27. Bölüm

Buruk bir yürek

Rahime Deniz
ben1deniz

Miran'ın günlüğünden

 

26.7

 

Gittin sende kar tanesi...

 

Eriyip yok oldun avuçlarımda.

 

Sessizce süzüldün, bir daha dönmeyecek gibi,

 

Soğuk bir sabahın yalnızlığına gömüldü sesin.

 

Gökyüzü gri, adımların izi silindi bile,

 

Bir zamanlar varlığınla dolan dünya, bomboş şimdi.

 

Kalbimde bir boşluk, dokunulmamış derinlikler gibi,

 

Sana dokunmaya çalışsam da, ellerim üşüdü sadece.

 

Biliyorum, sen kar tanesisin,

 

Hep kaybolacaksın, her seferinde biraz daha uzağa...

 

Sen koca dünyaya sığmadığını sandın, ben seni dünyam yaptım.

 

Sen hiçbir yere sığmam sandın, ben seni kalbime sığdırdım.

 

Sen kendi yaralarını saramaz sandın, ben ellerimle iyileştirdim.

 

Sen kaybolduğunu sandın, ben seni yolum bildim.

 

Sen karanlıkta kaldığını düşündün, ben ışığın oldum.

 

Sen kendine bile yetmez sandın, ben sana tüm benliğimle yettim.

 

Sen hiçbir yerde huzur bulamaz sandın, ben sana cennetimi sundum.

 

Sen kimseye güvenemem sandın, ben omzuma yaslanmana izin verdim...

 

Ama sonunda gittin... Hemde öyle bir gittin ki, ardında son bir anı bile bırakmak istemez gibi...

 

Kar tanem'e...

 

🫀

 

Hava güzeldi, onun gözleri gibi, kalbi, teni ve hatta saçları gibi...

 

"Yorgunum." Diyordu annesine. Kuru toprağı sevip, sarılıp öperken...

 

Bedeni zayıflamıştı, artık eskisi gibi güçlü görünmüyordu. Sırtı bana dönükken onu uzaktan sadece izlemekle yetindiyordum. Art arda çektiğim sigara dumanı artık başımı döndürüyordu ama içmemezlik edemiyordum. "Yorgunum ve sırtımı yaslayabileceğim tek bir duvarım yok anne..." Dedi devamında, boğazıma bir yumru oturdu. "Gitti anne, zaten hep gidecekmiş gibiydi de... Böyle gitmesi canımı yakıyor." Son cümlesi havada asılı kaldı, rüzgarın getirdiği kuru toprak kokusuna karıştı. Gözlerimi ondan ayırmadan, cılız bedeninin titremesine tanıklık ettim. Yükleri omuzlarından taşmış, hayat boynuna çökmüş gibiydi. "Anne, ben galiba yanlış yerlerde aradım mutluluğu... Yanlış insanlarda, yanlış hayallerde..." diye mırıldandı, sesi daha da kısık, neredeyse kendi kendine söylenircesine.

 

O an ellerim ceplerimde sıkıştı, sigara izmaritini yere bastırırken bile gözlerim hep onun üzerindeydi. Bir şey söylemek istiyordum, ne olursa olsun, ama kelimeler boğazımdaki yumrunun ardına sıkışıp kalmıştı.

 

"Sevmek... Ne garip değil mi anne?" dedi, arkasını dönmeden. "İçine doluyor, tüm benliğini sarıyor ama ne zaman kaybediyorsun, işte o zaman anlıyorsun... Sanki bir organını koparmışlar gibi eksiliyorsun. Bir daha hiç tamamlanmayacakmışsın gibi."

 

Sesi çatallaştığında, bir adım atmayı düşündüm, yanına gitmeyi. Ama bu kadar kırılmış birine nasıl dokunursun? Ellerim ceplerimde, başım önümde kaldım. O ise güneşin batışına bakıyordu; gökyüzü kızıla boyanırken gözyaşları toprağa karışıyordu. "Toprak iyileştirir derdin sen, anne... Ama bu defa, sanki toprak bile yetmeyecek."

 

Sesi gittikçe daha da kırılganlaşıyordu. Toprağı parmaklarının arasından geçirirken dudaklarının kenarına acı bir gülümseme yerleşti. "Onu sevmek, anne… Sanki bir savaşa girmek gibiydi. Kazanamayacağımı bildiğim bir savaş. Her şeyimi verdim, ellerimle inşa ettiğim o hayalleri, tek bir cümlesiyle yıkacağını bile bile verdim."

 

Rüzgar saçlarını savurdu, o an güneş ışığı saç tellerine vurduğunda sanki zaman bir anlığına durdu. Onun ne kadar kırılgan olduğunu, ama bir yandan da ne kadar güçlü görünmeye çalıştığını düşündüm. İçimde bir yer derin bir sızıyla yankılandı. Yanına gitmek için yeniden adım attım ama bu kez de kendi cesaretim beni yarı yolda bıraktı.

 

"Yoruldum, anne…" dedi, sesi titredi. "Her şeyden, herkesin omuzlarıma yüklediği o görünmez ağırlıktan. Ama en çok da kendimden yoruldum. Sevmenin bu kadar ağır olabileceğini bilmiyordum."

 

Arkasını döndü nihayet, gözlerindeki derin hüznü ve altı kararmış göz çevresini gördüm. Yüzü o kadar tanıdıktı ki, o tanıdık yüzün böylesine bir yıkıma uğramış halini görmek içimdeki her şeyi parçaladı. Dudaklarım kımıldadı ama yine bir kelime çıkmadı.

 

"Ben artık savaşmak istemiyorum," dedi gözlerini kısıp uzaklara bakarken. "Kaybettiğim biri için kazanmaya çalışmanın anlamı yok."

 

O an, her ne kadar sessiz kalmayı seçmiş olsam da, aslında sadece yanında olmanın bile yetmeyeceğini fark ettim. Çünkü bazı acılar yalnız yaşanır, bazı savaşlar tek başına kaybedilirdi.

 

Sessizlik ikimizi de sardı, rüzgar toprakla oynarken zamanın nasıl geçtiğini unuttuk. Ama onun sözleri hâlâ içimde yankılanıyordu. "Kaybetmek," diye düşündüm, aslında bir var olma biçimi gibi bazen. Kimi sevdiysen orada bir eksiklik bırakarak yaşıyorsun.

 

Aramızdaki bu sessiz bağ, ikimizi de daha çok kırıyordu. Yavaşça dizlerinin üzerine çöktü ve ellerini kuru toprağa yasladı. O toprakla sanki bir şeyler konuşuyordu, kelimeleri olmayan, ama duyanı ağlatacak bir dilde.

 

"Toprağı seviyorum," dedi aniden, sesi hafif bir fısıltı gibi. "Çünkü o hiçbir zaman beni bırakmıyor. Ne kadar dağılsam da, parçalarımı alıp bir araya getirebileceğim tek yer burası."

 

Onun bu cümlelerini duyunca, yanına gidip sessizce sadece ona sarılmak istedim, yapamadım... Yine bir şey söyleyemedim. Sadece olduğum yere çakılı kaldım...

 

"Gitmek isteyenlere engel olamıyorsun," diye devam etti, başını öne eğerek. "Ama kalmak isteyenlere de bir neden veremiyorsun. İşte bunun arasında sıkışıp kaldım, biliyor musun? Kalıp kalamamak arasında..."

 

Elini toprağın üzerinden çekip bir avuç tozla gökyüzüne baktı. "Sence onlar mutlu mu?" dedi, bir çocuğun naif merakıyla. "Bizi böyle bırakıp gidenler?"

 

Bir an ne söyleyeceğimi bilemedim. Belki hayır, belki evet…

 

Bir süre daha sessizlikte kaldı. Sonra gözyaşlarını silip doğruldu. Yüzü hâlâ hüzünlüydü ama içinde bir yerlerde yeniden ayağa kalkacak bir güç arıyordu. "Belki de gerçekten bu toprak yetmeyecek," dedi. "Ama yine de, başka bir yer bilmiyorum. Kalabildiğim tek yer burası."

 

Biraz daha oturdu, annesiyle dertleşti ve ardından mezar taşını öptü. Hala sessizdik, ama o gün toprak, rüzgar ve hüzün arasında bir şeylerin değiştiğini hissettim. Çünkü bazen acıyı paylaşmak, kelimelerden daha güçlüdür.

 

Arabasına doğru ilerliyordu. Yanına gitmek istedim, karşısına çıkmak istedim ama yapamadım. Zayıflamış bedeni arabasına bindi ve buradan uzaklaştı. Sessiz gidişini izledim. Boğazımda düğüm düğüm duran hıçkırıklar artık firar etmek istiyor gibiydi. "O seni çok sevdi." Duyduğum ılık ses Alaz'a aitti. Miran'ı izlerken onun arkama geldiğini hissetmiştim ama umursamadım. "Ben de onu çok sevdim, çok seviyorum."

 

"Böyle sadece sevmekle mi yetineceksin? Yaptığın hatayı telafi edemeyecek misin?"

 

"Telefisi olsa ederdim. Bu bir enkaz."

 

"Değil kardeşim, değil. Sen şimdi çıksan karşısına. Tekrar olalım desen Miran bir saniye bile düşünmez seni içine katar."

 

"Ben bittim abi, biz bittik. Birdaha hiç olmayacak şekilde dağıldık, paramparça olduk." Göz yaşlarım yanağımı ıslatırken gülümsemeye çalıştım.

 

Alaz bir süre sessiz kaldı. Söylemek istediği çok şey vardı ama ne desem diye düşündüğünü biliyordum. Benim gibi güçlü, dik duran birini böyle görmeye alışık değildi. Ama burada, bu toprağın üzerinde, tüm maskelerim düşmüştü. Onun da bunu görmesine izin vermekten başka çarem yoktu.

 

"Miran'ı senden iyi tanıyorum," dedi sonunda, sesi sakince ama bir o kadar da kararlı. "O, senin böyle pes etmeni istemezdi. Belki kırılmıştır, belki senden kaçmıştır ama sen onun her zaman sığınağıydın. O seni bırakmadı, sen onu bıraktın."

 

Sözleri bir ok gibi kalbime saplandı. Alaz haklıydı, ama bunu kabul etmek acıyı daha da derinleştiriyordu. "Bilmiyorsun abi," dedim, sesim titreyerek. "Bilmiyorsun neler yaşadık. Her seferinde bir parçamı alıp götürdü. O kadar çok eksildim ki, artık ona bile yetemem."

 

Alaz, omzuma elini koydu. Bakışları sert ama bir o kadar da şefkat doluydu. "Sen eksilmedin," dedi yavaşça. "Sen sadece kendini kaybettin. Ama her kayıp geri bulunabilir. Kendini toparlarsan, ona da kendine de yeniden bir şans verebilirsin."

 

Başımı iki yana salladım. Gözlerimden akan yaşlar artık kontrol edemediğim bir sel gibiydi. "Bazı şeyler geri dönmez, abi. Kırılan her şey tamir edilemez. Biz bir kere kırıldık ve o parçalar birbirine uymayacak şekilde dağıldı."

 

Alaz, omzumdaki elini sıkıca kavradı. "Sen böyle düşünürsen, evet. Her şey biter. Ama Miran'ı bir daha kaybetmek istemiyorsan, kendi yıkıntılarından bir yol bulmayı öğrenmek zorundasın. Sevgi, enkazların arasında yeşerir, kardeşim. Ama sen onu yok sayarsan, o da bu yükün altında kalır."

 

Bir şey söyleyemedim. İçimde bir yer hâlâ direnirken bir başka yer yıkılmaya devam ediyordu. Alaz haklıydı, ama haklı olmak yetmiyordu. Beni bu içsel savaştan kimse çıkaramazdı.

 

Alaz biraz daha durdu, ardından hafif bir iç çekişle geriye doğru bir adım attı. "Ne yaparsan yap, ben buradayım," dedi alçak bir sesle. "Ama Miran'ın gidişini izlemeye devam edersen, bir gün buna sonsuza kadar pişman olacaksın."

 

Sonra yavaşça arkasını döndü ve uzaklaştı. Gözlerimi tekrar Miran'a çevirdim. O çoktan gözden kaybolmuştu. Ama sanki göğsümde bir yer, onun yokluğunu daha da hisseder gibi ağırlaşmıştı. Dudaklarım kurudu, nefesim sıklaştı.

 

Alaz'ın sözleri zihnimde yankılanıyordu: "Sevgi, enkazların arasında yeşerir..." Ama ben bu enkazın altından çıkmaya cesaret edebilir miydim? Bilmiyordum.

 

Rüzgar yüzüme çarptıkça içimdeki sesler daha da yükseliyordu. Bir yanım, Alaz’ın sözlerine tutunmak istiyor, Miran’ın ardından koşmam gerektiğini haykırıyordu. Diğer yanım ise, derinlere gömülmüş korkuları çıkarıp önüme seriyordu. "Ya bir daha aynı hataları yaparsan? Ya tekrar yaralarsan onu? Ya bu kez seni gerçekten affetmezse?"

 

Ayaklarım yere mıhlanmış gibiydi. Gitmek istiyordum, ama bir türlü adım atamıyordum. Kendi içimde birbirine bağıran iki yabancıya dönüşmüştüm sanki.

 

“O seni sevdi, evet… Ama senin sevgin ona yetmedi, onu koruyamadın.” diye fısıldadı içimdeki o karanlık ses. Derin bir nefes aldım, ama bu nefes bile boğazımı yakıyordu. Onun bakışları, gülüşü, sesi zihnimde bir fırtına gibi esiyordu. Onu bu kadar özlerken, ona nasıl zarar verebildiğimi düşünmek bile kendimden nefret etmeme yetiyordu.

 

Ama bir başka ses, ince ve kırılgan, araya sızdı: "Hata yaptın. Hepimiz yaparız. Ama sevgi, o hataları aşmanın yolunu bulur. Eğer cesaretin varsa…”

 

Cesaret mi? Gözlerimi sımsıkı kapattım. O cesareti bir zamanlar Miran’da bulmuştum. Bana inanan, beni her halimle kabul eden o kadında. Şimdi, onun gözümün önünden bu şekilde kayıp gitmesine nasıl izin verebilirdim? Ama ya geri döndüğümde onu daha fazla yıkarsam? Ya yeniden başlamaya çalıştığımız her şey daha büyük bir enkaza dönüşürse?

 

Ellerimi saçlarımın arasına gömdüm. İçimdeki çatışma beni paramparça ediyordu. Ne geçmişe dönebilirdim, ne de geleceğe adım atabilirdim. Ortada, bu boşlukta sıkışıp kalmıştım.

 

Alaz’ın sesi yeniden zihnimde yankılandı: “Sevgi, enkazların arasında yeşerir.”

 

Derin bir nefes aldım, gözlerim hâlâ Miran’ın uzaklaştığı yöne kilitliydi. Eğer gerçekten bittiğini düşünüyorsam, neden bu kadar canım yanıyordu? Neden onun yokluğuyla baş edemiyordum?

 

Ama ya gerçekten bir şans daha vermek mümkünse? Ya sevgimiz o enkazın altından yeniden doğabilirse? İşte bu sorular beni tüketiyordu. İçimdeki savaşı kazanmak için hangi yanımı seçmem gerektiğini bilmiyordum.

 

🫀

 

30.7

 

Miran'ın günlüğünden...

 

Merak ediyorum seni,

Uyudun mu mesela? Hangi tarafına döndün? Ya da saçların nasıl dağıldı yastığına?

Gecenin sessizliğinde, usulca, kendi nefesini dinlerken hangi rüyaların peşindesin?

 

Belki de gözlerinin ucunda beliren küçük tebessüm bir hayale ait, belki bilmediğim bir dünyada, yanımda bile değilken bana en yakın olduğun yerde… Ellerini nasıl koydun? Başucunda mı yoksa göğsünün üstünde mi? Huzurlu musun, nefesin sakin mi?

 

Sana gelmek isterim… her şeyden vazgeçmenin bir yenilgiyi kabul etmek olmadığını hatırlatan bir sığınak gibi. Belki bütün çözümler sende değil; belki seni bulmak tüm sorularımı unutturmayacak, ama o sorularla başa çıkmayı öğretecek bir nefes gibi.

 

Yorulmuş ruhumun çırpınışları içinde seni bulmak… hani, bir noktada her şeyin anlamını yitirdiği anlar vardır ya; işte o anlarda senin yanındayken her şey tekrar bir düzene girer gibi. Sadece bir gün, bir saat, belki bir an bile olsa, o karmaşanın içinde bir anlığına bile olsa kaybolmadan durabilmek, sessizliğin içinde sadece var olabilmek…

 

Sana gelmek istemem, çünkü her şeyin cevabı olduğunu düşünmüyorum. Aksine, tüm sorularımı unuttuğum yerde sen varsın. Ve bazen, insan cevaplardan çok, sorularla yüzleşmeden durabileceği bir sessizlik ister. İşte o sessizliğin ta kendisisin.

 

Ben en çokta sana gelmek isterim… Dünya sustuğunda, tüm gürültülerin yerini derin bir sessizlik aldığında. Gecenin en karanlık yerinde buluşmak gibi, bir tür huzuru bulmak için değil; kendi içimde kaybolduğumda bile seni bir yol gibi izlemek için.

 

Sana gelmek… belki bir kurtuluş değil, belki bir son değil; ama kendi hikayemi bulduğum tek yer. Hayatın yorucu detayları arasında sadece sana dönmeyi düşlerim. Bir liman gibi değil aslında; daha çok, fırtınaların arasında yolunu kaybetmiş bir geminin, o tuhaf çekimle seni yeniden bulması gibi. Belki de aradığım cevaplar sende değil ama yine de cevap arama ihtiyacı bile olmadan, sadece var olabilmek için sana gelmek isterim.

 

Gittin, hemde bizi bir daha olmayacak kadar dağıtıp gittin... Geri gelsene kar tanesi...

 

🫀

 

İki gün önce yaşadığım o karmaşık ruh halinden hâlâ sıyrılamamıştım. Belki de benim sorunum buydu... Hep aynı yerde takılı kalmak... Bu benim sorunumdu ve bunu bir türlü çözemiyordum. Çalan telefonumun sesini susturmak için düğmelere bastım. Sessizce sönen arama tekrar yankılanınca arayana baktım. Alaz ısrarla arıyordu ama açacak gibi değildim. Tekrar sonlandı arama. Ardından tekrar bir arama düştü ekrana, bu sefer Alaz değildi. Mert'ti. İçimi kaplayan huzursuzluk ile telefonu yanıtlamak isterken kararsızlığıma lanet ettim. Kendimden nefret ediyordum!

 

"Mert." Telefonu yanıtlayıp kulağıma verdiğimde önce Mert'in sıkı nefeslerini duydum. "Hemen gelmen gerekiyor! Miran... Miran kaza geçirdi, kan, kana ihtiyacı var! Lütfen hemen gel!"

 

Birden elim ayağım titrerken duyduklarımı hazmetmeye çalışıyordum. "N-ne diyorsun sen Mert! Ne kazası!" Ayaklanıp hızla anahtarları alarak evden koşarak çıktım. "Araba- tıra çarpmış, hiç iyi değil! Kan kaybetmiş!"

 

"B-ben kan veremem, Mert. Olmaz!" Arabaya binerken hemen çalıştırıp yola çıktım. "Neden! O sana kan vermişti ama!"

 

"Benim hastalığım var Mert! İstesende olmaz, versem bile olmaz, onun için sağlıklı değil!" Alaz geldi aklıma, biz kardeştik, onunla kanımız eşti.

 

"Alaz! Alaz'ın kanı benimle uyumlu!"

 

"Alkol almış pezevenk! Doktor kabul etmedi, akılma sen geldin." Gözlerimden akan yaşların haddi hesabı yoktu. Önümü bile göremezken hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. "Geliyorum..." Dedim zorlukla, telefonu kapattım. Kalbim ağrıyordu, kalbim ölüyordu...

 

"Dayan..." Dedim sayıklarcasına. "Dayan sevgilim, geliyorum, lütfen dayan... Beni bırakma..." Elim karnıma gitti, "bizi bırakma..."

 

Çok zordu, her şey çok zordu ve üst üste geliyordu. Dayanacak gücüm yoktu, ve dayanacak dayanağım bile artık soyut kalıyordu. Ellerim boş, kalbim kırık, zihnim karmaşa içindeydi. Nereye dönsem aynı çıkmaz, aynı sessizlik, aynı ağırlık. İnsan bazen nefes almakta bile zorlanıyor, işte öyle bir yerdeydim.

 

Zamanın akışı bir anlam ifade etmiyordu. Günler birbirine karışmış, saatler birer yabancı gibi uzaklaşmıştı. Ve içimdeki o derin boşluk... Ne zaman dinse diye beklediğim bir fırtına gibiydi; ama dinmiyordu. Çünkü bu fırtına dışarıdan değil, içimden kopuyordu.

 

Kimse fark etmiyordu. Yüzümdeki gülümseme, ellerimdeki telaş, gözlerimdeki donuk bakış... Herkes bir şeylerin yolunda olduğunu sanıyordu. Oysa ben her geçen gün biraz daha uzaklaşıyordum kendimden, biraz daha kayboluyordum.

 

Bir çare aramak istedim. Bir umut, bir işaret, bir şey… Ama hiçbir şey bulamadım. Ve belki de en çok bu beni yordu. Çünkü çare aramak bile bir mücadeleydi, ve benim artık mücadele edecek gücüm kalmamıştı.

 

Evine vardım. Hızla büyük bahçede ilerlerken kendi oluşturduğu kliniğe girdim. evde ölüm sessizliği vardı, Lal girdi önce açıma, ardından onu teselli eden Alaz.

 

"Nerede!" Dedim acıyla haykırarak. Lal bana sinirle bakarken hızla ayağa kalktı. Üzerime gelecekken Alaz onu tuttu. "Lal," dedi onun öfkeli gözlerini kendine çevirerek. "Lütfen, sırası değil." Lal ondan kurtulmaya çalıştı ama alaz ısrarla bırakmak istemedi. "Ameliyatta." Dedi Mert arkamdan gelmişti. Beni kolumdan tutup çekerken Lal öfkeyle bakıyordu. "Biraz uzakta dursan iyi olur."dedi Lal'i kastederek. "Nasıl Mert durumu, ne dedi doktor." Acıyla kasıldı. Kızarık gözleri ağladığını gösteriyordu. "İyi değil," sesi kısıldı. "İç organları zarar görmüş..." Mert’in sesi titrerken gözlerini benden kaçırıyordu. "Doktorlar elinden geleni yapıyor ama… durum çok kritik." dedi, cümlesinin sonunu zar zor getirdi. Dizlerimin bağı çözülmüş gibi hissettim, Mert’in kolunda güçsüzce sallanırken titrek bir sesle sordum:

 

"Ameliyattan çıkabilecek mi?"

 

Mert, yüzündeki acıyı gizlemek istercesine gözlerini yere indirdi. "Bilmiyorum," dedi, sesi o kadar kısılmıştı ki neredeyse duyamayacaktım.

 

O an tüm dünya üzerime çökmüş gibi hissettim. Nefes almak bir savaş haline gelmişti. Gözlerim Lal’e kaydı. Hala öfkeyle Alaz’a direniyor ama bana bakmaktan kaçınıyordu. İçimdeki çaresizlik yerini öfkeye bırakmaya başlamıştı.

 

Bir anlık sessizlik çöktü. Sadece koridorlarda yankılanan aceleci ayak sesleri ve derin nefes alışverişlerimiz duyuluyordu.

 

O an kalbimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Ancak bunu düşünecek durumda değildim. Gözlerim tekrar Mert’e döndü. "Ameliyat ne kadar sürecek?" diye sordum, sesim titriyordu.

 

Mert, derin bir nefes alıp hafifçe başını salladı. "Bilmiyorum," dedi yine. "Ama doktor, gece uzun sürebilir, dedi. Beklemekten başka çaremiz yok."

 

Oturmak için bir sandalyeye ilerledim. Dizlerim taşıyamayacak kadar güçsüzdü. Gözlerim kapalı, içimde sessiz bir dua mırıldandım. Zaman durmuş gibi hissediliyordu, her saniye bir ömür gibi uzuyordu.

 

Birden Alaz yanımda belirdi. Omzuma hafifçe dokundu. "Bunu atlatacağız," dedi, sesi beklenmedik bir şekilde yumuşaktı. "Güçlü olmalısın."

 

Güç mü? O an, güçlü olmanın ne demek olduğunu bile unutmuştum. Tek istediğim, ameliyathaneden iyi bir haber duymaktı.

 

Miran'ın günlüğünden...

 

"genelde çok içmem sevgilim, ama sanırım artık içeceğim... Çünkü içimde ki şu acı başka türlü susmuyor ve susmayacakta, biliyorum... Çok şey yaşadık, çok acılar çektik. Hâlâ çekiyoruz, hâlâ bir şeylerin bedelini ödüyoruz ama artık kaldıramıyorum.

 

Ve en acısı da ne biliyor musun?

 

Sen yoksun... Ve sen olmayınca, her şey daha da ağırlaşıyor. Nefes almak bile bir yük haline geliyor. Seni düşünmekten, hatıraların içinde kaybolmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Ama ne zaman gözlerimi kapatsam, seni hissediyorum. Sesini duyar gibi oluyorum, gülüşün kulaklarımda yankılanıyor. Oysa dokunamıyorum, oysa yanımda değilsin...

 

Biliyorum, seni özlemek beni tüketiyor. Ama seni unutmak... Seni unutmayı düşünmek bile daha büyük bir acı. Kalbimde koca bir boşluk var, ve bu boşluk hiçbir şeyle dolmuyor, dolmayacak da.

 

Belki içmek doğru değil, belki böyle kaçmaya çalışmak işe yaramayacak. Ama içimdeki bu yangını başka türlü söndüremiyorum. Her yudumda seni daha da özlüyorum, ama başka çarem yok gibi geliyor.

 

Eğer bir gün olur da yollarımız tekrar kesişirse... Eğer bir gün, bir şekilde, yeniden... Seni sevecek gücüm kalır mı bilmiyorum. Ama yine de, o günü bekleyeceğim. Çünkü sen yoksan, hiçbir şey tam değil.

 

Ve sevgilim... Eğer bir gün bu satırları okursan, bil ki hâlâ seni seviyorum.

 

Belki de, kabullenmek gerek; yaraların, izlerin, kırık dökük anıların hepsinin bir anlamı olduğunu. Her acı, her yara insanın ruhuna işlenmiş gizli bir harf gibi aslında. Bu harfler bir araya geldikçe insan kendini, kendi hikayesini okumaya başlar.

 

Gerçek şu ki, hiçbir şey tesadüf değil. Yaşadığın her an, karşılaştığın her insan, hissettiğin her duygu sana bir şey öğretmek için var. Belki seni güçlendirmek, belki de daha derinlerde sakladığın bir yarayı iyileştirmek için…

 

Uykusu gelince huysuzlanan çocuk gibiyim, seni arıyorum... Sesini duymak, varlığını hissetmek, içimdeki karmaşayı dindiren bir ninni gibi geliyor bana. O an, tüm dünya susuyor ve sadece sen kalıyorsun. Gözlerim kapanmak üzereyken, sanki her şey daha net, her şey daha anlamlı.

 

Ama sen yoksan, sanki rüyalarım bile yolunu kaybediyor...

 

Sen gelmedin kar tanesi, ben de gitmek istedim....

 

Bölümü kısa tutacağım, özür dilerim. Ama diğer bölüm daha iyi anlayacaksınız zaman atlaması yaptım ama emin olun ki daha heyecanlı olacaktır. Okuduğunuz için teşekkür ederim 🌹 beğenip yorum yapmayı unutmayın Miran'ın kar taneleri ❄️

 

 

Bölüm : 26.12.2024 18:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...