Yorum yapmayı, yıldıza basmayı unutmayın.
Yorumlarda buluşalım.
Kelimeler beynimde yankılanıyordu: "Kardeşimden başka hiçbir kadının hayatımda yeri yoktur." O son cümle, her şeyin özeti gibiydi. Ben onun için bir oyun, bir piyon, belki de sadece kısa bir kaçıştım. Ama sevdiğim her şey bir ilüzyondu. Ona dair her şey birer ilizyondu.
Gözlerim doldu ama ağlamadım. Ağlamak neyi değiştirirdi ki? Güçsüzlük mü gösterecektim? Zaten bu oyunda kaybetmiştim. Ama kimse bilmeyecekti. Kendi içimde çözülecek, kendi içimde yanıp kül olacaktım. Belki de bu bana öğretilen en büyük gerçekti: Dünyaya karşı savaşabilirsin, ama en büyük savaşı hep kendine karşı verirsin demişti biri, haklıydı. Şimdi ise kendi içimde ki savaşı kaybediyordum.
"Deniz," bir ses duyuyordum. Hem yumuşak tonlu, hemde teleşlı gibiydi. "Deniz," dedi tekrar. Birden bir karanlıkta buldum kendimi. Gözlerim mi kapalıydı, ışıklar mı? "Deniz," diye tekrar seslendi, bu kez daha belirgin.
Sanki bir ağırlık çekiyordu beni uykunun derinliklerinden. Karanlık... Gözlerim mi kapalıydı, yoksa etraf mı tamamen kararmıştı? Zihnim bulanık, rüyayla gerçek arasında gidip geliyordu.
"Deniz, uyan!" Sesin tonu telaşlıydı şimdi. Yavaşça gözlerimi araladım, loş bir ışık kırpışıyordu çevrede. Gölgeler dans eder gibiydi, ama henüz tam olarak uyanmış değildim. Zihnim geri çekilmek, uykunun güvenli kollarına sığınmak istiyordu.
Bir el omzuma dokundu. Gerçeklik aniden çarptı yüzüme. O an, karanlığın derinliklerinden tamamen sıyrıldım.
"Bebeğim," Miran kollarımdan tutarken az önce yaşadıklarımın gerçek olup olmadığını sorguluyordum.
"Sen..." Anlamayan gözlerle baktı. "Rüya görüyorsun bebeğim, sayıklıyordun." Oturur vaziyete geldiğimde zihnimin bulanıklığını çözmeye çalışıyordum. "Sen gittin." Dedim, sessiz bir fısıltı gibi. Kaşları anlamadığını belirtir bir şekilde havalandı. "Nereye? Gitmedim, buradayım. Kahvaltıdan sonra uyuyakaldın koltukta. Sayıklamaya başladın, rüya gördün."
Onca yaşadıklarım rüya mıydı yani?
İçime derin bir nefes çekerken gerçeklik algımı yitirmiş gibiydim. "Çok gerçekçi gibiydi." Başımı ellerimin arasına alırken yutkunmadan edememiştim. "Ne gördün, anlatmak ister misin?"
"Hatırlamak istemiyorum." Hatırlamak değil, yüzleşmek istemiyordum. Beni anladığını belirterek başını salladı. "Ne zamandan beri uyuyorum." Kolunda ki siyah metal yapılı saate baktı. "Bir saate yakındır." Ellerimi ellerinin arasına alırken rüyanın etkisinden dolayı bütün bedenim titriyordu.
Ellerimi sıkıca kavradı, sanki o sıkı dokunuş beni bu dünyaya daha da geri çekiyordu. "Bebeğim, her şey yolunda. Sadece bir rüyaydı," diye fısıldadı, sesi o kadar yumuşaktı ki içimdeki kasveti bir nebze olsun hafifletiyordu.
Ama o rüya... O kadar gerçekçiydi ki. Hissettiğim hayal kırıklığı, o son cümle... Hâlâ zihnimde yankılanıyordu. "Kardeşimden başka hiçbir kadının hayatımda yeri yoktur." O sözler öyle derindi ki, sanki ruhuma işlenmişti.
Sesini yeniden duydum. "İstersen biraz daha dinlen, ya da çıkıp biraz hava alabiliriz."
Gözlerim odayı taradı, her şey normal görünüyordu. Tanıdık, güvenli... Ama içimde fırtınalar kopuyordu. Gerçekle rüya arasındaki o ince çizgide sıkışıp kalmış gibiydim. Huzursuzca yerimde kıpırdandım, ellerimi Miran'ınkinden çekerken derin bir nefes aldım. "Hayır, biraz hava almalıyım," dedim kararlı bir şekilde. İçimdeki boşluğu ancak dışarıda, soğuk havanın tenimde hissettirdiği gerçeklikle doldurabileceğimi düşünüyordum.
Miran başını sallayarak ayağa kalktı, bana elini uzattı. Elimi tuttuğunda o sıcaklık içimdeki titreşimi biraz daha sakinleştirdi. "Hadi, dışarı çıkalım," dedi yumuşak bir tonla.
Beraber kapıya doğru ilerlerken, odayı geride bıraktık. Sanki o kapıyı kapattığımda zihnimdeki karanlıklar da kapanacaktı. Ama biliyordum, rüyalar gerçek olmasa da hissettirdikleri her zaman bizimle kalırdı.
Bahçeden de çıkıp, Kapıdan adım attığımızda yüzüme çarpan serin hava, zihnimde dolaşan sisli düşünceleri biraz olsun dağıtmıştı. Yollar sessizdi, arada bir esen rüzgâr ağaçların dallarını sallıyordu. Miran, yanımda sessizce yürüyordu; ne beni zorlayarak konuşturuyor ne de sessizliğimden rahatsız oluyordu.
Adımlarım yavaş ve ağırdı, sanki rüyadan henüz tamamen uyanamamış gibiydim. İçimde bir boşluk, kaynağını bilmediğim bir hüzün vardı. O an fark ettim ki, rüyanın etkisi hâlâ üzerimdeydi. İçimde patlamamış bir fırtına gibi birikmişti o cümleler: "Kardeşimden başka hiçbir kadının hayatımda yeri yoktur." Sanki gerçekmiş gibi, beni boğan bir ağırlık.
Aniden durdu ve elimi tekrar tuttu, bu sefer biraz daha sıkı. "Bebeğim, beni endişelendiriyorsun. Konuşmamakta kararlı mısın?"
Derin bir nefes aldım. Anlatmak istemiyordum, çünkü rüya bile olsa yaşadığım hayal kırıklığı çok gerçekti. Ama Miran'ın gözlerindeki endişeyi görünce, sessiz kalmanın bu sefer daha zor olduğunu anladım. "Rüyada... seni kaybettim," dedim sonunda, gözlerimi yere dikerek. "Sanki her şey bir illüzyonmuş gibi. Seni tanıdığımı sandım ama aslında hiç tanımamışım gibi hissettim."
Yüzünde şaşkınlık vardı, ama ardından yumuşak bir tebessümle elini yanağıma koydu. "Ben buradayım, Deniz. Gerçek olan tek şey bu."
O an, onun sıcaklığına sığınarak içimdeki savaşın biraz daha hafiflediğini hissettim. Rüyadaki gibi değil, burada, şimdi, yanımda olan Miran'la yüzleşmek çok daha kolaydı. Ama biliyordum ki, bu rüya birgün gerçekleşecekti.
Sıcak dudaklarını dudaklarımda hissettim. O an, etrafımdaki her şey silikleşti, tüm dünya durdu sanki. Kalbimde bir yerlerde sıkışıp kalmış olan o karanlık, bir anda dağıldı. Bu duygu, tarif edilemez bir mutluluktu. Sanki içimdeki her kırık parça birer birer yerine oturuyordu. Gerçek ile rüya arasındaki o ince çizgiyi aşmıştım. Şu an tek bildiğim, Miran'ın varlığıydı; onun beni burada, şu an hissetmesi, bana yetiyordu.
Kollarım, kendiliğinden boynuna dolandı. kokusu içime dolarken, bedenim daha da yakınlaşıyordu. Bu anın sonsuza kadar sürmesini diledim. Kısa bir an için bile olsa, dünyanın tüm ağırlığından sıyrılmıştım.
Dudaklarını yavaşça çekip alnıma küçük bir öpücük kondurdu. "Her şey yoluna girecek," dedi fısıldarcasına. Gözlerimi kapattım, onun kalp atışlarını duyabiliyordum, her ritimde bir güven hissi vardı.
Sanki o rüyanın izleri şimdi tamamen silinmiş gibiydi. Kafamda yankılanan o kelimeler, artık bir anlam taşımıyordu. Onlar sadece bir yanılsamaydı. Gerçek olan, tam burada, yanımdaydı.
"Daha iyi misin?" diye sordu,gözlerinde hâlâ o tanıdık endişe parıltısı. Usulca başımı salladım. "İyiyim," dedim, ama sesim fısıltı kadar zayıftı. İçimdeki karanlık bir nebze hafiflemişti. O rüyanın ağırlığı hâlâ tam olarak gitmemişti belki, ama Miran'ın varlığı, dokunuşları, bana güç veriyordu.
Bir süre sessiz kaldık, sadece birbirimizin nefes alışverişini dinleyerek. O anın dinginliği içinde, beynimde yankılanan karmaşık düşünceler nihayet yerini bulmaya başlıyordu. Geçmişte yaşadıklarım, rüyamda karşıma çıkan hayaletler, hepsi birer sınavdı belki de. Ama şu an buradaydım, gerçek olanın farkındaydım.
Eli saçlarımda hafifçe gezinirken derin bir nefes aldım. "Gerçekten iyiyim," diye tekrarladım, bu sefer daha güçlü bir sesle. Kafamı onun göğsüne yasladım, gözlerimi kapattım ve sadece anın tadını çıkardım. Onun yanında olmak, sanki tüm dünyadaki huzuru bulmuş gibi hissettiriyordu.
"Dışarıda biraz daha kalalım mı?" diye sordum. başını salladı, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle. "Nasıl istersen, bebeğim," dedi, kolunu omzuma dolayarak beni kendine daha da yakınlaştırdı.
O anın hafifliğiyle, sokakları sessizce arşınlamaya devam ettik.
Belki de saatlerdir yürüyorduk, ama kimsenin şikayet ettiği yoktu. Sahil kenarında, ayakkabılarımız elimizde, dalgaların soğukluğu ayaklarımızı okşarken yürüyorduk. Rüzgâr saçlarımızı dağıtıyor, hafif bir esinti tenimize çarpıyordu. Su, ayak bileklerimize kadar yükselip geri çekilirken, o serinlik içimize hafif bir canlılık katıyordu.
El ele tutuşmuş, sessizliğin içinde gidiyorduk. Uzaktan duyulan romantik gitar melodisi kulaklarımıza iliştiğinde elimizdeki ayakkabıları kumun üzerine bıraktık. "Benimle dans eder misin?" Elini nezaketle uzattığında gülümseyerek tuttum ve karşılık verdim .
Sırtıma ulaşan eli ile tatlı bir hissiyatla beni kendine yapıştırdı. Ufak adımlarla hareket ederken suyun ince hissiyle sahilde dans ediyorduk. "Sanırım bu anda ömür boyu kalmak istiyorum."
Boynuma eğilerek sıcak nefesini üfledi. "Bir ömür boyu, seninle geçirmek istiyorum." Sevginin dozu ağır gelmiş olmalı ki karnımda tatlı bir ağrı oluşuyordu. "Seni seviyorum, belki de şu hayatta yaptığım en doğru şey, seni sevmek." Dudaklarım muzip bir ifadeyle kıvrıldı. "Seni seviyorum," dedi tekrar, gözlerimin en içine bakarken. Benden de duymak istiyordu, bunu fark edebiliyordum ama söyleyemedim. Sadece başımı göğsüne yaslayarak anın tadına varmak istiyordum.
"Beni sevmeni, seviyorum." Mırıltımı kimse duymasa da o duymuştu.
Ne kadar zaman öyle kaldık, kaç şarkı değişti, ne kadar insanın odağına girdik hiç bilmiyordum. Tek bildiğim onun kollarında kendimi huzurun en tatlı hissiyatına vararken buluyordum ve bundan gram şikayetçi değildim. Olsam çarpılırdım herhalde!
Geldiğimiz yolu tekrar yürürken eve varmıştık. Kimseye görünmeden odamıza çıkarken sıcak bir duş alıp, bornozumla yatağa girmiştim. Kendisi de sadece bir eşofman altı giyerek yatağa geldiğinde hemen yanıma uzanarak başını göğsüme yasladı. Odamıza dolan güneş ışığı hafifçe gözlerimi kamaştırıyordu. Perdelerin arasından sızan ışıkla birlikte odadaki sessizlik daha da derinleşti. Yatağın sıcaklığında, o yanımdaydı. Başını göğsüme yaslamıştı, çokta uzun olmayan saçları avuçlarıma düşüyordu.
Elimle saçlarını usulca okşadım. Yumuşak bir nefes aldı, sonra gözlerini yarı kapalı bir şekilde bana doğru kaldırdı.
"Her şey yolunda mı?" dedim, fısıldar gibi.
"Böyleyken, evet," diye mırıldandı, dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme belirdi. Derin bir nefes verip yanağını tenime yaslarken "İyi misin?" Dedim bu sefer de.
"Seninleyken hep," içimdeki bu sevinç şöleniyle gülümserken onun sıcak teninde hayat bulduğumu hissediyordum.
Bir şey söylemedim, sadece o anın içinde kalmak istedim. O da sessizliğin huzurunda kaybolmuş gibiydi, kalplerimizin ritmi aynıydı.
Bir süre sonra nefeslerimiz bile eşitlendi ve ağırlaştı. Gördüğüm rüya yüzünden biraz dağılsamda şuan iyiydim.
Onun sayesinde,
Bana iyi gelen sevgisi sayesinde.
🦋
Yükselen telefon sesiyle gözlerim açılırken telefonu aramaya başladım. Miran rahatsızca arkasını dönerken sonunda bulduğum telefonu açıp kulağıma yasladım. "Alo."
"Albay seni kurumda bekliyor." Telefon kapandı. Ses hiç tanıdık gelmezken bir o kadar da gizemliydi. Kulağımdan çekerken saate baktım. İkindiyi geçmiş, çoktan akşama girmişti. Yataktan usulca ayrıldım. Miran derin bir uykudayken hemen dolaptan üzerim için siyah bir pantolon ve aynı renkte bir tişört çıkarıp hızlıca giydim. Ayakkabılarımı giyinirken uyuyan adamın uyanmamasını diliyordum. Hızlıca lavaboda yüzümü yıkayıp saçlarımı ensemde topuz yapınca sessiz adımlarla odadan ayrıldım.
Evden ayrılırken gözüm arka bahçede oturan çifte kaydı. Lal başını Alaz'ın omzuna yaslamış birbirlerine sarılarak koltukta oturuyorlardı.
Allah'ım sen onları Miran'ın şerrinden koru.
Arkaları bana dönük olduğu için yüzlerini göremiyordum ama hızlıca onları es geçip ön bahçeye çıktım ve arabama binip büyük kapıdan çıkarak yola koyuldum.
Arabada ilerlerken, motorun sabit vızıltısı ve asfaltın lastiklerle buluştuğu o tekdüze ses bir an olsun kafamın içindeki karmaşayı bastıramıyordu. Arayanın sesindeki ciddiyet tüylerimi diken diken etmişti. Albay uzun zamandır sessizdi, ortalıkta görünmüyordu. Şimdi birden ortaya çıkması, acil bir buluşma istemesi... Hiç hayra alamet değildi.
Direksiyonun üzerinde sıkıca kenetlediğim ellerime baktım. Parmaklarım terlemişti. Radyo açıktı ama hangi şarkının çaldığını bile fark edemeyecek kadar dalgındım. Gözüm aynadan arka tarafa kaydı, sanki biri peşimdeymiş gibi bir his vardı içimde. Bir zamanlar Albayın sözüne güvenirdim, ama bu sefer bir şey farklıydı.
Kurum dediği yer eski bir askeri üsse dönüştürülen terk edilmiş binaydı.. Yıllar önce her şeyin başladığı yerdi.
Yolun sonuna yaklaştıkça kalbim göğsümde zonkluyordu. Farların ışığında beliren eski askeri bina, her zamanki gibi karanlık ve ıssızdı. Albayın bu yeri seçmesi tesadüf olamazdı. Burası, geçmişin izlerini taşıyan bir yerdi ve her adımda bana orada yaşananları hatırlatıyordu.
Arabayı yavaşça kenara çektim. Motoru kapattım, ancak bir süre daha hareketsiz kaldım. Gözüm binanın devasa, paslı kapısına takıldı. Burası ne kadar tanıdık olsa da her seferinde aynı ürpertici hissi veriyordu. Telefonu elime aldım. Derin bir nefes alıp kapıyı açtım. Soğuk hava yüzüme çarptı, içimi ürpertti. Askeri eğitimde öğretilen her şeyin zihnimde yeniden canlandığını hissettim. Adımlarımı hızlandırdım, binaya doğru yürüdüm. Yaklaştıkça adımlarım yankı yapıyordu, tıpkı eskiden olduğu gibi.
Kapının önüne geldiğimde, eski anıların ağırlığı omuzlarıma çöktü. İçeride beni neyin beklediğini bilmiyordum, ama bu buluşmanın hayalkırıklığı ile sonuçlanacağını tahmin ediyordum.
Kapıyı ittim ve gıcırtıyla açılan kapı karanlığın içindeki derin boşluğa doğru yol verdi. İçeri adım attığımda, soğuk beton zeminin sertliği ayaklarımın altında hissediliyordu. Bina, eskisinden daha da kasvetliydi. Terk edilmişlik kokusu ağır basıyordu, yılların getirdiği çürümüşlükle birleşen bir sessizlik vardı.
Koridordan geçerken dikkat kesildim. Her an bir şey olacakmış gibi tetikteydim. Albay henüz ortalıkta yoktu, ama buradaydı, bundan emindim. Sanki bir gölge gibi varlığı hissediliyordu. Duvarlardaki eski çatlaklara, paslanmış metal kaplamalara göz gezdirdim. Her detay, geçmişin tozlu sayfalarını karıştırır gibiydi. Zihnimde canlanan anılar, içimdeki huzursuzluğu daha da büyütüyordu.
Tam köşeyi döndüğümde, karanlıkta beliren bir siluet gördüm. Sert duruşundan onu hemen tanıdım. Albay, bir asker gibi dimdik duruyordu, ama gözlerinde eskisi gibi soğuk bir kararlılık yoktu. Yüzü gölgede kaldığı için ifadesini tam seçemiyordum, ama içimde bir şeyler farklı olduğunu söylüyordu.
"Geldiğine sevindim," dedi, sesi her zamankinden daha alçak ama hala emir verir gibi. "Aşk hayatından ödün verip bu değerli vaktini bize ayırdığın için teşekkür ederim."
Bir an için duraksadım. Cevap vermek istedim, ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Gözlerimi ona diktim, bir işaret bekliyordum. Albay, cevap vermeyeceğimi anladığında kısa bir gülümseme gösterdi. "Yaran nasıl, iyi oldun mu?" Göğsümde ki kabuk tutan yara, artık sönmeye yüz tutmuştu.
"Şimdi mi aklına geldi yaram?" Yutkunduğunu gördüm. "Gelemezdim, biliyorsun-"
"Tek bildiğim bu değil." Dedim sert bir ifadeyle. "Ne istiyorsun, çabuk söyle."
"Neden?" Kısa bir soluk verdi. "Sevgilin mi merak eder seni? Şüphelenir mi senden, neden?"
Yutkunurken gerginliğim bedenimi aşıyordu. "Ne istiyorsun albay?"
"Neden bana baba demiyorsun?" Dudağımın kenarı yukarı doğru kıvrılırken bu dediğinin artık imkansız olacağını biliyordum. "Ben yalancıya baba demem." Dedim tükürür gibi. Yüz ifadesi sertleşirken gözünün seyirdiğini görebiliyordum.
"Ne diyeceksen de, gitmem gerek." Arkasında duran eski püskü masanın üzerinden bir dosya alıp bana doğru uzattı. Elinden aldığımda pembe şefaf kapağı açtım ve karşıma çıkan fotoğraflara bakmaya başladım.
"Ne bu?" Bir ceset vardı, ama kan ve aşırı hırpalanmasından dolayı ne olduğunu çözemiyordum. Dosya ismine baktığımda bir an tüylerim diken diken oldu. Gözlerim şokla açılırken, "ölmüş," diyen, kelime döküldü dilimden.
"Öldürüldü." Dedi albay, beni düzeltirken. Diğer sayfayı çevirdiğimde kuşların üstüne üşüştüğü belli belirsiz et parçasına midem bulanır halde bakıyordum. "Nasıl." Dedim. Dosyayı daha fazla elimde tutamayacağımı anladığımda kapattım ve tekrar albaya uzattım.
"Kim?"
"Olay yerinde tek bir ize, kanıya raslanmadı." Yutkunmak durumunda kalırken bir an aklıma Alaz geldi. O yapmış olabilir miydi?
Nasıl terk edildiğine kadar araştırmış, öğrenmişti Mahir. Yazdığı mektupta bunu da yazmış olabilir miydi? Boğazıma oturan yumruyu gidermeye çalıştım. Ölüm tarihi karşıma çıkmadan hemen öncesine aitti.
Bütün şüpheler onu gösterirken albayın gözlerinde şüphe belirdi. "Kim olduğunu biliyorsun." Dedi kendinden emin bir şekilde. Anlaşılan ne Asi ne de Çağıl ona Alaz'dan bahsetmemişti. Bilmiyordu, bilse illaki konu ona gelirdi.
"Bilmiyorum." Sesim titrek çıkarken bir an önce buradan gitmek istiyordum. "Bana yalan söylüyorsun yüzbaşı," başımı sağa sola salladım. "bilmiyorum albay, herifin öldüğünü bile yeni senden öğreniyorum!" İnanmak ister gibi gözlerime baktı.
"Kim olduğunu unutuyorsun yüzbaşı," Artık asıl konuya girerken yavaş adımlarla üzerime geliyordu. "Hayatına girdiğin herifi mutlu etmek için görevlendirmedin." Gizli iması ile gözlerimi devirdim.
"Bize herhangi bir bilgi vermediğin sürece görevin gidişatını değiştireceğimizi bilmeni isterim." Kaşlarım usulca havalandı. "Nasıl yani, anlamadım."
"Bizde seni anlamıyoruz yüzbaşı," konuyu asla saptırmıyordu. "Gerçekten kör kütük aşık mı oldun herife, yoksa içinde ukte kalan o boşluğu sarf ettiği iki aşk cümlesiyle dolduğunu düşündüğün için ilgiyi aşk mı sanıyorsun?" Cümlesi ile beynimden vurulmuşa döndüm.
"Sen bir askersin, yüzbaşı. Hislerinle hareket etmeye başladığın anda savaşı kaybedersin," dedi, gözleri üzerimde ağır bir baskı kurarken.
"Neyi ima ediyorsun?" dedim, içimde yükselen öfkeyi bastırmaya çalışarak.
"İma etmiyorum, açıkça söylüyorum. Yaptığın her hata, seni ve diğerlerini ölüme bir adım daha yaklaştırıyor," sesi, her kelimede daha da sertleşti. "Bu yüzden duygusal zaaflarınla hareket etmeyeceksin. O herif seni kullanıyor olabilir, bunu hiç düşündün mü?"
Sözleri beynimde yankılanırken, nefesim hızlandı. "Ne biliyorsun?"
"Ben mi?" Gülümsedi, ama o gülümsemede sıcaklık yoktu. "Ben sadece gerçeği söylüyorum. Her şey apaçık ortada. Ya gözlerini açıp farkına varırsın, ya da biz bunu senin yerine yaparız."
"Ne yapacaksınız? Beni görevden mi alacaksınız?" diye sormaktan kendimi alamadım, sesimde meydan okuma vardı. Her şeyin üzerime geldiğini hissediyordum.
"Sen bu göreve uygun olduğunu mu düşünüyorsun hâlâ?" Sesindeki küçümseme keskin bir bıçak gibi ruhuma saplanıyordu. "Bizim işimiz, duygulara yer bırakmamak, yüzbaşı. Aşık oldun diye tüm ekibin hayatını tehlikeye atmayacağız."
"Bu işin duygularla alakası yok!" diye patladım, kendimi tutamayarak. "Her adımımı dikkatle attım. Planın bir parçasıydı her şey."
"Gözlerindeki ateşi görüyorum," dedi sakin ama tehditkar bir sesle. "Ve ne kadar inkar etsen de, o ateş seni yakıyor. Bir adım daha atarsan, sadece kendini değil, hepimizi ateşe vereceksin."
Bir adım daha attı bana doğru, nefesi artık yüzümde hissediliyordu. "Kararını ver, yüzbaşı. Ya duygularını bir kenara koyup bu görevi tamamlayacaksın, ya da biz seni durduracağız."
Dişlerimi sıktım, sinirlerim geriliyordu. "Beni tehdit mi ediyorsun?"
"Tehdit değil, bir uyarı bu," dedi, sesindeki soğukkanlılıkla. "Sana hâlâ bir şans tanıyoruz. Ya kontrolü eline alırsın ya da biz devralırız."
"Siz devralırsanız ne olacak?" Gözlerimi kısarak baktım ona, artık sabrım tükeniyordu. "Her şeyi mahvedeceksiniz."
"Görevde duygusal bağlar zayıflıktır. Sen duygularına yenildiğin için, kontrolünü kaybettin. Bu bir risk, ve o riski almak niyetinde değiliz," dedi alaycı bir sesle. "Eğer kontrol edemeyeceğin bir şeye bulaşıyorsan, biz de önlemimizi alırız."
"Önlem mi? Neyin önlemi?" Sesim istemsizce yükseldi. "Siz insan değilsiniz, değil mi? Her şeyi siyah-beyaz görmek bu kadar kolay mı?"
"Siyah-beyaz görmek, hayatta kalmanın anahtarıdır, yüzbaşı," dedi. "Görevde duygulara yer yoktur. Aksi takdirde, kaybeden taraf olursun."
Son cümlesiyle içimdeki tüm öfke yerini boğucu bir sessizliğe bıraktı. Göğsümde bir ağırlık hissettim, sanki ne yaparsam yapayım her şeyin bir adım ötesinde felaket vardı.
"Albay-" sözümü kesen, bulunduğumuz ortama temkinli adımlarla giren astsubay çavuş Altay Aygün'dü. Kısa bir baş selamından sonra elinde ki telefonu bana uzattı. "Kim?" Telefonu elinden alırken konuşma yapmadan aramıza mesafe koydu ve asker duruşuyla hazır ola geçti.
Kulağıma telefonu yasladım. "Yüzbaşı." Dinamik ve robotik sesin sahibini hemen tanıdım.
"Orgeneral Alparslan Özbay," dedim kısık bir sesle.
"Evet, hafızanız da güçlüymüş hemen tanıdınız." Kısa bir öksürük sesi geldi. "Hemen konuya gireceğim." Dediğinde ister istemez kendimi toparlamak durumunda kaldım.
"Yakın zamanda istihbaratın kucağına büyük bir ihbar düştü," derin bir nefes aldım. "Yarın sabah saatlerinde dışişleri bakanı Aras Kıran cumhurbaşkanlığı sarayına ziyaret yapacak. Bu ziyaret sadece diplomatik bir amaç taşımıyor, aynı zamanda bazı güçlü ülkelerle yapılan gizli anlaşmaların temelini oluşturuyor. Eğer bir tehlike altındaysa, bu durum Türkiye'nin geleceğini etkileyebilir."
"Ne yapmamı istiyorsunuz?"
"En iyi yaptığın şeyi." Dedi ve devam etti.
"Bakan, kırmızı listede aranan bir teröristin hedefi. Aldığımız istihbarata göre planlarında bir çocuğu canlı bomba yaparak saraya sokmak." Kanım dondu. "Çocuk mu?"
"Çocuk Yüzbaşı, çocuklara karşı bu hassasiyetinden dolayı görevi başarıyla halledebileceğine inanıyoruz. Uçak sabahın en erken saatlerinde havaalanına iniş yapacak. MIT, ve diğer özel ajanlarımız sahada olacaktır, biliyorum zaten bir görevdesin ama bu görev daha da önemli, her şeyden!"
"Emredersiniz komutanım." Sesimin taş kadar sert olması gerekirdi ama değildi, hamlaşmış sesim sustu.
"Yüzbaşı," dedi tekrar ses. "Sana güveniyorum, Dikkatli ol."
"Emredersiniz komutanım." Dedim tekrar. Kısa bir sessizlikten sonra telefon kapandı.
O an, içimde bir korku ve endişe belirmişti. Bu görev, daha önce karşılaştığım tüm tehlikelerden çok daha büyük bir sorumluluk taşıyordu. Çocukları hedef almak, benim için sınırların çok ötesinde bir şeydi.
"Görevin için karargaha geçebilirsin yüzbaşı." Albay burada olduğunu hatırlatarak bakışımı üzerine kaldırtmıştı. Kısa bir soluk vererek yanından ayrılacakken konuşmasıyla beni durdurdu. "Onun hakkında bize bir şey söylememekte kararlı mısın?" Kendisine döndüm. "evet." Dedim kesin bir ifadeyle. "Ömer hakkında henüz bir bilgiye ulaşamadım. Sadece," telefonumu çıkarıp ekranı açtım ve galeriden bir fotoğrafa bastım. "Bu fotoğrafı bulabildim." Kendisine çevirdiğim fotoğrafa dikkatle baktı. "Kim bunlar." Telefonu kapatarak tekrar cebime attım. "Bilmiyorum, sadece adamın Ömer olduğunu biliyorum. Yanında ki kadın hakkında bir fikrim yok."
"Peki onu bize ne zaman atmayı düşünüyorsun?" Omuz silktim. "Sana hesap vermeyi çoktan bıraktım albay-"
"komutanın olduğumu unutuyorsun bazen."
"Ben seni şahsiyet olarak unutmaya çalışıyorum aslında." Dediğimde dayak yemiş gibi sarsıldı. Arkamı dönüp olduğum yerden uzaklaşırken yine sesini duydum.
"Hâlâ benim soy adımı kullanıyorsun." Demişti.
"Artık değil." Diyerek bağırdım. Dün yeni bir kimlik çıkarmıştım. Elime ulaşmasını bekliyordum. O da sanıyordu ki dünya hep onun etrafında dönüyor!
"Yüzbaşı!" Bağırması umrumda olmadı. Dışarıda gördüğüm yüzle durdum. "Tim'e söyle, bu gece saat dokuzda karargahda hazır olsunlar, bu gece uyku yok. Ona göre gelsinler." Asker edasıyla başını salladı. "emredersiniz komutanım!" Altay'ı es geçerek arabama bindim ve derhal bu yeri terk ettim. Elim cebimdeki telefona giderken çıkarır çıkarmaz gözüme sayısızca düşen cevapsız çağrılar olmuştu.
Miran defalarca aramıştı, sadece o değil Alaz da aramıştı.
Tekrar yükselen sesle Miran'ın çağrısı ekrana düştü. "Efendim." Dedim aramayı yanıtlarken. "Efendim mi? Gerçekten mi? Kaçıncı aramadan sonra açıyorsun ve efendim mi diyorsun, Deniz."
"Ne diyeyim, merhaba? Alo? Hangisi senin için uygun?" Sinirle soluk verdiğini duyuyordum. sinirle bir kahkaha attı. "alo demelisin. Hatta belki de 'Seni özledim Miran, seni aramak istedim ama işim vardı' gibi bir şey de ekleyebilirsin."
Gülümsedim, ama sesimi ciddi tuttum. "Tamam, not aldım. Bir dahaki sefere sana şiir de yazacağım. Nasılsa boş vaktim çok."
"Ohoo, ne büyük lütuf!" dedi, alayla. "Sen şiir yazacaksan, ben de köprüden atlarım."
"Güzel bir başlangıç olur, belki düşerken ilham gelir," dedim, gözüm yolda ilerlerken. Miran'ın gülmekle sinirlenmek arasında kaldığını hissettim.
"Seninle uğraşamayacağım Deniz," dedi sonunda. "Neden aramalarıma cevap vermedin? Yanımdan kalkıp giderken seni merak edeceğimi düşünmedin mi? Mesajlarına bile bakmadın!?"
"Eh, belki de mesajın ilginç değildi. Sen de bilirsin, mesajın etkileyici olması lazım."
"Tabii tabii, bir dahakine balonlarla göndereceğim. Patlayıp notlar dökülsün, olur mu?"
"Ancak öyle dikkatimi çekebilirsin."
"Ya sabır,ya sabır!" İstemsizce gülerken sesimi duyabildiğini biliyordum. "Neredesin?" Az öncekinin aksine daha yumuşak çıkan sesi ile içim ılıklaştı. "Sen uyuyordun, daraldım biraz. Asi ile buluştuk, sanırım bu gece burada kalacağım. Bir sakıncası var mı?" Sesi kesildi, sadece solukları duyuluyordu. Yalanımı anlamış olamazdı değil mi?
"Tabii ki de bir sakıncası yok, haber vermediğin için meraklandım biraz. Telefonuna neden cavap vermedin ki?"
"Muhabbete daldık, sessizde olduğu için göremedim. Özür dilerim."
"Özür dileme," gittikçe yumuşayan sesi dudaklarıma gülümseme olarak yansıyordu. Derin bir nefes verdiğini işittim. "Tamam, size iyi eğlenceler."
"Teşekkürler sevgilim." Dediğimde ekranı kapatacaktım ki yine konuştu. "Kocama ne oldu?" Alıngan ifadesine gülmemek için dudaklarımı bir birine bastırdım. "Peki," şuan heyecandan koltuğu ısırabilirdim. "Teşekkürler kocacığım."
telefondaki sessiz kahkahasını duydum. "İşte bu kadar. Artık doğru kelimeleri kullanmaya başlıyorsun."
Gözlerimi devirdim, ama gülümsemem hala yerindeydi. "Daha fazlasını bekleme, bu kadarı bile fazla geldi."
"Sakıncası yok, ufak adımlarla ilerliyoruz." dedi, keyifle.
Son konuşmadan sonra telefonu kapatırken bu sefer gerçekten arabayı Asi'nin evine sürüyordum.
Asi'nin sokağına girdiğimde, evin önündeki küçük bahçeye park ettim. Evin ışıkları yanıyordu, demek ki evdeydi. Derin bir nefes aldım ve arabanın kapısını açarak dışarı çıktım. Hava serinlemişti; gece, gündüzün aksine biraz daha sakin ve dingin görünüyordu.
Kapıya doğru yürürken, binaya girdim ve doğruca asansörle onun olduğu kata çıktım. Kapıyı çaldığımda içeriden bir süre ses gelmedi. Tam tekrar vuracaktım ki, aceleyle açılan kapının ardında Asi'yi panik halinde buldum. Gözleri hafifçe büyümüş, nefesi hızlanmıştı. "Deniz." Dediğinde sesi panik bir haldeydi. Kaşlarım havalandı. "Neden nefes nefesesin Asi? Müsait değilmiydin?"
"Ah," kapıya yaslanıp zorla gülümsemeye çalıştı. "Müsaidim tabii ki de! Sadece seni beklemiyordum." Dedi, ama paniği asla geçmemişti. "İçerde biri mi var, bu panik niye?" Üzerini inceledim ve üstündeki erkek tişörtü dikkatimi çekti. "Erkek kıyafetleri mi giymeye başladın?" Hızla üstünü taradığında pot kırdığını anlamıştı. "Çok nadir bir vakitte geldin," dedi öfkeyle. Kapıyı açmak zorunda kaldığında içeri girdim. Salon büyük bir dağnıklıkla beni karşılarken etrafa hayretle baktım. "Harp mı çıktı bu evde?" Kapıyı kapattı ve kollarını göğsünde birleştirerek arkamdan geldi. "Evet, çok seksüel bir harptı." Arsızlığı ile eline yerdeki bardakları aldı. "Konuşmamız lazım, kendini toplar mısın. Bu kadar seksüel haline katlanamam." Gözlerini devirdi. Dağılmış saçlarını savurarak mutfağa giderken koltuğun üstünde ki temiz olduğunu asla ummadığım elbiseleri baş parmağımla yere doğru ittim. "Umarım bu koltuk canbet falan değildir. Üzerine oturuyorum da, içim hiç rahat değil yani!"
"Merak etme, koltukta domalmadık."
"Arsız." Dediğimde eline elbiseleri alarak koltuğun arkasına attı. "Gitti mi erkek arkadaşın?"
Bir bacağını altına alıp otururken üzerinde ki pijamanın bile bir erkeğe ait olduğunu yeni fark etmiştim. "Hayır, uyuyo-" salonun başında sadece baksırı ile duran herife gözlerim değdiğinde şokla bağırdım. O da irkilmiş olacak ki benden daha yüksek bir sesle bağırdı.
"MERT!" elleriyle kendini kapatmaya çalışırken neye uğradığını şaşırmıştı. "DENİZ!"
"Yuh!" Dedim anında Asi'ye dönerek. "Yuh lan! Ne ara!? Hangi ara!?" Asi umursamaz ve gamsız bir tavırla omuz silkerken Mert çoktan çıktığı odaya geri gitmişti.
"Ten uyumu çok önemli." Dedi, fısıltı gibi. "Değerlendirme yapıyorduk."
bu rahat tavrına ve umursamazlığına inanamıyordum. Şokla ellerimi saçlarıma götürdüm. "Değerlendirme mi? Bayağı ciddi bir ‘araştırma’ içindeymişsiniz anlaşılan!" dedim, alayla kaşlarımı kaldırarak. Yine de, içinde bulunduğum durumu komik bulmadan edemedim.
Asi gözlerini devirdi. "Hadi ama, bu kadar büyütme. İnsan bazen rahatlamak ister," dedi, sanki ortada gayet normal bir durum varmış gibi. "Hem ne yapabilirim, Mert... iyiydi."
Gülmekten kendimi alamadım. "İyiymiş, ha? Ne desem bilemiyorum. Gerçekten, Asi, şu dağınıklığı görünce seni harp alanında zannettim!"
"Eh, bazen aşkın savaş meydanı gibi olduğunu söylerler," dedi, kahkaha atarak mutfağa doğru yürüdü.
"İyi, iyi. Yeterince savaştıysan toparlanalım da konuşmamız gereken şeyler var," dedim, biraz toparlanmaya çalışarak.
Omzunun üzerinden bana baktı, gülümsemesi yüzünden eksik olmadı. "Tabii, ama önce bir kahve alır mısın? Sohbet kahvesiz gitmez."
Ben de gülümseyerek derin bir nefes aldım. Asi'nin bu rahat tavrı, durum ne kadar absürt olsa da, insanı bir şekilde sakinleştiriyordu. "Kahve iyi gelir, hem belki biraz da şu şoktan çıkarım."
Asi'nin yanıtı da, gülerek seslendiği bir cümleydi: "Her şeyin ilacı biraz kahvedir!"
Mert artık giyinik bir şekilde gelirken yüzü domates gibi kırmızıydı.
"Ben gitsem iyi olacak." İkiletmedim, kapıdan çıkarken utançtan kapıyı sırtlamasından korktum.
Bu bölümde böyle olsun, en kısa zamanda görüşmek dileğiyle... 🤗😘❣️
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
2.72k Okunma |
144 Oy |
0 Takip |
27 Bölümlü Kitap |