@ben1deniz
|
karanlık sarmıştı etrafı. korku, endişe ve öfke sarmıştı bedenimi. sesler duyuyordum, geçecek gibi değildi. "gel buraya küçük" diyordu. küçüktüm evet çok küçüktüm, sahi ben nasıl büyüdüm? neden küçük kalamadım? neden büyüdüm. bedenim enkaz ruhum moloz yığını gibiydi. sahi bizi bir enkazdan ayırt edebilen neydi? insan olmak. insan mıydık biz, bizler. insan olmak neydi? neydi bizi insan olmaktan alıkoyan? savaşlarda ölen çocuğun, bebeğin suçu neydi? sahi suçluyu suçsuzu birbirinden ayırt eden neye göre karar verdi?
etraf toz dumandı. silah sesleri, bir kurşuna kurban giden mahlukların inleme sesleri, ve kaçmaya yeltendikçe dayak yiyen teröristlerin bağırışları... bedenim arkamdan gelen sese yöneldi. yeşilin hem koyu hem açık tonları ile giydiği kamuflaj kıyafetlerinin içinden Altay bana seslendi.
“KOMUTANIM, CEPHANEMİZ BİTİYOR. GERİ ÇEKİLELİM!” geri çekilme gibi bir niyetim yoktu. Gerekirse bedenimle bu savaşın ortasına doğru koşardım ama asla geri çekilmezdim. Bulunduğum taşın arkasından çıkarak tüfeğimi kurşunların geldiği yöne tuttum ve üst üste ateş etmeye başladım. “İTE KÖPEĞE BIRAKACAĞIM BİR VATANIM YOK” hırs, intikam ve ya kin diyebilirdiniz buna, ama hiçbiri değildi. Bu vatan için bir fedaydı, feryattı.
Kaç kişinin yere serildiğini umursamadım. Kurşunlarım biterken artık karşıdan tek bir kurşun sesi dahi gelmiyordu.
Bitti,
Bitmişti.
Ölenlerin üzerinden akan kana bakarken elimdeki silah yeri boyladı. Yerimde donarken etrafımdan koşan askerleri algılayabiliyordum ama artık yorulduğumu da hissedebiliyordum.
Arkamdan yükselen şehitlerimin isimleri zihnimde kendine yer edinirken kalbimde bir sızı hissettim. Bunu kaldıramıyordum artık, kayıp vermekten kendimi kaybetme raddesine gelmiştim.
Şehit Muhammed Aslan,
Şehit Akif Sönmez,
Şehit Servet Akar.
Dilim tutuldu, nutkum tutuldu. Bunlar ilk değildi ama asla son olamayacağınında bir habercisiydi. Dizlerimin üzerine çökerken çiseleyen yağmur damlaları yüzümden süzülmeye başladı. Başımı gökyüzüne kaldırırken üst üste yutkundum. Üzerinde olduğum çamurun ıslaklığı bedenime işlerken gözlerimden yağmur damlalarına eşlik eden göz yaşları vardı. “gitmemiz gerek komutanım.” Sesleri duymak istemiyordum, sağır olmak istiyordum. Kapanan gözlerim açılırken, hiçbir şey görmek istemiyordum, kör olmak istiyordum.
“topla timi.” Dediğimde asker selamını verip yanımdan ayrılmıştı. “cevap ver, yüzbaşı!” yeleğimin cebinden telsizimi alırken derin bir nefes aldım. “nasıl bir cevap istersiniz komutanım.” Dediğimde telsizin cızırtılı sesi yükseldi. “beni tatmin edecek bir cevap istiyorum yüzbaşı, iyi misin, iyi misiniz?” hafif bir gülümseme yüzümde belirdi. “siz buna iyi diyorsanız çok iyiyiz, albay. İyilikten ölmek üzereydik de diyebilirim.”
“hemen karargaha dön yüzbaşı. Seni burada görmek istiyorum.”
“emredersiniz albay.” Telsiz sustu. Geriye sadece askeriyenin araç sesleri yankılanırken sessizce ayağa kalktım. Araçlardan birine yürürken açılan kapıyla içine yerleştim. Araçlar hareket ederken usulca aynadan geride kalan manzaraya bakmakla yetindim. Çok yabancı, ama bir o kadarda çok tanıdık bir manzaraydı. İç soğutucu ve aynı zamanda iç karartıcıydı.
Yarım saatlik yolun ardından karargaha gelmiştik.
KARA KUVVETLER KOMUTANLIĞI
Kocaman yazılan yazıyı sanki binlerce kez okumamış gibi bir daha okudum. Uzun koridoruna yöneldim. Gelen asansör ile 3. Katta indim.
Çaldığım kapıyla odaya girdiğimde asker selamına durdum.
"Albayım!" Sesim taş kadar sertti. Albayın mavi gözleri gözle gözlerimi buldu. Hafifçe gülümsedi. Yorgun gözleri kırışmış teniyle bütün olmuştu, yaşlanmıştı. Yaşlanmasına rağmen hala dinç ve diri bir yapısı vardı.
"Kendinizi çok yoruyorsunuz Yüzbaşım, oturun bir rahatlayın." Sözünü bitirdiğinde karşısına oturdum yorgundum, ama sadece günün yorgunluğu değildi bu. Bunu fark etmiş gibi sıcak bir gülümseme ile bakıyordu. "sanırım artık istirahat vakti." İlhan Yekta, baba(m).
"anlamadım baba?" Kaşlarım havalandı. Merakla bakıyordum ona ama karşısındaki dosyaya kilitlemişti gözlerini. "Baba?" Dedim tekrar konuşmasını sürdürmesi için.
"süresiz izin verdim sana, biricik kızımın daha fazla yorulmasını istemiyorum." dediğinde dumura uğrar gibi sarsıldım. "ne?!" Diyebildim hayretle. "Neden? Ben böyle bir şey istemedim ki senden?"
Yutkundu. "İstanbul'a dönmen için kızım. Annen yalnız kalıyor. Senin için kaygılanıyor, yanında olmanı istiyor. Merak etme İstanbul'da da başka görevlerde yer alırsın. Ama-"
“bana daha önce söyleyebilirdin baba, bunu isteyebileceğimi düşünmüyorsun değil mi?”
“annenin yalnızlığını istiyorsun yani öyle mi?” beni ikilemde bırakırken hemen kendimi izah etmeye kalktım. “hayır tabii ki de, annemin yalnızlığı beni de rahatsız ediyor ama-“
“ama görevimi ondan daha çok seviyorum mu diyorsun?”
"hayır!” tamamen beni manipüle ederken ona yenildiğimi hissediyordum. “Tamam baba, siz vermişsiniz zaten kararı. Ne diyebilirim ki." Annem Gülsüm Yekta. Çok zor günler atlatmıştım. Ve Gülsüm annenin sayesinde ayakta kalabilmiştim, o akşamdan sonra beni bir daha asla yalnız bırakmamışlardı. Resmiyette şuan onların öz kızı olarak görünüyordum. 7 yaşımdan sonra öyle güzel bir çocukluk yaşatmışlardı ki bana ne kadar teşekkür etsem azdı. Kendi çocukları yoktu, olmamıştı. Ama eminim kendi kanından olan bir çocukları olsaydı, dünyanın en şanslı çocuğu ve anne babası olurlardı. Onları çok seviyordum. Sözlerinden çıkmak bir yana laflarını bile ikiletmiyordum. Onlar benim çocukluğum gençliğimdi... Yarım bir gülüş gösterdi. "Bir süre dinlenmeni istiyorum. Bugün gösterdiğin performanstan dolayı da tebrik ediyorum seni, çok iyi bir askersin. Gerçekten seninle gurur duyuyorum kızım." Dosyayı kapattı ve ellerini üzerine indirip hafifçe eğildi öne doğru. "Ama çok yoruldun, şu son bir yıldır nerdeyse doğu görevlerinin çoğunda yer aldın. Askerlik görevini yapıyor olsan da sen benim biricik kızımsın. Başına bir şey gelsin istemiyorum." Ayağa kalktı ve yanıma adımlayıp tepemde durdu. Ona ayak uydurup ayağa kalktığımda sıkıca sarıldı bedenime.
"Sen bizim her şeyimizsin, seni çok seviyoruz kızım, biliyorsun değil mi?" Gözlerim dolmuştu hafiften. Başımı olumlu anlamda salladım. "Bende sizi çok seviyorum baba..." kısa bir sarılmanın ardından ayrıldık. Başımı salladım tekrar. "Tamam, ben gideyim o zaman. Haberi var mı annemin geleceğimden."
"Hayır, söylemedim."
"İyi yaptın ben sürpriz yaparım." Sulanan gözlerimi sildim. Tekrar kısa bir sarılmanın ardından çok geçmeden babamın yanından ayrıldım. Arabama binip yola çıktım. Kocaeli'de görev yapıyordum, en azından bu güne kadar. Tamiki saatlik bir yolum vardı ve bunun beni çok yoracağını bilsem de gitmeye mecburdum.
Mecbur kalmaktan nefret ede ede yola koyuldum.
<<<
Nihayetinde artık İstanbul'a gelmiştim. Evimizin bahçesine girip arabayı durdurdum.
Sanki beni bekliyormuşçasına evin kapısı açıldı.
Hafif tombul, kısa, gülüşü yüzünden hiç eksilmeyen annem çıktı. Şaşkınca ellerini dudaklarına götürdü.
"Annem..." Dedi. Arabadan inerken yanına koşa koşa vardım. Kendisine ulaşır ulaşmaz sımsıkı sarıldık. "Annem." Dedim yanağını öpüp derince kokladım, bebek gibi kokuyordu. "Oyy, çok özlemişim yavrum benim!" En son iki ay önce görüşmüştük yine bir iki günlüğüne gelmiştim. Ve yine böyle mutlu olmuştu.
"Gel, güzel kızım. Meleğim benim." İçeri girdik, salona geçip koltuğa oturduk. "Yorulmuşsundur annem sen şimdi."
"Aslında pek yorgun değilim." Elini yanağıma yasladığında avucunun içini öptüm. "Açım sadece. Yemeklerini özledim sultanım." Gözleri parlıyordu. Gerçekten anne olmak böyle bir şey miydi?
Heyecanla konuştu. "Sen güzel bir duşunu al, temiz kıyafetlerini giy. Hemen sana en sevdiğin yemeklerden yapayım." Ayağa kalktı. Saçlarımdan öpüp, kokladı. "Oyy, benim kınalı kuzum... Çok özledi annen seni." Tekrar saçlarıma öpücük bırakıp mutfağa geçti. Gerçekten özlemiş miydi annem beni?
Fazla merhametli bir kadındı ve bunu bana yansıtmaktan asla gocunmuyordu. Dediğini yaparak yukarı kata çıkıp odama geldim. Naftalin kokan odama yüzümü buruşturdum. Bu kokuyu sevmiyordum, ama annem inatla bunu kullanırdı, canı sağ olsundu. Varlığı yeterdi. Hızlıca duşa girip aklayıp paklandığımda duştan çıktım. Bedenimi hızlıca kurutarak siyah bir tişört ve yine siyah bir eşofman altı giyindim. Saçlarımın ıslaklığını havluyla alıp saçımı topladım.
Annem gerçekten de en sevdiğim yemeği yapıyordu çünkü kokusu yukarı odama kadar gelmişti. Aşağı inip mutfağa girdim. Arkasından sarıldığım kadına içli bir öpücük bıraktım. "Ellerine sağlık bir tanem, çok güzel kokuyor yemeğin. Daha çok acıktım vallahi."
Mutfak masasına geçip oturdum. "Annen senin için her şeyin iyisini yapar güzel kızım benim. Sen yeter ki iste." Her şeyin iyisini mi isterdi gerçekten? Sözü yüreğimde bir burukluk bırakırken gülümsemeye çalışarak onu izledim. Lazanyayı tabaklara koyup servis etti sıcacık dumanı üstünde olan yemekten iştahla büyük bir lokma alırken ağzımın yanmasıyla hemen kolamdan yudum yudum içmeye başladım. “yavaş ol kızım,yeni pişti. Çok sıcak.”
"Çok özlemişim anne, çok!" Gülümsedi. "Ne zaman döneceksin tekrar. Kaç gün kalacaksın." Sesindeki kırgınlık elle tutulur vaziyetteydi. "Gitmiyorum. Bir süre çalışmayacağım. Babam bana süresiz izin verdi. Çok yoruyormuşum kendimi." Anlamışçasına başını salladı.
"Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim kızım."
"Sevinsen iyi olur. Çünkü beraber daha çok vakit geçireceğiz. Anne kız günlerimiz başlıyor Gülsüm sultan!" Beraber kahkaha attık. Yemeklerimize dönerken onu yavaş yavaş yüzünün solduğunu fark ettim.
"Bana söylemek istediğin bir şey var mı anne?" Afallayıp gözlerini kaçırdı. Söylemek istediği bir şey vardı ama emin değildi. Elini tuttum. "Anneciğim. Söyle lütfen ne varsa. Üzülmeyeceğim, kızmayacağım söz." Oflayarak sulanan gözlerini sildi. Söylemekte kararsız olurken beni teleşlandırıyordu.
"Seni çok seviyorum güzel kızım, iyi ki benim kızımsın." Böyle bir giriş beklemediğim için başta biraz afalladım ardından yutkunarak devam etti. "Şey..." Başımı salladım devam etmesi için. "Ne oldu anne?"
"Elvan..." bu isim bana hiçte güzel şeyler hatırlatmazken lafının devamını getirmemesi için ayağa kalktım. "Kızım bir dinle..." onu üzmek istemiyordum, ben fevri biriydim ve onu gereksiz biri için kırmamak için ondan uzaklaşmak istiyordum.
"Anne! Bak ben sana anne diyorum. Annem sayıyorum. O kadının adını bana nasıl anarsın! Ne olmuşsa olmuş. Onun adını dahi duymak istemediğimi biliyorsun!"
"Dinle n'olursun. Her gün kapıma dayanıyor. Yalvarıyor! Bir kere olsun konuş onunla. Yüzleş, sende o da bir kere olsun karşı karşıya gelin."
“bunu benden nasıl istersin!” ve onu kırmamak için girdiğim çabam artık boşa çıkıyordu. "O kadın beni duymuyor! Duymadı! Bana hep sağır kaldı! Şimdi ne hakla gelip kapına dayanır anne! Nasıl istersin benden böyle bir şeyi! Sırf onunla aynı şehirde kalmamak için dağlarda terörist avlıyorum ben! Gencecik yaşımda kalp hastası oldum anne! Ne halde olduğumu en çok sen biliyorsun! Şimdi nasıl çıkayım karşısına? Nasıl bakayım gözlerine? Ne diyecek ki bana! Nasıl telafi edecek olan biteni!" sesimin yüksekliği yüzünden irkilerek geriye adımladığında gözlerinden yaşlar süzülüyordu, annem ağlıyordu ve ben kendime bir kere daha kızdım!
"Anne..." Sesimin titremesine engel olamadım. "Yapma kurban olayım... Neden onunla yüzleşeyim istiyorsun ki. Unutmak istiyorum biliyorsun. Beni en iyi sen anlıyorken nasıl bu kadar da anlamıyorsun bilmiyorum." Göz yaşlarını sildim. Yanaklarından öptüm. "Annem..." Sarıldım sımsıkı. Onu kalktığı yere geri oturttum ve önünde diz çöktüm. “özür dilerim, özür dilerim sana bağırmamalıydım ama elimde değildi.” Ellerini avuçlarımın arasına alarak öptüm. “bunu yapamayacağım, ölmemi iste ama benden bunu isteme. Seni çok seviyorum. Lütfen aramızı bozacak hiçbir şey isteme benden.” İç çekerken sadece başını sallamakla yetindi. Ayağa kalkarak tekrar sıkıca sarıldım ona. Evin duvarları üstüme üstüme gelirken nefes almakta zorlandığımı hissediyordum.
"Ben biraz hava alacağım." Bedeninden ayrıldım ve yüz yüze gelmemizi sağladım. "Özür dilerim" dedi. "Önemli değil, suyunu iç. Topla kafanı uyu dinlen biraz. Ben akşama gelirim." Başını salladı sadece. Evden çıktım. Rüzgar sert bir şekilde yüzüme çarptığında irkilir gibi oldum. Derin bir nefes aldım içime.
Gözlerim kendiliğinden kapanırken boğazımdan kaçan hıçkırığa engel olamadım. Gözlerimden akan yaştan nefret ediyordum. Arabama bindim. Bahçeden çıkıp merkeze doğru sürmeye başladım arabayı. Kalbim sıkışıyordu, bu duyguyu zaten zar zor aşabilmiştim. Tekrar geçmiş kendini hatırlatırken eskiye dönmekten çok korkuyordum.
Zaman haddinden fazla hızlı hızlı akarken arabayı sahil kenarına çekip durdum. Denizin kayalara çarparak çıkardığı sesi huzurla dinledim. Suyu izledim. Derin bir iç çektim. Yorgundum, yorulmuştum.
Kayalardan birine oturup denizi seyre daldım.
"Senin okumanı istiyoruz kızım. Senin iyiliğin için." İlhan amcanın sözüne gözlerimi devirdim. "Okul okumak istemiyorum! O kadar insanın içinde yapamıyorum ben! Sanki herkes her şeyi biliyor da bana öyle bakıyor gibime geliyor! Kendimden iğreniyorum! Kendimden nefret ediyorum! Keşke ölsem!" Sinir krizi geçiriyordum yine ve yine...
Gülsüm teyze beni sakinleşmem için kendine çekip sarıldı. "Ağlama yavrum, ağlama kızım. Senin hiçbir suçun yok! Kendini böyle hırpalama n'olursun."
Yaş on yedi. Arkadaş ortamı sıfır psikolojim yerle birdi. Büyüdükçe unuturdu insan neden hâlâ unutmadım?!
Neden hâlâ kendimi bir pislikmiş gibi görüyorum?!
Yaş on sekiz. Uyuşturucuya başlamıştım. Sokakta yaşıtım olan çocuklardan alıyordum. Uyuşmuyordu ama, geçmiyordu beynimdeki anılar. Sahi hafıza sildirme imkanım yok muydu?
Yaş on dokuz. Uyuşturucu tedavilerim bitmişti. Üniversite hayatım başlamıştı. Hemşire olabilir miydim ki ben? Daha kendi yaramı saramıyordum, kimin yarasına derman olacaktım?
Yaş yirmi. Babamın desteği ile askerlikte ilk ilk günüm. Üniversite terk edilmiş kendimi spora ve silahlara adamıştım.
İyi geldiği söylenemezdi ama kafamı dağıtmam için yeterdi.
Ondan sonrası hep ölüm. Öldür emri aldığım her birini yere seriyordum. Ya içimdeki çığlığı neden susturamıyor, sesi neden dindiremiyordum?!
Daldığım yerden irkilerek sıyrıldım. Boğazım kurumuştu susuzluktan. Ayağa kalkıp kendimi sirkeledim. Sahil boyunca yürüme başladım. Başımda keskin bir ağrı vardı ve üzerimde tarif edilemez bir kırgınlık vardı.
Ne kadar yürüdüğümü bilmiyordum ama artık ayaklarım sızlamıştı. Oturduğum bankta etrafıma baktım. Birden çalıların arkasından boğuşma sesi geldiğinde ayağa kalkıp çalıların içine daldım. İki iri yarı adam kavga ederken üsteki beni gördü.
Küfür edip elindeki bıçağını adama saplayıp kaçtı.
Olan biteni anlamaya çalıştım. Hızla yerde inleyen adamın yanına eğilip yarasına bastırdım.
"İyi misin?!" Gözleri Bayık bir şekilde bana baktı. Kızarmış gözlerini kırpıştırdı. "Hastaneye götüreceğim seni şimdi tamam mı!? Sakin ol! Bırakma kendini!" Başını salladı sağa sola.
"Hasta...ne olma..z." beyaz gömleği kırmızı kana bulanırken ağzı yüzü epey bir dağılmıştı. "Ne demek hastane olmaz? Ölüyorsun farkında mısın!?" Tekrar başını salladı.
Elini var gücüyle kaldırıp arabası olduğunu anladığım yeri gösterdi. "Eve götür beni."
"Ne evi! Manyak mısın ölürsün kan kaybından!" Elimi itti. Ayağa kalkmaya çalıştı ama yarası onu baya bir zorluyordu. Tam dikleşemese de ayağa kalkıp arabaya doğru adımladı. Ama sendeliyordu. Tam düşecekken kolunun altına girdim. "Eve kadar bir sürü kan kaybedersin! Neden anlamıyorsun!"
"Beni eve götür, lütfen." Dedi tekrar. El mahkum arabasının arka koltuğuna uzandırdım iri bedenini. Koltuğun hemen üstünde bulduğum ceketini elimde toplayıp yarasına bastırdım.
Kısık ama canhıraş bir sesle inledi. "Evin nerde senin, nereye götüreceğim seni!?" Hemen kapıyı kapatıp sürücü koltuğuna bindim zaten üstünde olan anahtarı çalıştırıp sürmeye başladım.
"Konuş benimle evini tarif et!" Dikiz aynasından ona bakıyordum derin derin nefes alıyorken eliyle yarasına baskı yapıyordu.
"Konuş benimle bak ölme! Uğraşamam seninle sonra!" Başıma iş mi almıştım yoksa hayır mı yapıyordum belli değildi.
"Beykoz'da." Gözlerimi devirdim. Bulunduğumuz yere tam bir saat uzaklıktaydı ve kesin ölüp başıma bela olacaktı! Telefonumu çıkardım.
"Sakın! Polise ve ya ambulansa haber verme sakın!" Kısık ama keskin sesiyle başımı salladım. "Anladık tamam haber vermiyorum kimseye!" Haritaları açıp kendisine uzattım." Evinin konumunu gir! Müneccim değilim ben! Beykoz'da binlerce ev var!"
Zorlukla evinin konumunu girdiğinde telefonu aldım ve kestirmelerden eve yetişmeye çalışıyordum. Tabi trafiği saymazsak!
"Ruh hastası mısın sen! Neden eve gidiyoruz da hastaneye gitmiyoruz anlamıyorum!"
"Çok konuşuyorsun, lütfen şu arabayı daha hızlı sürer misin?!" Ukalalığına gözlerimi devirdim. "Suç bende ki sana yardım ediyorum. Bey efendiye bak çok konuşuyormuşum,hah!"
"Kusura bakma, lak lak yapamayacak kadar kan kaybediyorum, ölebilirim o yüzden sana teşekkür edemiyorum!"
Hem ukala hem de aşırı itici olurken sinirden ne diyeceğimi bilemedim. "Senden teşekkür falan istemiyorum be! Ölme yeter." Ormanlık bir yola girdiğimizde içimde bir kuşku oluştu. "Doğru mu bu yol ormanlık alana girdik."
"Devam et sen geldik sayılır." Dikiz aynasından baktım tekrar. Yüzünü acıdan kırıştırmış iki büklüm olmuştu. “lütfen ölme.” Dedim konuştuklarımızı bir kenara bırakarak. Olabildiğince arabanın hızını arttırmaya çalışıyordum ama henüz evine varmamıştık. Fırsat buldukça dikiz aynasından ona bakıyor, yüzünü inceliyordum. Aşırı derecede kan kaybediyordu, sanırsam bıçak çok derinden kesmişti onu. Yolun sonunda büyük ve ihtişamlı bir kapı görünürken arabanın hızını azalttım. Konum geldiğimizi doğrularken kornaya basmaya başladım. Kapının iki kanadı da içe doğru açılırken açılan kocaman bahçeye arabayı sürerek durdum. Kocaman villaya giriş yaptığımda başımı şaşkınca salladım.
"Mafya mısın yoksa sen?" Dediğimde sesi gelmemişti. Arkama baktığımda gözlerinin kapalı olduğunu gördüm. "Hassiktir! Sakın ölme, sakın!" Arabadan indiğimde etraftaki koruma olduklarını anladığım adamlar etrafıma toplandı.
"Bıçak yarası var çok kan kaybetti hemen tedavi olması lazım!" dedim kapıyı açarken. Adamlar şaşkınca kapının ardında olan baygın bedene bakarken birden dediğimi duymamışlar gibi beni itip onu çıkarmaya başladılar. Saniyeler içinde bahçeye gelen onlarca koruma ve onların arasında gördüğüm beyaz önlüklü adamlara şaşkınlıkla bakıyordum. “yok artık, evde hastane mi var?” birinin beni dikkatle izlediğini fark ettim. Eli kemerine taktığı silaha kaymış ve benim hemen bir hareketimi bekliyordu. Yaralı adam saniyeler içerisinde bahçeden götürülürken peşinden onca adam da gitmişti. Geride kalan ona yakın adam beni oluşturdukları çemberin içine alırken hepsinin tetikte olduğunu fark ettim. Hepsinde tek tek göz teması kurarak dikkatlerini daha çok çekiyordum.
“beyler, ben düşman değilim. Adamın yaralı olduğunu gördüm hastaneye götürmek istedim ama beni evime götür dediği için buraya getirdim. Umarım beni vurmak gibi bir aptallık yapmazsınız.” Hafifçe yutkundum. “beni vurmazsınız değil-“
“dağılın lan!” birden gelen sesle irkilirken bakışlarım sesin geldiği yöne doğru döndü. Diğer adamların siyah takımlarının aksine kendisi gri bir takım elbisenin içerisindeydi ve sert adımlarla bana doğru geliyordu. Bu ciddi ortamın içerisinde herkes takım elbiseleriyle olurken benim pijamalarla oluşum peki?
Herkes dağılırken adam tam karşımda durdu. “nereden getiriyorsunuz Miran’ı? Bıçaklanırken siz orada mıydınız? Hemen anlatın lütfen.” Sert mizacı ve sert tuttuğu sesi ile gerilirken istemsizce gözlerimi kırpıştırdım. “hayır, orada değildim. Şans eseri gördüm onu. Yaralanmıştı, arabasına taşıdım. Buraya getirmeden önce uyanıktı. Evini tarif etti, bende onu buraya getirdim. Hastaneye de gitmek istemedi bu arada, ben hastaneye götürecektim ama-“
“teşekkürler.” Dediğinde ben lafımı henüz bitirmemiştim. Çok büyük bir terbiyesizlikti bu, neyse. Kısa bir nefes verdi ardından yüzünü sıvazlayarak birkaç adım geriye gitti. Sanki büyük bir acı içerisindeydi ve bunu saklamak için elinden geleni yapıyor gibiydi. “teşekkürler.” Dedi tekrar bana dönerken. Derin bir soluk verdi, ardından bana minnetle bakmaya başladı. “çok teşekkürler, bu iyiliğinizin altında asla kalmayacağım.”
“yok daha neler.” Dedim, hemen itiraz ederek. “insanlık adına yaptım tabii ki de. Ne karşılığından bahsediyorsunuz, yapmayın lütfen.” Adam başını sağa sola salladı. Ardından elini evine doğru uzattı. “Miran uyanana kadar burada kalın lütfen, o uyanınca gidersiniz. Hem siz de onun iyi olduğundan emin olursunuz.”
“haklısınız,” dedim davetini onaylayarak. “onun uyandığını bilmek isterim. Merak ederim yani, aklım burada kalır.” Gösterdiği yerden eve doğru yürürken hemen arkamdaydı. Eve girdiğimizde beni salona davet etti ve koltuğa oturmam için eliyle işaret verdiği. Onu ikiletmeden otururken salonun bir yerinden başka bir adam elinde bir bardak su ile gelirken suyu bana uzattı. Teşekkür ederek elinden suyu aldım ve hiç başını bile kaldırmadan yanımızdan ayrıldı. Sudan bir yudum aldığımda bakışlarım tekrar diğer adama kaydı. “evde doktorlar var sanırım, kimse hastaneye gidelim demediğine göre.” Adamın bedeninden bile belli oluyordu gerildiği. Karşımdaki koltuğu otururken bir konuşmaya hazırlandığı belliydi. “olası ihtimallere karşı önlem diyelim.”
“evi hastaneye çevirecek kadar güçlü bir ihtimal herhalde.” Bu konuşmadan asla memnun değildi ve bunu gerilen yüzünden de anlayabiliyordum. “siz burada kalın lütfen, benim Miran’ı görmem gerek.” Yanımdan ayrılmak için ayağa kalktığında koltuğun etrafından dönerken ellerini yumruk yapmıştı. “adınızı söylemediniz.” Dediğimde kısa bir an durakladı. Bana doğru dönmedi, soruma cevap alacak mıyım diye düşünürken “Mert.” Dedi ve tekrar yoluna devam etti. “Adım, Mert.” Salondan tamamen ayrılırken ardında sessizliğini bırakarak gitmişti. Yalnız kalarak koltuğa iyice sinerken ne zamana kadar burada kalacağımı tahmin edemiyordum. Başımı koltuğa yasladım, hem yorgunluğum hem de tedirginliğim varken nasıl zaman geçer diye hesaplarken hiç yapmayacağım bir şey yaparak uyuyakalacağımı hissediyordum. Uyumak için çok yanlış bir zamandı ve ben kendime karşı koyamayarak gözlerimi kapattım. Duyduğum tıkırtılarla yerimden sıçrayarak uyandım. "Siktir!" Karşımda oturan adam irkilmeme neden olurken bakışlarım salondaki bakışların ağırlığıyla kapandı.
"Belgesel seyreder gibi beni izlemeniz ne kadar doğru?" Dedim, çatallaşmış sesimle. Yerimden doğrulduğumda adının Mert olduğunu söyleyen adamla ve adının Miran olduğunu öğrendiğim adamla kısa bir bakışma yaşadık.
Yarası temizlenmiş bandajlanmış üstü çıplak ve altında eşofman pijamasıyla karşımda oturuyordu.
"Daha izlemeye devam edecek misiniz." Dedim gergin bir şekilde. Miran boğazını temizledi. Konuşacaktı ama adımı öğrenmek ister gibi es verince doğrulduğum yerde boğazımı temizledim. “adım Deniz,"
“Deniz hanım. Ben, size ne kadar teşekkür etsem azdır. Hayatımı kurtardınız."
"Hiç önemli değil, gerçekten de önemli değil. Ben artık evime gitmek istiyorum. Annem beni merak ediyordur şimdi.” Saat kaçtı? Ne zamandan beri uyuyordum çözmeye çalışıyordum.
"Tabii ki de ama öncesinde biraz konuşalım..." Mert ve iki adam daha salonu terk ettiğinde baş başa kalmıştık. Gözlerimi devirdim. Gerçekten buna ihtiyaç var mıydı? “lütfen bugün olanlar, yaşananlar aramızda kalsın.” Bakışlarım kısılınca yüzünü inceliyordum. “kime söyleyeceğimi sanıyorsunuz? Ya da herkese söyleyebileceğim kadar ne yaşadık da bunu benden istiyorsunuz?” aynı dikkatle beni inceliyordu ve asla bunu çaktırmamak için ekstra çaba sarf etmiyordu. “olsun,” dediğinde boğazını temizledi. “küçükte olsa bir talihsizlik yaşadık. Bu benim için özel bir mesele sayılır. Lütfen yine de bu yaşadıklarımızı kimseye anlatmayın. En azından sizden rica ediyorum.”
“merak etmeyin.” Dedim onu tatmin etmek ister gibi. “kimseye söylemeyeceğim.” Söyleyecek kimsem bile yoktu da, orası ayrı bir konuydu.
"Çocuklar size arabanıza kadar eşlik etsin. Tekrar çok teşekkür ederim." Onu onaylayan bir hareketle başımı salladım ve ayağa kalktım. “kendinize dikkat edin.” Dediğimde ayağa kalkmaya çalıştı ama onu hemen durdurdum. “kalkmayın lütfen. Yaranız taze, daha fazla canınızı acıtmayın. Ben giderim.”
“kusura-“
“hayır tabii ki de, ne kusuru? Ben daha fazla rahatsızlık vermeyeyim.” Dediğimde elini uzatmıştı. Kısa bir duraklamanın ardından uzattığı elini, tuttum. “bu iyiliğinizi unutmayacağım.” Kan kaybettiğinden dolayı teni soğuktu ve bu benim aşırı derecede geren bir durumken elimi elinin arasından çektim. Tekrar başımla kısa bir onay verirken hızlıca yanından ayrılıp açık olan kapıdan bahçeye çıktım. İçime derin bir nefes alırken hızlanan kalbim bana ihanet eder gibi zonkluyordu. Korumalardan biri bir arabanın kapısını açarken binmem için bekledi. Derin bir nefes aldım. Arabaya bindiğimde kendimi boğuluyor gibi hissettim. Ne oluyordu bana böyle?
Araba hareket etti. Onca yolu giderken kafam allak bullak olmuştu, kendi arabamı buldum. Eve doğru sürmeye başladım. Kendimi donmuş gibi hissediyordum. Saat gecenin bir yarısı olmuştu. Eve geldim. Annem kapıyı anında açınca kendimi ona sarılırken buldum. "Neredeydin kızım." Sorusuna cevap vermedim. Koltuklara oturduk. Başımı dizlerine yasladım. Birden dökülen göz yaşlarıma engel olamadım.
"Anne..." Sesimin titremesine engel olamadım. "Ağla, ağla bebeğim. İçin ferahlar ağla..." Saçlarımı okşadı. Uyuyana kadar başımda durdu. Saçlarımı okşadı, arada öpücükler bıraktı. Tekrar bedenim kendini uykuya bırakırken sesini son kez duydum.
"20 yıldır hep geçecek dedim ama geçmedi kızım. Geçmiyor... Seni bu halde görmek beni paramparça ediyor güzel kızım. Elimden hiçbir şey gelmemesi beni deli ediyor." Saçlarımı öptü. "27 yaşında genç kızsın ve sen bunları yaşamayı hiçbir zaman hak etmedin." Annem de ağlamaya başlamıştı.
Sustuk. Sadece ağlayıp saçlarımı okşadı. Ve ben onun kıymetini bir kez daha anladım.
Ve yaş yirmi yedi, yeni bir başlangıç ve yeni bir ihanetin kapısından adımladım…
🦋
İki gün sonra
Koltukta uzanmış telefonumla oynuyordum. Annem mutfakta temizliğine devam ederken ben sosyal medyada gezmekten sıkılmıştım.
Kapı ve zil aynı anda çalarken ayağa kalktım.
"Birini mi bekliyordun anne?" Soruma cevap gelmedi. Duymamış olacaktı ki üstelemedim.
Kapıyı açtım.
"Baba!" tabii ki de babamı görmeyi beklemiyordum. Hemen boynuna atlayıp onu sıkıca sardım. "Güzel kızım benim." Yanağını öpüp geri çekildim, kendisi de aynı sıcaklıkla karşılık verirken. "Hoş geldin! Neden haber vermedin geleceğinden?" dedim. İçeri geçip kapıyı kapattı. "Sürpriz yapmak istedim çünkü!" Tekrar birbirimize sıkıca sarıldık. Kendimi kuş kadar hafif hissederken gerçekten gördüğüme mutlu olduğum tek insandı. Ayrıldığımızda annem mutfaktan çıkmıştı. "AA! İlhan." Babam ve annem birbirine sıkıca sarılırken ben mutluluktan otuz iki diş gülümsüyordum.
"Çok özlemişim sizi ya." Babam beni de kendine çektiğinde ikimizi de uzun kaslı kollarının arasına alıp sıkıca sarıldı. Dünya dursun istiyordum. Tam şuan Dünya dursun ve bu anımız hiç bozulmasın istiyordum. Dünya da durmadı, zamanda akmayı kesmedi. sonunda ayrıldık. "Ay şu iki gündür sürprizlere doyamadım vallahi." Annem kısa bir kahkaha attığında babam da ona eşlik etmişti. İkimizin alnına öpücük bıraktığında kendini geri çekip elini ceketinin iç cebine attı.
İçinden en sevdiğim çikolatayı çıkarırken küçük bir çocuktan farkım yok gibi gözlerim parlıyordu heyecandan.
"Bu benim güzel kızıma." Deyip çikolatayı bana uzattı. Diğer iç cebinden tek dal bir karanfil ve aynı çikolatadan bir tane daha çıkarıp anneme uzattı. "Bu da benim güzel kızımın güzel annesine." Annemle benim şuan iki şebekten farkımız yoktu. İkimizde otuz iki diş gülümsüyorduk.
"Teşekkür ederim baba."
"Ay, ben şimdi teşekkür etmeyeceğim. Sonra teşekkür ederim." Annem, babama imalı imalı bakarken babam gözleriyle beni işaret edip boğazını temizledi. Annem hemen kendini toparlamak adına boğazı temizledi. "E hadi oturun, ayakta kalmayalım aaa!" utanarak koltuğa geçtiğinde babamla kıkırdayıp yanına geçtik. Annem bir tarafa ben bir tarafına oturarak babamı ortamıza almıştık. "Ee." Dedi babam. "Ne yapıyorsunuz bakalım, çiçeklerim."
Ve evet, şuanda kendimi güvende hissediyordum. Mutlu, küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordum.
İlhan Yekta. Gerçekten baba olsaydı nasıl bir baba olurdu acaba? Gülsüm Yekta, gerçekten anne olsaydı nasıl olurdu acaba?
Bana hiçbir zaman onların kızı olmadığım gerçeğini hissettirmemişlerdi. Peki ben? Ben onların kızı olmayı becerebiliyor muydum? Onların kızı olmayı hak ediyor muydum? Onlarla gülen gözlerim kıpır kıpır olan içim vardı. Onlarda da öyle oluyor muydu?
Annem bize nefis yemekler hazırlarken babamla bol bol vakit geçirmiştik. Yemeklerimizi de yediğimizde ben onları yalnız bırakmak için evden çıkmıştım.
Ne de olsa karı koca birbirini özlemişti.
Bahçede havuzun karşısında şezlongda uzanmıştım. Aklımda ki düşünceleri susturmak için şarkı mırıldanıyordum ama yine de arada durup uzaklara dalıyordum.
"Havalar da bayağı bir ısındı." Duyduğum sesle doğrulurken şaşkınlıkla kaşlarım havalandı.
"Selam." Miran karşımda ellerinde bir buket çiçekle dururken ayağa kalktım. "Ne işin var senin burada?" Elindeki karışık çiçeklerle dolu buketi bana uzattı. "Sana teşekkür etmeye geldim." Kaşlarım havalandı. Eli havada kalmasın diye çiçekleri aldım. "Adresimi nerden buldun?" dedim şaşırarak.
"Söylememe gerek var mı?" kaşlarım havalanırken omzum havalandı. “yok mu?” dediğimde karşımda ki şezlonga oturmuştu. “hayır, bir söz var bilir misin? Arayan mevlasını da bulur, belasını da. Ondan işte. Bende arayarak buldum.”
“hep bu kadar ukala mıydın yoksa aldığın darbeden sonra mı böyle oldun?” gülmeye başladığında ben onun aksine hiç mutlu değildim. “ukala değilim, lütfen. Buraya teşekkür etmeye geldim.”
Ben tekrar yerime otururken onu süzmekten geri kalamıyordum. "Gerek yoktu teşekkür ederim." Gülümsedi. İlk defa onu inceleyince gerçekten yakışıklı bir adam olduğunu fark ettim. Kirli sakallı yüzü, düzgün burnu, hafif etli dudakları vardı. Küçük gözleri ve hafif kalın kaşları ile çok karizmatik bir yüz yapısı vardı. Tahminim de yanılmıyorsam boyu 2 metre vardı ve tamamen kas yığınıydı. Üzerindeki siyah gömleğini zorlayan pazuları vardı. Birden kendime bir titremeyle gelirken adamı gözlerimle taciz etmeyi bıraktım.
"Çok baktın. Beğendin mi bari?"
"Ne?" Dediğimde aslında ne dediğini anlamıştım. "Saçmalama." Boğazımı temizleyerek önüme döndüm. Elimdeki çiçekleri kenara bıraktım. "Hangi çiçeği sevdiğini bilmediğim için karışık aldım. Umarım çiçek seviyorsundur." Az önceki imasını yok sayarak hafifçe gülümsedim. "Teşekkür ederim tekrar, gerçekten hiç gerek yoktu. İnsanlık görevimi yaptım."
Başını salladı. "Hayatımı kurtardın bu iyiliğinin altında kalamam." Omuz silktim. "Nasıl oldun? Yaran nasıl?"
"İyiyim gerçekten, sayende artık daha iyiyim."
"Ne demek, önemli değil. Zahmet etmişsin buraya kadar."
"Zahmet etmedim, şeref duyuyorum. Sana ne yapsam karşılığını veremem."
Kaşlarım çatıldı "Ne yapmayı düşünüyorsun peki? Nasıl karşılık vereceksin?"
Düşünür gibi kaşlarını kaldırdı. Ellerini bilmem der gibi açınca, "hanımefendi ne isterse onu yapmaya hazırım." Dedi.
Kısa bir kahkaha attım. "Ferrari istiyorum. Alır mısın?" Kaşları hayretle havalandığında gözleri bahçemde duran Porche 718 Cayman model arabama kaydı. "Ciddi misin?" Dedi. Ama sesinde ki şaşkınlık bariz bir şekilde ortadaydı.
Gözlerimi devirdim. "Hayır tabii ki de! Senden karşılık beklemiyorum. Ne sanıyorsun ki?"
"Hayır, yanlış anlamanı istemiyorum, gerçekten bak. Ne istersen yaparım. Maddi manevi her anlamda. Sadece bu iyiliğinin altında kalmamak için."
"Sağ ol. Maddi ve manevi bir sıkıntı da değilim. Sen iyi isen sıkıntı yok. Karşılık falan istemem." Çiçekleri alıp ayağa kalktığımda kendisi de kalktı. Benden bayağı bir uzun olduğu için başımı kaldırmak durumunda kalmıştım. "Çiçekler için de sağ ol."
"Rica ederim." Dediğinde arkamı dönüp evime girecektim ki sesini duydum. "Benimle bir çay ya da kahve içmeye gelir misin?"
Kendisine döndüğümde gözlerimi kısarak kahverenginin en koyu tonu olan gözlerine baktım.
"Hayır, başka işlerim var." El salladığım da kendisini nazik bir şekilde kovmuştum. "Kendine iyi bak! Güle güle, bay bay!" Dediğimde kapımı açtım.
"Pekala," diyerek bahçenin çıkışına kadar yürüyüp durdu. "Peki, müsait olduğun bir zaman da buluşabilir miyiz?" Kapının kenarından başımı çıkardım.
"Hayır, annem kızar!" Gözleri şaşkınlıkla açıldığında söylediğim cümle ile hayretle baka kaldı. "Annen... Peki, öyle olsun. Benim de annem kızmadan evime gideyim bari." Arka arkaya yürürken bahçeden çıkışını izliyordum.
"Evet evet, git sen annen kızmasın." Gülerek başını sağa sola salladı. Bahçe kapısını açarak çıktığında "Hey Allah’ım!" Dediğini duymuştum son olarak.
Yüzümde salak bir sırıtış vardı, kapıyı kapatıp sırtımı yasladım.
İçim bir tuhaf olurken hemen başımı sağa sola sallayıp yüzümü tokatladım. "Kendine gel kızım! Ne yapıyorsun sen?!" Gözlerim tekrar çiçekleri bulurken sanırım babamdan sonra ilk defa bir erkekten çiçek almıştım. Çok garip bir histi bu!
Tekrar kapım çaldı. "Tabii, telefon numaramı istemeyi unuttu." Kendi kendime dediğime ben bile inanamayarak geri çekilip kapıyı açtım.
Dünyam durdu. Gözlerimin önü kararırken görmek isteyeceğim son kişi bile olmayacak kadına baktım.
Soluğum tıkandı. Sanki kalbim birinin avuçlarında acımasızca işkence görüyor gibiydi.
Reva mıydı bu? Elimdeki çiçekler yeri boylamıştı. Kollarımda güç mü kalmamıştı? Halbuki ne çok spor yapmıştım güçlü olmak için. Ağırca yutkundum.
Su içmiştim az önce, neden kurudu boğazım aniden? Neden titredi vücudum birden?
Gözlerine baktım. İlk defa bir gerçekle yüzleştim. Gözleri yeşilmiş. Ve ben bunu 27 yıl sonra anca fark ediyordum.
Ve belki de en mutlu olduğum an diye tabir edeceğim şu kısacık zaman dilimi işte böyle mahvolmuştu. Sadece kalbimin tekleyişini hissettim, ve ardından hissizleşen bakışlarımın ardında gördüğüm siluetin bana yaşattıklarının acısını….
Tekrar yazmamın nedeni çok kafa karıştırıcı ve soru işaretlerinin olduğunu düşündüğüm için dostlarım, verdiğiniz her destek, yorum, beğeni benim için çok kıymetlidir. Şimdiden çok teşekkür ederim. |
0% |