudaklarının kıyısında belli belirsiz bir gülümseme gördüm. Hızla kayboldu, ama gördüğümden emindim.

 

Bu beni daha da öfkelendirdi. “Bu muydu çözümünüz?” diye sordum, silahın namlusunu biraz daha kaldırarak. “Beni susturabileceğinizi mi sandınız? Ya da boyun eğdirebileceğinizi? Töre dediğiniz şey, bir kadının kalbini, aklını ve hayatını yok saymaksa, işte ben bunu burada bitiriyorum!”

 

Adamın dudakları titredi ama bir şey diyemedi. Sessizlik aniden bir ağırlık gibi çöktü. Annemin hıçkırıkları, abimin “Silahı indir,” diye yalvaran sesi havayı dolduruyordu. Ama ben orada, o an, törenin zalim duvarlarına bir çatlak açmıştım.

 

Adar, gözlerimin içine baktı. O kadar sakin, o kadar farklıydı ki. Ve o sakinlik beni garip bir şekilde hem sinirlendirdi hem de cesaretlendirdi. Ama bu an benim anımdı, onun değil.

“Haydi,” dedim adamın gözlerinin içine bakarak, “Bir karar daha ver bakalım. Ama unutma, bundan sonra ben varım. Ve ben sizin oyunlarınıza piyon olmayacağım.” Adam bir an tereddüt etti, sonra zaten elinde tuttuğu silahını bana doğrulttu. Gözleri kararmış, töreye olan sadakatiyle nefreti bir olmuştu. "Töreyi kimse çiğnetemez, küçük hanım," dedi, sesi bir kaya kadar sertti.

 

Silahlar karşı karşıyaydı. İkimizin de parmağı tetikteydi, ama ben ilk kez bu kadar sakin hissediyordum. "Öyle mi?" dedim, hafifçe başımı yana eğerek. "O zaman tetiği çek, beyefendi. Töre için bir can daha al. Ama unutma, bu kez bu canın bedelini yine siz ödeyeceksiniz."

 

Adamın gözlerinde anlık bir titreme gördüm. Parmakları tetiğe daha sıkı sarılmıştı ama çekip çekemeyeceğini kestiremiyordum. Arkadan abimin sesi duyuldu: "Yapma! İkiniz de yapmayın!" Annem hıçkırarak yere çökmüştü. Ama ne onun ne de abimin sözleri, o an ikimizi durdurabilecek kadar güçlüydü.

 

Adamın yanında duran Adar, bir adım öne çıktı. Elini hafifçe kaldırarak sakin bir hareketle

"Silahlar konuşmaya başladıysa, bu işte kazanan olmaz." Dedi. Onu görmezden gelmeye çalışıyordum. Ama amcasını değil.

 

İstemesemde gözlerim ona döndü. Duruşu öylesine net, öylesine sarsılmazdı ki bir an için nefesim kesildi. Ama yine de silahımı indirmedim. Onun bakışlarında tuhaf bir güven vardı, ama bu güven beni kurtarmak için miydi, yoksa kendi oyununu oynamak için mi, bilmiyordum.

 

"Bu mesele seninle ilgili değil," diye tısladım Adar’a. "Töreye sahip çıkanlar töreyle ölür. Ben burada sadece kendi savaşımı veriyorum."

 

Adar’ın yüzünde o sakin gülümseme belirdi. "Kendi savaşını veriyorsun, evet. Ama bu savaşı kazanmanın yolu, kan dökmek değil. Hele ki kendi kanını." Çok sakindi, çok tuhaftı.

 

Bu sözler beni durdurdu mu, yoksa sadece bir anlık nefes almama mı neden oldu, bilmiyorum. Adam, elindeki silahı hâlâ bana doğrultuyordu. "Silahını indir," Adar ona doğru konuştu beden diliyle, sanki emir verir gibi. "Yoksa bu, yalnızca bir kaybın başlangıcı olur."

 

Adamın parmağı tetiğe daha da yaklaştı. Ama benim silahım hâlâ onun göğsüne doğrultulmuştu. Ve bu kez, hiçbir şeyden korkmuyordum. Çünkü biliyordum, eğer şimdi pes edersem, hayatımın geri kalanında asla özgür olamayacaktım.

 

"Töreye kimse karşı gelemez." Dedi inatla adam. Artık her şeyin sonuna yaklaşıyorduk, bunu hissedebiliyorduk. Gözlerindeki karartı her an her şeyin olabileceğine işaret ediyordu. Silahımı sıkıca kavradım. Adar anladı, vazgeçmeyeceğimi, bu işin onların değil benim kurallarımla çözmek inadına girdiğimi gördü. Ve işte o an korktu.

 

"İndir silahını!" Dedi adam, başımı sağa sola salladım. "Bu işten vazgeçemediğim sürece indirmem." Dediğinde aramızdaki mesafede kısa bir an göz gezdirdim. Onu vurabilirdim. Ama ondan daha hızlı olmam gerekiyordu. "Günah benden gitti," dediğinde parmağı silahının emniyetine gitti. Ama unuttuğu bir şey vardı ki, benim silahımın emniyeti zaten açıktı. "Benden de..." Sesim kendimden büyük çıkmıştı. Ben bu kadar cesaretli değildim ama şuan kendimi dev gibi hissediyordum. Onun parmağı emniyetin üzerinde hareket ederken ben çoktan silahı ateşlemiştim.

 

Bir çığlık yükseldi avludan. Ardından adamın kanayan bedeni dizlerinin üzerine çöktüğünü gördüm. Herkes birden bir koşuşturmanın içine girerken gözlerim sadece onun üzerindeydi. Adar'ın.

 

Endişe sığdırmıştı kıyı kenarı olan gözlerine. İkimizde birbirimize dalıp giderken olan biteni hafızamda oturtmaya çalışıyordum.

 

Ben ne yapmıştım. Silah elimden kayıp düşerken yalnızca nefes aldığımı hissedebiliyordum. Adar başını sağa sola salladı yavaşça. Aramızdaki mesafeyi kapatarak karşımda durdu. "Her şeyi daha da zorlaştırdın. Belki kendince haklıydın ama, bu böyle olmamalıydı." Omzumda bir el hissettim. Ardından geriye doğru çekildiğimi. Babam beni kucağına sararken Adar'ın karşısında durdu. Beni korumak ister gibi, babacan bir şekilde. Adar, babamın kararlılığına aldırmadan gözlerini üzerimden çekmedi. Gözlerindeki o endişe, sanki beni suçlamıyor ama yaptığımın ağırlığını anlamamı istiyordu. Babamın kollarında titriyordum, silahın soğukluğu hâlâ parmaklarımda hissediliyordu. Gözlerim, dizlerinin üzerine çöken adamın kanla karışmış yüzüne kaydı. Yaşıyor muydu? Yoksa...

 

Birileri bağırarak yardım çağırıyordu, kadınların ağıtları avluyu doldurmuştu. Ama bu sesler arka planda, bir uğultu gibiydi. Adar’ın konuşmaya çalıştığını anladım ama bir anlığına pes etti. Kuzeni yanına geldi, Avşin. Onun diline ses olmak istercesine izledi.

 

"Bu işi böyle bırakmayacaklar. Seni koruyacak tek şey, daha fazla savaşmaman." Dedi onu seslendirirken avşin. Adar'ın beden dilini izleyebiliyorduma ama algılayamıyordum.

 

Babamın elleri omuzlarımı sıkıca kavradı. "O benim kızım!" diye kükredi Adar’a. "Kimse ona dokunamaz. Töre bile!"

 

Adar, bir adım geri çekildi, ama sarsılmaz bir duruşla cevap verdi. "Onu korumanız gerekiyordu. Ama siz törenin bu kadar ötesine geçmesine izin verdiniz." Avşin bir an duraksadı, sonra alçak ama kararlı bir sesle ekledi: "Şimdi ben onu koruyacağım."

 

Bu sözler babamı irkiltti. "Senin ne haddine!" diye bağırdı. Ama Adar’ın bakışları, babamın öfkesiyle sarsılmadı. Gözlerini yeniden bana çevirdi. "Beni yanlış anlama," dedi. "Seni korumak için değil. Töreyi yıkmak için bu kadar ileri gittin, değil mi? Şimdi sonuçlarıyla yüzleşmeye de hazır ol."

 

Başımı kaldırıp ona baktım. Gözlerim hâlâ yaşlarla doluydu ama içimde bir yer, söylediklerinin doğruluğunu inkâr edemiyordu. Töreyi reddetmiş, kuralları yıkmıştım. Ama bu, bedelsiz olmayacaktı.

 

Babam beni arkasına aldı, sanki Adar’ın bakışlarından bile korumak istercesine. "Bu mesele burada kapanır," dedi sert bir sesle. "Benim kızım törenin oyuncağı olmayacak. Ama sen de bu işe karışmayacaksın."

 

Adar, bir anlık bir tebessümle cevap verdi, ama bu tebessümde bir meydan okuma vardı. "Bu artık hepimizin meselesi oldu," dedi. "Bunun farkında değilsiniz, ama törenin kurallarıyla oynadığınız an, savaş başladı."

 

O an anladım ki bu savaş, sadece benimle töre arasında değildi. Artık herkesin bir taraf seçmesi gerekiyordu. Ve Adar, hangi tarafı seçmişti bilmiyordum ama gözlerinde bana duyduğu hayranlığı okuyabiliyordum.

 

🫀

 

Annem hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve bir yandan da ağıtlar yakıyordu. Herkesten kaçarak odama gelmiştim. Avşin'i de babasını yaka paça buradan alıp götürmüşlerdi. Hastaneye götürmüşlerdi, her an eve polis gelebilir endişesiyle odada oradan oraya turluyordum.

 

"Ne yaptım ben!" Dedim sayıklarcasına, "ya katil olursam! Ya hapislerde çürürsem!" Buradan gitmeden önce hâlâ kabinin attığını söylemişti Adar, iyilik yapmak ister gibi. Onda bir tuhaflık vardı, ve bu beni ürkütüyordu.

 

Kapının önünde ondan fazla araba vardı, evin tüm odaları, bahçe ve hatta mutfak bile dolmuştu çünkü bunu duyan bütün akrabalarımız gelmişti. Yanıma gelmek isteyen herkesi kovmuştum. Zaten iyi değildim, daha da kötü olmak istemiyordum. Yalnızlık beni karanlık gibi içine sararken ne yapacağımı bilemiyordum.

 

"Allah'ım, ben birini vurdum!" Dedim, odada sadece ben vardım ve kendi kendime konuşuyordum. Başımı ellerimin arasına aldım, dizlerimin üzerinde sallanarak o cümleyi tekrar tekrar mırıldandım. "Ben birini vurdum... Ben birini vurdum..." Sözlerim odanın duvarlarında yankılanıyor, kalbimde bir taş gibi ağırlık yapıyordu. Ellerim titriyordu, ama bu titreme korkudan mı yoksa öfkeden mi, bilmiyordum.

 

Odanın içine çöken sessizlik beni delirtecek gibiydi. Herkes dışarıdaydı, bahçeden gelen uğultular beni hem bunaltıyor hem de bir şekilde hayatta olduğumu hatırlatıyordu. Ama ne kadar hayatta olduğumdan emin değildim. Kendi gölgem bile üzerime çöküyordu sanki.

 

Bir anda kapı hafifçe aralandı. İçeri giren Baran'dı. Sessizce, dikkatle yaklaştı, sanki bir şeyleri kırmaktan ya da beni daha fazla sarsmaktan korkuyordu. Gözleri, her zamanki gibi bir okyanus kadar derin ve sükunetle doluydu, ama içinde bu kez başka bir şey daha vardı.

 

"İyi misin?" diye sordu, sesi yumuşak ama kararlıydı.

 

Başımı kaldırmadan cevap verdim. "İyi değilim," dedim. "Hiç iyi değilim. Ben birini vurdum, abi." Gözlerimle ona baktığımda kendimden ürktü. Gözlerimdeki korkuyu, öfkeyi, pişmanlığı... Her şeyi görmüş gibiydi.

 

Yanıma oturdu, aramızdaki mesafeyi kaldırmadan, ama tam olarak beni yalnız bırakmadan. "Evet," dedi basitçe. "Birini vurdun. Ama ya o seni vursaydı?"

 

Bu sözler beni bir an sersemletti. "Beni mi?" diye tekrarladım. "Beni vurması gerektiğini mi söylüyorsun?"

 

Başını hafifçe iki yana salladı. "Hayır," dedi. "Ama bu hayatta bazı savaşları kazanmak için bir şeyleri kaybetmek gerekiyor. Sen bu savaşa girmek istedin. Ve bu, girdiğin savaşın bir parçasıydı."

 

Sözleri beni bir nebze sakinleştirdi ama aynı zamanda daha da rahatsız etti. "Ben bu savaşı başlatmak istemedim," dedim. "Sadece özgür olmak istedim. Sadece kendi hayatımı yaşamak istedim."

 

Derin bir nefes aldı. "Özgürlük dediğin şey, her zaman bedelsiz değildir," diye mırıldandı. "Ama şunu bil: Sen bugün bir zinciri kırdın. Şimdi geriye dönüp bakma zamanı değil. Önüne bakma zamanı."

 

Ona ne cevap vereceğimi bilemeden sustum. Kafamdaki uğultu biraz hafiflemişti, ama hâlâ bir şeyler kırık, bir şeyler eksikti. "Peki ya o adam?" diye sordum, sesim titreyerek. "Ya ölürse?"

 

Abim gözlerimin içine baktı. "Yaşayacak," dedi sakin bir sesle. "Yaptığın çok cesurcaydı." Gözlerimi devirdim. Önüme dönerken sanki bir anlığına rahatlamış gibiydim. "Kim olsa aynı şeyi yapardı, sen olsan bile..." Bakışlarını kaçırdı, ardından yutkundu ama bu benim öfkeme öfke katmıştı. "Yapmazdın." Dedim lafımı yenileyerek. "Yapmazdın çünkü o zaman sizin namus kavramınız kirlenecekti değil mi? Ben bir kadın olarak bugün seni savunurken gözümü bile kırpmadım ama sen olsaydın yapmazdın." Acıyla kasıldım. Abim, bir süre sessiz kaldı. Gözlerindeki suçluluk açıkça okunuyordu, ama dudaklarından tek bir kelime bile çıkmadı. Benim öfkem ise patlamaya hazır bir volkan gibiydi. Ayağa kalktım, titreyen ellerimi yumruk yaptım.

 

"İşte fark bu," dedim sertçe. "Ben sizin kurallarınızı, törelerinizi yıkmaya cesaret ettim. Siz ise sadece arkasına saklanıyorsunuz! Siz erkekler, namusu korumanın kadınları susturmak olduğunu sanıyorsunuz. Ama bugün gördün, abi. Namusu korumak benim susmam değildi. Ayağa kalkıp hayatımı savunmaktı."

 

Oturduğu yerde başını eğdi, parmaklarını saçlarının arasından geçirerek derin bir nefes aldı. "Ne düşünüyordun o kızı kaçırırken! Nasıl olsa törede berdel diye bir şey var, benimde bir kız kardeşim var. Onlara veririz iş hal olur mu dedin abi!" Gözlerindeki çaresizlik beni hem tatmin ediyor hem de daha fazla öfkelendiriyordu. "Özür dilerim..." dediğinde suratına yumruk atmamak için kendimi zor tuttum. "Haklısın," diye mırıldandı sonunda. "İşler bu raddeye gelmez sandım, belki başka bir alternatif sunarlar sandım ama yanılmışım. Kültür ve törede af yokmuş."

 

Kahkaham acı ve alaycı bir şekilde odanın sessizliğini doldurdu. "Kültür mü?" dedim. "Bu kültür dediğiniz şey bizi esir alıyor! Bizim hayatlarımızı, hayallerimizi, nefesimizi çalıyor. Eğer buna kültür diyorsanız, ben o kültürü istemiyorum."

 

Abim, gözlerini yerden kaldırıp bana baktı. İlk defa gözlerinde bir kırılma gördüm. Sanki söylediklerim, taş gibi yerleşmiş inançlarını çatlatmaya başlamıştı. Ama bu yeterli değildi. O çatlaklar, onun da benim kadar mücadele etmesini sağlamadıkça hiçbir anlamı yoktu.

 

"Bunu değiştiremezsin," dedi yavaşça. "Tek başına töreyi yıkamazsın. Seni anlıyorum, ama bu yol seni daha da yalnızlaştıracak."

 

Ona doğru eğildim, sesim alçaldı ama daha da keskinleşti. "Yalnız olsam bile savaşacağım. Çünkü yalnız olmak, susmaktan ve boyun eğmekten daha iyidir. yediğin boku düzeltmeye yüreğin yoksa benim var! bana katılmasan da ben bu savaşı bırakmayacağım."

 

Sözlerim abimi susturdu. Daha fazla cevap veremedi, çünkü verecek bir cevabı yoktu. Sessizce odadan çıkarken arkasından bakakaldım. Bir anlık bir pişmanlık dalgası kalbime vurdu, ama hemen ardından o sert kararlılık geri döndü.

 

İsterse babam olsun, yine de kimse benim olan hayatımda benim yerime karar veremezdi.

 

Aşağıda bir gürültü duydum, ardından birden sessizlik oluşurken ayağa kalkıp camın önüne geldim. Perdeyi çekip avluya bakarken onunla göz göze gelmeyi beklemiyordum. Adar buradaydı. İki saat sonra tekrar gelmişti, ve bu gelişi hiçte hayra alamet değildi. Etrafında toplanan kalabalığı umursamadan doğruca bana bakıyordu. Sert ve asi bakışlarla ona geri ileti yaparken onun yanına gitmem gerektiğini anlamıştım.

 

Odadan çıkarken merdivenlerde durdum. Sadece bana bakıyordu, asla gözlerini çekmiyordu üzerimden. Merdivenleri inerken her hareketimi izliyordu. Avluya ayak bastığımda karşısına doğru yürüdüm ve aramızda bir metrelik bir mesafe bırakınca durdum. "Niye geldin sen yine."

 

A

 

dar, etrafında kısa bir bakış gezdirdi. Ardından sadece bana bakarak ellerini oynatarak konuşmaya başladı. "Neden geldiğimi biliyorsun."

 

Kaşlarımı çattım. "Hayır, bilmiyorum," dedim soğuk bir tonla. "Beni yargılamaya mı geldin, yoksa törenin kurallarını hatırlatmaya mı?"

 

Adar, dudaklarının kenarına alaycı bir gülümseme yerleştirerek bir adım attı. "Ne töre, ne yargı. Ben buraya hesap sormaya değil, sana yardım etmeye geldim."

 

Ellerini okurken içimde bir şeyler hareket etti ama yüzümü sert tutmaya çalıştım. "Yardım mı?" diye tekrarladım. "Beni daha fazla karmaşaya sürüklemek dışında ne yapabilirsin ki?"

 

Adar, gözlerini bir an bile üzerimden ayırmadan konuştu. "Bugün yaptıklarınla bir savaşı başlattın, bunu biliyorsun. Ama bu savaşta yalnız olamazsın. Seni korumak için buradayım, ama sadece bu değil. Beni ilgilendiren bir mesele bu. Çünkü artık senin verdiğin kararlar, hepimizi etkiliyor." Ardından rahatsızca etrafına baktı tekrar. "Yalnız kalalım, bu kalabalıkta konuşmak rahatsız edici." Söylediğini sükunetle karşıladım ve onu en yakın yere yani mutfağa geçmesi için buyur ettim. Mutfaktaki kadınlar birer birer alanı terk ederken annemle göz göze geldik. Evin erkekleri derin bir toplantı içerisindeydi, ve annem bu durumun neyle sonuçlanacağını biliyor gibi korkuyordu. Gözlerine güven vererek bakmak istedim. Ardından kolunu sıktım ve çıkması için geri çekildim. Herkesin çıktığından emin olduktan sonra kapıyı kapattığımda Adar'a döndüm. Rahatlamış gibi tezgaha yaslandığında bakışları bakışlarımla karşılaştı. "Seni korumak için buradayım."

 

Sözleri hem bir meydan okuma hem de bir teklif gibi gelmişti. İçimdeki öfkeyle birlikte bir kırılma hissettim. "Kendimi koruyabilirim," dedim, sesim titreyerek. "Sana ihtiyacım yok."

 

Adar, bir an sustu. Gözlerinde sanki bir şeyler sorguluyormuş gibi bir ifade belirdi. "Bunu anlıyorum," dedi sonunda. "Ama bu, senin yalnız başına üstesinden gelebileceğin bir şey değil. Dışarıdaki kalabalığa bak. Onlar ne için burada sence?"

 

Pencereden toplanmış insanlara göz gezdirdim. Hepsinin yüzünde farklı ifadeler vardı: merak, korku, öfke. Ama hiçbirinin gözlerinde bana destek verecek bir ışık yoktu. Adar’ın söyledikleri doğruydu, ama bunu kabullenmek zordu.

 

"Bu savaş benim savaşım," dedim, dişlerimi sıkarak. "Eğer bunun bir bedeli olacaksa, o bedeli ben ödeyeceğim. Sadece ben."

 

Adar, bir adım daha attı, aramızdaki mesafeyi iyice daralttı. Artık neredeyse nefesini hissedebiliyordum. "Belki bu senin savaşın," dedi yavaşça. "Ama tek başına kazanman imkânsız."

 

Bir an için birbirimize baktık. Gözlerindeki kararlılık ve inatçılık, benimkine ayna tutuyordu. Ama aynı zamanda bir teklif vardı o bakışlarda. Birlikte hareket etmenin, güçlerin birleşmesinin bir teklifiydi bu.

 

Cevap vermek yerine derin bir nefes aldım ve başımı çevirdim. Ama içten içe, Adar'ın haklı olabileceğini düşünmeden edemiyordum.

 

"Öldü mü?" Dedim kısılan sesimle, aramıza mesafe koyarak yanından uzaklaştım. "Ölmedi." Güven verircesine aramızdaki mesafeden rahatsızmış gibi bir adım attı. "Polis gelirse, hapse mi gireceğim."

 

"Hayır, merak etme polise haber etmezler. Edemezler, nefsi müdafaa zaten. Sen vurmasaydın, o vuracaktı seni."

 

"Ne olacak şimdi Adar? Bir savaş başlattım tamam da, nasıl bitecek bu işin sonu? Sen neden bana yardım etmeye çalışıyorsun? Abim kuzenini kaçırdı, nasıl bu kadar sakinsin?" Omuz silkti.

 

"Kaçması için ben yardım ettim."

 

"Ne?!" Duyduğumu hazmetmeye çalışırken onun rahatlığı karşısında ağzım açık kalıyordu. "Nasıl! Neden?!" Bağırmamdan rahatsız olarak kulaklarını kapatıp yüzünü ekşitti. "Kulaklarım sağlam, sadece konuşamıyorum. Yani kısık sesle de konuşsan seni anlarım."

 

"Beni deli mi etmeye çalışıyorsunuz? Ne demek ben yardım ettim! Ne dayanarak böyle bir şeye kalkışırsınız!"

 

"Bak, onların birbirini sevdiğini biliyordum, eğer Baran'a kaçmasaydı şuan iki evlilik yapmış elli yaş üstü bir adamla altın karşılığında evlendirilecekti. Buna engel olamazdım, olamazdık." Ellerini sertçe kullanıyor, sanki bir hınç almak istiyordu. "O benim kuzenimden çok kardeşim gibi, buna göz yumamazdım. Ayrıca o gerizekalı abine şehir dışına kaçın dedim. Buraya gelmiş! Böyle planlamamıştık!"

 

"Abim hakkında düzgün konuş!" Üzerine yürürken parmağımı salladım. "Madem bir halt yemeye kalktınız, o zaman bunu halledin! Beni karıştırmadan!" Mutfaktan çıkmak için yeltenmiştim ki kolumdan tutup beni durdurdu. "Artık işler çok karıştı. Kan davası başlatacaksın farkında mısın? Hatta başlattın bile."

 

Tenimi bir ürperti aldı. "B-ben bir şey yapmadım."

 

"Adamı vurdun, abin kızını kaçırdı. Sence bu bir davayı başlatmak için yeterli bir sebep değil mi? Ben söyleyeyim mi, yeterde artar bile."

 

Kolumu elinden çektim. "Seninle evlenmeyeceğim!" Dedim son çare. Başını sağa sola salladı. "Ben zaten sen benimle evlen diye yalvarmıyorum sana, ama en mantıklısı ve sağlıklısı şuanda bu. Amcam şuan yoğun bakımda, uyanır uyanmaz hükümü verir, ailenden kimseyi yaşatmayana kadar da devam ettirir. Sen buralarda yaşamamışın belli, ama burada senin dediğin değil, törenin dediği olur. İstediğin kadar savaş, sen burada kazanamazsın."

 

Sözleri canımı yakıp geçerken gözlerimi kırpıştırdım. "Sana güvenmiyorum." Dedim titrek bir nefes vererek. "Neden güveneyim."

 

"İster güven, ister güvenme. Başka çaren varmı? Nereye kadar devam ettireceksin bu inadı?"

 

"Nereye kadar giderse."

 

"Nereye kadar gider biliyor musun? Aile mezarlığına kadar gider." Tüylerim diken diken olurken yutkunmaya çalıştım. "Evlen benimle." Bu sefer daha sakindi. "Sana söz, özgürlüğünü kısıtlayacak tek bir adım atmam. İstersen senin için kağıda bile imza atabilirim. Bana istediğin şartı sun, bunun sonu daha kötü olmadan gel kabul et. Yoksa inan bana, hayatın boyunca aştından kalkamayacak bir yükün altında kalırsın."

 

"Git buradan!" Dedim ona kapıyı gösterirken. sıkıntıyla sesim titriyordu. Ama Adar yerinden kıpırdamadı. Sadece beni izliyordu, gözleri karanlık ama sabırlıydı. Kendi içimde bir savaş verirken onun bu kadar sakin kalması sinirlerimi daha da bozuyordu.

 

"Git dedim sana!" diye bağırdım bir kez daha. "Beni böyle saçma bir şeye zorlayamazsın!"

 

Adar, derin bir nefes aldı ve adım adım bana doğru yürüdü. Aramızdaki mesafeyi neredeyse tamamen kapatmıştı. "Zorlamıyorum," artık beden dili bile sakin ama kararlıydı. "Sadece bir çıkış yolu sunuyorum. Eğer bunu yapmazsak, ailelerin bu meseleyi çözme biçimi çok daha acımasız olacak."

 

Onu okumak artık beni sarsmıştı ama bunu belli etmek istemedim. "Beni neden bu kadar umursuyorsun?" diye sordum, gözlerimi kaçırarak. "Ben senin sorunun değilim."

 

Adar, bir an için geri çekildi. Sanki doğru kelimeleri seçmeye çalışıyormuş gibi. "Bu sadece seninle ilgili değil," dedi sonunda. "Bu mesele büyürse, herkes zarar görür. Sen, Baran, Avşin... Hatta ben bile. Ama en çok da sen."

 

Bir süre sessizlik oldu. Odamın soğuk duvarları arasında yankılanan kalp atışlarımı duyabiliyordum. İçimde bir şeyler çatırdıyor gibiydi, ama yine de geri adım atmak istemiyordum.

 

"Neden ben?" dedim sonunda, fısıltıya yakın bir sesle. "Neden başka bir yol yok?"

 

Adar, yüzünde hafif bir yumuşamayla bana baktı. "Çünkü başka biri bunu yapamaz," dedi. "Sen güçlüsün, ama bu güç tek başına yetmez. Birlikte hareket etmezsek, bu işin sonu felaket olur."

 

Gözlerimde biriken yaşları geri itmeye çalıştım, ama sesi artık beni ikna etmeye yaklaşmış gibiydi. "Bunu yaparsam..." diye başladım, ama kelimeleri tamamlayamadım.

 

Adar, başını eğdi ve yumuşak bir hareketle ekledi: "Bunu yaparsan, senin şartların geçerli olacak. Ve söz veriyorum, sana bir pranga değil, bir destek olacağım."

 

Gözlerimdeki yaşlar nihayet taştı, ama ona hala direnmek istiyordum. Bu bir teslimiyet miydi, yoksa başka bir şey mi? Tam olarak bilmiyordum. Ama bir şeyin değiştiğini hissediyordum.

 

Gözlerim onun kıyı kenarı irisinde durdu. "Ben bunu yapamam." Sesim fısıltı gibi çıkarken hıçkırmayı beklemiyordum. "Onların kefaretini ben ödeyemem." Aramızdaki mesafeyi tamamen kapatıp bana doğru eğildi. "Feris." İkinci ismimi söylemek istediğini parmaklarıyla önce beni işaret etti, ardından isminin ikincisiyle sana sesleniyorum say. Dedi beden diliyle. "Başka bir seçenek varsa sen bana sun, çünkü bende çareler ilk defa tükendi."

 

"Bilmiyorum," dedim. Ağlamaya devam ederken. "Bilmiyorum Adar, hiçbir şey bilmiyorum." Hıçkırıklarım artarken konuşmam kesildi. Beni yavaşça göğsüne çektiğini hissettim, karşı çıkamadım. Ağlamam devam ederken öylece onun göğsünde yine çaresiz kalırken bu ikilemden nasıl kurtulacağımı bilmiyordum.

 

 

Loading...
0%