29. Bölüm

Kilit noktası

Rahime Deniz
ben1deniz

Onun olduğu her yeri kendime ev biliyordum. Sanki ruhum, onun varlığıyla tamamlanıyordu. Nerede olursak olalım, bir köy evi, bir otel odası ya da sadece yıldızların altında bir bank… Yanımda olduğunda duvarlara ihtiyacım kalmıyordu.

 

Açık esmer teninde dolaşan parmaklarım evini bulmuş gibi hoşnutla dolaşıyordu. parmaklarımı tuttu. Dudaklarına bastırırken kendimi hiç olmadığı kadar hafif hissediyordum. Yavaşça yerinden kalkıp üzerime doğru geldi. Büyük bir istekle onu kabul ederken dudaklarımız birbirini buldu.

 

Dudaklarımızın arasında kaybolan zaman, sanki başka bir boyuta geçiş yapmamızı sağlamıştı. Tenine her dokunuşumda içimde bir yıldız patlaması hissediyor, onun varlığında eriyip gidiyordum. Parmakları saçlarımın arasında gezindi, o anın sıcaklığını daha da derinleştiren bir tutku ile bana çekti.

 

Gözleri gözlerime kenetlendi, dudaklarının arasından bir fısıltı yükseldi: "Sonsuza dek böyle kalalım." Bu cümle, içimdeki her şeyi susturdu. Söylenecek başka bir şey kalmamış gibiydi; sadece nefeslerimizin ahengi ve tenlerimizin birbiriyle dansı vardı.

 

Kalbim hızla çarpıyordu, ama bu hız beni korkutmuyordu. Aksine, bu anın her saniyesine daha da sıkı sarılmamı sağlıyordu. Onun kollarında, bu dünyadan kopmuş gibi hissediyordum. Sanki evren sadece ikimiz için yaratılmıştı ve yıldızlar bile şu anda bize şahitlik etmek için durup bakıyordu.

 

Onun nefesi boynuma değdiğinde zamanın akışını unuttum. Parmakları usulca omzumdan aşağı süzülürken kalbim onun ellerinin ritmine uyum sağlamıştı. İçimdeki her şey, her korku, her endişe, onun sıcaklığında eriyordu. Dudaklarımız tekrar birbirini bulduğunda, bu sefer daha yavaş, daha derindi; kelimelerin anlamını yitirdiği bir dilde konuşuyorduk.

 

Sonra ansızın durdu, bakışlarını gözlerime dikti. Bu kez sessiz bir fırtına vardı gözlerinde, içinde bir şeyler saklı ama aynı zamanda her şey açık. "Bana inanıyor musun?" diye fısıldadı. Bu beklenmedik soru beni birkaç saniye duraklattı ama cevabım o kadar netti ki düşünmeden dudaklarımdan döküldü: "Her şeyden çok."

 

Sözlerim üzerine gözleri yumuşadı. Göz kapaklarımı öpüp saçlarımı geriye doğru taradı. "O zaman bırak, sadece bana güven," dedi. Sesinde bir kararlılık vardı, sanki beni başka bir dünyaya davet ediyordu. Bu dünyada ikimizden başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Bu dünyanın yasaları, sınırları, kuralları yoktu; sadece biz vardık. Ve o an anladım, gerçekten de ev dediğim tek yer onun kollarıydı.

 

Gözlerim onun gözlerinde kilitliyken zaman tamamen durdu. Sadece nefes alışverişlerimizin yankısı kalmıştı odada. Parmaklarımı saçlarının arasına geçirdim, ona daha da yaklaşarak varlığını iliklerime kadar hissetmek istedim. Ama tam o anda, sanki bir fırtına kopacakmış gibi bir gerilim doldu havaya.

 

Gözlerini bir anlığına benden kaçırdı, alnını benimkine yasladı. "Sana bir şey söylemem gerek," dedi, sesi hem kararlı hem de ürkekti. Kalbim bir anlığına durdu. Söyleyeceği her neyse, bunun bizi değiştireceğini hissedebiliyordum.

 

"Benimle güvendesin, değil mi?" diye ekledi, bakışlarını tekrar bana çevirdiğinde gözlerindeki gölgeyi gördüm. Bu, sıradan bir endişe değildi; geçmişin derinlerinde yatan bir korkuydu.

 

"Evet," diye cevapladım, sesim titremedi ama içimde bir şeyler sarsıldı. "Her zaman."

 

O an, ellerimi tuttu ve sıkıca kavradı. Dudaklarımdan bir öpücük çalarken, fısıldar gibi bir sesle ekledi: "Bana güven. Çünkü ne yaparsam yapayım, hep seni koruyacağım."

 

Kelimeleri içime işlerken, aramızdaki bağın daha da güçlendiğini hissettim. Ama aynı zamanda bir sırra yaklaştığımızı, karanlığın kıyısında durduğumuzu biliyordum. O an, her neyle karşılaşırsak karşılaşalım, onunla birlikte olmaya hazırdım.

 

"Ne oluyor?" Dedim sessizce. Üzerimden doğrulurken art arda yutkundu. "Yemeğe çıkacaktık. Hadi sevgilim, hazırlanalım." Anlamayan bakışlarla ona bakarken yatakta oturur vaziyete geldim. "Anlamıyorum, neden böyle dedin şimdi? Her şey yolunda mı?"

 

"Evet, her şey yolunda." Elini uzattığında parmaklarımı avuçlarına yasladım ve desteğiyle beraber yataktan inerek ayağa kalktım. "Çok oyalandık." Dudaklarıma hızlı bir öpücük bıraktı. "Gidelim mi?"

 

Onu hiç böyle tedirgin görmemiştim. Sadece başımı sallamakla yetindim. "Olur, gidelim."

 

Aceleci bir hazırlığın içine girdik. Beni asla yalnız bırakmıyor, ama aynı zamanda da tek kelime konuşmuyordu. Karşısına geçerek gömleğinin düğmelerini kapatmaya başladım. "Bilerek mi bu rengi giydin?" Dedim, dudağımın kenarından gülerken. Gözlerimden öptüğünde gülüşüm büyüdü. "Sen seviyorsun diye..." Mavinin koyu tonu olan gömleğini zorlayan kaslarına rağmen sonunda düğmelerin hepsi iliklenmişti. Giydiği siyah kumaş pantolonuna eteklerini sıkıştırırken kemerini bağladı ve gömleğinin kollarını katladı. "Fazla şanslı bir kadın olmalıyım ki, çok yakışıklı bir sevgilim var." Arsızca gülümserken onun gülüşünü izlemeyi çok seviyordum. "Asıl şanslı olan benim." Sırtımdan tutarak beni kendine çekti. "Dünyalar güzeli bir karım var." Kaşlarım çatıldı. "Biz evli değiliz Miran, bana karım deme."

Bu sefer kaşları çatılan oydu. yüzünde beliren çatık kaşlar, beni istemeden de olsa savunmasız bir gülüşe sürükledi. Ama bu gülüşüm onun ciddiyetini yumuşatmaya yetmedi. Elini boynumun arkasına koyup beni kendine biraz daha çekti, gözleri gözlerime kilitlenmişti.

 

"Beni böyle küçümseme," dedi alçak ama titreyen bir sesle. "Sana 'karım' dediğimde bunun bir şaka olduğunu mu sanıyorsun? Bu kelime benim için dünyanın en değerli şeyi."

 

Gözlerimin içine bakarken sesindeki kırılganlığı hissettim. Onu böyle görmeye alışkın değildim; her zaman güçlü, her zaman kontrol sahibiydi. Ama şimdi, sanki tüm zırhını indirmiş gibiydi.

 

"Miran…" dedim, ama devam edemedim. Dudaklarımı mühürleyen bir sessizlik sardı ikimizi.

 

"Seninle geçen her gün, hayatımın en güzel günleri. Ama seni sadece sevgilim olarak görmeyi kabul edemem," dedi, parmakları nazikçe yanağıma dokunurken. "Sen benim evimsin, nefesim, huzurum. Sana 'karım' dememek, seni eksik hissettirmek gibi geliyor. Seni tam anlamıyla hak etmek istiyorum."

 

Bu sözleri kalbimin derinliklerinde bir yerlere dokundu. Onun için ne kadar önemli olduğumu biliyordum, ama bu kadar açık bir şekilde dile getirmesi beni alt üst etmişti.

 

"Miran, bu beni korkutuyor," dedim sonunda, sesim neredeyse bir fısıltı gibiydi. "Söylediklerin çok güzel, ama bir yandan da ağır. Henüz böyle büyük bir şey için hazır olduğumdan emin değilim."

 

Gözlerindeki ciddiyet yerini bir anlık hüzne bıraktı, ama hemen ardından yüzüne yumuşak bir gülümseme yayıldı. "Seni anlamıyorum sanma," dedi. "Korkularını, tereddütlerini biliyorum. Ama şunu bilmeni istiyorum: Ben acele etmiyorum. Seni beklerim. Bir ömür de sürse, seni beklerim."

 

Sözleriyle içimdeki o karmaşayı yavaş yavaş dindiriyordu. O an, dünyada hiçbir şeyin bu kadar içten, bu kadar gerçek olamayacağını düşündüm. Gözlerim doldu, ama ağlamak istemiyordum. Bunun yerine başımı onun göğsüne yasladım, kalbinin ritmini dinlerken sadece bir kelime fısıldadım:

 

"Teşekkür ederim."

 

Miran, başımı avuçlarının arasına alıp alnımdan öptü. "Sadece beni sev, başka bir şey istemem," dedi usulca. Ve o an, onun kollarında gerçekten güvende olduğumu hissettim.

 

Çok geçmeden giyinmeme yardım ettiğinde artık bende hazırdım. Üzerimde dizlerimin üstünde biten bordo, kadife bir elbise vardı. Bunu çok severek almıştık. Beraber çıktığımız bir alışveriş merkezinde kendisi beğenmişti ve almak için çok ısrar etmişti.

 

Yine dizlerimin altında biten topuklu bir çizme giyerken saçlarımı tarayan elleri durdu. "Çok güzel oldun." Dedi, içten bir şekilde. Ensemde duran saçlarımı omzumda toplarken dudakları tam olarak dövmemin üzerinde durdu. "Sana ölümü sayıklayan hayatı, umarım biraz olsun sevdirebilmişimdir." Gözlerimin dolduğunu hissettim. "Sen bana hayatımı geri verdin sevgilim." Bedenimi ona doğru döndürdüm. Dudaklarımız birbirini bulurken onun verdiği huzurda ölmek istiyordum.

 

🫀

 

(Bölüm uzun soluklana soluklana okuyun:)

 

Hayat beş harften oluşan klasik bir kelimeydi. Ama Miran o beş harften oluşan kelimeyi bana yaşanılabilir kılan tek insandı.

 

El ele tutuşup karşımızda duran restorana ilerlerken bir an olsun attığı adımlar şaşmıyor, dik duruşundan ödün vermiyordu. Girişte iki garson bizi karşılarken saygıdan taviz vermiyorlardı. Oturacağımız masayı bize gösterirken Miran kolumdan tutarak beni önüne çekti ve oturacağım sandalyeyi çekerek geçmem için gülümsedi.

 

"Teşekkür ederim." Dediğimde saçlarımın arasına sıcak bir öpücük bırakarak karşıma geçti.

 

Garsonlar bunu bekliyormuş gibi hemen servise geçerken bakışlarım sevdiğim adamın gözlerinde durdu. "Sanırım önceden siparişleri vermişsin." Dedim.

 

"Vakit kaybetmeye gerek yok sevgilim, senin ne yiyeceğin zaten belli." Kendinden emin bir şekilde gülümsedi. "Lazanya." Dediğinde bu sefer gülümseyen bendim. "Bu kadar kısa sürede beni tanıman şaşırtı." Alaycı bir gülümseme takındım. "Peki ya en sevdiğim renk ne?"

 

Yalandan biraz düşünür gibi yaptı. "Sanırım üzerimde duran gömleğin rengiydi."

 

"Hmm," elime uzanıp parmaklarımı tuttu. "Peki... Peki benim en sevdiğim şey ne? Genel olarak soruyorum?"

 

"Bilmem ki? Yine mi lazanya?" Dediğinde ciddi miydi diye yüzüne bakıyordum. "Aşkım, cidden mi? Lazanyadan da önce bir şey var." Dedim alınmış bir tavırla.

 

"Ne dedin?" Dedi şaşkınca. Elimi tuttuğu için beni kendine doğru çekerken öne doğru eğilerek ona yakınlaştım. "Aşkım dedin bana!"

 

Sözlerim ağzımdan döküldüğü an farkına vardım ama geri almak gibi bir niyetim yoktu. Gözlerindeki şaşkınlık yerini sıcak bir gülümsemeye bıraktı. "Evet, aşkım dedim," dedim alçak bir sesle, hafif bir utanmışlıkla. "Çünkü öylesin."

 

Miran bir an duraksadı, ama sonra o tanıdık muzip gülüşüyle elimi biraz daha sıktı. "Şimdi sen bana böyle bir şey söyleyip, bunun üstünü örtüp lazanya muhabbetine mi döneceksin?" dedi, sesi alaycı ama içinde bir tatlılık saklıydı.

 

Gözlerimi kaçırmaya çalıştım, ama o parmaklarını çeneme dokundurarak yüzümü tekrar ona çevirdi. "Sana bir şey itiraf edeyim mi?" diye fısıldadı. Başımı hafifçe salladım, kalbim hızlanırken gözlerinden kaçamıyordum.

 

"Senin bana 'aşkım' demen, hayatımda duyduğum en güzel şeylerden biri. Lazanya bile bunun yanında sönük kalır," dedi, hafif bir gülüşle.

 

Kızarmaya başladığımı hissediyordum, ama buna karşılık vermem gerekiyordu. "Acele etme, daha neler duyacaksın," dedim, gözlerimi kısarak.

 

kahkahasını tutamayıp, "Acele etmek mi? Sana söyleyeyim mi, bir ömür senin 'aşkım' deyişini bekleyebilirdim," dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı.

 

O an, onun ne kadar ciddi olduğunu anladım. Ve bir kez daha, Miran’ın yanında olduğum için ne kadar şanslı olduğumu hissettim.

 

"Ayrıca lazanyadan da önce olan şey sensin." Dedim kendimden taviz vermeden. Artık attığım her adım, onun olduğu uçuruma daha da yakınlaştırıyordu. Oturduğu yerde kaskatı kesilmişti. Uzanıp sakallarını sevdiğimde çenesinde biraz fazla dolandı parmaklarım. Ardından yanağında olan gamzenin yerinde.

 

"İyi ki varsın." Dedim fısıldarcasına. Önüme konulan yemeğe daha fazla karşı koymak istemediğim için çatalıma uzanırken Miran hâlâ üzerinden şaşkınlığını atamamıştı. "Kendine de lazanya istemişsin, pek sevmezsin ki sen. Benimle uyumlu olmak için mi istedin."

 

"Ne- ha, evet. Evet öyle, aynısı olsun istedim." Boğazını temizlerken suyundan büyük bir yudum aldı.

 

Onu böyle dumura uğramış halde bıraktığım için aslında içten içe seviniyordum. Ama garibim pek mutlu değildi çünkü bana karşı koymamak aslında onu bir şekilde zayıf bırakıyordu.

 

Masanın diğer ucuna bıraktığım telefonum birden çalmaya başlayınca hemen sessize koydum. "Pardon." Dedim. Ona mahçup olurken, ekranı kendime çevirdiğimde arayanın Çağıl olduğunu fark ettim. Yemek boğazımdan geçmezken hafifçe yutkunmaya çalıştım. Aramayı sessizde bırakarak telefonu dizlerime koyduğumda onun sesini duydum. "Bir sorun mu var yavrum."

 

"Hayır," dedim, hemen. Yemeğime dönerken ona gülümsedim. "Önemli değil, sonra da dönebilirim." Başını salladığında gözleri her zerremi dikkatle inceliyordu.

 

"Peki," dedi kendisi de tekrar yemeğine dönerken. Tekrar dizlerimde titremeye başlayan arama bu sefer Altay'a aitti. Şuan hiç açabilecek bir durumda değildim. İkisinin ard arda olan aramaları sayfaya düşerken yok saymaya çalışıyordum ama içime keskin bir korku girmişti.

"Sevgilim." Dedi, Miran bir konu açmaya çalışıyormuş gibi. Ceketinin iç cebinden telefonunu çıkarıp elini masaya yaslayıp bir şeyler kurcalıyor, ayretten de benimle konuşuyordu.

 

"Sence bir ilişkide en olmaması geren şey nedir?" Dediğinde istemsizce yutkundum. "Anlamadım." Dedim, salağa yatmaya çalışırken. Gözleri bir benim üzerimde bir de telefonunun üzerinde dolanıyordu.

 

"Ya da şöyle sorayım bebeğim... Güzel giden bir ilişki birden ne olurda bitebilir sence? Aldatma olmamasına rağmen nasıl zedelenir güçlü bir ilişki."

 

Aldığım nefes sanki ciğerlerimi zorluyormuş gibi acıdı.

 

"Bilmem, sence?" Dedim, topu ona tekrar atarken.

 

"Yalan." Dedi hiç kuşkusuz... Keskin bakışları gözlerimde durdu. Elinde duran telefonu yan çevirip bir video izliyormuş gibi tekrar oraya döndü. "Yalan en büyük aldatmadır sevgilim, öyle değil mi?"

 

Bozuntuya vermemeye çalışarak başımı salladım. "Öyle." Dedim elim boğazıma gittiğinde istemsizce tenimi kaşıdım. Bir şeyler yolunda gitmiyordu. Elinde duran telefonunda her ne izliyorsa onun gerilmesine neden oluyordu. "Canım," dedim dik durmaya çalışarak. "Bir sorun mu var?" Sözlerim ağzımdan çıkarken bile onlara inanmadığımı fark ettim. "Bir sorun mu var?" Ne kadar sıradan bir soru gibi görünse de aslında zihnimde çok daha fazlası dönüyordu. Hissettiğim şey, basit bir gerginlik değildi. İçimde bir şey beni dürtüyordu, huzursuz bir fısıltı gibi.

 

Elim boynumda gezinmeye devam etti. Bu, ne zaman kontrol edemediğim bir şey hissetsem yaptığım bir hareketti. Bir çeşit savunma mekanizması belki de. Ama bu kez, o basit bir huzursuzluk gibi değildi; derimin altında bir kıpırtı, bir kaşıntı hissi vardı, sanki beni uyaran bir alarm gibi.

 

Telefon ekranına sabitlenmiş gözlerini izlerken, kafamın içinde bir koro dönüp duruyordu: "Ne izliyor? Neden yüzü bu kadar gergin? Kimden bir şey saklıyor? Benden mi?" Oysa bu soruların hiçbirini yüksek sesle soramazdım. Bozuntuya vermemem gerekiyordu. Çünkü eğer yanlış anlamışsam... ya da bir şekilde aşırı tepki veriyorsam... bu anın ağırlığını daha da büyütmüş olurdum.

 

Ama içimde bir yer susmak istemiyordu. O telefon ekranında gördüğü şey neyse, onu bu kadar rahatsız eden şey neyse, beni de ilgilendiren bir tarafı olduğundan emindim. Yoksa neden bu kadar gergin olurdu? Neden bana açıklama yapmak yerine sessiz kalmayı seçerdi?

 

Derin bir nefes alıp içimdeki sesi bastırmaya çalıştım. "Belki de sen abartıyorsun," dedim kendime. "Ona biraz alan ver. Belki sadece seninle alakası olmayan bir şeydir." Ama bu düşünce bile yeterince inandırıcı gelmedi. Çünkü eğer bu beni ilgilendirmiyorsa, neden her hücrem tehlike çanları çalıyormuş gibi hissediyordu?

 

"Bir sorun mu var canım?" Dedim tekrarlamak istercesine.

 

"Buna sen karar ver istersen." Dedi, soğuk ama bir o kadar da tehtitkar bir sesle. Telefonun ekranını bana çevirdiğinde bunun bir kamera kaydı olduğunu fark ettim. Asi ve Mert vardı kayıtta. İkisinin de elinde şarap kadehi vardı. Asi içmiyordu ama Mert çoktan bitirmişti sıvıyı. Asi kadınlığını kullanarak Mert'i baştan çıkarmaya çalışıyordu ama Mert başını koltuğa yaslayarak çoktan uyumuştu. Ne olduğunu anladım ama artık iş işten çoktan geçmişti. Ellerim titriyor midem bulanıyordu ama Miran asla sert yüzünden ödün vermiyordu.

 

Diğer kayıda geçerken asi elinde ona ait olan silahıyla bir yandan Mert'in baygın vücudunu çekiyor, diğer yandan da merdivenleri çıkmaya çalışıyordu. "Mira-"

 

"Şşhh," dedi, işaret parmağını dudağına yaslarken. "İzle bebeğim, sadece izle." Dedi. Tüylerimi diken diken edecek bir sesle.

 

Miran'ın odasına girdiğinde kalbimin üzerine bir ağırlık çöktü. Kitaplığı ustaca bir şekilde kenara doğru çekerken ortaya çıkan duvardan kapıyı açmak için Mert'in parmak izini kullanması gerekiyordu. Bu kadar ileri gidebilir miydi? Evet, çünkü onun kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Ve ona sorsak, sadece bana verilen görevi yapıyorum derdi.

 

Kapıyı açtı.

 

Soluğum kesildi. Başka bir kaydı açtı, evinin önünü çeken kayıttı bu. Albayı gördüm. Ve ardından teşkilatın geri kalanını. Evine baskın yapılmıştı, ve bu benden bile gizlenmişti.

 

Titreyen bakışlarım yüzüne kalktığında onun da benden pek farklı olmadığını gördüm. Gözlerindeki gerginlik ve tereddüt, kelimelere dökülmese bile her şeyi anlatıyordu. Bu sessizlik ikimizi de boğuyordu, ama kelimelerim dilimin ucuna kadar geliyor, bir türlü dökülemiyordu.

 

Ne yapacaktım? Ne diyecektim? Hiçbir fikrim yoktu. Ama bir şeyler yapmalıydım. Çünkü bu şekilde devam etmek artık mümkün değildi. İçimde, beni hem iten hem de durduran o karmaşık hislerle boğuşurken, dudaklarım kendiliğinden aralandı.

 

"Ben..." dedim, ama gerisi gelmedi. Bir anlık bir sessizlik daha... Bu sessizlikte kendi kalp atışlarımı bile duyabiliyordum.

 

Telefonum çaldı tekrar. Fark etti ve açmam için, "aramayı yanıtla." Dedi. Titrek parmaklarım aramayı yanıtladı ve her zaman arkamda duran kardeşim saydığım adamın sesini duydum. "Komutanım." Dedi nefes nefese. "Yapamam! Size ihanet edemem ben! Kaçın oradan, lütfen! Ankara artık durmayacak kadar gergin. Operasyon başlatıldı. Yakalama kararı çıktı. Çavuş kanıtları, delilleri albaya vardi." Yutkunmaya çalıştım. Boğazım acıdı, kalbim gibi...

 

"Altay..." Dedim sessizce. Ardından yüzüme çarpan kırmızı mavi ışıklarla restorantın dışına baktım. "Çok geç." Dedim, aramayı kapatarak.

 

Gözlerimiz birleştiğinde zaman durmuş gibiydi. O anın ağırlığı, tüm bedenimi ele geçirmişti. Sanki bütün dünya, sadece ikimizin nefes alışverişleriyle dönüyordu. Dilim lal olmuştu, ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Ama susmak da bir seçenek değildi. Sonunda dudaklarımdan neredeyse bir fısıltı kadar zayıf bir kelime döküldü:

 

"Neden?"

 

Sesim çatallıydı, anlamaya çalışırken içinde boğulduğum bir çığlık gibiydi.

 

"O soruyu en çok ben kendime sordum." Salonda ondan fazla koruma eli silahlı bir şekilde içeriden kapanmış kapının arkasında hazır olda dururken bizim görüş alanımızı da kapatmışlardı. "Neden, dedim kendi kendime. Yani neden onca kadın, onca insan varken hayatına giren bir askere aşık olursun ki? Çok sordum kendime emin ol. Ama olduk işte... Elimde değildi, kalbimde de..."

 

Artık konuşma sırası sadece ondaydı.

 

"Ama sen çok farklıydın."

 

"Sana ihanet etmedim." Dedim korkakça.

 

"Biliyorum, en çokta şaşırdığım buydu ya, sen bana ihanet etmedin çünkü senin benden farkın yoktu. Aşık oldun, bana..." Dedi, inanmak istemiyor gibiydi. "Başta çok tedirgindim. Her an bir açığını arıyordum ama bir yerden sonra sana inanmayı tercih ettim. Ve sen beni buna pişman etmedin. Bana ihanet etmedin. Nasıl oldu Deniz? Nasıl çok tecrübeli bir askerin böyle tecrübesiz bir hale gelmesine izin verdin? Sen bu değilsin? Söylesene, çok iyi rol mü yapıyorsun yoksa gerçekten aşık mı oldun?"

 

Canıma ok gibi saplanan sorunun cevabını bekliyordu. "Aşık oldum." Dedim başımı dik tutmaya çalışarak. "Elimde değildi, sen nasıl ki buna engel olamadın bende olamadım."

 

Gülümsedi, ama bu gülümseme çaresiz bir gülümsemenin tekiydi. "Arkadaşın." Dedi telefonu işaret ederek. "Senin gibi değil, o gerçekten de görevini yaptı." Ona alkış tutacak olanlardan biride bendim.

 

"Ama yanlış kişiye oynadı." Sesinden eminlik akıyordu. "O odada bana ait tek bir belge bile yok. Tam tersi, Ömer'in pis işlerini kanıtlayan tüm belgeler orada." Birden bir rahatlama oluştu bedenimde. Yinede korkum bitmemişti.

 

"Şimdi." Boğazını temizleyerek önünü ilikledi ve ayağa kalktı. Onunla beraber ayağa kalkarken bacaklarım titriyordu.

 

"Titreme... Korkma... Sana zarar verecek son insan bile değilim. Durduğun yerde sağlam dur." Sesi sert, ama bir o kadarda korumacı çıkıyordu.

 

"Buradan çıktıktan sonra seni de beni de sorguya alacaklar. Ne dersen de umrumda değil, istersen aleyhimde konuş, istersen arkamı tut. Sen bir askersin, ne yaptıysam görev icabı yaptım der geçersin, ama benimki öyle değil. Kardeşim var benim, Deniz. Canımdan da çok sevdiğim bir kız kardeşim var." Nefes almak insana ne kadar zor gelirdi biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz, ama şuan benim nefes almaya bile takatim yoktu.

 

"O yüzden beni koruman gerek." Dediğinde hiç düşünmeden başımı salladım. "Beni içeri atmak için hiçbir kanıtları yok. Ama Ömer için peşime düşecekler, bunu biliyorum." Gözlerimden istemsizce yaşlar dökülüyordu ve her düşen damlaya küfür eder gibi bakıyordu. "Ağlama." Dedi sert tuttuğu sesiyle daha çok ağlamam geliyordu. "Ağlama Deniz, burada tek bir canlı bırakmayacak kadar büyük bir katliam yaparım sırf şu göz yaşların için. Ağlama..."

 

Sakince başımı sallayarak göz yaşlarımı sildim. Dışarıda bir hareketlilik vardı, sesler duyuyordum. Kapının açılması için uyarılar yapılıyordu.

 

Belinden bir çakı çıkarıp bana doğru uzattığında yutkunmadan edemedim. "Nasıl başlattıysan," ruhumu sıkan bir el vardı. Ve bu el beni öldürmeye yemin etmiş gibiydi. "Öyle bitirelim." Çakıyı titreyen elime bıraktı ve parmaklarımı avuçlarıma sardı. "Mağdur taraf olmam gerek, bu hem benim, hem de senin için önemli Deniz. Bıçağı göğsüme sapla."

 

Başımı sağa sola sallarken elimde olmadan ağlıyordum. "Yapamam." Sesim titriyordu, bedenim gibi... Üzerime geldi ve bıçağı tutan elimi ellerinin arasına sıkıştırdı. "Bunu bizim için yapman gerek Deniz. Sapla şu bıçağı."

 

"Yapamam!" Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum ama nafile, sanki beni görmüyordu.

 

Bıçağı omzunun hemen altına, tam kalbinin hizasına denk gelecek şekilde konumlandırdı ve ellerimi zorla kendine bastırmaya çalıştı. "Sapla şunu!"

 

"Yapamam!"

 

"Yap şunu! Zaten kırılacağı kadar kırıldı, emin ol canımın acısı bundan daha çok!"

 

Yalvarırcasına bakıyordum gözlerine. Elimi çekmeye çalıştıkça beni buna zorluyordu. Ağlamaktan önümü göremiyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum ama bunu duyamayacak kadar boktan bir durumun içine düşmüştük.

 

"Yapamam!" Dedim tekrar acıyla. İki ve ya üç silah sesi duyuldu. Ardından kapıların açıldığını duyduk. Korumalar sanki planlanmış bir şekilde silahlarını indirerek dizlerinin üzerine çöktüklerinde Miran tam zamanı buymuş gibi tüm gücünü kullanarak ellerimde duran çakıyı kalbine bastırmaya başladığında buna engel olmaya çalışıyordum. "Yapma, yapma! Dur!"

 

"Yap şunu! Bitir artık şu boktan oyunu! Daha ne kadar yalana bulayacaksın bizi!"

 

Bıçağın ucu gömleğinin ince katmanını geçerek artık tenine değiyordu, onun gücüne karşı koyamayacak kadar zayıftım. Canı kanıyordu. Çok sevdiğim gömleği artık hiç sevmediğim renge bulanıyordu, onun kanına bulanıyordu.

 

"Yalan söylemedim ben sana! Seni seviyorum!" Elimi tutan eli bir an hafifledi ama ardından tekrar sıkılaştı. "Bu haldeyken mi duyacaktım şu iki kelimeyi senden!"

 

"Yapma!" Dedim son gücümü kullanarak ama olmadı. Canı yanıyordu, yüzü gerildi, ardından acıyla kasıldı. "Miran, dur!" Bıçak artık daha derindeydi. Canım gidiyordu, canı gidiyordu! Beni duvarla kendi arasına sıkıştırdı. Namluları bize tutulmuş silahların emniyetleri açıldı, bunu duyabilmiştim. Sırtı görüş alanımı kapatıyor, herkesi arkasına alıyordu.

 

Bıçaktan süzülen kan damlaları elime doğru akıyordu. Ağlamam şiddetlenirken nefes alamıyordum. "Yapma..." Dedim tekrar fısıltıyla ama duymadı. Bıçak artık en derindeydi. Ellerimi tutan elleri hafifledi. Dizlerinin üzerine doğru çökerken onunla beraber çöktüm. "Özür dilerim! Özür dilerim! Özür dilerim!" Söylediklerim bomboş bir haykırıştı belki de...

 

Dizlerinin üstüne çökmesiyle zaman tamamen durmuş gibiydi. Gözlerimde yaşlar, ellerim kanıyla lekelenmişti. Parmaklarım titreyerek onun ellerini kavradı, ama artık bir şeylerin çok yanlış olduğunu hissediyordum. Yüzü solmuş, gözleri boş bir noktaya kilitlenmişti.

 

"Hayır… hayır, gitme! Beni bırakma!" diye haykırdım, sesim boğuk bir yankı gibi çıkıyordu dudaklarımdan. Ellerimi onun göğsüne bastırarak kanın akmasını durdurmaya çalıştım. Ama kanın sıcaklığı her geçen saniye daha da yayıldı, benim çaresizliğimle birlikte.

 

Hafifçe başını kaldırdı. Dudaklarında acı dolu bir tebessüm belirdi. "Seni sevdiğimi biliyorsun, değil mi?" diye fısıldadı, sesi o kadar zayıf çıkıyordu ki, onu duyabilmek için tüm benliğimle odaklandım.

 

"Biliyorum, biliyorum! Bende seni seviyorum!" diye bağırdım, gözlerim onun gözlerindeki ışığın sönmekte olduğunu gördükçe daha da panikledim. Ellerimi omuzlarına koyup onu silkeledim. "Miran! Söz ver bana, burada bitmesin!"

 

Ama o sadece başını hafifçe salladı. "hikayemiz… böyle mi bitiyor?" dedi, sesi bir rüzgar gibi gelip geçti kulaklarımın arasından.

 

"Hayır! Bitmeyecek! Bitmesine izin vermeyeceğim!" dedim, nefesim tıkanmıştı ama umurumda değildi. Ellerimi bir an bile onun üzerinden çekemedim. O ise parmaklarını güçlükle kaldırarak yüzüme dokundu.

 

"Beni affet," dedi, gözlerinden bir damla yaş süzülerek yanaklarına indi. "Seni üzmek istememiştim… seni korumak istemiştim."

 

"Affetmeye gerek yok! Çünkü gitmiyorsun, Miran!" dedim, kelimelerimin arkasındaki çaresizliği saklayamadan. Ama o an, gözlerindeki ışık daha da zayıfladı.

 

"Sen benim her şeyimdin… her zaman da öyle kalacaksın," dedi son bir kez, nefesi neredeyse duyulmayacak kadar zayıftı.

 

Sonra başı ağır ağır omzuma düştü. O an, tüm dünya üzerime yıkıldı. Haykırmak istedim, bağırmak, onu geri getirmek için her şeyi yapmak… Ama hiçbir şey yapamadım. Ellerimi göğsüne bastırdım, başımı onun başına yasladım.

 

"Benim de her şeyim sendin… benim Miran'ım… neden yaptın bunu, neden!" Hıçkırıklarımın arasında omzumda bir el hissettim. Beni geri çekmeye çalışıyordu. "Komutanım." Diyordu, ben kimsenin komutanı değildim. Ondan uzaklaştığımı fark ediyordum ama karşı koymaya çalışsamda beni tutan çok güçlüydü. "Miran!" Dizlerinin üzerinden yavaşça yere yığıldı ve bakmaya doyamadığım hareleri artık kızarmıştı. "Miran!"

 

Yerde sürükleniyordum geriye doğru, çabalarım boşa, çırpınışlarım boşaydı. "Miran!" Ben artık derin bir kuyunun içinde nefes alamayan bir yankıydım; duvarlarına çarparak yok oluyordum. Sesim, çığlıklarım, içimdeki yankı bile beni terk ederken, karanlık yalnızca bir gölge gibi değil, etimi kesen bir bıçak gibi büyüyordu. Ellerimle duvarları yokluyorum, her dokunuşta soğuk bir çaresizlik hissi vardı. Dışarıda bir dünya var biliyorum, ama burada, bu kuyunun içinde, hiçbir şey o dünyaya ulaşmama izin vermiyordu.

 

Bazen duruyorum. Bir anlığına susuyorum. Belki birisi sessizliğimde beni fark eder, belki yankım bu kez bir kulak bulur diye. Ama sonra fark ediyorum: burası, bu derin kuyu, aslında benim hak ettiğim yerdi.

 

"Komutanım!"

 

Son defa göz göze geldik. Gülümsedi, sanki ona ihanet eden ben değilmişim gibi gülümsedi ve dudaklarından fısıltı gibi "seni seviyorum" kelimeleri döküldü. Ölmek istedim. O an dünya durdu. Zamanın, mekânın, her şeyin yok olduğu bir boşluğun içine çekildim. Kalbimde bir ağırlık vardı, nefesimi kesen, göğsüme oturan bir yük. O gülümseyiş, o iki kelime… Geri dönüşü olmayan bir yola girdiğimin işaretiydi.

 

Yüzümde yaşlar birikiyordu, her şeyin daha berbat olacağından korkuyordum ve o korktuğum başıma geldi. Onun yüzüne bir kez daha bakmak istedim, belki gözlerimdeki pişmanlığı görür, içimdeki fırtınayı anlar diye. Ama çok geçti.

 

Bana uzattığı elleri boşlukta kaldı. Bir adım atmaya çalıştım, kelimeler boğazıma düğümlendi. Hiçbir şey söyleyemedim. Oysa sadece "Ben de seni seviyorum," diyebilseydim, belki bir şeyler değişirdi. Belki de değil.

 

Göz kapakları kapandı. Gidişi, bıçak gibi keskin ve kararlıydı. Sadece fısıltı sesleri kaldı geriye, bir de içimde yankılanan o son sözler. Ve ben, paramparça olmuş bir şekilde, orada kaldım.

 

"Miran!" Son bir haykırış çıktı dudaklarımın arasından, yankılana yankılana çarptığı duvarlardan geri bana döndü sesim. Adımlarım beni durduramayan bir hızla ileri iterken ellerimi boşluğa uzattım, sanki onun gidişini engelleyebilirmişim gibi. Ama yapamadım… Kanla sulanmış zeminin kokusu burnuma dolarken, dizlerimin bağı çözülmüşçesine yanına yığıldım.

 

"Miran, ne olur kalk! Beni bırakma!" diye haykırdım, sesim çatallaşıp acının dalgalarıyla boğuldu. Kanı avuçlarımın arasından süzülüyordu, her damlası içimde bir başka boşluk açıyordu. "Bunu yapamazsın… Söz verdin! Hani beni yarı yolda bırakmayacaktın? Hani birlikte başaracaktık?" Gözyaşlarım, onun kanına karışıp tenimede emilirken, çaresizlik ruhumu pençeliyordu.

 

Etrafa bakındım, bir mucize arar gibi. Belki bir yardım gelir, belki bir umut ışığı yanar... Ama etraf sessizdi, ölümün soğuk gölgesi üzerimize çökmüş, yalnız bırakmıştı bizi.

 

Ellerimle omzunu sarsarken fısıldadım, "Ne olur gitme… Seni kaybedemem." Ama o çoktan gözlerini kapamıştı; son nefesi, karanlık bir şarkı gibi rüzgara karışıp yok olmuştu.

 

"Gel artık." Dedi tanıdık, ama bir o kadar da yabancı olan ses. Tekrar beni kucaklayıp ondan ayırırken karşı koymaya takatim bile kalmamıştı. Her adımda uzaklaşıyordu benden sevdiğim adam...

 

"Ölmedi Çağıl, ambulans çağırın! Hastaneye kaldırın onu, lütfen!" Soğuk bir rüzgar çarptı yüzüme önce, ardından gözlerimden süzülen yaşlarla karışan rüzgarın, bana taşıdığı acıyı daha da derinleştirdiğini hissettim. Her bir zerresi, ciğerlerimde yankı yaparak içimi donduruyor gibiydi. Ellerimi, soğuk tenine sararak onu kucaklamak isterken, kor kanı sadece bir hatıra olarak kaldı ellerimde.

 

Gözlerimi sıkıca kapatıp derin bir nefes aldım, ancak bu nefesin içimde yanan boşluğu dolduramadığını fark ettim. Ne kadar bağırırsam bağırayım, ne kadar çırpınırsam çırpınayım, o artık burada değildi. Rüzgar, sessizliğini hiç bozmadan vücudumun etrafında dönmeye devam etti, sanki her şey normalmiş gibi. Ama ben o an, her şeyin aniden değiştiğini anladım.

 

Bir anda dünyam, onun kaybıyla yeniden şekillendi. Adımlarımı attım ama bacaklarım sanki bana ait değildi. "Miran..." diye fısıldadım, sesim neredeyse duyulmaz olmuştu. Yalnızdım. Gerçekten yalnızdım.

 

"Hırpalama kendini bu kadar, kendine gel." Omuzlarımdan tutup beni sarsan adama döndü bakışlarım. "Öldü..." Dedim sayıklarcasına.

 

"Komutanım, kendinize gelin lütfen. Albay buraya gelmek üzeredir, lütfen... Yapmayın!" Dedi Çağıl, çaresizliğimi görmüyor muydu?

 

"Miran..." Benim evim yokken bana ev olan adam, artık yoktu… Onunla her şey anlam kazanmıştı; soğuk gecelerde, bir yudum sıcaklık gibi sarar, korkularımı unutturur, yalnızlığımı silerdi. O, kaybolmuş bir parçamı bulmuş gibiydim. Artık eksikti her şey. Gözlerimden süzülen yaşlar, içimdeki boşluğu daha da büyütüyordu.

 

Yavaşça yere çömeldim, ellerim dizlerime sarılırken, hissettiğim tek şey hüsrandı. "Neden?" diye mırıldandım, ama cevabını beklemeden, kelimelerim havada asılı kaldı. Her şeyin sona erdiğini kabullenmek, her geçen saniye biraz daha zorlaşıyordu.

 

O benim için sadece bir adam değildi. O, hayata tutunmama yardımcı olan, varlığımı anlamlandıran bir umut ışığıydı. Şimdi, ışık söndü ve karanlık, her tarafı kaplamıştı.

 

Bir araba süratle durdu, ardından albay, Asi ve Altay indi. Altay'ın bakışları korkuyla üzerimde gezindi. Ama albayın korkusundan yanıma gelemedi. Albay önce çevresini yokladı, ardından ağır adımlarla üzerime doğru geliyordu. "Yüzbaşı!" Dedi yine o diktatör sesiyle. "Kalk ayağa, komutanın karşında! Hesap ver çabuk, bu ne rezillik!" Burnumu çektim. Titreyen bacaklarımla ayağa kalkarken yanıma gelmek isteyen Çağıl ve Altay'ı durdurdum. "Ona ne oldu! Anlat!" Karşısında tir tir titreyen bir kız çocuğundan farkım yoktu ama buna inat başımı dik tutmaya çalıştım. "Bilmem..." Dedim kırık, buruk sesimle...

 

"Senin istediğin olmadı mı? Bak, öldü." Kırk parçaya bölündüm. Ölüp ölüp diriliyordum. Son kelime bana hançer saplaya saplaya çıkmıştı dudaklarımın arasından.

 

"Öldürdüm onu..." Kısık sesim canıma ok gibi saplandı. Ben onu öldürmüştüm. Hemde kalbinden bıçaklamıştım. Bunu bana zorla yaptırmış olsa da artık bir anlamı yoktu, onu ben öldürmüştüm...

 

Albayın göz bebekleri büyüdü. Gelen ambulansa siyah ceset torbasında taşınan bedene baka kaldım.

 

Umutlarımı, aşkımı, sevgimi her şeyimi bir ceset torbasına sığdırmışlardı. Sevdiğim adamı bir ceset torbasına sığdırmışlardı. O, hayatımın her anına dokunan, bana yaşamanın ne demek olduğunu öğreten adam, şimdi soğuk ve cansız bir bedene dönüşmüştü. Hıçkırıklarım, acımın derinliğini tarif edemeyecek kadar sessizdi. Kalbim, her geçen saniye biraz daha ağırlaşıyor, her düşüncem biraz daha kararıyordu.

 

O adam, beni her şeyden koruyan, her korkumla savaşan adam, şimdi bana dönmeyecek. Gözlerinde kaybolduğum o dünyadan, şimdi yalnızca bir hatıra kaldı. Her an, her düşünce, onu kaybetmenin acısıyla yeniden parçalanıyordu. Onu kaybetmek, sanki bir parçamı kaybetmek gibi, en derin yerimde bir boşluk bıraktı.

 

Ve şimdi, o ceset torbasına sığan her şeyim, ona duyduğum sevdanın, onun gidişinin acısının sonsuz bir yankısı gibi. Bir hayat vardı, bir gelecekti, ve o, şimdi her şeyin ortasında yoktu. O gitti, ama ben, her anımda onu aramaya devam ediyorum.

 

"Deniz!" Dedi bir ses, ardından beni kendine çekip sıkıca sarıldı. Kokusundan tanıdım abimi, yine yoktu yanımda, yine en zor yanımda yalnız bir kız çocuğundan farkım yoktu.

 

"Öldü..." Dedim tekrar, kendime inandırmaya çalışarak. Albayın gözü onun üzerindeydi, benim gözüm ise sessizce buradan uzaklaşan ambulansı izliyordu.

 

"Kardeşim, kendine gel." Beni sarstı ama artık bilmediği bir şey vardı ki, ben asla eskisi gibi olamayacaktım. "Gidiyor abi..." Alaz derin bir nefes aldı önce ardından kucağına bayılan bedenimi taşımaya çalışırken, sadece ismimi sayıklamakla yetiniyordu.

 

"Sevdiğim adamı öldürdüm..."

 

Hani insan ölmekle yaşamak arasında ince bir noktada kaldığında, yaşamak için bazı nedenlere tutunurdu ya, işte benim artık bir nedenim kalmamıştı. Gözlerim, boşluğa bakarken, geçmişin her anı birer hayalet gibi peşinden sürükleniyordu. Ne bir umut, ne de bir ışık vardı önümde. Her şey silinmişti. O kadar derin bir boşluk hissediyordum ki, her nefes alışım bana yalnızca daha fazla acı veriyordu.

 

Zihnimde hala onun sesi çınlıyordu, ama artık o sesi duyan ben değildim. O ses, bir zamanlar hayatımı aydınlatan her kelime, şimdi içimde yankı yapıyordu, ama bomboştu. Ne elimi tutacak biri kaldı, ne de gülüşüne sığınacak bir yer. Onun yokluğunda, bir kez daha ne olduğunu anlamadığım bir boşluğun ortasında kalakaldım.

 

Yaşamın, bir zamanlar anlamlı olduğu her şeyin sadece bir yanılsama olduğunu hissediyordum. Her şey, ne kadar çabalasam da bana kaybolan bir rüya gibi uzaklaşmıştı. Şimdi, yaşamak sadece nefes almak gibi bir şeydi—ama hiç kimse için, hiçbir şey için…

 

🫀

 

(Bölüm uzun soluklana soluklana okuyun:)

 

Soğuk bir sorgu odasındaydım. Hadi anlat Deniz, hadi onca yaşanmışlığı kelimelere sığdır, nefesine sığdır ve anlat.

 

Anlatamazdım...

 

Soğuk duvarlar, her adımda yankı yapıyordu. Ellerim terliyor, ama ne kadar sıkı kavrasam da o kalemi kontrol edemiyordum. Gözlerim titriyordu, sözlerimse boğazımda takılı kalıyordu. Ne diyeceğimi, nasıl başlayacağımı bilmiyordum.

 

Anlatamazdım, evet, anlatamazdım. Çünkü kelimeler, bu kadar ağır bir yükü taşıyamazdı. Her birini söylemek, anıları yeniden yaşamak gibiydi. Her anı, her yüz, her sessizlik... Hepsi, o kadar yakın, o kadar derindi ki, bir cümlede bulmak imkansızdı.

 

Bunu anlamıyordu, anlamazlardı. Ve işte ben de burada, bir sorgu odasında, ne doğru ne de yanlış bir şey söylemeden, geçmişin gölgesinde kayboluyordum. Her şey, her şey bir anıydı. Bir suçtu belki, ama o suçu her gün kendim işliyordum.

 

Hadi anlat Deniz, hadi anlat...

 

Anlatmaya başladım, ama her kelime bir yara gibiydi. Gözlerim, o anı, o karanlık geceyi yeniden görüyordu. Bir anlık sessizlik, o kadar güçlüydü ki, nefes almak bile zordu. Sorgu odası, bana her zaman soğuk gelmişti ama bu kez, her şey daha da dondurucu, daha da korkutucuydu.

 

Anlatmaya çalıştım, ama içimdeki boşluk, ağzımdan çıkacak her sözcüğü yutuyordu. Her cümle, o geçmişi geri getirmek için bir adım daha atmak gibiydi. Ama ben... ben hala o geçmişin içinde kayboluyordum.

 

Anlatamazdın, dedi iç sesim, içim titredi. Çünkü kelimeler, o korkuyu, o çaresizliği anlatmaya yetmezdi. Birinin bana ne olduğunu anlaması imkansızdı. Benim gördüğüm, hissettiğim her şey, başka birinin gözlerinde bir anıdan ibaret kalırdı. Ve ben, o anı görmekten bile korkuyordum.

 

Sözler durdu, ama o boşluk, her şeyin önünde duruyordu. Ve ben, bu sessizliğin içinde, bir adım daha geri çekildim.

 

"Nasıl oldu bu yüzbaşı?" Karşımda teşkilatta daha önce görmediğim bir asker vardı. Beni dehşetle süzüyor, acıyla bakıyordu.

 

"Onu kasten mi öldürdün? Aranızda ne geçti, anlatın... Lütfen."

 

Boğazım düğümlendi, nefesim tekledi. Ben onu öldürmüştüm.

 

Buraya gelirken yanımda olan Alaz'ın sözleri beynimde yankılandı. "Ne olursa olsun, asla ama asla onu savunacak tek bir kelime etme. Kendini temize çıkarman gerek, emin ol bunu kendisi istedi. Bütün suçu ona yıkacaksın."

 

"Neden?" Dedim, yaralı sesimle.

 

"Anlatacağım kardeşim, sen sadece dediklerimi yap."

 

Titrek bakışlarım adamın yüzüne kalktı. "Teşkilata çalıştığımı anladı," içimde buruk bir acı kendini gösterdi, bütün bedenim acıyla kıvranıyordu ama beni tek bir gören yoktu. "Tatrıştık, ardından bana bıçak... Çekti." Yalan artık benliğimi ele geçirmiş lanet bir şey haline gelmişti.

 

"Kendimi korudum." Hıçkırıklarım ardı ardına gelirken bana peçete uzatan adam sorgunun bitirilmesi için elini kullanarak işaret verdi. "Deniz hanım." Dediğinde omzuma dokunuyordu. "Kendinize gelin lütfen, bu ağlamanızın sebebi de nedir?"

 

Yavaşça ondan uzaklaşarak ayağa kalktım, derin derin nefesler alırken sakinleşmeye çalışıyordum. "İyi değilim..." Dedim kapıya yönelerek. "Özür dilerim." Koridora çıkarken doğruca kendimi dışarı attım. Karanlıkta sadece sokak lambaları yanarken herkesten, her yerden uzaklaşmak istiyordum.

 

"Sokak lambaları şahit olsun aşkımıza. Adımlarımız birer yankı gibi düşsün kaldırımlara, sanki her biri burada yaşadığımız anları ezberliyormuş gibi. Sessizliğin içinde yalnızca rüzgârın uğultusu ve arada bir uzaklardan gelen araba sesi duyuluyor. Ama bize kalırsa, bu gece bütün dünya susmuş, yalnızca bizi dinliyor.

 

Yan yana yürürken, ne söyleyeceğimizi düşünmüyoruz. Çünkü kelimeler, bazen bir bakışın ya da hafifçe birbirine değen ellerin anlattığı kadar güçlü değil. Sokak lambalarının altında, titreyen ışıkların altında ilerlerken, hissettiğimiz her şey daha da gerçek geliyor. Belki de bu yüzden, en çok geceyi seviyoruz. İnsanların koşturduğu, şehrin gürültüsünün her şeyin önüne geçtiği gündüzler bize göre değil. Ama gece... Gece bizim.

 

Her adımda biraz daha bağlanıyoruz birbirimize. Her nefeste daha da derin bir yerleşiyor kalbimize bu an. Ve biliyorum, bu sokak lambaları yıllar sonra bile yanmaya devam edecek. Ama onların gördüğü hiçbir hikâye, bizimkisi kadar anlamlı olmayacak."

 

"Necip fazıl, dirilip içine mi kaçtı? Aşık oldum sözlerine..."

 

"Ben sana aşık oldum bebeğim. Sözler uçar, sen kalbimde bir ömür kalırsın..."

 

Kursağımda kalan umutlar diken olup canıma batıyordu. Ne yutabiliyordum ne de çıkarabiliyordum onları. Her soluk alışımda, her anımsayışımda biraz daha derine saplanıyorlardı. Çırpındıkça boğazıma dolanan acı, sessiz bir çığlık gibi içimde yankılanıyordu.

 

Zamanla alışır insan derler, ama alışmakla kabullenmek arasında ince bir çizgi vardı. Ben o çizgide yürüyordum, düşmemek için kendimi zor tutuyordum. Herkes yapma dedi, bitir dedi. Ama bitirmemi bekledikleri şey, ruhumun en derinlerine işlemiş bir yara gibiydi; her nefeste yeniden kanıyordu.

 

Belki de insanın kendine en büyük ihaneti, umut etmeyi bırakmaktı. Ama ben, bu ihanetle yaşamayı seçtim. Çünkü biliyorum, umut etmenin ağırlığı, kırılmış bir hayalin enkazından daha az acı veriyordu.

 

Arkamdan birinin geldiğini fark ediyordum ama durmak istemeyerek hızımı arttırdım. "Kızım, dur!" Bir ses tonu insanın midesini bulandırır mıydı? Benim, evet.

 

Albay beni omzundan tutup hırsla kendine çevirdiğinde gözlerindeki öfkeye daha fazla karşı koyamadım. Bir anda yumruğumu kaldırıp tüm gücümle yanağına indirdim. Darbenin etkisiyle sendeleyip geriye doğru adım attı, ama gözlerindeki alev sönmemişti.

 

"Senin derdin ne, ha? Kendine gel! Ne yapıyorsun!" diye kükredi.

 

"Ne yapıyorum biliyor musun, Albay?" dedim, gözlerim dolarken nefesim hızlandı. Sesim titriyordu ama öfkemi bastıramıyordum. "Hayatımın, sizin yüzünüzden paramparça oluşunu izliyorum! Her şeyin elimden kayıp gidişini, hiçbir şey yapamadan seyrediyorum!"

 

Sözlerim gecedeki sessizliği keskin bir bıçak gibi ikiye böldü. Albay derin bir nefes alıp bir adım daha yaklaştı. "Bu şekilde bir yere varamazsın," dedi, sesi artık daha sert ama alttan alta titriyordu. "Kendini mahvediyorsun."

 

"Mahvolacak bir şeyim kalmadı ki!" diye bağırdım. Sesim çatladı, içimde biriktirdiğim her şey artık kontrol edemediğim bir sel gibi dışarı taşıyordu. "Sizden biri için bir hayat ne kadar değerli ki? Benimkini ellerinizle aldınız!"

 

Albay bir süre sessiz kaldı. Yüzünde öfkenin yerini suçlulukla karışık bir kararlılık aldı. Ama o an, ne söyleyeceği ya da ne hissedeceği umurumda değildi. "Planadığın gibi oldumu bari! Aldın mı intikamını! Hırsını yendin mi?! Söylesene, mutlu musun!"

 

Yutkundu, tek bir söz edemeyecek halde afalladı. "Ne oldu da, birden sıçtınız her şeyin içine?! Neden bugün! Neden!?"

 

"Silah sevkiyatlarının ihbarını aldık, suç üstü yapacaktık."

 

"Eee! Sonra ne oldu? Hazır gelmişken evini de mi basalım dediniz!"

 

"Bizi de oyuna getirdiler, nasıl oldu anlamadık! Durduk yere sevkiyat patladı, her şey yerle bir oldu! Sonra çavuş aradı, kanıtlar elimde dedi. Ankara operasyonu başlattı. Elimde olan bir şey yoktu!"

 

"Siksinler elini!" Haykırışımla gözleri büyüdü ve iki adım geriledi. "Sorsak zaten hiçbir şey elinde değildi senin! Öldürdüm onu, ben öldürdüm!" Elimi göğsüme vuruyordum. "Ben öldürdüm!" Dedim acıyla...

 

"Öldürdüm..."

 

"İfaden yarım kalmış, bana bıçak çekti demişsin? Nasıl oldu bu? Hani aşık olmuştunuz birbirinize?" Gerilmiş yüz hatlarıyla artık hiçbir şeye tahmül edemeyecek kadar sinirliydik. O da, bende...

 

"Yalanmış..." Benim başlattığım koca bir yalan... Albay zayıf bedenime acır şekilde bakıyordu. Bana acıması gereken biri varsa o da yine bendim. "Onun hayatında kardeşinden başka kadına yer yokmuş..." Yere çömelecekken beni tuttu ve ayakta tutmak ister gibi koluma girdi.

 

"Sonra ne oldu?" dedi albay, sesindeki öfke yerini meraka ve sorgulayıcı bir tona bırakmıştı. Ancak gözlerindeki o keskin bakış hâlâ üzerimdeydi.

 

"Daha fazla dayanamadım," diye fısıldadım, sanki sesimi yükseltirsem boğazıma düğümlenen her şey patlayacak gibi hissediyordum. "Beni kullandı... Bana umut verdi, sonra da bıçak çekti. Kendimi savunmam gerekiyordu. Öldürdüm çünkü... başka çarem yoktu."

Kolumda hissettiğim albayın tutuşu sertleşti. Gözlerini yüzümden ayırmadan konuştu; "kendini mi savundun, yoksa intikam mı aldın? İkisi de farklı şeyler Deniz? Biliyorsun." Artık tek bilmek istediğim şey ölüm tarihimdi. Bir adım geri çekildim, yüzüme vuran soğuk gerçeklikle birlikte dudaklarım titredi. "İkisi de," dedim, neredeyse duyulmayacak kadar kısık bir sesle. "Onun yaptıkları... Beni bu hale getiren her şey için intikam aldım. Ama aynı zamanda o an yaşamak istedim. Albay. Yaşamak için onu öldürmek zorundaydım." Bu sözler bana ait değildi, bu sözleri onun bana haykırması gerekiyordu.

 

Albay yüzünü avuçlarına gömdü, sessiz bir öfke ya da çaresizlikle. Uzun bir süre konuşmadı, ben de konuşmaya cesaret edemedim. Sadece başım önümde bekledim.

 

Sonunda derin bir nefes aldı ve bana döndü. "Yalan söyledin. İfade verirken de bana anlatırken de. Ama şunu bil, bu yalanların seni kurtarmaz. İşin aslı farklı çıkarsa, hiçbirimiz seni affedemeyiz."

 

Bedenim istemsizce titredi. "Affedilmek istemiyorum..." dedim. "Ben kendimi kaybettim. Albay. Kendi yalanlarımın içinde boğuluyorum. Ne fark eder ki artık?"

 

Ama fark ederdi, bunu ikimiz de biliyorduk. Çünkü bu bir son değildi. Bu, başlaması gereken bir hesaplaşmanın yalnızca ilk adımıydı.

 

"Onu öldürdüm albay, belki görev icabı, belki nefsi müdafaa... Belki de kazara oldu... Sonuç, ölü."

 

"Onu toprağa gömmeden size inanmayacağım!" Yüzüme çarpan gerçeklik tekrar beni alt üst ederken omzumda bir el hissettim. Ardından sesini duydum. "Bir daha kardeşime sesinizi yükseltecek olursanız, ses tellerinizle gitar çalarım, haberiniz olsun!" Sert, ve tehtitkar tınısı ile üzerimde hakimliğini belli ederken albay yerinde kaskatı kesilmişti. Albay bir oğlu olduğunu bilmiyordu, yani en azından ben öyle biliyordum. Alaz asla ona benzemiyordu... Geçirdiğimiz şu vakitlerde asla onunla benzeyen huylarını görememiştim. O benim abimdi, albay bizim babamız olmasına rağmen asla ama asla ona benzemiyorduk.

 

Albayın yüzü hızla soldu. Alaz'ın gözlerine bakmaya cesaret edemiyordu. O gözler, belki de geçmişte yaptığı hataların, verdiği kararların bedelini ödeyeceği bir aynaydı. Birkaç saniye boyunca çıt çıkmadı. Sessizlik öylesine yoğundu ki, nefes alıp verişlerimiz bile yankılanıyordu.

 

Alaz, albayın tepkisizliğini görünce bir adım öne çıktı. "Sana bir şey anlatmamı ister misin, albay?" dedi, sesi sertti ama içinde yanan öfkeyi kontrol altında tutmaya çalışıyordu.

 

Albay gözlerini kaldırdı, Alaz'la yüzleşmek istemese de, kaçmak artık bir seçenek değildi. "Dinliyorum," dedi, sesi titrek ve kararsızdı.

 

Alaz, ellerini cebine sokup derin bir nefes aldı. "Biz hiçbir zaman bir aile olmamışız," dedi. "Sen sadece unvanını ve rütbeni önemsedin. Annem demeye dilim varmayan kadın ve sen... Bizi geride bırakmayı seçtiniz. Şimdi karşına çıktım diye şaşırıyorsun, değil mi? Sana daha ne kadar sürprizim var, merak ediyorsundur."

 

Albay bir şey söylemek ister gibi ağzını araladı, ama Alaz ona izin vermedi. "Kardeşime kötü davrananları görmezden gelecek biri değilim. Şimdi bu oyunu bitir. Yıllardır bir oğlun olduğunu bilmeden yaşadığını söylüyorsun, ama aslında biliyordun. Çünkü bilmemek, seni vicdan azabından kurtarmanın tek yoluydu."

 

Sözleri havanın içinde yankılanırken, nefesler tutulmuştu. Albay sessiz kaldı, Alaz ise bana döndü. Gözleri yumuşamıştı ama hâlâ içindeki öfke titreşiyordu. Omzuma bir kez daha dokundu ve fısıldadı. "Korkma, bundan sonra seni kimse incitemez. Ben buradayım."

 

O an, dünyada sanki sadece biz ikimiz vardık. Yıllardır hissettiğim o yalnızlık, bir anda yok oldu. Alaz'ın varlığı, en karanlık gecelerime doğan bir güneş gibi olmuştu.

 

Albay sonunda sessizliği bozdu. "Bunu telafi edemem," dedi, başını eğmişti. "Ama.."

 

Alaz, albayın sözünü yarıda kesti. "Telafi etmek mi? Bunun aması kalmadı albay, bizi rahat bırakacaksın."

 

Alaz'ın bu sözleriyle hava daha da ağırlaştı. Albayın yüzü daha da soldu ama tek bir kelime bile etmedi. Çünkü Alaz haklıydı, ve bunun farkındaydı. Elime uzandı, parmaklarımı tuttu ve bizi buradan uzaklaştırmaya yemin etmiş gibi yürüyordu. "Telafiymiş! Onca haltı yerken bir şey yoktu, üstüne telafi edecekmiş!" Dudaklarının arasından küfür savururken elimi daha sıkı kavrıyordu.

 

Siyah büyük bir arabaya yaklaşırken duyduğumuz seslere durduk. "Komutanım!" Altay ve Çağıl ikilisi bana doğru koşarlarken birden kendimi ikisinin arasında sıkışmış halde buldum. "Ablam..." Altay'ın sesi titriyordu. İki cüsseli adamın arasında kaybolmuştum resmen. "Engelleyemedik, Asi bize ters köşe yaptı. İnanın bana böyle olmaması için çok çabaladık." Sarılışları biterken hafifçe geri çekildiler. "Seni hiçbir zaman komutan olarak görmedik, bize her zaman ablalık yaptın. Seni koruyamadık..."

 

"Öyle demeyin çocuklar." Dedim, Çağıl'ın sözünü bölerken. "Böyle olacağını, tahmin edebiliyorduk. Baştan hata yaptık." Sesimin titremesini engelleyemiyordum. Ağlamak üzereydim ama kendimi tutmam gerekiyordu.

 

"Gidecek misiniz?" Dedi Altay, gitmemi istemiyor gibiydi ama artık burada duramazdım. "Evet." Dedim, hiç kuşkusuz. "Burada kalamam." Uzaktan bir çift yeşil gözün radarındaydım, farkındaydım ama artık o benim için değeri kalmamış birinden farksızdı.

 

"Asi'ye söyleyin, intikam almak sadece ona has bir şey değildir." Dedim, dinamik bir sesle. İkisine de ayrı ayrı sarıldım. İkisi de benim küçük kardeşim gibiydi, ikisin yeri de bende farklıydı.

 

"İhtiyacınız olduğu her vakit, adımızı anmanız yeterli..." İçimdeki acıya rağmen yavaşça gülümsedim. "Sağolun çocuklar." Dedim ve Alaz'ın açtığı kapıyla arabaya bindim. İkisinin de hüzünlü bakışlarının ardından araba hareket ettiğinde kapı kapandı.

 

"Abi..." Dedim küçük bir çocuk gibi. "Abim."

 

"Çok zor abi," dedim, asıl zorluğa henüz gelmemiştik bile...

 

🫀

 

(Bölüm uzun, soluklana soluklana okuyun:)

 

Hafif çiseleyen yağmurun ortasında durmuş kazınan toprağı izliyordum. Kalbimde büyük bir ağırlık vardı, çok büyük bir ağrı vardı...

 

Gözlerimde yağmura eşlik eden göz yaşları vardı, dilimde büyük bir ızdırap vardı ...

 

Ölmüştü, kuru bir toprağa verilecekti... Doya doya öpemediğim, sevemediğim, canını canıma katamadığım sevdiğim adamı iki metre toprağın altına gömeceklerdi. Ne kadar da acı vericiydi....

 

Yağmur toprağı yavaşça yumuşatırken, kazma sesleri içimde yankılanıyordu. Her darbe, kalbime inen bir tokat gibiydi. Yanımda kimse yoktu, yalnızdım. Acım o kadar büyüktü ki, insanlar teselli etmek için bir şey söylemeye cesaret edemiyorlardı. Onların suskunluğu, benim sessiz çığlıklarımı daha da yükseltiyordu.

 

Ellerim titreyerek sevdiğim adamın soğuk tabutuna dokundum. Son kez… Bir daha onu göremeyecektim. Gözlerimdeki yaşlar yağmura karışırken, içimdeki fırtına dinmek bilmiyordu.

 

"Sen gidiyorsun," dedim, sesim bir fısıltıdan ibaretti. "Ama ben burada, bu cehennemde kalıyorum. Sensizliğin bu kadar ağır olacağını tahmin etmemiştim. Ne olurdu biraz daha kalsaydın? Ne olurdu beni sensiz bırakmasaydın?"

 

Toprak yavaşça tabutun üzerine atılmaya başladığında içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Her avuç toprak, sevdiğimle arama bir engel daha koyuyordu. Gözlerimi kapatıp o son anı düşündüm, onun sıcaklığını son kez hissettiğim o anı... Ama hatıralar bile beni teselli edemiyordu. Çünkü hiçbir şey, onun gerçekliği kadar güçlü değildi.

 

Bir an için zaman durmuş gibi geldi. Yağmur, kazma sesleri, insanların fısıldaşmaları… Her şey silinmişti. Gözlerimi kapattım ve onun gülümsemesini düşündüm. Bana hep "Güçlü ol," derdi. Ama nasıl güçlü olabilirdim? Onsuz bir dünyada nasıl nefes alabilirdim?

 

Son bir kez fısıldadım: "Seni asla unutmayacağım."

 

Sonra ellerim yavaşça yanlarımda düştü. Yağmur hızlanmıştı. Toprağın kokusu, onun yokluğunun kokusuna karışıyordu. Dünya dönmeye devam ediyordu, ama benim dünyam onunla birlikte durmuştu.

 

Toprak her avuçta biraz daha kapanırken, dizlerimin bağı çözüldü ve yere yığıldım. Ellerim çaresizce o sert toprağı kavradı. Yağmur, yüzümü ve ellerimi yıkıyordu ama bu kirlenmiş dünyadan ne acımı temizleyebiliyordu ne de içimdeki boşluğu doldurabiliyordu. Çığlık atmak istedim, haykırmak, onu geri istemek... Ama sesim boğazımda düğümlendi. Kelimeler çıkmadı, yalnızca sessiz bir ızdırap kaldı geriye.

 

"Gitme!" diye içimden haykırdım, ama o artık duyamazdı. O, ellerimden kayıp gitmişti. Zamana yenilmiş, hayata yenilmiş, ve ben… ben onun ardından sadece paramparça olmuştum. Ne söylersem söyleyeyim, ne yaparsam yapayım, onu geri getiremeyeceğimi biliyordum. Ama yine de içimde bir umut kırıntısı, yağmur damlalarının arasından ışığı arar gibi bir mucize bekliyordu.

 

Ellerimi titreyerek toprağa bastırdım. "Ne olur... ne olur biraz daha kalsaydın. Daha seni doyasıya sevememişken, daha birlikte kurduğumuz hayallerin birini bile gerçekleştirememişken nasıl gidersin?" Sesim çatladı, gözyaşlarım yanaklarımdan süzüldü.

 

"Seninle bir ömrü paylaşmayı düşlerken, şimdi seni bu soğuk toprağın altında bırakıyorum. Seni sevdim... her şeyimle, tüm eksikliklerimle, tüm kırılmışlıklarımla. Ama yetmedi, değil mi? Seni tutamadım. Seni koruyamadım. Affet beni..."

 

Yağmur hızlanıyordu, ama ben hala orada, dizlerimin üzerinde kalmıştım. Sanki dünya benimle birlikte yas tutuyordu. İnsanlar uzaklaşmıştı, cenazenin kalabalığı yok olmuştu. Şimdi sadece ben ve o vardı. Ve sessizlik… Koca bir sessizlik...

 

Son bir kez yere kapanıp toprağı öptüm. Sanki dudaklarım, onun hatırasına ulaşabilirmiş gibi. İçimdeki her şey kopmuştu, her şey dağılmıştı. "Sen gidiyorsun," dedim, "ama ben burada ölüyorum."

 

Dizlerimin üzerinde titrerken omzumda bir el hissettim. Sıcak ve güçlü bir el... Başımı kaldırdığımda Alaz’ın yüzünü gördüm. Gözleri hüzünle doluydu, ama bu hüzün onun güçlü duruşunu asla gölgelemiyordu. Yağmur onun saçlarından süzülüp yanaklarına akıyordu; sanki o da benimle birlikte ağlıyordu ama bir yandan beni ayakta tutmaya çalışıyordu.

 

"Yeter," dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. "Kendine böyle işkence etmeye bir son ver. O, seni böyle görmek istemezdi. Bunu biliyorsun."

 

"Alaz..." dedim, boğuk bir sesle. "Ne yapacağım şimdi? O olmadan nasıl devam edeceğim? Her şey o kadar karanlık ki…"

 

Alaz dizlerinin üzerine çöktü, benimle aynı hizaya indi ve yüzümü ellerinin arasına aldı. Gözlerimin içine baktı; o bakışlarında bir kardeşin tüm sevgisi, koruyuculuğu ve hüznü vardı. "Dinle beni," dedi. "Bu acıyı hafifletecek sözlerim yok. Ama bir şeyi çok iyi biliyorum: o, seni bu dünyada en çok seven insandı. Gözlerindeki ışık, onun için bir umut kaynağıydı. Eğer o ışığı söndürürsen, onun hatırasını da yok etmiş olursun. Bu onun istediği şey olamaz."

 

"Alaz, ben çok yoruldum..." dedim, gözlerimden yaşlar süzülmeye devam ederken. "Sanki nefes almak bile zor."

 

Alaz beni kollarına çekti. Başımı onun omzuna yasladım; kollarının güveni içinde bir an olsun acımı unutur gibi oldum. "Ben buradayım," dedi, sesi sakin ama bir o kadar da güçlüydü. "Ne kadar karanlık olursa olsun, seni bu yalnızlıkta bırakmam. Omuzlarım senin için var. Bu yükü tek başına taşımak zorunda değilsin."

 

Yağmur durulmaya başlamıştı, ama içimdeki fırtına hala dinmemişti. Alaz’ın varlığı, kaybolmuş bir yolda tutunacak bir dal gibiydi. Beni yavaşça yerden kaldırdı, titreyen dizlerime destek oldu.

 

"Bu dünyada hala seni seven insanlar var," dedi, başımı okşarken. "Hala bir ailen, seni koruyacak bir abin var. Ve senin acını da sevincini de paylaşmaya hazırım. Yeter ki pes etme, kardeşim. Yeter ki onun anısını yaşatmaya devam et."

 

O an, Alaz’ın sözlerinde bir teselli buldum. Acım tamamen geçmemişti, ama içimde bir yerde, onun desteğiyle ayağa kalkabileceğime dair bir umut belirdi. "Teşekkür ederim, abi," dedim, sesi zar zor çıkabilen bir fısıltıyla.

 

Alaz başını salladı, gözlerindeki kararlılık değişmemişti. "Her zaman buradayım. Seni asla bırakmayacağım."

 

"Lal nerede abi?" Hafifçe yutkundu, onunda kursağında duran bir şey vardı. "Hastanede, Mert yanında... Çok kötü oldu." Dedi, açıklama yapmak ister gibi. "Gidelim mi?"

 

"Nereye gideceğim ki ben? Evim de, yuvam da artık bu toprak. Nereye gideceğim, ben?"

 

"Yapma böyle," dedi acı çekiyordum, nasıl yapmazdım.

 

"Bak, izleniyoruz. Ablay ve teşkilattan adamlar burada, gidelim. Tekrar geliriz." Artık hiçbir şey umrumda değildi. "Son kez öpemedim bile." İşte benim en büyük acım artık buydu. "Bu nasıl, soğuk bir veda böyle? Canım yanıyor." Midem bulanıyordu, başım dönüyordu. Artık halsizliğimle bile başa çıkamıyordum. Kollarımdan tutup beni zorla ayağa kaldırmaya çalıştı. Faydası olmadığını anlayınca beni kucağına aldı ve sevdiğimden uzaklaşmaya başladım. Soğuktu, çok soğuktu ama bu soğukluk asla geçmeyecek bir kalbin soğukluğuydu.

 

Gözlerim kapanıyordu, ne yorgunluktan ne de açlıktandı... Hiçbiri değildi, acıdandı. Her şey kalbimin acısındandı.

 

🫀

 

(Bölüm uzun, soluklana soluklana okuyun:)

 

Bütün magazin ve haberlerde onun ölümü vardı. İş insanı harun Kotan'ın oğlu Miran Kotan'ın vefatı diyordu... Albay basın açıklaması yapıyordu, tabii ki de yaptığım hatanın cezası olacaktı ve tüm Türkiye'nin önünde nefsi müdafaa diyerek cezam kesildi... Görevden men edilmiştim. Hiçbiri umrumda değildi, çünkü ben bu hayatta zaten hep kaybeden biri olarak, buna da alışırdım.

 

Asi, eline geçen belgelerin Miran'a ait olmadığını anlayınca sessizce babasının yanına çekildi. Ömer'i ifşalayacak olan tüm bilgiler artık teşkilatın elindeydi. Ama Ömer ortada yoktu. Kırmızı listede aranan bir suçlu haline gelmişti. Miran dosyası teşkilatta kapanmıştı, çünkü artık onun ölümü herkesi susturabilecekti. Peki ya ben? Yine ortada kalan ben miydim?

 

"Başından beri biliyordunuz," dediğimde Alaz sakince başını salladı. Onun evindeydik, soğuk ve sessiz ortamın verdiği etkiyle titriyordum. Beni bir odaya getirmiş, yatağa uzatmıştı.

 

"İkiniz de bir oyunun içindeydiniz..." Gördüğüm rüya gerçek oluyordu. Tuhaf, ama gerçek...

 

"Ama, başka bir gerçekte vardı ki, ikiniz de gerçekten birbirinize aşık oldunuz. Bazen sevkiyatların belgelerini bilerek senin yanında okuyordu, bile bile... Ama sen hiçbir şekilde onu ele vermedin. Çok kararsız kaldı, çok sorguladı... Ama en sonunda sana inandı..."

 

Sessizce akan göz yaşlarımla başımı salladım. "Hatta, sana Zaimoğlu olduğunu bile açıkladı. Bunu bilen kimse yoktur normalde. Ben, Mert ve Lal dışında tabii. Aranızda çok farklı bir bağ vardı, ben onu daha önce hiç bu kadar korkak görmemiştim Deniz." Son sözleriyle titrek bakışlarım gözlerini buldu. "Sana bir şey olacaktı diye ödü kopuyordu. Yaralandığında, sen kendini vurduğunda deliye döndü... Onun için çok başka yerdesin."

 

"Ama o gitti..." Acım çok başka bir seviyedeydi. Tenimde bir yara yoktu, ama canım acıyordu. İçimde bir açık bir yara yoktu, ama kalbim ağrıyordu.

 

Kalbim ağrımıyor, ağlıyordu...

 

"Sabret..." Dedi. Neye sabredecektim ki, artık sabredecek bir nedenim kalmamıştı.

 

Sessizliğime saygı duymak istercesine odayı terk etti, ardından kapıyı çekerek beni karanlıkta yalnız bıraktı. Acı ve yorgunlukla kapanan gözlerimin ardında yine onun suretini görüyordum. Yine onun varlığına tutunmaya çalışarak, gözlerimi yumdum.

 

Ne kadar zaman geçti, ne kadardır gözlerim kapalı, uyuyordum bilmiyordum ama, yanağımda hissettiğim sıcaklık beni kendine çekiyordu. Gözlerim hafifçe açılıp kapanırken onun hayalini görüyordum. "Miran." Dedim, acıyla. Ama o gerçek değildi, bunu biliyordum. "Sevgilim." Dediğinde kulağımda çınlayan sesi sanki tüm gerçekliğiyle burada diyordu ama değildi. O ölmüştü, onu ben öldürmüştüm.

 

Gözlerimi açıp kapadıkça hayal ile gerçek arasında sıkışıp kalmış gibiydim. Yanağımda hissettiğim sıcaklık, onun eliymiş gibi geliyordu. Ama biliyordum, bu yalnızca bir yanılsamaydı. Kalbimin bana oynadığı acımasız bir oyun…

 

"Miran," diye tekrarladım, bu kez sesim daha titrek, daha kırık çıktı. "Eğer buradaysan, beni affet. Ne olur… beni affet."

 

Ama hiçbir cevap gelmedi. Sessizlik, kulaklarımda yankılanan tek gerçekti. İçimde bir yerde, onun gittiğini, asla geri dönmeyeceğini biliyordum. Ama her şeyi bitiren, her şeyden vazgeçen ben olmuştum. Onu ellerimle uzaklaştırmıştım, onun son nefesini benim kararlarım getirmişti.

 

Kafamı yavaşça yana çevirdim, gözlerimi açmaya cesaret ederek. Ama gördüğüm şey onun yüzü değil, boş bir odanın gri soğukluğuydu.

 

Usulca yataktan kayarak çıkarken çıplak ayaklarım zeminin soğukluğunda yürüyordu. Kapıyı açıp odadan çıkarken içimde yankılanan acıyı hissedebiliyordum.

 

Mutfağı arıyordum, nerde olduğunu bilmeme rağmen karıştırmıştım. Sonunda mutfağa geçtiğimde doğruca musluktan bardak bardak su içmeye başladım. Yanan bir ciğeri kaç bardak suyla söndürebilirdim ki? Söndüremezdim.

 

Benim ciğerim yanıyordu.

 

Elimde duran bardakla tezgahın köşesine otururken aklıma gelen o sahneler beni uçuruma sürüklüyordu. Nasıl dayanacaktım? Nasıl yapacaktım?

 

Artık önümde bomboş bir hayat vardı, ve ben bu hayatı yaşamaya asla hevesli değildim. Bardak elimden kayıp düştü, kırılmadı ama iki üç defa parkenin üzerinde dönerek, durdu.

 

Nefesim daralıyordu, olduğum yer bana dar geliyordu.

 

Ayağa kalkmaya çalıştım ama ayaklarım titriyordu. Evin çıkış kapıcını arıyordum, başım dönüyordu, sanki evren etrafımda tur atıyordu. Buldum kapıyı, dışarı adım attım. Çok soğuktu, ayaklarım daha şimdiden üşüyordu ama benim durmaya niyetim yoktu. Evin bahçesinden çıkarken takım elbiseli korumaları gördüm. Bana dehşetle bakıyorlardı, ama bende bir şey yoktu ki, neye bakıyorlardı?

 

Bahçe kapısına doğru giderken arkamdan geliyorlardı. Gelmelerini istemiyordum. Bende adımlarımı hızlandırdım, onlarda... Bahçeden de çıktığımda artık koşar bir haldeydik. Ben koşuyordum, onlar da beni kovalıyordu. "Gitmeyin!" Diyordu biri, benden giden gitmişti zaten, ölü bir bedenden farkım yoktu. "Durun!" Diyordu başka biri, durmam gereken yer burası değildi. Çıplak ayaklarıma batan taşlar, otlar canımı yaksada durmadım, duramazdım.

 

Bir saat boyunca koşmaya devam ettim. Ayaklarım kanıyor, göğsüm yanıyordu, ama bunlar hiçbir anlam ifade etmiyordu. Arkama bakmadım, bakamazdım. Peşimde kim vardı, kim yoktu artık umursamıyordum. Sadece koşuyordum. Aklımda yankılanan tek şey, o seslerdi. "Gitmeyin!" diye bağıran bir ses, kalbimi sıkarak yankılanıyordu zihnimde. Ama gitmiştim, gitmek zorundaydım. Öyle hissettim.

 

Etrafta karanlık çöküyordu. Ormanın içine doğru daldığımda her şey daha da sessizleşti, sadece ayak seslerim ve hızla aldığım nefesler duyuluyordu. Taşlar artık canımı yakmıyordu, ayaklarım uyuşmuştu. Gözlerim karanlıkta bir şeyler seçmeye çalışıyordu, ama hiçbir şey net değildi.

 

Bir süre sonra nefesim tükendi, dizlerim beni taşımayı reddeder gibi titremeye başladı. Yavaşladım, ama durmadım. Ağaçların arasından süzülen ay ışığı, önümde beliren toprak bir patikayı aydınlattı. Bir çıkış, bir kurtuluş... Belki de sadece başka bir sondu. Ama ona ulaşmak zorundaydım.

 

Kovalandığımı biliyordum, hissediyordum. Ayak sesleri benimkine karışıyor, nefeslerimi bastırıyordu. Gözyaşlarım yanaklarıma süzüldü, ama onları silmek için bile zaman yoktu. "Dur!" diye bağırdı biri yeniden, sesi bana dokunmaya çalışıyor gibiydi. Biraz olsun tanıdık, ama yabancı ses.

 

Ama durmadım. Çünkü durursam, her şey sona erecekti.

 

Orman birdenbire bitti ve karşımda serilmiş sonsuz mavilik belirdi. Ayağımın altındaki toprak yumuşaktı, taşlar ve köklerle doluydu. Önümde, denizi gören bir uçurum yükseliyordu. Dalga sesleri yükselip alçalıyordu, denizin hiddeti bana ulaşmaya çalışır gibiydi.

 

Koşmayı bıraktım, ama nefesim hâlâ düzensizdi. Göğsüm inip kalkarken, uçurumun kenarına kadar yürüdüm. Çıplak ayaklarım yumuşak toprağa gömülüyor, kenara yaklaştıkça bir adım daha atmaktan korkuyordum. Aşağıda, uçurumun dibine çarpan dalgalar, sanki beni aşağı çekmek için bekliyordu.

 

Bir an için dünyadaki her ses kesildi. Peşimde olanlar, ayak sesleri, bağırışlar... Hepsi geride kalmış gibiydi. Deniz, bütün mavi ihtişamıyla önümdeydi. Ama huzur getirmiyordu. Kalbim hâlâ göğsümden fırlayacak gibi atıyordu.

 

Arkadan birinin sesi tekrar yükseldi. "Dur! Lütfen!" diye bağırıyordu. Ses hırıltılı, çaresizdi. Dönüp bakmadım. Kıyıda, rüzgâr saçlarımı savururken ayaklarımın altındaki toprak biraz daha kayıyordu. Birkaç taş yuvarlanıp denize düştü. Suyun yüzeyinde kaybolurken yankılanan ses, içimde bir şeyleri parçalıyordu.

 

Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. Deniz tuzunu burnumda hissettim. Kalbimden yükselen bir his, ayağımı bir adım daha ileri götürmek istiyordu. Altımdaki toprak biraz daha kaydı, birkaç taş daha aşağı yuvarlandı.

 

Rüzgâr yüzüme çarpıyordu. Arkadan bağıran sesler yankılanıyordu: "Dur! Lütfen!" Ancak artık hiçbir şey duymak istemiyordum. Bedenim titriyor, ama ayaklarım hareket etmiyordu. Uçurumun kenarında, sonsuz mavilikle karşı karşıyaydım.

 

Deniz, o devasa gücüyle beni çağırıyor gibiydi. Dalgaların gürültüsü, kalbimin atışlarına karışıyordu. Adım atmak ya da geri dönmek arasında bir uçurumdaydım. Ama ayaklarım, sanki oraya kök salmış gibi, beni bırakmıyordu. Bir adım daha. Sadece bir adım.

 

Peşimdeki sesler kesilmedi. "Lütfen... Yapma!" diyorlardı, ama çok uzakta gibiydiler. Hiçbir şey gerçek değildi artık. Sadece deniz ve ben kalmıştık. Gözlerimi tekrar açtığımda, mavi derinlik bana tüm geçmişimi unutturacak bir kucak gibi görünüyordu.

 

"Sevgilim," dedi fısıltı gibi bir ses. Kulaklarımda yankılanan bu tek kelime, ruhumun en derinlerine dokundu. Hem okşadı hem de beni bir kez daha öldürdü. Bu sesi özlemiştim. Ama imkânsızdı. Onu ben öldürmüştüm.

 

Başımı hızla çevirdim. Kalbim duracakmış gibi atıyordu. Boşluk vardı. Hiç kimse yoktu. Ama sesi, o sesi net bir şekilde duymuştum.

 

"Buradayım," dedi yeniden, bu kez daha yakından. Nefesimi tutarak etrafıma baktım. Gözlerim karanlığa alışmaya çalışıyordu. Ama kimseyi göremedim. Kendi aklım bana oyun oynuyordu, bundan emindim.

 

"Git buradan!" diye bağırmak istedim, ama sesim çıkmadı. İçimde bir şeyler çatırdıyor, kendi karanlığıma gömülüyordum. Oysa nefesi kadar gerçekti bu ses.

 

"Sevgilim, ne yapıyorsun?" dedi bir kez daha, sesi şimdi arkamdan geliyordu. Ama dönemedim. Donup kalmıştım. Gözlerimi kapattım, nefesimi sıklaştıran korku, çaresizlik ve suçluluk karışıyordu.

 

"Özür dilerim," diye fısıldadım. Bu kez sesim titrek, neredeyse duyulmazdı. Ama cevap geldi.

 

"Ben hâlâ buradayım."

 

Hayır. Olmamalıydı. Bunu ben yapmıştım. Kanını ellerimde hissetmiştim. Bedeninin soğukluğunu, nefesinin kesilişini... Nasıl buradaydı? Nasıl konuşuyordu?

 

Ayağımın altındaki toprak biraz daha kaydı, uçurumun kenarına doğru bir adım daha atmak zorunda kaldım. "Sen... sen yoksun," dedim. Sözlerim rüzgâra karışıp kayboldu.

 

Ama o, inatla konuşmaya devam etti. "Senin bir suçun yok, affederdim. Hâlâ affedebilirim."

 

İçimdeki parçalanmış vicdan, bu sözlerle daha da ezildi. Ellerimi kulaklarıma bastırdım, ama sesi kesemedim. Gerçek mi, hayal mi, bilmiyordum. Tek bildiğim, beni öldürdüğüydü.

 

"Gel," sesi hem gerçek, hemde yankı gibi uzaktaydı.

 

"Gel," dedi yine, bu kez sesi o kadar yakındı ki nefesini hissedebiliyordum. Tam o anda bir el sırtımdan karnıma sarıldı. Donup kaldım. Nefesim kesildi, rüzgâr bile durdu sanki.

 

"Miran..." diye fısıldadım, ama sesim kırık döküktü, kelimeyi zar zor çıkarabildim. Elleri gerçekti. Teninin sıcaklığını hissediyordum. Bu mümkün değildi. Miran ölmüştü. Ben onu öldürmüştüm.

 

"Buradayım," dedi sakin bir sesle, beni daha da içine çeken bir tınıyla. Kalbim, göğüs kafesime sığmayacak kadar hızlı çarpıyordu.

 

"Hayır..." dedim, başımı yavaşça çevirmeye çalışarak. Ellerini hissetsem de onun yüzüne bakmaya cesaretim yoktu. "Sen... Sen yoksun. Bu mümkün değil."

 

"Bak bana," dedi, sesi bir emir kadar kesindi ama bir o kadar da yumuşaktı.

 

Ellerimi yavaşça aşağı indirdim, kendimi zorlayarak dönüp baktım. Gözlerimle karşılaştığımda dizlerimin bağı çözüldü. O’ydu. Miran... Gözleri her zamanki gibi karanlık ve sakindi, ama aynı zamanda içimdeki fırtınayı dindirecek kadar tanıdıktı.

 

"Nasıl..." dedim, kelimeyi tamamlayamadım. Boğazım düğümlenmişti. "Sen... öldün. Seni ben..."

 

Sözlerim sustu. Miran’ın elleri yüzüme uzandı, gözlerimin içine bakarak, "Ölmedim," dedi. "Ama sen beni çoktan gömmüşsün." Dalga mı geçiyordu?

 

O an gerçeklik ve hayal arasında sıkışıp kaldım. Rüzgârın soğukluğu, tenine dokunan sıcaklık, her şey birbirine karışmıştı. Ona inanmak istiyordum, ama aynı zamanda bu gerçek olamayacak kadar imkânsızdı.

 

"Yalan söylüyorsun!" diye bağırdım, sesim rüzgârda kaybolacak kadar kırılmış, titrek. Bir adım geri çekildim, ama o hiçbir yere gitmedi. Miran oradaydı. Gözleri aynı, nefesi aynı. Ama bu mümkün değildi. O ölmüştü. Ellerimde ölmüştü.

 

"Sen yoksun," dedim, hıçkırıklarımın arasına karışan kelimeler boğuk ve kesikti. Ellerim istemsizce titriyor, avuçlarımda hâlâ onun kanının sıcaklığını hissediyormuşum gibi yanıyordu. Onunla yüzleşemiyordum. Gözlerini üzerimden ayırmıyordu; o gözler ki bir zamanlar bana ait, şimdi ise bir hayaletten fazlası olamazdı.

 

"Buradayım," dedi Miran, sesi rüzgârın içindeki bir fısıltı kadar yumuşak ama bir ok gibi ruhuma saplanıyordu. Dizlerimin bağı çözüldü, nefes almak bile bir yük haline geldi. Gözlerimi sıkıca kapattım, onu görmemek için. Çünkü gördükçe daha çok batıyordum, daha çok parçalanıyordum.

 

"Hayır," dedim, boğazım düğüm düğüm olmuştu. "Sen öldün. Seni ben öldürdüm. Bu gerçek olamaz." Gözyaşlarım yanaklarımda bir iz bırakıyor, ama ben çoktan denizin dibine gömülmüş gibiydim.

 

Miran bir adım daha yaklaştı. Sesi bu kez daha yakındı, daha derindi. "Neden bu kadar korkuyorsun?" dedi, sesi her zamanki gibi sakin ve içime işleyen bir ağırlıkla doluydu.

 

"Çünkü sen yoksun!" diye bağırdım. Sesi bastırmaya çalışır gibi haykırıyordum ama kelimelerim birer yankıdan ibaretti. "Seni öldürdüm! Nefes alamadığını gördüm! Ellerimle yaptım bunu! Sen burada olamazsın!"

 

Elleri yüzüme uzandı. O dokunuş... Bu kadar gerçek olmamalıydı. Bu kadar tanıdık olmamalıydı. Ama yüzümü avuçladığında gözlerimi açmak zorunda kaldım. Onunla yeniden karşılaştım. Ve o an, her şey bir kez daha üzerime çöktü.

 

"Ölmedim," dedi yavaşça. Kelimeler bir bıçak gibi ruhumu kesiyordu. "Ama sen beni çoktan öldürmüşsün."

 

Sözleri zihnimin derinliklerinde yankılanırken, her şey donmuş gibiydi. Zaman durmuştu, dünya durmuştu. Gözlerimi ondan kaçırmak istedim ama yapamadım. Çünkü onun gözlerinde gördüğüm şey, sadece onun hayatta olduğu gerçeği değildi. Orada benim cehennemim yatıyordu.

 

Nefesim kesilmişti. Ellerim istemsizce yüzünden çekilmek isterken, dizlerimin üzerine çöktüm. Hıçkırıklar içimde bir yanardağ gibi patlıyor, ama sesimi dışarı çıkaramıyordum. "Ben... seni korumak istemiştim," dedim sonunda, kelimelerim çatallı ve kırık döküktü. "Ama... seni mahvettim."

 

Miran’ın yüzündeki ifade değişmedi. Sessizdi. Hâlâ oradaydı. Bu sessizlik beni delirtmek için yeterliydi. Onu sevmiştim. Onu kendi ellerimle yok etmiştim. Ve şimdi, burada, onunla yüzleşmek zorundaydım. Ama içimden bir ses, bunun mümkün olmadığını söylüyordu. Çünkü onun varlığı, benim yok oluşumdu.

 

"Eve gidelim!" Bu ses Alaz'a aitti. Onu gördüm. Bize bakıyordu. Nasıl yani? O da mı ölmediğini görmüyordu?

 

"Gel." Dedi tekrar Miran. Gerçek değildi ki o, ben kime gidecektm? Midemden yukarı doğru yükselen yanmayla gözlerimin karanlığa gömülmesi bir olmuştu, ben bu kadar yükü taşıyamazdım, Ben bu kadar güçlü değildim.

 

🫀

 

(Bölüm uzun, soluklana soluklana okuyun:)

 

"Anne, bana ninni söyler misin? Öyle uyumak istiyorum." Dedi, küçük Deniz, annesi saydığı Gülsüm teyzesine. Annesi başını yastığına yasladı ve saçlarını okşamaya başlarken bir yandan da, içlice bir nenni fısıldamaya başladı kızının kulağına...

 

"Bey babası gelir şamdan,

Nenni yavrum nenni.

Şeker alır kızından,

Nenni yavrum nenni." Ne bir ninniye sığacak kadar umudum kalmıştı, ne de bir ninniyi dinleyip dayanabilecek gücüm vardı...

 

"Bey babası gelir candan,

Nenni yavrum nenni.

Saray yaptırır handan,

Nenni yavrum nenni." Bize saray yaptıracak bir babamız da yoktu, candan gelecek bir babamız da... Yetim, öksüz bir Deniz'dim ben. Fırtınalarda savrulan bir sandal gibi, her dalga biraz daha eksiltti beni. Ne bir liman vardı sığınacak, ne de bir ışık gösteren. Kendi içimde kaybolmuş, çocukluğumu çoktan bir sandığa kilitleyip derinlere gömmüştüm.

 

"Uyusun da büyüsün,

Nenni yavrum nenni.

Büyüsün de beysinsin,

Nenni yavrum nenni." Büyüdükçe eksildim, eksildikçe eksildim... İnsan yaş aldıkça daha çok şey kazanır derlerdi, ama ben her adımda biraz daha kaybettim. Hayallerim küçüldü önce, sonra umutlarım… Ellerimde ne çocukluğumun neşesi kaldı ne de gençliğimin cesareti. Her gün aynaya bakarken, yüzümde eksilen bir şeyler daha görüyordum; kimi zaman bir tebessüm, kimi zaman bir kıvılcım.

 

Sonra anladım, büyümek bazen bir parçanı geride bırakmaktır. Ne geçmişim beni bırakıyordu ne de geleceğim bana yer açıyordu. Sanki hep bir boşluğun tam kenarında yaşıyordum, ama o boşluğa düşecek kadar cesur değildim. Düşmemek için tutunduklarım da beni daha çok yormaktan başka bir işe yaramıyordu. Böylece büyüdükçe eksildim; her eksilmede biraz daha yalnızlaştım.

 

Uyan kızım uyan, uyudukça da kaybediyorsun.

 

Gözlerimi açmaya çalıştıkça sanki dikenler batıyordu canıma, uzandığım yataktan doğrulduğımda "günaydın," diyen bir ses duydum önce. Ardın bunu çok normal bir şekilde karşılayıp bende, "günaydın." Demiştim. Ama ta ki gelen sese yöneldiğimde gördüğüm surete bakınca ya kadardı sakinliğim. Hızla doğrulurken gerçeklik ve hayal dünyamın birbirine karıştığını düşünüyordum. "Sakin ol," dedi sanki, biraz sonra yaşanacak olan deliliği baştan uyarırcasına. "Sen..."

 

"Lütfen, sakin ol. Açıklayacağım. Ölmedim, yaşıyorum ve evet karşındayım."

 

"Miran..." Sesim titredi yine, ve yine... İçimde patlayan bir çatışma vardı ve bu çatışmanın da büyük bir acısı. Kendimi ona sarılı bulurken gözyaşlarım istemsizce akıyordu. "Burdasın." Kokusunu içime çektikçe rahatlıyordum, gevşiyordum. "Burdasın, ölmedin." Sarılışım boşuna değildi, sımsıkı sarılıyorduk birbirimize.

 

Ama o an, sarılışımızın sıcaklığında bile içimdeki şüphe büyümeye başladı. Bu kadar kolay olabilir miydi? Onca acının, onca suçluluğun ardından onu böylece geri kazanabilir miydim?

 

"Miran," dedim, boğuk bir sesle, başımı omzuna yaslamışken. "Bu nasıl mümkün olabilir? Seni kendi ellerimle kaybettim. Seni... seni orada bırakmak zorunda kaldım. O gece..." Sözlerim boğazımda düğümlendi, devam edemedim.

 

Miran geri çekildi, yüzüme baktı. Gözleri karanlık ve derin, ama bir o kadar da sakin. Sanki içimdeki kaosu anlayışla izliyordu. "O gece beni kurtaramadığını düşündün, biliyorum," dedi, sesi bir su gibi yumuşak ama derin bir yankıyla doluydu. "Ama ölmedim. Sadece... gitmek zorundaydım."

 

"Gitmek mi zorundaydın?" diye tekrarladım, kelime ağzımdan çıkarken öfke ve şaşkınlık karışımı bir acıyla yanıyordu. Ellerimi göğsüne koyup onu ittim, aramızdaki mesafeyi açarak. "Senin öldüğüne inandım, Miran. Seni orada ölüme terk ettiğime inandım. Kendimi mahvettim! Ve sen... sen gitmek zorunda mıydın?!"

 

"Mecburdum," dedi, ama bu söz bir açıklama getirmekten çok, içimdeki öfkeyi alevlendirdi.

 

"Senin için yas tuttum! Senin için öldüm, Miran!" diye bağırdım, gözyaşlarım yine akmaya başlamıştı. Ellerim titriyor, kontrolümü kaybediyordum. "Şu iki günde... İki günde, senin nefessiz kaldığın o anı tekrar tekrar yaşadım. Peki ya sen? Sen neredeydin?!"

 

bir adım attı bana doğru, ama bu kez geri çekildim. "Beni bırakmış olmanı kabul edebilirdim," dedim, sesim çatlak ve boğuk. "Ama beni böyle bir cehenneme sürükleyip hâlâ yaşadığını söylemen... bunu nasıl açıklarsın, Miran?"

 

Yüzündeki ifade değişmedi. Ne pişmanlık ne de suçluluk vardı. Sadece bir gerçekliği kabul etmemi bekler gibi, sessizce beni izliyordu.

 

"Anlat," dedim, dişlerimin arasından sıktığım bir kelimeyle. "Nasıl burada olursun! Nasıl oldu her şey! Nasıl?!"

 

O an, bir rüzgâr gibi içimdeki delilik, öfke ve acı birbirine karıştı. Bu adam benim cehennemim olmuştu, ama aynı zamanda cennetim olma ihtimali hâlâ buradaydı.

 

Yanaklarımdan tutarak benim hizama gelirken dudaklarının sıcaklığını dudaklarımda hissettim. Özlem, pişmanlık, acı her şey birbirine dolanırken, içimden gelen dürtüyle sadece dona kalmıştım.

 

Onu çok özlemiştim.

 

Onu çok seviyordum...

 

 

Devam edecek...

 

d.n_zii Instagram hesabımdan bölüm hakkında düşüncelerinizi bana iletebilirsiniz, mesajlarınıza seve seve dönerimm... 🌹🦋

 

 

Bölüm : 26.12.2024 18:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...