26. Bölüm

Kırık kalpler

Rahime Deniz
ben1deniz

Yorum yapıp beğenmeyi unutmayın🪔

 

Herkes sessizdi. O gece havada bir ağırlık vardı, sanki uğursuz bir şey olacakmış gibi hissettiriyordu. Timdeki herkes aynı gerginlikle nefes alıyordu, ama en çok Asi'yi izliyordum. O güçlü kadının gözlerinde bugün bambaşka bir şey vardı, sanki içindeki fırtınayı tutmaya çalışıyordu.

 

Derken telsizden o lanetli haber geldi. Akın... Akın ağır yaralıydı. Asi'nin gözlerinde bir anda her şey dağıldı. Normalde savaşın ortasında bile kendini kaybetmezdi; bu sefer başka bir şeydi bu... Bu, içindeki en değerli şeyi kaybetmekten korkan bir kadının sessiz çığlığıydı.

 

Bir süre sonra duyduğumuz diğer haberle, Akın'ın şehit düştüğünü öğrendik. Birkaç saniye her şey dondu. Asi'nin gözleri boş bir noktaya bakarken, sanki içindeki bütün hayat çekilmiş gibiydi. Yanına gittim, omzuna dokundum, ama bana bakmadı bile. Yavaşça yere çöktü, ellerini karnına götürdü ve ince bir sızı duyulacak kadar bir nefes verdi. İçindeki bebeğin de, Akın'la birlikte gittiğini o an anladım.

 

Gözlerim doldu ama bir asker olarak bunu göstermemem gerektiğini biliyordum. Oysa o an, kardeşimin ve onun çocuğunun bizimle olmadığını kabul etmek kadar zor bir şey yoktu. O an anladım; bazı kayıpların acısı öyle derin ki, onları ne biz unutabiliriz, ne de o insanlar bizden ayrılabilir. Asi, Akın ve kızı... Payidar kalacaktı, bizden sonra bile...

 

Asi o gece çok değişmişti, hepimiz bunu görebiliyorduk. Tim, kayıpların ağırlığını omuzlarında taşırken sessizdi, ama Asi'nin içinde kopan fırtına hepimizin üzerine çökmüştü. O güçlü kadın, gözlerinde yangınla yürüyen Asi artık sadece bir anne, sevdiği adamı ve doğmamış kızını kaybetmiş bir kadın olarak karşımdaydı. Öylesine derindi ki acısı, gözlerine bakmak bile insana ağır geliyordu.

 

Bir süre sonra operasyondan döndük ve sessizce dağılmaya başladık. Ama ben Asi'yi yalnız bırakamazdım, bırakırsam bu ağırlığın onu tamamen yok edeceğini biliyordum. Onun yanına gidip usulca elini tuttum. İlk defa bana bu kadar boş bir ifadeyle baktı; gözlerinde tanıdığım o Asi yoktu. Hani gözlerine baktığınızda, o yangını hissettiğiniz o kadın gitmişti.

 

"Asi," dedim yumuşak bir sesle, "biliyorum, acını kelimelerle tarif edemem. Ama şunu bil ki Akın... Akın senin gibi bir kadının sevdiği adam olarak yaşadı ve öyle gitti. Bir ömür boyu hatırlayacaklar onu, Seninle yan yana savaştık; iyi birer asker değil, kardeşiz biz..."

 

Beni dinledi mi bilmiyorum. Ama gözlerindeki o boşluk, içimde bir yara gibi yankılanıyordu. Asi'yi toparlayabileceğimizi, onun yeniden ayağa kalkabileceğini umuyordum. Ama o gece anladım ki bazı yaralar, asla tam anlamıyla iyileşmezdi. Artık görevimiz sadece savaşmak değil, Asi'nin omuzlarındaki bu acıyı da bir parça taşıyabilmekti. Onunla birlikte Akın'ı ve kızını yaşatmak, ölümsüz kılmak bizim yeminimizdi.

 

Günler geçiyordu, ama Asi'nin içindeki boşluk gitgide derinleşiyordu. Tim, görevde olduğu kadar onun etrafında da kenetlenmişti. Çağıl, Altay, Asaf... hepimiz, o kaybın ağırlığını bir nebze paylaşabilmek için elimizden geleni yapıyorduk. Ama o, başka bir dünyadaydı artık. Konuşmak, onunla geçmişi hatırlamak neredeyse imkansız hale gelmişti; sanki tüm duygularını, tüm umutlarını o gece Akın ve kızıyla birlikte kaybetmişti.

 

Bir akşam nöbet yerindeyken yanına gittim. Dağların üzerinden batan güneşi izliyordu; gözleri dalgın, sessiz. Yaklaşıp yanına oturdum, hiçbir şey söylemeden, sadece onun yanında olduğumu hissettirmek için.

 

"Deniz," dedi, sesi kısık ve yorgun. "Her gece, rüyamda kızımı görüyorum. Kucağımda, ellerim ona sarılmış. Ama sabah olunca... anlıyorum ki hiçbir şey kalmamış. Ne Akın, ne kızımız."

 

Boğazım düğümlendi. Ona nasıl teselli verilir, hangi kelimelerle bu acı dindirilebilir bilmiyordum. Ama biliyordum ki susmak bazen en doğru şeydi. Ellerini ellerime aldım, sessizce, yanında olduğumu hissettirmek için sıktım. O an, gözlerinden süzülen yaşları görmezden gelmem imkansızdı.

 

"Asi," dedim sonunda, sesim titreyerek, "sen o kızın annesisin. Akın'ın sevdiği kadın, kızının kahramanı olarak yaşamak zorundasın. Senin hikayen burada bitmedi. Bu acı hep içinde olacak, bunu biliyorum, ama bir yandan da yaşamak zorundayız. Onları payidar kılmak için, anılarını yaşatmak için..."

 

Kısa bir süre, gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı. İçindeki fırtınanın henüz dinmediğini biliyordum. Ama o anda, Asi'nin o sarsılmaz, güçlü yönünü yeniden hissettim. Bir gün, bu acıyla yaşamayı öğrenecekti. Belki yaraları tamamen kapanmayacaktı, ama Akın'ın, kızlarının hatırası onu yeniden ayağa kaldıracaktı. Ve ben, tıpkı Akın'a verdiğim söz gibi, Asi'nin yanında olacaktım. Tim olarak, kardeş olarak, acılarını paylaşarak devam edecektik.

 

O gün, Asi'nin gözlerinde sönmüş gibi görünen umut ışığının, bir gün yeniden yanacağına dair içimde küçük de olsa bir inanç doğdu.

 

Bu inanç artık yok olmuştu, onu artık tanıyamıyordum. Neden böyle bir ihaneti yapmıştı anlayamıyordum. Mert'in hayatında nasıl yer edindi? Nasıl bana rağmen bu görevi kabul etmişti bilmiyordum....

 

Görevini kabul ettiğini duyduğumda, nedenini anlamak istedim. Hangi amaçla, hangi sebebe dayanarak böylesine bir kararı almıştı? Beni mi yok sayıyordu, yoksa başka bir sebep mi vardı? Eskiden, birbirimiz için nefes aldığımız o günler şimdi hatıralardan ibaret kalmıştı. O Asi, gözlerinde ateşiyle savaşa giren, hiçbir şeye boyun eğmeyen Asi, nasıl böyle bir değişim geçirmişti?

 

Bu sorular kafamda dönüp dururken ona dair içimde beslediğim o son umut da solmaya başlamıştı. Kafamda sadece bir boşluk vardı. Eğer bu kadar uzaklaşabildiysek, eğer birbirimize sırt dönecek noktaya geldiysek, belki de biz kaybetmiştik...

 

Sonunda oturduğumuz salonda Mert'le yalnız kalabilmiştik. Aramızda kısa bir sessizlik yayıldı. Ardından bakışlarım üzerine kalktığında gülümsedi.

 

"Ne zamandan beri Asi'yi tanıyorsun Mert." Bir an kasıldı. Sorumu beklemiyormuş gibi afalladı. "Ona nasıl aşık oldun?" Dediğimde gülümsemeye çalışarak gözlerini kaçırdı. "Biraz karışık." Dediğinde anlatması için es vermiştim. "Aslında ben Asi'yi ilk gördüğüm zaman aşık oldum." Dediğinde kaşlarım havalandı. Hissettiği gerçekten de aşk mıydı?

 

"Ben hastanedeyken mi?" Dediğimde hayır anlamında başını salladı. "Ben onu ilk gördüğümde seni tanımıyordum bile," kaşlarım usulca havalandı. "İki yıl önce Karahanlı'ların holding daveti vardı." Yüzü ciddiyetle gerildi. "Onu ilk orada gördüm."

 

Akın Karahanlı'nın babası vermişti o daveti. Oğlunun ardından işlerine döndüğünü göstermek için camianın en büyük davetiydi o. Asi oraya kayın babasının ricası üstüne gitmişti. Gözlerimi kırpıştırırken şaşkınlığımı belli etmemeye çalışıyordum. "Nasıl yani? İki yıl önce gördün ve unutmadın mı?"

 

Mert gözlerini kaçırarak gülümsedi, ama bakışlarında ciddiyet vardı. Sanki söyleyecekleri ona bile ağır geliyordu. "Evet," dedi, "unutmadım. Asi... o davette herkesin arasında bir başkaydı. Kalabalığın içinde bile yalnız duran, ama o yalnızlığı sanki bir kalkan gibi taşıyan biriydi. Ona bakınca... bilmiyorum, işte, ondan gözümü alamadım. Koca salon dolusu insandan, sadece onu gördüm."

 

"Yani sen onu biliyordun, tanıyordun."

 

"Hayır, bilmedim, tanımadım hiçbir zaman, çok aradım ama nerede arayacağımı bile bilmeyerek aradım, onu kendi içimde içselleştirdim. bilmiyorum belki de sapıklık diyeceksin ama değil, ben onu bir dakika daha görmek için çok şey feda ederdim."

 

Bu acıklı hikayeye Asi uymuyordu. "Peki," dediğimde Mert yerinde dikleşti. "Onun duyguları, yani... Sana karşı..." Nasıl soracağımı bilemezken szorlandığımı görüyordu.

 

"Bilmiyorum." Dedi beni anlayıp cevaplayarak. "Onun duygularını bilmiyorum, ama ben onun yanındayken kendimi hiç olmadığı kadar hafif hissediyorum."

 

"Sana karşı duygularından emin olmadığın bir kadınla..."

 

"Ondan emin olmasam bile kendimden eminim." Sözümü bölerken gizlemeye çalıştığı bir sertlik vardı sesinde. "Belki zamanla emin olurum." Daha çok kendini avutur gibiydi. "Belki zamanla hiç olmadığı gibi birbirimizi severiz."

 

"Asi..."

 

"Biri bana mı seslendi!" Arkamdan duyduğum sesi ile susarken Mert ayağa kalkıp onu karşıladı. "Hoş geldin, canım." Mert hiç olmadığı gibi sakin, ve durgundu.

 

"Hoşbulduk canım." Dudakları birleşince gözlerimi devirerek bakışlarımı yere indirdim. "Nasılsın Deniz." İkisi de koltuğa yerleşirken Asi neredeyse Mert'in içine girecekti. "İyi." Dedim sadece. Koltuktan kalkarak salondan ayrılırken, "halletmem gereken işlerim var," diyerek doğruca merdivenlerden yukarı çıktım.

 

yukarı çıkarken arkamda bıraktığım o sahne, içimde kelimelere dökülmez bir ağırlık bıraktı. İkisini böyle yan yana görmek, birbirlerine "canım" diyerek hitap etmeleri, beni yalnızca bir yabancı gibi orada öylece bırakmaları... Sanki geçmiş, acımasız bir şekilde elimden kayıp gidiyordu. Bir zamanlar Asi ile birbirimizin en güvendiği dostlarıydık, her şeyimizi paylaştığımız, her savaşımızı birlikte göğüslediğimiz insanlardık. Ama şimdi... Şimdi karşımda yabancı biri vardı, Mert'e tutunan, onunla bütünleşen ve bana artık hiçbir şey borçlu olmadığını hissettiren biri.

 

Miran'ın çalışma odasının önüne gelip durdum. Kapıyı tıklatırken odadan buğultulu konuşma sesleri geliyordu. Kapıyı açarken masasına yaslanmış telefonla konuştuğunu gördüm. Yavaş adımlarla yanına ilerlerken geldiğimi fark ederek beni göğsüne çekti ve saçlarıma öpücükler bıraktı.

 

"Anladım Naz hanım." Diyordu, Naz kimdi? Çenemi göğsüne yaslayıp alttan alttan bakarken sakallı yüzünde parmaklarım dolaşıyordu. "Haber verirsiniz, teşekkürler." Bir süre daha dinledi karşı tarafı, ardından tekrar teşekkür edip telefonu kapattı. "Naz kim?" Dedim içimdeki kıskançlığı dışarı çıkararak.

 

"Naz mı kim?" Telefonu masaya bırakırken alaylı yüz ifadesiyle bana döndü. "Evet, kim o kadın?"

 

"Hangi kadın?"

 

"Konuştuğun kadın Miran."

 

"Bir kadınla mı konuşmuşum."

 

"Dalga mı geçiyorsun sen benimle be!" Yüzünde alaylı bir gülümseme belirirken sinirle geri çekildim. "Dalga mı geçiyor muşum-"

 

Omzuna şiddetle vururken kahkhasını patlatmıştı. "Seni gebertirim bak! Kimdi o kadın?!"

 

"Kıskançlıktan bu kadar delirmene değecek biri değil." Ilımlı sesi içime işlerken sırtımdan tutarak beni kendine çekti. "Hiçbir kadın gözümde senden daha değerli değil." Saçlarıma karışan parmakları canımı mayhoş ederken onun gözlerine bakarak yutkundum. "Beni kıskan, bu hoşuma gider. Ama asla aklına başka bir şey getirme. O zaman hoşuma gitmez işte." Sözleri kulağımda yankılanırken kalbim göğsümde hızla atmaya başladı. Yüzümde beliren utangaç gülümsemeyi saklamaya çalışsam da, onun keskin bakışlarından kaçmam imkansızdı. Parmakları saçlarımda gezinirken dokunuşunun sıcaklığı tüm bedenime yayılıyordu.

 

"Daha ne kadar kıskanabilirim ki?" diye mırıldandım, gözlerimi yere kaçırarak. "Sana bu kadar aşıkken başka bir şey düşünmek bile benim için ceza gibi."

 

Ellerini saçlarımdan çekip çenemi hafifçe yukarı kaldırdı, bakışlarımız yeniden buluştu. Gözlerindeki kararlılık, dudaklarından dökülen kelimeleri daha da anlamlı kılıyordu.

 

"İyi dinle beni," dedi, sesi derin ve ciddi bir tona bürünmüştü. "Hayatım boyunca senden başka kimseyi böyle sevmedim. Kimse beni senin gibi değiştiremedi, tamam mı? Öyle bir şey olmayacak."

 

Sözleri beni hem rahatlattı hem de boğazımda bir düğüm oluşturdu. Konuşmak istesem de kelimeler boğazımda düğümlenmişti. Ona bir şey söylemek yerine ellerimi boynuna doladım ve başımı göğsüne yasladım. Kalp atışlarını hissetmek, bütün o endişelerimi susturmuştu.

 

"Romantik bir yemeğe çıkalım mı?"

 

"Çıkma teklifi mi alıyorum."

 

"Neden olmasın." Dudakları dudaklarımda yer edindi. Sanki bir dahası olmayacakmış gibi derin derin öperken beni bırakmak istemiyormuşcasına kendine sardı. Uzun uzun kokumu soludu. Yüzümün her detayını nakış nakış aklına işledi. "Seninle olmak, bir ömrü güne sığdırmak gibi; ne kadar uzun yaşasam da, senin yokluğunda hep yarım kalacakmışım gibi..."

 

🫀

 

Üç ay sonra

14.7...

 

Temmuz....

 

Miran'ın günlüğünden....

 

Aylardan temmuz, günlerden sensizlik... Güneş tepemde yakıcı bir hüküm sürüyor, ama içimdeki boşluk ondan da beter kavuruyor. Sokaklar kalabalık, sesler gürültülü, ama hiçbirini duyamıyorum. Her adımda bir iz bırakıyorum asfalta, ama senin izlerin nerede? Her şey aynı kalmış gibi görünüyor, oysa hiçbir şey eskisi gibi değil.

 

Sensizlik, dilimde bir kekremsizlik gibi; ne yutabiliyorum ne kusabiliyorum. Gökyüzüne bakıyorum, bulut yok. Geceleri yıldızları arıyorum, onlar da yok. Sanki seninle birlikte evren de küs bana.

 

Bir şeyler yazmaya çalışıyorum; kâğıt beyaz, mürekkep siyah ama sözcükler renksiz. Ellerim titriyor kalemi tutarken. Aklımın ucunda sen, hep aynı yerde duruyorsun. Sanki dönüp bakarsam her şey çözülecek gibi... ama dönmeye korkuyorum. Çünkü biliyorum, sen artık orada değilsin.

 

Temmuzun sıcağı içinde sensizlikle üşüyorum. Bazen bir esinti gelir de unuturum sanıyorum, ama her rüzgâr saçlarımı dağıtınca hatırlatıyor: Sen yoksun.

 

Deniz'in ağzından devam.

 

Temmuz sıcak, ben buz gibi... Tenim sıcak, içim kum gibi... Ellerim dokunduğum her şeyi soğuk bırakıyor sanki, ama içimdeki çatlaklardan rüzgar esiyor, hep bir şeyleri alıp götürüyor. Kum taneleri gibi dağılıyorum içimde, her adımda biraz daha savruluyorum.

 

Gözlerimi kapatıyorum, karşımda sen. Bir yaz gecesi hatırası gibi, ama o kadar uzak, o kadar bulanık... Uzanıp dokunmaya çalışsam, elimden kayıp gideceksin biliyorum. Öylece duruyorum, izliyorum seni. Dudağında bir gülüş, teninde güneşin izi... Ama benim içimde karanlık. Sen ışıkla örülüyken, ben gölgelerden biriyim artık.

 

Sokak lambalarının altından geçiyorum, her biri beni aydınlatmaktan korkuyor gibi sönük. Bir ağustos böceği şarkı söylüyor, ama ben duyamıyorum. Kulağımda yalnızlık çınlıyor, temmuzun sıcağında yankılanan bir boşluk.

 

Ve o boşluk... o boşluk her yerde. Nefes aldığım her anın içinde, her kelimenin son hecesinde, her gece yıldızlara baktığımda göğsümde bir yumru. Temmuz sıcak, ama ben hâlâ buz gibi. Çünkü sen gideli, içimde hiçbir mevsim bir daha yaz olmadı.

 

İnsan ne kadar yıkılabilirdi, bilmem. Ama ben enkaz altındaydım.

 

Yıkıntıların en büyüğünü yaşamıştım, en berbat, en can acıtanını yaşamıştım.

 

"Gelebilir miyim?" Bu Alaz'ın sesiydi. Hareket edemedim, cevap veremedim. Suskunluğumdan izin alarak yanıma doğru adımladı. Önüme geçmedi, arkamda durdu. Hep yaptığı gibi... "İyi misin?" Öylece izlediğim manzarayı bırakıp ona dönemedim. Ya da dönmek istemedim. Biraz daha konuşmaya başladı. Duymuyordum. Ama sesi odada yankılanıyordu.

 

"Acıyor mu?" Kulağıma ilişen sesi ile hafifçe tebessüm ettim. "Canım mı? Hayır, acımıyor...Acısa ne değişir ki? Acımayan bir şey kaldı mı zaten? İnsan bir süre sonra acıya da alışıyor, biliyor musun? Onunla yaşamayı, onunla nefes almayı öğreniyor...Acı, bir süre sonra hissettiğin tek şey olunca, canın acımıyor artık... Çünkü zaten hissetmiyorsun."

 

Sustu, susması lazımdı zaten artık. Bir süre sonra yavaşça ona doğru döndüm. "Teşekkür ederim." Dedim sesimden akan minettle. "Arkamda durduğun için, ama daha fazlasını kaldıramıyorum." Göz bebeklerinin büyüdüğünü gördüm. "Zaten hiçbir şey iyi gitmiyor. Bari daha fazla birbirimizi yormayalım." Elim yanağına gittiğinde pürüzsüz tenini baş barmağımla okşadım. "Ben bu aile işini beceremiyorum. Beceremem, çünkü kanımda yok." Yutkundu. "Çok geç bulduk birbirimizi... Ama çok yanlış bir zamanda geldin. Bunu biliyorsun, görebiliyoruz." Elimi teninden çektim. "Gitmem gerek. Bu şehir bana çok ağır geliyor artık. Dayanamam, taşıyamam bu yükü..."

 

"Bırakmam seni."

 

"Bırak... lütfen." Yavaşça uzaklamaya başladım. "Bizim için, benim için. Bırak beni. Dayanamam daha fazla."

 

"Deniz." Kırılgan sesi ile gittikçe burkuluyordu. "Yapma..."

 

"Yapmamam gereken çok şey yaptım. Asıl yapmam gerekenleri unuttum."

 

"Seni bırakamam." Üzerime doğru gelirken onu durdurdum. "Ölürüm. Daha fazla kalırsam ölürüm abi..." Titrek bir nefes verdim. "Kendim için, gitmem gerek."

 

"Yapma..."

 

"Affet. Affet beni..." Başını sağa sola doğru sallarken gözlerinin dolduğunu görebiliyordum. "Güz güzeli, kardeşim. Lütfen..."

 

Sustum. Gözlerimden akan yaşların haddi hesabı yokken hıçkırıklarımı ardımda bırakarak hızla olduğum yeri terk etmek için koşmaya başladım. "Gitme!" Diyordu Alaz, duramadım. Kendimi durduramadım. Göz yaşlarım içinde arabama binerken onun bana yetişmemesini fırsat bilerek arabayı çalıştırdım ve uzaklaştım.

 

Motorun sesi, göğsümdeki ağırlığı hafifletmeye yetmiyordu. Her kilometrede biraz daha eksiliyordum, biraz daha yalnızlaşıyordum. Silecekler ön camı temizlerken gözyaşlarımı silemiyordu. Gözümde, Alaz'ın o çaresiz bakışı kaldı. Sesinde yankılanan hüzün, kulaklarımda bir çığlık gibiydi. "Güz güzeli, kardeşim..."

 

Direksiyona sıkıca sarıldım, nefesimi tutmaya çalıştım ama karnımın ortasında bir ağrı peyda oldu. Kalbim çatlamış gibiydi, parçalarından biri arabada kalırken diğer parçasını Alaz'ın yanında bırakmıştım. Bir an için dönmeyi düşündüm. Her şeyi geri almayı. Ama yapamazdım. Kendimi affetmek ne mümkün, onu da zincirlerime bağlamak olmazdı.

 

Bir benzin istasyonunda durdum. Arabanın motorunu kapattığımda, yalnızlık içime kara bir ok gibi saplandı. Telefonum elimdeydi ama arayamazdım. Söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Hangi kelime Alaz'ın gözlerindeki o bakışı unutturabilirdi ki? Kendime bir kahve alıp otoparktaki banklardan birine oturdum. Ellerim titriyordu.

 

Gözümde aynı sahne dönüyordu: Alaz'ın bana yetişmek için attığı adımları, arkamdan gelen sesi. "Gitme!" diye haykırışı. Sesi ne kadar uzağa gitsem de benimleydi. Kahve fincanını bir kenara bırakıp kollarımla kendimi sardım. İçimdeki soğuk rüzgar dinmek bilmiyordu. O an fark ettim; kendimden kaçmam mümkün değildi.

 

Gece çöküp yıldızlar gökyüzünde belirirken tekrar arabaya bindim. Gidecek bir yerim yoktu ama duracak gücüm de yoktu. Farların aydınlattığı yolda, kaderimden kaçmaya çalışarak ilerledim. Sanki her dönemeçte onun sesi yankılanıyor, her ağaç gölgesinde onun silüeti beliriyordu. Kafamı direksiyona yasladım ve hıçkırarak ağlamaya başladım. Bütün dünyaya haykırmak istedim:

 

"Neden beni böyle çaresiz bıraktınız? Neden seçimlerim her zaman bu kadar acı veriyor?"

 

Araba, bilinmeyen bir hedefe doğru ilerlerken içimde tek bir şey kesinleşti: Bu yolculuk, beni kendimden de, sevdiklerimden de uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Ama geri dönmek? Hayır. Bunun için de cesaretim yoktu. Onlara bir daha nasıl bakabilirdim?

 

Beni ben yapan her şeyi arkada bırakarak yol almaya devam ettim. Ama ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım, kalbimin bir parçası hep onunla kalacaktı. Ve bu, beni sonsuza dek yarım bırakacaktı.

 

🫀

 

Şiddetle çalan kapıyla uykumdan uyanırken önümü dahi göremezken karanlıkta kapıyı bulmaya çalışıyordum. "Kimsin sen Allah'ın belası." Homurdana komurdana bulduğum kulpu çevirirken aydınlanan giriş ile gördüğüm surete bıkkınlıkla bakıyordum. "Ne işin var senin burada?" Asi gözlerime kararlılıkla bakarken içeri geçerek beni itti ve kapıyı kapattı. Sanki yerini daha önce biliyormuş gibi ışıkları aydınlatırken gözlerimi kırpıştırdım.

 

"Neden telefonlarımı açmıyorsun?"

 

"Sanırım seni engellemiştim." Dediğimde birden yüzüme yediğim yumrukla duvara kapaklandım. "İyi misin sen Allah'ın belası! Kaç aydır sana ulaşmaya çalışıyoruz!" Yerimde doğrulurken gözlerimin önü kararmıştı. En sonunda kendime gelirken ona döndüm ve gülümsedim. "Ne oldu? Bana ulaşamayınca korktun mu? Ya da teleşlandın mı?"

 

"Dalga mı geçiyorsun sen benimle?" Üzerime yürüdü. Tekrar yumruk atacakken kolunu tuttum ve çok ağrıyacağını bilsemde karşılık olarak ona kafa atmıştım. İnlememiz odayı doldururken alnımın çatlayacağını düşünerek geriye doğru adımladım. "Sikeyim! Çok ağrıdı!"

 

"Benim de kafam ağrıdı!" Diyerek karşılık verirken onun yerden kalkmasına yardım ederek elimi uzattım. Elimi tutmak yerine karnıma yediğim tekmeyle arkaya doğru sendeleye sendeleye yere düştüm. "Orospu! Bunu neden yaptın!" İnlemem ile ikiye katlanmıştım. "Sen neden bunu yaptın!" Dedi bağırarak. "Mahvettin her şeyi! Bütün planı, bütün hayatını mahvettin! Ne haldesin farkında mısın! Ölü gibisin amına koyayım, ölü!"

 

Kısa bir kahkaha patlatırken karnımdaki ağrıyı yok saymaya çalıştım. Dizlerimi karnıma çekip oturur pozisyona geçerken ona baktım. "Senin bu öfken... Tam bir komedi. Ne yapmamı bekliyordun? Hayatım mahvolmuşken oturup uslu bir köpek gibi beklememi mi?"

 

ellerini saçlarına götürerek derin bir nefes aldı. Gözleri delirmiş gibi bakıyordu. "Hayır! Ama şu haline bak! Kendini yok ediyorsun! Ben seni kurtarmaya çalışıyorum, sen ise her şeyi daha da beter hale getiriyorsun!"

 

Ayağa kalkmaya çalıştım, ama karnımdaki ağrı beni tekrar yere çekti. Dişlerimi sıkarak, "Zaten her şey senin yüzünden kötüleşti, ayrıca... Kurtulmak istemiyorum, anlıyor musun? Herkes benden bir şeyler istiyor, onların planlarına uymamı bekliyorlar. Ama ben... Ben bittim! Her şeyi mahvetmiş olabilirim ama en azından bu benim kararım!" dedim.

 

O an bir adım daha yaklaştı. "Kendi kararın mı? Bu mu senin kararın? Ölmek mi istiyorsun? Bunu mu söylüyorsun bana?!" Sesi çatlamıştı, kelimelerle birlikte acı da sızıyordu.

 

Bir an için sessizlik çöktü. İkimiz de birbirimizin nefes alıp verişini duyabiliyorduk. Ayağa kalkmaya çalıştım ve sonunda becerebildim. Yüzüne bakarken yutkundum. "Ölmek mi istiyorum bilmiyorum... Ama yaşamaya devam etmek de istemiyorum. Anladın mı? Yaşamak, şu an sadece bir yük."

 

O, sanki bu sözler onu bir darbe gibi yemiş gibi geri çekti. Gözlerini yere indirdi ve ellerini yumruk yaparak yanlarına saldı. "yük dediğim şeyi kurtarmak için her şeyimi verdim," dedim, sesim alçalmış ama hala keskin bir tonda. "Her şeyimi."

 

Bir süre sessizlikte kalıp birbirimize baktık. Bir tarafım özür dilemek, diğer tarafım ise haykırarak çıkıp gitmek istiyordu. Ama hiçbirini yapmadım. Sadece orada durup onun söylediklerini anlamaya çalıştım. "Albay..."

 

"Bana ondan bahsetme... Kendinden de bahsetme... Bana hiçbir şeyden bahsetme, hiçbir şey duymak istemiyorum. Git, Asi. Beni yalnız bırak. Beni kendimle yalnız bırak." Kısa bir an duruldu. Ardında evi incelemeye başladı. "Burada mı kalıyorsun? Bir artı bir bile değil. Sadece salon var. Mutfağı bile salonda. Çok aradın mı burayı?"

 

Bir sigara yaktım. "Bu ruh haliyle küçücük bir çadıra bile razı gelebiliyorsun." Dedim. Küçümseyen bakışları benden uzaklaştı. "Sana acıyorum.." dedi.

 

"Biliyor musun?" Sigaramdan aldığım dumanı üflerken gülümsedim. "Ben bile kendi kendime acıyorum. Hatta bazen çok pis vicdan azabı çekiyorum ama işte... Bazen hiçbir şeyi geriye döndüremiyorsun." O, söylediklerimi sindirmeye çalışır gibi bir süre sessiz kaldı. Yüzüme baktığında gözlerindeki o yargılayıcı bakış yerini derin bir yorgunluğa bırakmıştı. "Kendine acıman bile bana sinir bozucu geliyor," dedi. "Bütün bu kaosun içinde hala bir şeyleri pişmanlıkla süslemeye çalışıyorsun. Ama biliyorsun değil mi? Pişmanlık hiçbir şeyi değiştirmez."

 

Gözlerimi sigaramın ucundaki közden ayırmadan başımı salladım. "Evet, değiştirmez. Ama insan yine de pişman olur. Çünkü bazen elinden başka bir şey gelmez. Yaptığın hataların küfesiyle yaşamak zorundasın, tıpkı benim gibi."

 

"Böyle yaşamayı bir seçimmiş gibi sunmayı bırak," diye karşılık verdi, sesi sertleşmişti. "Sanki kurban senmişsin gibi konuşuyorsun. Ama hayır, kurban olan biziz. Seni sevenler. Seni kurtarmaya çalışanlar. Bizi düşünmeden kendi savaşını seçtin. Ve şimdi bu haldeyiz."

 

Bir kahkaha attım. Kısa, acı bir kahkaha. "Bizi mi? Hayır, dostum. 'Biz' diye bir şey yok. Hepimiz kendi boktan yalnızlıklarımızın içinde debeleniyoruz. Sen de, ben de. Ve bu yalnızlıkta kimse kimseyi kurtaramaz."

 

Bu sözler üzerine bir adım attı, o kadar yakındı ki yüzündeki öfkeyi tüm netliğiyle görebiliyordum. "O zaman neden hâlâ buradayım, ha? Neden seni terk edip gitmedim? Eğer dediğin gibi 'biz' diye bir şey yoksa, neden bu kadar savaşıyorum? Söyle!"

 

Sigaramı yere attım ve ayak ucumla ezdim. "Git," dedim sakin bir sesle. "Git ve beni yalnız bırak. Çünkü sonunda göreceksin, uğraşmaya değmez biri için bu kadar didiniyorsun."

 

Gözlerimi ondan ayırmadan söylediklerimin ona ne kadar ağır geldiğini gördüm. Yüzündeki ifade, söylediğim her kelimenin içini dağladığını ele veriyordu. Ama yine de gitmedi. Bunun yerine başını iki yana sallayıp bir kahkaha attı. İncitici, alaycı bir kahkaha.

 

"Gel benimle." Kolumu tuttuğunda zorla çekiştirmeye başladı. "Yalnız kalmana izin vermiyorum."

 

"Burak beni Asi!" İkinci yakacağım sigaramı yere düşürürken onun kolundan kurtulmaya çalışıyordum. "Bırak Asi!"

 

"Gel dedim sana!" Kolumu sıkarken elinden kurtulmaya çalışıyordum. "Asi! Bırak!" Bırakmadı ve beni çok zor durumda bırakıyordu. "Bırak!" Kapıyı açacakken ayağımla kapattım ve son çare göğsümde duran çakıya davrandım. Onu kapıya yaslarken bıçağı boğazına dayadım ve kolunu kolumla kıstırdım. "Sana beni bırak dedim!" Küçülen göz bebekleri gözlerimde dururken yutkunuşunu hissettim. "Bunu da mı yapacaktım?" Dedi, kısık sesle. Buna inanamıyormuş gibi.

 

"Beni buna sen zorluyorsun, sana git dedim."

 

"Sana yardım-"

 

"Kes!" Bağırmamla irkildi. "Zaten olayları mahveden sendin! Bana ihanet ettin! Şimdi de bunları yok sayıp karşıma geçemezsin!"

 

"Görev!-"

 

"Siksinler görevini! Bunu yapmaya mecbur muydun?!" Art arda yutkundu. Yeşil hareleri titriyordu. "Ben bir askerim, bana söylenileni yapmak zorundaydım."

 

"Benim hayatımı mahvetmek zorunda mıydın! Beni es geçip herşeyin içine sıçmak zorunda mıydın! Sana yapılanların acısını benden mi çıkardın ha, söyle! Kendi acını kaldıramayınca bana mı saldın!"

 

Bedeninin kasıldığını hissedebiliyordum. Titriyordu, korkuyordu...

 

"Deniz..."

 

"Görmüyor musun halimi! Bunun başka yolları da vardı, böyle mahvetmek zorunda değildin... Her şeyimi kaybettim ben Asi! Kıskandın mı! Sahte de olsa o yalanla olan mutluluğumu kıskandın mı! Sen mutlu olamadın diye bana-" ve lafımı yüzüme yediğim tokat kesmişti. Beni omuzlarımdan iterken onun ağladığını görebiliyordum. "Ben seni kıskanmadım tamam mı! Görevimi yaptım! Evet, belki mutlu olamadım ama kimsenin mutluluğuna göz koyacak kadar da küçülmedim!" Çakı elimden kayıp düştü. Tıpkı hayallerim gibi, ruhum gibi...

 

Kapıdan ayrıldı, sertçe açarken son kez göz göze geldik. "Ne halin varsa gör. Seni artık ben bile kurtaramam." Kapı tekrar şiddetle kapanırken arkasında kalan soğuk rüzgar yüzüme çarptı.

 

Bazen insanın içine dönmesi, bir tür cehennem yolculuğudur. Kimse bilmez, kimse görmez. Ama o sesler... İçinde yankılanan, dinmek bilmeyen sesler... Birbirine karışan pişmanlıklar, şüpheler, korkular. Sanki her biri birer kurşun gibi ağır ve delip geçer.

 

Kendi kendime konuşuyorum, ama cümleler yarım kalıyor. Söyleyemediklerim, içimde düğümleniyor. Ne kadar konuşsam da kendime, bazı kelimeler var ki, boğazımda bir düğüm gibi asılı kalıyor. "Neden?" diye soruyorum sık sık. Cevabını bilmediğim bir soruyu tekrar tekrar sormak, insanın kendi deliliğini kabul etmesinin bir başka yolu belki de.

 

Geçmişin gölgesi, her adımımda önümde uzanıyor. Her hata, her yanlış karar, bir hançer gibi sırtımda. Ama en çok, yapmadıklarım... Cesaret edemediklerim. İşte onlar, en derin yaraları açıyor içimde.

 

Hangi yöne baksam, bir çıkmaz sokak. İçimde büyüyen bir sessizlik var. Dışarıdan belki dingin görünüyorum, ama içeride fırtınalar kopuyor. O fırtınanın tam ortasında, kaybolmuş bir çocuk gibi hissediyorum. Küçük, çaresiz, yönsüz.

 

Bir ses arıyorum. Belki bir teselli, belki bir cevap. Ama etrafımda sadece sessizlik. Ve o sessizlik, beni daha da içime çekiyor. Her şeyin anlamını sorguluyorum. Varlığımın, yaşadığım her anın, aldığım her nefesin. Ama cevap bulamıyorum.

 

Belki de hayatın sırrı, bu cevapsızlıkta saklıdır. Kendi karmaşamızda boğulup tekrar tekrar yüzeye çıkmayı öğrenmek. Ama bu düşünce bile beni tatmin etmiyor. Çünkü ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bazen insan kendi karanlığından kaçamaz.

 

Ve o an, kabullenmek zorunda kalıyorum. İçimdeki karmaşa, benim bir parçam. Ve belki de bu karmaşanın içinde, kendimi bulmam gerekiyor. Ama nasıl?

 

...

 

"Şu denizler olmasa kendimi nereye atardım bilmiyorum." Dudaklarımın arasında duran sigarayı yakarken oturduğum kayaya vuran suyu izlemek içimdeki sesi bir nebze de olsa susturmaya yetiyordu. "Sigara kalbine zararlı değil mi?" Parmaklarımın arasına aldığım dalın külünü suya silktim. "Canın sağolsun." Dedim. Yeşil gözlerin sahibine. "Canın sağolsun Elvan hanım, bunlar hep senin eserin." Buz kesmiş vücudunu görebiliyordum. Karşımda tityordu. Çaresiz hissediyordu. "Ya ben her şeyi geçtim de..." Gözlerine baktım. "Nasıl bu kadar soğuk kanlı olabiliyorsun? Bunu bir türlü anlayamadım. İnsanda hiç mi mimik oynamaz? Nasıl bu kadar sakinsin?"

 

"Yaşadıkların benim yüzümden haklısın." Sesi titriyordu. "Ama telafi etmeme izin ver..."

 

"Sorumun cevabı bu değildi ki." Derin bir nefes çektim içime. Buruk, ve acı dolu bir nefes. "Beni ve abimi nasıl olurda böyle bir yükün altında bırakabildin? Neyin cesaretiydi bu?"

 

Yüzü gerildi. Teni soldu. "A-abin?" Gülümsediğimde gözleri yüzümün her bir detayını inceliyordu. "Abim ya." Dediğimde gözlerinin dolduğunu ve bir çok pişmanlığının yüzüne vurduğunu gördüm. "Benim bir abim varmış." Yutkundum. "Abim... Hayır madem tek gecelik bir ilişkiydi bu... İnsan önlemini alır değil mi? Hiç mi düşünmedin bu doğacak olan çocuklar nasıl yapacak diye? Hadi yedin bir bok tamam, elini bize de sürmek zorunda mıydın?"

 

"A-abin..." Dedi tekrar. Takılıp kalmıştı, sanırım geçmişin acısından bozulmuştu. "Abim, abim evet. Takılıp kaldın, yediğin haltı hatırlamadın mı? Dur hatırlatayım. Çalıştığın pavyonun üç sokak arkasında olan yetimhane hani? İşte o yetimhanenin arkasında doğurup kaçtığın, onu o soğukta battaniyeye bile sarmaya tenezzül etmediğin, insanlığın öldüğünü bir kez daha bize gösterdiğin o marifetin hani? Hatırladın mı? Unutmuş olamazsın değil mi Elvan? E bu kadar da olmaz canım, aaa. Vallahi senin gibi gamsızı, arsızı daha doğmadı." Güldüm. "Vallahi allem kadınsın. Hiçte korkmuyorsun, hangi hayvanın yüreği bu? Bana da söyle, canım çekti."

 

"Nerden biliyorsun." Ağlıyordu, yüzü utançtan olsa gerek kızarmıştı ama sanmam. Utançtan değildi. Onda utanma yoktu.

 

"Ben bilmiyordum." Dedim omuz silkerek. "O beni buldu." O an gözümün önüne gelmişti. Hastaneye geldiği gün...

 

"O da çok acılar çekmiş..." Yutkundum tekrar. "Sanırım senden düşen çocukların genetiğine otomatikman bahtı kara, kaderi acıyla yazılıyor. Çünkü şimdiye kadar mutlu olduğum tek bir anı hatırlamıyorum."

 

"Bilmiyordum..."

 

"Mühim değil, tek bilmediğin bu değil zaten. Boş ver. En iyi yaptığın şey zaten boş vermek. Ha bir de ne oldu biliyor musun?" Çökmüş bedeni korkuyla titriyordu. Sessiz hıçkırıklar içinde ağlıyor bakışlarını yerden kaldırmıyordu. "Ömer." Birden bakışları yüzüme kalktı. "Burada." Dedim. Hemen arkasında uzakta bankta oturmuş adama baktım. "Bak orada." Siyah takım elbisesinin içinde oturmuş bizi izliyordu. "E adam da tabii kendine yapılan ihanetin acısını çıkarmak istiyor." Elvan korkan bakışlarla ikimize de bakarken korkmaması için elimi omzuna attım. "Korktun mu sen, aa, niye ki?"

 

"N-ne yapacaksınız bana."

 

"Yapma be kızım, biz senin gibi kalpsiz miyiz? Acımasız mıyız? Bizi kendinle karıştırma."

 

"Ne işi var o zaman onun burada?" Omuz silktim. "Bilmem ki, beni takip etmiş olabilir. Hususi çağırmadım yani." Ayağa kalkmaya çalıştı ama kolundan tutarak onu engelledim ve geri yerine çöktü. "Kaçacak mısın Elvan? Bacım bir kerede oturup savaşmayı mı denesen? Kaç kaç kaç nereye kadar? Otur oturduğun yerde."

 

"Ne istiyorsunuz benden?" Sesi korkuyla kısılmıştı. "Ben bir şey istemiyorum ki, öylesine oturmuşuz. Sen çağırdın ya beni buraya. Unuttun mu?"

 

"Onun ne işi var o zaman burada?"

 

"Bilmem, kendisine sormak istemez misin?"

 

"Silahı vardır, beni öldürür."

 

"Korktun mu?" Dedim tekrar dalga geçer gibi. "Onca haltı yerken korkmuyordun da şimdi mi korktun."

 

"Gitmek istiyorum."

 

"Seni tutuyor gibi mi görünüyorum." Az önce kolunu ben tutmamışım gibi çıkıştım. Bir arkasına bir de bana bakıyordu. Çok korkuyordu, bu belliydi, bir yandan belli etmemek istiyordu ama diğer yandan da elleri titriyordu. Ömer ayaklanınca onunla beraber ayaklandım. "N-ne yapacaksınız bana?" Dedi tekrar. "Ne yapabilirim sana? Evime gideceğim ben. Sende ne yaparsan yap. İstersen amuda çık umrumda dağilsin." Arkamı dönüp gidecekken kolumdan tuttu. "Buraya doğru geliyor, bir şeyin peşinde belli. Beni yalnız bırakma."

 

"Beni yalnız bırakma diye sana defalarca yalvardığım günleri hatırlıyor musun? İşte o zaman bana ne yaptıysan şuan sana aynısını yapacağım." Kolumu elinden çektim. "Çekip gideceğim." Ömer'in adımları yaklaştı. Arkamı döndüm ve hızlı adımlarla yürümeye başladım. Elvanın çığlığı yükseldi. Ardından hemen kesildi. Arkama dönemdim. Dönemedim..

 

Bir ihanet kolay kolay affedilmezdi, ne kadar zaman geçerse geçsin....

 

Ardından arabanın tekerleğinin asfaltta çıkardığı o ince sesi duydum. Sonra kapanan kapının sesi ve daha sonra arabanın buradan uzaklaşma sesini...

 

Kendimi hemen arabama attığımda derin bir nefes verdim. Sıkışan kalbimle hemen torpitodan ilaçlarımı çıkarıp içerken derin derin nefesler almaya çalışıyordum.

 

Ne oluyordu bana? Ya da ne olmuştu bana bilmiyordum ama, artık yol geri dönülemeyecek kadar boka sarmıştı. Bir insan üç ayda üç ömür yaşlanır mıydı? Yaşlanmıştım, hemde ölümü anmaktan bir an olsun kaçınmayan türden...

 

 

 

 

 

Bölüm : 26.12.2024 18:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...