23. Bölüm

Geçmemiş geçmiş

Rahime Deniz
ben1deniz

Kaç kurşun yemişti bu bedenim? Kaç darbe almıştı, hasar almıştı aciz tenim. Belki de o yemini ettiğim gün bunların olacağını kabul etmiştim. Zaten kim canını bir dava uğruna ortaya koyarken sağlam döneceğini düşünebilir ki?

 

Sahi neydi bu ettiğim yemin? Sözlerini bile hatırlamaz olmuştum artık. Ellerimde titrek bir bayrak, yüzümde tozla karışık ter, kalbimde ise tarifsiz bir ağırlık… Yemin töreni gözümün önüne gelir gibi oldu. Karşımdaki askerlere göz gezdirdim, o anı yaşamaktan çok uzaklarda gibiydim. Gözlerinde bir parıltı, belki de heves vardı. Ancak kimse bilmiyordu aslında neye yemin ettiğini.

 

Komutan seslenmişti:

"Vatan sana canım feda!" Bu sözler yankılanmıştı hepimizin zihninde, kimi gururla göğsünü kabartmış, kimi gözyaşlarını saklamak için başını önüne eğmişti. O anda herkes, sanki bir anlığına geleceğini unutmuştu. Ama işte o gün, o yeminin altında sadece vatan aşkı değil, alınacak her kurşun, her yara da vardı.

 

Zamanla yeminlerin ağırlaştığını hissedersin. İlk başta belki bir gurur, bir onur meselesi olarak dile getirilir. Ama bir süre sonra, her acı, her kayıp, o yeminlerin birer bedelidir aslında.

 

Yıllar sonra geri dönüp o anı düşündüğünde, yeminlerin kelimelerden ibaret olmadığını anlarsın. Kelimeler kaybolur ama bedelleri kalır. O yemin törenindeki askerlerin bakışları hala aklımda. Her biri, önünde uzanan bilinmez bir yolun başlangıcındaydı. O gün ettikleri yeminle sadece vatan uğruna savaşacaklarını değil, o uğurda her şeyi kaybedebileceklerini de kabullenmişlerdi, farkında olmasalar bile.

 

Komutanın sesi boğuk ve kararlıydı, "And içiyorum!" demiştik hep bir ağızdan, fakat her birimizin zihninde farklı şeyler yankılanıyordu. Bazıları ailesini düşünmüştü, bazıları ise onurlu bir kahramanlık hayali kurmuştu. O anı yeniden hatırladıkça, gözlerinde o eski hevesin bir damla bile kalmadığını gördüğüm arkadaşlarım aklıma geliyor. Hepsi o törenin ardından farklı cephelere dağıldı. Kimisi geri döndü, kimisi dönmedi.

 

Ve işte buradaydım. O yemini ettiğimden beri vücudumda kaç yara açıldı bilmiyorum, ama ruhumda açılanların sayısı çok daha fazlaydı. Asıl ağır olan, silahların açtığı yaralar değil, kaybettiklerimin yarasıydı.

 

Yeminler edersin, savaşır, dövüşür, direnirsin. Ama bir an gelir, geçmişte o meydanda, bayrak altında diz çöktüğün anı düşünürsün. Kendine sorarsın: "Gerçekten ne için and içmiştim?" İşte o soruya cevap bulamamak, aldığın kurşunlardan daha ağır gelir.

 

Gözlerim tekrar sahada diz çökmüş o askerlere döndü. Her biri hala geleceğini bilmeden, dimdik duruyordu.

 

O törenin üzerinden geçen yılların yüküyle sırtım daha da eğilmişti. O askerler, o yemin eden gençler… Şimdi çoğunun ismi hafızamdan silinmişti. Kimini savaş meydanında kaybettim, kimini ise o savaşların yarattığı boşlukta. Yalnızca birkaç yüz, birkaç isim kaldı aklımda; derin izler bırakanlar. Bir de etrafımdaki yokluk… Sessizliğin ortasında yankılanan hatıralar.

 

O meydanda diz çökmüş askerleri yeniden gözümde canlandırırken fark ettim; o anda hepsi gözlerinde ışıkla, bir idealin, bir inancın izinde yürüdüklerini sanıyorlardı. Ama gerçek bambaşkaydı. Gerçek, o ışığın zamanla nasıl söndüğünü, yüreklerindeki ateşin yerini kül ve boşluk aldığını bilmekti. Her çatışma, her kayıp, o ateşten biraz daha çalardı.

 

Birçoğunun sonu ne oldu? Mezarsız kaldı kimisi. Hatırasız. Yeminlerini eden o askerlerden geriye kalanlar, vatan toprağına karıştı, adları belki hiç duyulmadı. O yemin gününde birbirimize "Canımız feda olsun" demiştik, ama hiç kimse, gerçekten o canı bırakmanın bu kadar acı olacağını hayal etmemişti. Ben ise hala buradayım. Neden buradayım? O yeminin bedelini daha tam ödemediğim için mi, yoksa geri dönecek olanların hatırasını taşıyan son kişi olduğum için mi?

 

Bir iç çekişle geri döndüm. Askerlerin yüzleri artık geçmişin derinliklerine kaymış, sisler arasında kaybolmuştu. Yalnızca o yankılanan ses, komutanın sesindeki o titreşim, beynimde yankılanıyordu: "And içiyorum…"

 

Ve ben de yeminimi tekrarlıyordum, bu kez sessizce, zihnimde. Ama artık o kelimeler bana ne anlam ifade ediyordu, işte onu bilmiyordum.

 

Bu mesleğe babam sayesinde girmiştim. Onun hikayeleriyle büyüdüm; savaş meydanlarında gösterdiği cesaret, aldığı madalyalar, yıllar geçtikçe eskiyen fakat bir türlü unutulmayan anılar… Küçük bir çocukken bile, babamın asker üniforması gözümde başka bir anlam taşırdı. Onun gibi olmak, onun gibi cesur ve kararlı durabilmek istedim hep.

 

Her zaman derdi: “kızım, vatanına borcunu ödemeden yaşayamazsın. Bir gün sen de bu bayrağın altına yemin edeceksin. O zaman ne demek istediğimi anlayacaksın.”

 

O yemin ettiğim gün, gözlerimi arayıp durdum tören kalabalığında. Babam oradaydı, gururla izliyordu beni. Benim yolumun onun yolu olduğunu bilmenin verdiği bir rahatlık vardı içimde. Bir miras devralmış gibiydim; sadece bir meslek değil, bir hayat tarzı, bir onur meselesi.

 

Fakat zaman geçtikçe, onun anlattığı hikayelerin gerçeğin sadece bir kısmı olduğunu anladım. Babamın hiçbir zaman anlatmadığı şeyler vardı; savaşın acı yüzü, insanın ruhunda bıraktığı derin yaralar… O zamanlar onun neden bazen geceleri sessizce oturup uzaklara baktığını daha iyi anlıyorum şimdi. Meğer asıl savaş, cephe gerisinde, insanın kendi içinde sürüyormuş.

 

Babam sayesinde bu yola girdim, ama onun benden sakladığı şeyleri şimdi her gün yaşıyordum.

 

Durduğum kapının önünde yutkunup, titremekten başka bir şey yapamıyordum.

 

Bir zamanlar evim olan, içinde yuvam olan bu kapının ardı artık bana yükten başka bir şey değildi. Titreyen elimi yumruk yapıp kapıyı çaldım fakat içim titriyordu.

 

Ben korkuyordum.

 

Kısa bir bekleyişten sonra kapı açıldı. Karşılaştığım yüz, annem yerine koyduğum Gülsüm teyzenin yüzüydü. Yüzü hüzünlendi, gözleri buğulandı. Adım atamaz haldeyken titrek bir sesle, "kızım..." Dedi. Sesimi çıkaramadım ellerimin titrediğini hissederken onun sıcak tenini ellerimin üstünde hissettim. "Geldin..." Sert bir yumruğun boğzıma oturduğunu hissettim. Yutkunamadım.

 

"Gel," kolumdan tutup beni içeri çekerken yürümek azap veriyordu bana. Salona geçtiğimde gözlerim anında albayı buldu. Ayağa kalkmış benim geleceğimden eminmiş gibi kendine güvenen bir tavır sergiliyordu.

 

Albay’ın gözleri, ağır bir sessizlik içinde bana odaklandı. Odada her şey bulanıklaşmış gibiydi; tek net figür, onun dik duruşu ve beni dikkatle izleyen gözleriydi. Gülsüm teyzenin elini omzumda hissettim, beni desteklemeye çalışıyordu ama içimdeki ağırlık daha da büyüyordu. Adım atmak, konuşmak, hatta nefes almak zorlaşmıştı.

 

Albay, gözlerini benden ayırmadan yavaşça konuştu: "Uzun zaman oldu." Sesi soğuktu, ama altında bir şey gizliydi. Geçmişin yükü müydü, yoksa geleceğe dair bir şey mi?

 

Gülsüm teyze, sessizce salondan çıkarken bana bir bakış attı, bir şey söylemek istiyor gibiydi ama susmayı tercih etti. Albayla yalnız kalmıştım. O an, yıllardır kaçındığım sorular boğazıma daha da sert bir yumruğun oturmasına neden oldu.

 

"Öyle?" dedim, kelimelerim titrek ama kararlıydı.

 

Albay hafifçe gülümsedi, ama gülümsemesinde bir soğukluk vardı. "Beni kırmadığ-"

 

"Senin için gelmedim, üstüne alınma. Onun bende yeri çok farklı, kendini onunla kıyaslama." Başını belli belirsiz salladı ama gözlerini gözlerimden çekmedi. Ona en uzak koltuğa geçip oturdum. Kendisi de oturduğunda annem mutfaktan elinde bir tepsiyle çıkıp geldi. Yüzünde büyük bir gülümseme ile elindeki tepsiden pasta dilimi ve kurabiyeleri orta sehpaya dizdi. "Çok güzel bir film buldum." Gözleri beni buldu. "Eskisi gibi film izleyelim diyorum." Ardından söylediğini onaylayan bir hareketle başını salladı. "Belki filmin sonunda yine başın dizimde uyuya kalırsın."

 

Annemin o neşeli, davetkar sesi odaya yayılırken, içimde bir ağırlık daha da belirginleşti. Onun mutluluğu ve geçmişe duyduğu özlem, içinde bulunduğumuz anın gerçekliğiyle acı bir tezat oluşturuyordu. Yıllardır yüreğimde taşıdığım o boşluk, şimdi daha da derinleşmişti. Bir film gecesi, her şeyi düzeltmeye yetmezdi. Yine de annemi kırmak istemedim.

 

Gözlerimi ona kaldırıp hafifçe gülümsedim, ama içten bir gülümseme değildi. "Olur, izleriz." dedim. Sanki bu basit sözlerle tüm sorumluluklar, pişmanlıklar ve sorular bir kenara itilebilirmiş gibi.

 

Albay, bu anın içinde hiç ait değilmiş gibi sessizce oturuyor, olan biteni izliyordu. İçimde onunla ilgili pek çok soruyla baş etmeye çalışıyordum. Annem tepsiyi bırakıp yanımıza oturduğunda, kolumu nazikçe tuttu ve başını bana yasladı. Bu dokunuş beni eski günlere götürdü; bir zamanlar her şey çok daha basitken…

 

Albay’ın derin bir nefes aldığını fark ettim. Gözlerimi ona çevirdim. İçinde söylemek isteyip de söyleyemediği bir şeyler vardı. Ama bu sessizlik, beni eskiden olduğu gibi yine huzursuz ediyordu.

 

Biraz sonra telefonu çaldı ve sessizce salondan ayrıldı.

 

Gidişi salonda karanlık bir hava bırakmıştı.

 

"Nasılsın." Duyduğum soruyla anneme dönerken yutkunmadan edememiştim. "Ne zamandan beri seni göremiyorum kızım. Nasılsın? İyi misin?" Annemin elleri saçlarımın arasında gezinirken gözlerim doldu. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından, derin bir nefes alıp kendimi toparladım. O soruyu göz ardı edemezdim. "İyi değilim, anne," dedim sonunda, sesim daha sakin ama içinde fırtınalar kopuyordu.

 

Annem, beni duymaktan korkuyormuş gibi bir süre sustu, sonra gözleriyle beni aradı. "Anlat," dedi yumuşak bir sesle. Onun bu sıcaklığı, uzun süredir içimde tuttuğum her şeyi dökebileceğim bir güven duygusu uyandırıyordu.

 

"Her şey karmakarışık," dedim, başımı ellerimin arasına alarak. "Hayatımda hiçbir şey yerli yerinde değil. Kendimi tanıyamıyorum artık."

 

Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. "Anne... Aşık oldum," dedim, sesim neredeyse fısıltı gibiydi. Annem dikkatle yüzüme bakarken devam ettim, "Ama bu öyle bir şey ki… Hem çok istiyorum, hem de... yapamam. Çünkü… çünkü onunla olmam mümkün değil."

 

Annem kaşlarını hafifçe çattı, ama yargılamadan, anlayışla bekledi. Gözlerimden kaçan birkaç damlayı silmeye çalışırken derin bir nefes daha aldım. "Bir görevim var," diye başladım, kelimeler ağzımdan zorla dökülüyordu. "Onunla ilgili… Ona yakın olmam gerekiyordu. Bu başta bir işti, ama işler kontrolden çıktı. Ona aşık oldum, anne."

 

Annem donup kaldı, yüzünde şaşkınlıkla karışık bir hüzün belirdi. "Ne demek bu?" dedi, sesi titriyordu.

 

Başımı ellerimin arasına aldım. "Ben... ondan bir şeyler gizliyorum. Bir görevdeyim. Hayatım, kararlarım, her şey bu görev etrafında şekillendi. Ama ona âşık oldum, bunu engelleyemedim. Bu his beni çaresiz bırakıyor. Hem ona tamamen açık olamıyorum hem de kendimi ona kaptırmaktan korkuyorum."

 

Annem derin bir nefes aldı, gözlerinde endişe vardı. "Aşk her zaman zor olabilir," dedi yavaşça, "ama bu... bambaşka bir şey. Kendi içinde ne kadar zor olduğunu hayal edebiliyorum." Elini elime koydu, gözlerinde çaresiz bir şefkat. "Peki, ne yapacaksın? Bunu nereye kadar taşıyabileceksin?"

 

Yutkunup başımı çevirdim. "Bilmiyorum," dedim çaresizce. "açıklasam, her şey bitecek. Ama gizlesem… bu acı daha da büyüyecek."

 

Annem uzun süre sessiz kaldı, ne diyeceğini bulmaya çalışıyormuş gibi. Gözleri derin düşüncelere dalmış, yüzünde buruk bir ifadeyle beni izliyordu. Sonunda derin bir nefes aldı ve elimi biraz daha sıkıca tuttu. "Kızım, kalbini böyle ikiye bölmek, seni mahveder," dedi. "Aşk, dürüstlük ister. Ama senin durumun... çok zor. Hem görevini yerine getirmek zorundasın, hem de yüreğinin sesini dinlemek istiyorsun."

 

Gözlerim doldu, ama bu sefer ağlamak istemedim. Güçlü durmaya çalışıyordum. "Anne, bu aşk beni tüketiyor," dedim. "Onun yanında her şeyden vazgeçmek istiyorum, ama vazgeçemem. Görevim her şeyin önünde. Ona yaklaştıkça, daha çok uzaklaşmam gerektiğini hissediyorum."

 

Annem başını hafifçe salladı, gözlerinde derin bir anlayış belirdi. "Ama bu yükü daha ne kadar taşıyabilirsin? Bir noktada, bir seçim yapman gerekecek. Ya görevin ya da aşkın. İkisini bir arada götürmek seni daha da çok yıpratacak."

 

Sözleri, içimde fırtınalar kopardı. O kadar doğruydu ki… Ama bu seçimi yapmak, düşündüğümden çok daha zordu. "Ya her şeyi kaybedersem, anne?" dedim, gözlerimde korku ve çaresizlik vardı. "Hem onu, hem de görevimi..."

 

Annem derin bir iç çekti, bana daha da yaklaşıp saçımı okşadı. "Kaybetmekten korkmak normal. Ama bazen en büyük kazançlar, en cesur adımlardan gelir. Kalbin ne söylüyor, ona kulak vermelisin."

 

Gözlerimi kapattım, annemin şefkat dolu dokunuşu içimde bir an için huzur yarattı. Ama içimdeki karmaşa hâlâ oradaydı. Aşkımın imkansızlığı ve görevimin ağırlığı arasında sıkışıp kalmıştım.

 

omzuna yaslanmış halde, gözlerimden dökülen yaşlarla birlikte yavaşça gevşemeye başladım. İçimdeki fırtına, annemin sıcaklığı ve şefkatiyle bir nebze olsun sakinleşiyordu. Zihnimdeki karışıklık, yorgunlukla birleşip bedenime ağırlık yaptı. Gözlerim istemsizce kapanmaya başladı, uykunun beni ele geçirdiğini hissettim. Annemin kucağında, çocukluğumdaki gibi güvenli ve huzurlu hissediyordum.

 

Uykuya dalarken son duyduğum şey, annemin sakin nefesi ve usulca söylediği birkaç şefkatli söz oldu. Dünyanın karmaşası, içimdeki çelişkiler bir an için yok oldu. Sadece huzur vardı.

 

Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde, içimde beliren ani bir korkuyla irkilerek uyandım. Gözlerimi açtığımda oda karanlıktı. Hemen yanı başımda, televizyonun hafif ışığı titrek bir şekilde yanıyordu. Annem hâlâ yanımdaydı, ama derin bir uykuda. Kalbim hızla çarpıyordu; sanki içimde bir şey beni uyandırmış, nefesimi kesmişti.

 

Bir süre nefesimi toparlamaya çalıştım. Aklıma yine aynı düşünceler doluştu: Gerçekleri saklamak, aşık olduğum adama duyduğum hisler, görevin baskısı... Bunlar zihnime hücum ederken uykusuzluğum geri dönmüştü. Yatağımdan kalkıp odanın içinde birkaç adım attım, karanlıkta yalnızlığın ağırlığını hissettim.

 

Kendimi karanlık koridorun soğuk havasında buldum. Kalbim hâlâ hızlı atıyordu, ama bu sefer dışarı çıkma arzusuyla dolmuştum. Kapıyı açıp bahçeye adım attım. Gece, ay ışığının altında parlayan çiçeklerle doluydu, ama içimdeki huzursuzluk bu güzellikleri gölgede bırakıyordu.

 

Bahçeye adım attığımda, soğuk hava yüzümü çarparken içimdeki karamsarlık daha da derinleşti. Albay’ın burada olmaması, beni bambaşka düşüncelere sürükledi. Her ne kadar onun varlığı beni huzurlu hissettiriyorsa da, aramızdaki gerilim ve belirsizlikle birlikte bu huzur kaybolmuştu.

 

Bir köşeye oturdum, karanlık gökyüzüne bakarken yıldızlar bile içimdeki boşluğu dolduramazdı. Albay’ın gözlerindeki o güven dolu bakışın artık kaybolduğunu biliyordum. İkimiz arasındaki bağ, gizli sırlarla doluydu ve bu sırlar beni ona daha da uzaklaştırıyordu.

 

"Neden gelmiyor?" diye düşündüm. Gözlerim dolarken, Albay’ın benden kaçtığını sorguladım. Görevimizin getirdiği zorluklar, ikimizi birbirimizden uzaklaştırıyordu. Onunla konuşmak, hislerimi paylaşmak istesem de, her seferinde karşımda bir duvar buluyordum. Artık ona güvenmiyordum.

 

Zihnimde dolanan bu düşünceler, içimdeki huzursuzluğu artırıyordu. "Albay, neredesin?" diye mırıldandım, ama rüzgar benimle beraber taşıdı bu sözleri. Gözlerimi kapattım, ama karanlık sadece düşüncelerimi yoğunlaştırdı. Albay ile aramızdaki mesafe, yalnızca fiziksel değil, duygusal bir uçurum gibiydi. Bu boşluğun ne zaman kapanacağını bilmiyordum ve bu belirsizlik, içimi kemiriyordu.

 

Sonbaharın serin rüzgarı yüzümü okşarken, içimdeki boşluk hisleriyle baş başa kalmak zor geldi. Albay’ın yokluğu, her geçen saniye içimi daha da kemiriyordu. Sonunda, bahçeden çıkmaya karar verdim. Derin bir nefes alarak kapıyı açtım ve tekrar karanlık koridora adım attım.

 

Salona geçtiğimde annemi, derin bir uykuda buldum. Yavaşça yanına yaklaştım, üzerindeki örtüyü dikkatlice düzelttim. O an, onun huzur içinde uyuduğunu görmek içimi ısıttı; ama aynı zamanda, Albay’la yaşadıklarımın yarattığı boşluk hissi bir kez daha üzerime çökmüştü.

 

Cebimden küçük hediye kutusunu çıkardım, içindeki anlamla birlikte beni bambaşka bir dünyaya götürüyordu. İçindeki hediye, onunla aramızdaki duygusal bağın bir hatırasıydı. Kutuyu, annemin yanına koyarken, içinde ona bırakmak istediğim sevgiyi hissettim.

 

"Uyanınca bunu bul, anne," diye fısıldadım. "Seni çok seviyorum." Gözlerim dolarken, onun huzurlu yüzüne bir kez daha baktım.

 

kutuyu bıraktıktan sonra dışarı çıkmaya karar verdim. İçimdeki karamsar düşünceleri geride bırakmak için derin bir nefes alarak kapıyı yavaşça kapattım.

 

Arabamı alıp yola çıktım. Albay’ın bir daha ne zaman göreceğimi düşünmeden edemedim. Uzun sayılmayacak bir yolculuktan sonra arabamı bahçeye park ederek villanın içine adım attım. Kapılar kapalı, ışıklar sönüktü. Miran uyuyordu sanırsam.

 

Kapıyı kendi yöntemlerimle açarken korumaların gözü üzerimdeydi. İçeri adım attığımda salonun karanlığıyla karşılaştım. Sessiz adımlarla merdivenlere yönelirken aldığım eğitimlerin etkisi olmalıydı ki karanlıkta bile karanlık değilmiş gibi hareket edebiliyordum. Merdivenleri bitirip koridara adım atmıştım ki birden vücuduma sarılan ellerle irkilerek çığlık attım. "Şşhh, benim." Miran'ın mayıştırıcı sesini duymamla sert bir soluk vererek karnına dirseğimi geçirdim. "Korkuttun beni!" Kısa bir inilti ile gülmeye başladı. "Karanlıkta eve ıssız adam gibi giren sensin sevgilim." Hâlâ karanlıktı ve birbirimizin sadece hissedebiliyorduk.

 

"Yine de korktum," dedim, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışarak. Miran, karanlığın içinde gülümsediğini hissettim; bu belirsizlik içinde bile onun enerjisi beni sarıp sarmalıyordu. Kollarında hissettiğim güven, korkularımı biraz olsun hafifletiyordu.

 

"Özür dilerim." Yanağında dudaklarını hissettim. "Hadi, odamıza gidelim." Beni yürütürken odasının kapısını açtı ve odaya girdiğimizde geri kapattı. Geceyi aydınlatan loş bir ışık vardı içerde. Göz göze geldiğimizde ışığın aydınlattığı kadarıyla görünen siması kalbimi hızlandırdı.

 

Gözlerimizdeki derinlik, hissettiğimiz bu anın ağırlığını taşırken, içimde bir sıcaklık yükselmeye başladı. Kalbim, bir zamanlar tanımadığım duygularla dolup taşıyordu.

 

"Burada olmak iyi," dedi yavaşça, sesi titrek ama kararlıydı. Sanki bu basit cümle, aramızdaki mesafeyi azaltıyordu. O an, dış dünyadan izole olup sadece birbirimize odaklandık. Zamanın durduğu hissi, içimdeki korkuları bir nebze olsun hafifletiyordu.

 

Ellerim, istemsizce onun ellerine doğru uzandı. Elleri, avuçlarımda kaybolmuş gibiydi; sıcak ve güven vericiydi. Bir anlığına, her şeyin mükemmel olabileceğini düşündüm. Gözlerimdeki belirsizlikle, içimdeki korkuları yok etmeye çalışırken, onun varlığına tutunmak istiyordum.

 

"O kadar zorlanma," dedi. "Buradayım." Sesindeki samimiyet, ruhumu sarıp sarmaladı. Aniden, bir şeyler değişiyordu. Kendimi daha önce hiç hissetmediğim bir cesaretle dolmuş buldum. Geceye karışan sessizlikte, kalbim sadece onun için atıyordu.

 

"Çok zayıflamıştı..." Dediğimde sesimin titremesini engelleyemedim. "O hep gülen yüzü bu gece pekte mutlu değildi." Kolumdan tutarak beni yatağa oturttu ve saçlarımın üzerine derin bir öpücük bıraktı. "Ona anne derken gözlerindeki ışık hiç sönmemiş gibiydi biliyor musun?" Dizlerinin üzerine çöküp sessizce beni dinlemeye devam etti.

 

"Çok karışık her şey. Berbat bir hal aldı,"

 

"Şşhh, öyle deme." Ellerimin üzerine sayısızca öpücükler bırakmaya başladı. "İyi olacaksınız, her şey yoluna girecek." Başımı sağa sola salladım. "Bu sefer o kadar da kolay değil, artık eskisi gibi masum değiliz."

 

"Kendine bir şans ver, annene bir şans ver." Kursağımda kalan umutlarla beraber kendimi yatağa bıraktım. "Keşke gerçek annem o olsaydı." Dediğimde bu bir itiraf değildi..

 

Yanıma uzandı. Saçlarıma karışan eli ile gözlerimi kapattım. "Yorgunsun, saat epey geç oldu. Uyu hadi." Yakalarından tutup üzerime çektim. Hiç itirazı olmadan üstüme çıkarken beni benden alan gözlerine bakmaya başladım. "Bana niye aşık oldun?" Diye sordum birden.

 

Gözleri, sorumun ağırlığıyla bir an kayboldu gibi göründü. Derin bir nefes aldı ve yanıt vermeden önce birkaç saniye düşündü. "Çünkü senin içindeki güzellikleri gördüm," dedi sonunda, sesi yavaş ve kararlıydı. "Senin gibi birinin, yaşadığı zorluklara rağmen hâlâ umut taşıyabildiğini bilmek, beni etkiledi."

 

Yavaşça başımı kaldırdım, onun gözlerine daha dikkatli bakmaya çalıştım. "Ama ben kaybolmuş hissediyorum," dedim, hissettiğim çaresizliği dile getirerek. "İçimde bir boşluk var ve seni sevmenin ne anlama geldiğinden bile emin değilim."

 

Bana daha da yaklaştı, sıcak nefesi cildimde bir his uyandırdı. "Sevgi, güvenle başlar," dedi. "Kendine bir şans vermediğin sürece, bu hislerin gerçek olmasına izin veremezsin."

 

Ellerini omuzlarıma koyarak, beni üstüne çekti. Artık altımda olan oydu. "Korkularını bir kenara bırak. Ben buradayım ve seni yargılamayacağım. İçinde barındırdığın sevgi ve karanlıkla yüzleşebilirsin, birlikte başaracağız."

 

Yavaşça başımı salladım. Kalbimde bir yerlerde, onun söylediklerinde bir gerçeklik buluyordum. "Ama ya seni kaybedersem?" dedim, içimdeki korkunun sesi yükselerek.

 

"Kaybetmekten korkma," dedi, sesi bir melodiyi andırıyordu. "Önce kendini bulmaya çalış. Kendi içindeki savaşı kazandığında, seni asla kaybetmeyeceğim."

 

Onun sözleri, içinde bulunduğum karanlık tünelde bir ışık parıltısı gibi belirdi. "Yani bana güvenmemi istiyorsun?" dedim, onu izlerken.

 

"Güven, sevginin temelidir," dedi gülümseyerek. "Bana güvenmiyorsan bile kendine güven."

 

Yavaşça gözlerimi kapattım. İçimdeki belirsizlikle dolu karanlık, onun yanındayken yavaşça aydınlanmaya başlamıştı. Kendime bir şans vermek, belki de en iyi yoldu.

 

"Ben ne hissedeceğimi de, ne yapacağımı da, nasıl bir yol izleyeceğimi de bilmiyorum." Kendimi yana bırakarak sırt üstü yatağa uzandım. Bir süre öylece tavanı izledim. Biraz sonra ayakkabılarımın ayağımdan çıktığını hissettim. Ardından kollarımı tutarak beni küçük bir çocukmuşum gibi soymaya başladı. Önce ceketimi ardından da giydiğim boğazlıyı indirdi. Sütyenimle kalırken kendi dolabına yöneldi ve bol bir tişört ile yine kendisine ait bir şortla tekrar yanıma geldi. Tişörtü giydirirken omzuma kısa bir öpücük bırakmıştı. Eli pantolonumun kemerine gittiğinde ister istemez yutkundu. Hızlı bir şekilde pantolonumu da sıyırdığında şortu giymiştim. Yatağa uzandırdı, saçlarımı topuz yapıp ensemden toplamıştı. Kendimi küçük bir çocuk gibi hissetmekten alıkoyamıyordum.

 

Yanıma uzandı, üzerimizi örttü ve kolunu başımın altına alarak beni kendine çekti. Sırtım göğsüne değerken sıcak nefesini ensemde hissediyordum.

 

Gözlerimi kapattım.

 

Aklıma dolan düşünceler iler savaşmayı bırakmak istiyordum. Yapamadım, yine ve yine uykumu kaçıran her bir düşünce amacına varıyordu. Huzursuz bir şekilde yön değiştirirken yüz yüze gelmiştik. O da uyumamıştı. Göz göze geldik.

 

Bir yanım ona her şeyi açıklamak isterken diğer yanımda susmak istiyordu. "Deniz," dediğinde düşüncelerim toz bulutu gibi dağıldı. "Evlenelim mi?"

 

Olduğum yerde bana bir kal gelirken duyduğumu anlamaya çalışıyordum.

 

Kalbimdeki sesler birbiriyle çarpışırken, onu dinlemekte zorlandım. "Evlenelim mi?" dediği cümle, kafamda yankılanıyordu. Sanki dünya durmuş, sadece onun sesi havada asılı kalmıştı. Düşüncelerim çığ gibi büyüdü; heyecan, korku ve belirsizlik arasında gidip geliyordum.

 

Bir cevap bekliyor muydu bilmiyordum ama dilim tutulmuş, hatta vücudumun kısmi felç geçirmiş olduğunu düşünerek yerimden dahi kıpırdayamadım.

 

"Evlenelim mi?"

 

🦋

 

Gözlerimi açtığım sabaha, yatağımdan doğrulurken Miran yanımda yoktu. Gece sorduğu sorunun ardından uykum var, bana zaman ver diyerek uyumuştum. Evet, gerçekten de uyumuştum ve bu hiç benlik bir hareket değildi.

 

Normalde sabahlara kadar düşünceler arasında kaybolur, uyumak nedir bilmezdim. Ama o gece... O soruyla birlikte sanki zihnim bir anlığına durdu, yorgun bedenim pes etti.

 

Miran’ın odayı terk ettiğini fark etmemişim bile. Şimdi ise içimde garip bir boşluk var. Ona verecek bir cevabım olmadığını bilmek, beni derin bir huzursuzluğa sürüklüyordu. Ne söylemeliyim? Kalbimde sakladığım o gerçeği açığa vurduğumda, her şey değişecek miydi?

 

Çoktan yanlış yola girmiştik bile ama artık dönüşü daha da zor olacaktı.

 

Yine bir güne uyanmıştık, oflaya puflaya yataktan kalkarak lavaboya girdim. Yüzümü yıkayıp saçlarımı taramaya başladım. İçim gibi birbirine girmiş olan saçlarımı da toplayarak bağladığımda yüzümü de kurutarak odadan ayrıldım. Merdivenleri inerken gelen seslerden kahvaltı yapıldığını anlamıştım.

 

Tam olarak salona geldiğimde bütün sesler sustu ve bakışlar bana yükseldi.

 

Afroditiniz geldi!

 

Alaz, Lal, Mert ve hatta hiç beklemediğim biri olarak Asi de buradaydı. Şaşkın bakışlarım gözlerine kalktığında gülümsedi. Masaya gelerek boş bir sandalye çekerek oturdum. "Asi?" Dediğimde gülümsemeye devam etti. "Ne işin var senin burada?" Miran'ı aradı bakışlarım ama o yoktu.

 

Mert boğazını temizleyerek öne atıldı. "Benim misafirim." Dediğinde kaşlarım istemsizce havalandı. "Misafirin, senin." Dediğimde bakışlarım ikisi arasında gidip geliyordu.

 

Mert, kendinden emin bir tavırla bana doğru eğildi, “Evet, benim misafirim,” dediğinde bir an duraksadım. Asi, hala yüzünde o kendine has gülümsemeyle sessizce olanları izliyordu.

 

“Peki,” dedim, merakla bakışlarımı Asi’ye çevirip. “Sen Mert’in misafirisin, öyle mi?”

 

Asi hafifçe omuz silkti. “İnan bana, bu kadar şaşkın olmana gerek yok. Kendisi beni bizzat davet etti,” dedi. Mert'in yüzünde kurnaz bir gülümseme belirdi.

 

"Günaydın, kardeşim." Hemen yanımda oturan Alaz'a döndüğümde ufak çaplı bir durgunluk yaşadım. Gözlerimi kırpıştırırken gülümsemeye çalıştım. "Günaydın." Dediğimde Lal ile göz göze geldik. Sadece başını sallarken tekrar önüne dönmüştü. Yıldızımız asla barışmayacaktı sanırsam. "Miran yok mu?" Sorum ortaya çakıldığında kimseden ses çıkmadı. Alaz'a döndüm tekrar. "Sen biliyor musun?" Yutkunduğunu fark ettim. "O gelmez şimdi buraya, sen kahvaltını yap. Sonra gelir." Dediğine kaşlarımı çattım.

 

"Nereye gitti?" Alaz ve Lal önüne dönerken keskin bakışlarım Mert'e döndü. "Sen biliyorsun, nerede Miran?"

 

"Ben mi biliyorum, yok. Hayır, bende bilmiyorum. Sen biliyor musun Asi? Bilmiyorsun, yok bak kimse bilmiyor. Sen kahvaltını yap çıkar gelir o zaten bir yerden."

 

"Mert." Dediğimde zaten onun bildiğini sakladığını fark etmiştim. "Nerede Miran?"

 

"Bilm-"

 

"Biraz daha yalan söylemeye devam edersen Asi'le aranızın kötü olması için elimden geleni yaparım." Kararlı bakışlarımın ardından öksürmeye başladığında, Asi kötü kötü bakıyordu gözlerime.

 

"Ama-"

 

"Söyle!" Çaresi kalmamış gibi etrafına bakarken Alaz elini elime yasladı. "Güz güzeli..." Durgunlukla gözlerine döndüm. "Biraz yalnız kalmaya ihtiyacı var Miran'ın. Gelir zaten birazdan, neden ısrar ediyorsun bu kadar?"

 

"Onu görmek istiyorum Alaz, sen neden gözlerini açar açmaz bu evde soluğu alıyorsan bende onun için ısrar ediyorum." Dudaklarını birbirine bastırırken başını salladı. "Mezarlığa gitti, annesini ziyarete. Bugün annesinin vefat yıl dönümü." Boğazıma dizilen kelimelere lanet ettim. Lal başını öne eğerek elinde ki çaralı sıkmaya başlayınca yavaşça masadan kalktım.

 

Alaz'ın söyledikleri, içimde koca bir boşluk yaratırken zihnimdeki sorulara karşı suskunlaştım. Mezarlığa... Annesi… Bu kadar mı zordu Miran için? Onu anlamaya çalışırken bu acının, yalnızlığın derinliğiyle boğuluyordum. Birkaç adım attım, durdum, sonra tekrar yürümeye devam ettim.

 

Bahçede, solmuş güllere doğru ilerledim. Etrafa hafif bir rüzgar yayıldı, yapraklar usulca titredi. İçimdeki karmaşa, her geçen saniye daha da büyüyordu. Alaz, ardımdan hafifçe seslendi.

 

“Güz güzeli… Ona zaman ver. Kendini toparlamasına izin ver.”

 

Duymazdan geldim. Orada, o taşın soğukluğunda, annenin huzurunda bir yalnızlık içinde onunla birlikte olabilmek istiyordum. Belki bir teselli, belki bir sıcaklık, belki de sadece sessiz bir varoluş arıyordum.

 

Halimi umursamadan bir arabaya bindim. Korumalardan biri anında binerken mezarlığa sürmesi için komut verdim.

 

Düşüncelerimde boğulurken araba durdu. İnip inmemekte kararsızken kapı açıldı. Titreyen bacaklarımla arabadan indim.

 

Adımlarım yavaşça mezarlığın o puslu sessizliğine doğru yöneldi. Hava soğumuş, rüzgarın esintisi hafif bir ürperti yaratmıştı. Uzaktan Miran’ın siluetini gördüm; başı öne eğik, elinde bir karanfil... Annesinin mezar taşına doğru eğilmiş, sessizce duruyordu. Öyle kederli, öyle yaralı görünüyordu ki, ona doğru ilerlerken kalbimde bir sızı hissettim.

 

Yanına vardığımda, aramızdaki mesafeyi koruyarak sessizce durdum. Bir süre hiç konuşmadık, yalnızca rüzgarın yaprakları hışırtısıyla doluydu etrafımız. Onu rahatsız etmemek için hafifçe soluklandım, ama varlığımı hissetmesi için oradaydım.

 

Bir süre sonra, Miran başını kaldırdı ve uzaklara baktı. Gözlerinde derin bir boşluk, yüreğinde yılların biriktirdiği bir acı vardı. Dudaklarını hafifçe araladı, ama tek bir kelime dahi çıkmadı. Sözcüklerin kifayetsiz kaldığı anlardan biriydi bu.

 

Nazik bir dokunuşla omzuna elimi koydum. Başını bana çevirdiğinde gözlerindeki yaşları fark ettim. O an, içindeki fırtınayı dindiremesem de ona yalnız olmadığını hissettirmek istiyordum.

 

“Buradayım,” dedim fısıltıyla, sesim kısık ve sakin. “Her zaman buradayım, Miran.”

 

Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Belki o anda biraz olsun içindeki yük hafiflemiştir, belki de sadece bir anlığına bile olsa o acının ağırlığından kurtulmuştur.

 

Gözlerini tekrar açtığında, bana uzun uzun baktı. O derin, yaralı bakışlarında sanki sessiz bir teşekkür gizliydi. Sonra elindeki karanfili yavaşça annesinin mezar taşının yanına bıraktı. Elleri titriyordu, parmakları çaresizce sıkılıp gevşiyordu. Ona destek olmak için biraz daha yaklaştım, ama sessizliğimizi bozmadım.

 

Bir süre daha böyle kaldık; rüzgar, etrafımızda usulca dans ederken, Miran’ın yanındaydım, acısına ortak, yalnızlığına yoldaş oluyordum. Zaman geçtikçe, bakışları biraz daha yumuşadı, omuzları biraz daha rahatladı sanki. O an, bana dönüp bir şey söylemesini bekledim ama yine de tek kelime etmedi. Sadece derin bir nefes aldı ve başını önüme eğdi.

 

Sesi fısıltıdan farksız. “Bu acıyı hep içimde taşıyacağım, biliyorum. Ama senin yanında biraz olsun hafifliyor. Sen yanımdayken… dünya daha dayanılır geliyor.” dedi.

 

Sözleri içimi hem ısıttı hem de derin bir hüzne boğdu. Elimi onun elinin üstüne koyarak hafifçe sıktım. “O zaman hep yanında olacağım,” dedim, bakışlarımı ondan ayırmadan. “Sen izin verdiğin sürece, acıların paylaşıldıkça azalacak.”

 

Miran, dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle başını salladı. Sonra birlikte yavaşça mezarlıktan ayrılmaya başladık. Adımlarımız bizi geçmişin yüklerinden geleceğin belirsizliğine doğru götürürken, artık sadece sessiz bir anlaşmamız vardı; birbirimizin yaralarını sarmak için oradaydık.

 

Yürüdüğümüz yol, ayaklarımızın altında hafifçe çıtırdayan yapraklarla döşenmişti. Her adımımızda sessizliğin içindeki o ağır yükü biraz daha hissettim. Miran yanımda, bakışları yerde, düşünceleriyse belki de çok uzaklarda, çocukluğunda, annesinin ona sarıldığı o eski anılardaydı.

 

Bir an durdu. Elleriyle yüzünü ovuşturup derin bir nefes aldı. Ardından bana döndü; gözlerinde, içindeki tüm kederi anlatmaya çalışan bir bakış vardı. Fakat sözcükler yine eksikti. Söyleyemediği her şey, suskunluğunda yankı buluyordu.

 

“Bazen…” dedi, sesi titrek ve yorgundu. “Bazen o kadar ağır geliyor ki… Bu dünyada hala nefes alabilmek, taşınması zor bir yük gibi. Sanki her şey… her şey bir rüya gibi, ama uyanamıyorum.”

 

Sözleri içime işledi. Ellerimi, o kırılgan ama bir o kadar güçlü ellerine uzattım. “Yalnız değilsin Miran,” dedim yumuşak bir sesle. “Acının içindeyken bile, seninle birlikte hissediyorum. İçindeki karanlık ne kadar derin olursa olsun, ışık arayışından vazgeçme. Çünkü ben buradayım… her şeye rağmen.”

 

Miran gözlerini kaçırdı, ama parmakları elimi sımsıkı kavradı. Sessizlik yine aramıza girmişti, ama bu sefer daha farklı bir sessizlikti. İkimiz de birbirimize sığınmıştık, geçmişin yaralarını birbirimizin varlığında iyileştirmeye çalışıyorduk. İçinde kopan fırtınayı, sadece yanımda susarak dindiriyordu. Bu sessizlik, kelimelerden daha anlamlıydı.

 

Sonunda başını kaldırıp, gözlerini bana dikti. "Beni anladığın için… her şey için teşekkür ederim," dedi, sesi bir fısıltıdan daha hafifti. “Sen olmasan, belki de bu acının içinde çoktan kaybolurdum.”

 

O an, kalbimde ince bir sızı hissettim. Birlikte olduğumuz sürece, onun yükünü paylaşmaktan asla vazgeçmeyeceğime dair kendime söz verdim. Sessizce başımı salladım ve sadece elimizi birleştiren o sıcaklıkla ona eşlik ettim.

 

Belki de bazı yaralar, asla tam olarak iyileşmeyecekti; ama artık ikimiz de biliyorduk ki, en azından birlikte yaraları sarabilir, o karanlıkta birbirimize birer ışık olabilirdik.

 

Öylece durduk yerimizde. Nasıl oldu bilmiyorum ama suskunluğumuzda bile birbirimize çok şey anlattık. Bir süre sonra telefonu çaldı. Sakin hareketlerle aramayı yanıtlayıp kulağına yasladı. Dinledi, dinledi ve ardından kapatıp cebine koydu telefonu.

 

"Ufak bir kaçamak yapalım mı?" Anlamayarak gözlerine baktım. "Nasıl yani."

 

"Kıbrıs'ta çözmem gereken işler var," dediğinde başımı salladım. "Seni yalnız bırakıp gitmek istemiyorum. Beraber gidelim istiyorum." Birden gelen heyecanla gülümserken az öncenin karanlık duyguları birden kaybolmuştu. "Benimle gelir misin?" Dediğinde hızla başımı salladım. "Gelirim." Gülümsemesi yüzüne yayılırken dudaklarıma kısa bir öpücük bıraktı. "Ama bu kıyafetlerinden kurtulmamız gerek öncelikle." Dediğinde kendimi süzmek durumunda kalmıştım. Ona ait şortu ve tişörtüyle dururken utanmadan edememiştim. "Ben böyle rahatım aslında ama,"

 

"Ben değilim." Dediğinde gıcık bir gülümseme ile gülümsedim.

 

 

 

 

 

Devam edecek....

 

Instagram hesabım. @d_n.zii

 

Takip edin

 

Bölüm : 26.12.2024 18:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...