Yorum ve beğenilerinizi esirgemeyin lütfen.
Bölüm çok uzun olduğu için soluklana soluklana okuyun, diğer bölümde görüşmek üzere🌹🦋☺️
Asi'nin yanıtı da, gülerek seslendiği bir cümleydi: "Her şeyin ilacı biraz kahvedir!"
Mert artık giyinik bir şekilde gelirken yüzü domates gibi kırmızıydı.
"Ben gitsem iyi olacak." İkiletmedim, kapıdan çıkarken utançtan kapıyı sırtlamasından korktum.
Çok geçmeden kahvelerimizi getirdiğinde karşıma oturdu. "Gitti," omuz silkerek kahvemi uzattı. "Gitsin." Elinden aldığım kupayı dudaklarıma götürdüğümde sıcak bir yudum aldım.
"Ne alaka, yani siz ne alaka Asi? Ne ara tanıştınız? Nasıl buralara kadar geldiniz?"
kahvesinden bir yudum daha alıp dudaklarının kenarındaki o hafif alaycı gülümsemeyi koruyarak bana döndü.
"Mert mi?" dedi, kaşlarını kaldırarak. "Boş ver, o iş öyle büyütecek bir şey değil. Tek gecelik bir şeydi, o kadar."
Şaşkın bir ifadeyle ona baktım. "Ciddi misin? Yani, gerçekten... Tek gecelik mi?"
"Ne sandın?" hafifçe güldü, sesindeki rahatlık beni daha da şaşırtmıştı. "Beni tanıyorsun, fazla bağlanmayı sevmem. Mert de bunu biliyordu. İkimiz de eğlendik, sonra her şey bitti."
Kahvemi yudumlarken, onun bu rahat tavrı beni bir süre düşündürdü. "Peki, ya o? Bu durumu nasıl karşılıyor?"
"Umurunda bile değil," dedi omuz silkerek. "Hem Mert ne hissetmiş, ne düşünmüş çok da ilgilendiğim bir konu değil. Zaten kendisi de bu işin ne olduğunu biliyordu." Gözlerini bana dikerek ekledi: "Bizim işimiz bu kadar. Kendi yoluna gidiyor."
Bu açıklık beni biraz şaşırtmıştı. "Hiç mi pişman olmadın?" diye sordum.
Gülümsemeye devam etti. "Neden pişman olayım? İkimiz de eğlendik. Hem, hayat çok kısa değil mi? Böyle şeyler için dertlenmeye değmez."
Umursamaz tavrı beni düşündürüyordu. Ona baktım, sanki her şey bu kadar basitmiş gibi gösterse de, arkasında daha derin bir şeyler saklıyor gibiydi.
"Sen nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun, anlamıyorum," dedim, ona dik dik bakarak. "Gerçekten hiçbir şey hissetmedin mi? Hiç bağlanmadın mı?"
Hafifçe başını salladı. "Hissetsem ne olur, hissetmesem ne olur? Bazen anı yaşamak yeterli. Bu tarz şeylere fazla anlam yüklemem, hayatı böyle daha kolay yaşıyorsun."
Ona bakarken içimde bir şey kıpırdandı, ama çözemedim. "Belki de haklısındır," dedim istemeden. "Ama yine de, insanlar çoğu zaman bu kadar kolay kapatamaz o kapıları."
Bir an sustu, gözleri hafifçe kısıldı. "Sen mi kapatamıyorsun yoksa, başkaları mı?" dedi, alaycı bir tonda. "Sahi sizin şu aşk deryası nasıl gidiyor?"
Ona bir şey söyleyemeden kahvemi bitirdim. tam anlamıyla okları bana çevirmişti, ama konuyu dağıtmanın bir yolunu aradım. "Bırakalım bunları," dedim, kupayı masaya koyarken. "Senin aşk hayatını da öğrenmiş olduk, Bana başka bir şey anlat. Askeriyeye döndün mü mesela?"
Gözlerini yumdu ve kısa bir soluk veferek geri açtı.
"Altay aradı, senin bizi çağırdığını söyledi. Şimdiye kadar hiç gitmedim. Sen çağırdın diye geleceğim."
"Anladım..." Kahvemi masaya bıraktım. "Alparslan Özbay aradı..." Dinlediğini belli edercesine başını salladı. "Yarın sabah erkenden Ankara cumhurbaşkanlığı sarayında..." Görevin detaylarını anlatırken dikkatlice dinliyordu.
Kahvelerimizi bitirdikten sonra bir süre daha plan hakkında konuştuk ve ardından karargâha geçmek üzere evden çıktık. Timin geri kalanı zaten orada olduğu için doğruca hazırlık odasına yöneldik.
Odaya girer girmez gördüğüm manzara beni gülümsetti. Koca cüsseli üç adam, Altay, Asaf ve Çağıl, yerlerde darmadağın şekilde uyuyorlardı. Kolları bacakları bir yerlere serilmiş, horlama sesleri her yeri dolduruyordu.
"Asaf! Altay! Çağıl!" diye bağırdım, sesimi biraz daha yükselterek. Ancak tepki yoktu. Daha da yaklaştım, ellerimi çırptım. "Kalkın be! Dünya savaşında mıyız, yoksa kreşte mi?"
Asaf bir an için gözlerini açıp tekrar kapattı, Altay ise yüzünü Çağıl'ın bacağına daha da gömmeyi başardı. Ama en komik olanı Çağıl'dı; adam uyurken bile yüzünde bir gülümseme, rüyasında bir şeyler yaşıyor gibiydi.
Sonunda dayanamayıp yere eğildim ve Çağıl'ın eline hafifçe vurdum. "Kalk bakalım rüya prensi, işe dönme vakti!" dedim. O an bir hışırtı duydum, Asaf bir gözünü açıp başını bana çevirdi.
"Bu muharebeyi kazanacağız komutan..." diye mırıldandı uykulu bir sesle, ama son kelimeyi bitirmeden tekrar uykuya daldı.
Gülmemek için kendimi zor tuttum.
Bir an için ne yapacağımı düşündüm, ama onları uyandırmanın daha sert bir yolunu seçmeye karar verdim. Hızla ayağa kalkıp odanın köşesindeki dolaptan büyük bir metal kapak tarzı bir şey kapıp yanına döndüm. Kapağı başlarının yakınında yere bıraktım, ardından bir silah kabzası alıp sertçe tencereye vurdum.
TANG!
Odanın duvarları bile yankılandı. Üçü de aniden sıçradı. Altay hemen ayaklanmaya çalıştı ama dengesini kaybedip tekrar yere düştü. Asaf kafasını sertçe kaldırıp etrafına bakındı, hâlâ neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Çağıl ise sanki savaş alanında, bir bombadan kaçıyormuş gibi yere kapandı.
"Tamam, tamam! Teslim oluyoruz!" diye bağırdı Altay, bir yandan da yerden kalkmaya çalışırken.
Kıkırdayarak kabzayı bıraktım. "Uyanmanızı sağlamak için ne gerekiyorsa yaparım," dedim.
Asaf, hala sersemlemiş bir şekilde gözlerini ovuşturuyordu. "Biz ne zamandır böyle uyuyoruz?"
"Yeterince uzun olmalı ki horlama sesinden odaya girilmiyordu." dedim, alayla.
Çağıl nihayet toparlanıp kalkarken, kıkırdayarak, "Patronumun bu kadar gaddar olduğunu bilmiyordum," dedi.
"Patronun sabrı sınırsız değil," diye cevap verdim. "Şimdi herkes ayılsın, görev var."
Asaf, hâlâ uykulu bir şekilde saçlarını karıştırarak, "Bir insan, metal bir kapakla uyandırılmayı hak etmek için ne yapar acaba?" dedi, gözleri yarı açık.
Altay ise nihayet toparlanıp ayağa kalktı. "Demek ki hak etmişiz," diye gülümsedi. "Hadi ama, büyük bir görev var, değil mi?"
Ben de gülerek, "Evet, ama önce bir kendinize gelin," dedim. "Yarın sabah erkenden Ankara Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda önemli bir görüşme var. Bu gece hazırlanacağız, iki saat sonra uçakla Ankara'ya uçacağız ve oradan da saraya gideceğiz. Güvenlik önlemlerini almamız lazım."
Çağıl, sanki az önce savaş meydanından kalkmış gibi ağır ağır esneyerek, "Biraz daha uyuyalım desem olmaz mı?" diye sordu, göz ucuyla bana bakarken.
"Askerde rüyada izin verilmez Çağıl," dedim sert ama alaycı bir sesle.
Altay kolunu Çağıl'ın omzuna atarak, "Sık dişini dostum, bu da geçer," dedi. "Hem ne zaman Ankara'ya gitsek iş büyüktür. Eğlenceli bile olabilir."
Asaf, bu sırada biraz daha toparlanmış görünüyordu, tişörtünü düzeltip yüzüne bir gülümseme yerleştirdi. "O halde, ne yapmamız gerekiyorsa yapalım. Ama bir daha metal kapak ile uyandırılırsam, bu dostluğun sonu gelmiş demektir."
Herkes gülerek toparlanmaya başladı. Planları gözden geçirmek için oturduk, herkes bir yandan uykusunu açmaya çalışırken bir yandan da yapılacakları konuşmaya koyulduk. Görev büyük ve önemliydi, ama arkadaşlarımla aramda her zaman bu tür küçük, komik anlar olurdu. Biraz neşe, büyük baskıların altında bile insanı diri tutardı.
"Ben toplantı başlayıp, bitene kadar bakanın güvenliğini yakından sağlayacağım. Siz ikiniz," Altay ile Asi'yi işaret ettim. "Belirlediğimiz konumlarda gözcülük yapacaksınız. Ve sen," Çağıl'ı ve Asaf'ı işaret ettim. "Benimle birlikte yürüyeceksiniz ama ben demediğim sürece her hangi bir şey yapmayacaksınız. Silahlarınızın emniyeti açıkta kalsın, her an tetikte olmamız gerek."
Altay ve Asi başlarını sallayarak verilen görevi kabul ettiler. İkisinin de yüzlerinde ciddiyet vardı; her biri daha önce bu tür operasyonlarda yer almıştı ve görevlerinin öneminin farkındaydılar.
Çağıl, her zamanki gibi hafif bir gülümsemeyle, "Biz seni takip ederiz. Ama herhangi bir şey yapmamamızı istemek biraz zor olacak," dedi, göz ucuyla Asaf'a bakarak.
Asaf ise sessizce silahını kontrol etmeye başladı. Silahının emniyetini açtığını gözlerimle gördüm ve onaylarcasına başımı salladım. "Burada komik ya da tehlikeli bir duruma düşmeye hiç yer yok Çağıl. Bu işte en ufak bir hata, felakete yol açabilir. Bakanı koruma altına alana kadar herkes disiplinli olmalı."
Çağıl ciddileşerek başını salladı. "Anladım, komutan."
"İyi," dedim, son kez ekibimi süzerek. "Hepimiz için en önemli şey, sakin kalıp dikkatli olmak. Hiçbir şey, bizim tetikte olmamamızdan daha tehlikeli olamaz. Sarayın içinde gölgede kalın, görünmez olun. Ama gerektiğinde hazır ve hızlı hareket edin."
Altay, gözlerini kısıp bana baktı. "Her zamanki gibi... Gölge olacağız."
"Asi," diye ekledim, ona dönerek, "Belirlediğimiz konumlar sarayın en kritik noktaları. Orada ne olursa olsun, gözlerin sürekli dört açılmalı. Herhangi bir şüpheli hareket görürseniz, hemen haber verin."
Asi, sessiz bir kararlılıkla başını salladı. Kendi tarzında sözüne sadık olan biri olduğunu biliyordum.
"Tamam, o zaman," dedim, bakışlarımı bir kez daha tüm timin üzerinde gezdirirken. "Bu bizim şansımız, bu görev çok önemli. Herkes hazırsa sabaha karşı harekete geçiyoruz."
Asaf bir adım öne çıkarak, "Tüm hazırlıklar tam, komutanım. Sadece senin işareti bekliyoruz," dedi.
Takım, hep birden kısa bir sessiz onayla hazırlanmak için dağıldı. Karanlık bir gece olacaktı, ama sabahın ışığına ulaştığımızda her şey netleşecekti.
"Askeriyenin uçağı kalkmak üzeredir, gidelim." Dediğimde herkes hazır olda artık operasyon yolunu tutmuştu.
Aklım Miran'a kaydı, içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı ve gerçek anlamda rahatsız ediciydi. Ona doğruyu söylemediğim için oluşan bir huzursuzluktu bu, umarım beni affederdi.
🦋
İlk kez ateş altında kaldığımda, savaşın sadece bir kelime değil, derin bir duygu olduğunu anladım; her mermi, hayatın kırılganlığına dair bir hatırlatmaydı. Her atış, dikkatin ve nefesin sakinliğine hatırlatmaydı.
Uçaktan inmiştik ama havaalanından ayrılmamıştık. Saat sabahın beşiydi ve uykusuz olmama rağmen kendimi dinç hissediyordum. Üzerimde siyah tişört ve pantolon olurken onu tamamlayan yeşil askeri bir gömlekti. Siyah gözlüklerim ve kulaklıklarım ile tamamlanırken saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yapmıştım. Belimde bir değil iki silah, botlarımda ve gömleğimin iç ceplerinde ona yakın çakı vardı. Ne olacağını bilmiyorduk, tepkinli olmak zorundaydık.
"Yüzbaşı, sahadan uzaklaşın. Uçak iniş için izin aldı." Kulaklıktan duyduğum emir ile yerimden uzaklaşırken şiddetli bir gürültüyle iniş yapan uçağı izledim. "Heriflerin özel uçağı var lan, benim daha bir BMV'em bile yok!"
"Sus Çağıl, sırası değil." Dediğimde sesi kesildi. Çağıl ve Asaf benimle birlikteydi, Altay ile Asi ise saraydaki güvenlikten sorumlu kılmıştım. İkisinin de gözcülüğüne güveniyordum, ve onlara bu görevi verirken içim rahattı.
Uçak inişinin ardından kapısı açıldı ve merdiveni yere uzandı. Önden dört koruma sırayla inerken bakan arkalarından geliyordu. Onun ardından da dört koruma daha indi.
"E bu kendini koruyabilirmiş bizi ne diye yoruyor anlamıyorum?"
"İşimiz bu olduğu için olabilir mi, Çağıl?"
"Olabilir." Kulaklıktan gelen sesi umursamayıp yere adımını atan bakanı karşıladım ve elimi uzattım. "Ben ölüm timinden yüzbaşı Deniz," soy ismimde kısa bir tereddüt yaşarken söylememeye karar verdim. "Bugününüzde size biz eşlik edeceğiz."
Bakan, hafif bir baş selamıyla elimi sıktı. Soğukkanlı bir duruşu vardı, gözlerinde ne yorgunluk ne de endişe okunuyordu. Üzerinde koyu renkli bir takım elbise, boynunda ince bir kravat vardı. Gözlüklerini hafifçe çıkararak etrafına kısa bir bakış attı.
"Siz mi sorumlusunuz, Yüzbaşı Deniz?" diye sordu, sesi son derece kontrollüydü.
"Evet, efendim. Ekibimle birlikte güvenliğinizi sağlamakla görevliyiz." dedim, gözlerimi kısa süreliğine onun arkasındaki korumalara kaydırarak. Teyakkuzda olmamız gereken bir durum olmasa bile, hepimiz gergindik. Böylesi görevlerde rahat davranmak, zayıflık göstermek anlamına gelirdi.
Bakan başını onaylar gibi salladı. "İyi. Program sıkışık. Vakit kaybetmek istemiyorum."
Asaf, sakin ama dikkatli adımlarla yanıma yaklaştı. "Araçlar hazır, Yüzbaşı," dedi ve hızlı bir baş selamıyla geri çekildi. Çağıl ise çoktan araçların etrafında devriye geziyordu, elleri silahının üzerinde, her an harekete geçmeye hazırdı.
"Bu tarafa buyurun." dedim ve bakanla birlikte ilerlemeye başladık. Yavaş yavaş gün doğuyordu. Gökyüzü pembemsi bir hale bürünmüş, ufukta gri bulutlar belirmişti. Sessizlik hâkimdi, sadece uzaklardan gelen uçakların motor sesleri kulaklara çarpıyordu. Ama içimde bir huzursuzluk vardı, sanki her şey fazla sakin ve kontrollüydü.
"Deniz," dedi Asaf alçak bir sesle. "Bir gariplik var, değil mi?"
"Fazla sakin..." dedim, gözlerimi etrafımızda gezdirirken. "Gözlerini dört aç."
Tam o sırada kulaklığımdan gelen fısıltı kesildi ve Çağıl'ın sesi yükseldi: "Yüzbaşı, burada bir şeyler dönüyor..."
Bakana dönüp kontrolü kaybetmeden konuşmaya çalıştım. "Efendim, araçlara kadar size eşlik edeceğiz. Lütfen bizi takip edin."
Bakan, başıyla onaylayarak sessizce yürümeye devam etti. İyi ki fazla soru sormamıştı. Ne olduğunu bilmesem de Çağıl'ın sezgilerine güvenirdim. Araçlara yaklaştıkça göğsümdeki baskı artıyordu. Bir şeylerin ters gittiğini hissetmekle kalmıyor, yaklaştığını da biliyordum.
"Yüzbaşı, araçların etrafında bir şey fark ettim," dedi Çağıl. Sesi sakin görünse de, tonundaki gerginliği sezmemek imkânsızdı.
"Ne var, Çağıl?" diye sordum, gözlerim sürekli çevrede dolaşırken.
"Bagaj kısmında garip bir kablo düzeni gördüm. Olmayacak bir yerde... sanki-"
"Patlayıcı olabilir mi?" diye Asaf araya girdi, aynı anda silahını kılıfından çıkarıp hafifçe gövdesine yasladı.
Gözlerimi kıstım. Her zamanki gibi temkinliydim, ama bu durum farklıydı. Bakan ve onun ekibi tehlikenin farkında bile değillerdi.
"Asaf, Çağıl, hemen araçları boşaltın. Kimse binmesin. Çağıl, bomba imha ekiplerini çağır." dedim soğukkanlı bir tonla. Hareketlerim hızlı ama telaşsızdı. Bakan ve korumaları şüphelenmiş olsalar da durumu kavrayamamışlardı. Onlara sakin olmaları gerektiğini işaret ettim.
"Efendim, durumun kontrol altında olduğundan emin olana kadar bir süre daha burada kalmamız gerekecek." dedim, bakana dönerek. Kaşları çatılmıştı ama sözlerimi kabul etmiş gibi görünüyordu.
Çağıl, araçların etrafını dikkatlice incelerken gözlüğünü düzeltti. "Yüzbaşı, iş sandığımızdan büyük. Araçlardan ikisi tuzaklanmış."
O an içimdeki huzursuzluk doruğa ulaştı. "Asaf, koruma hattını genişletin. Herkes buradan uzaklaşsın!" diye emir verdim. Gözlerim hızla etrafı taradı. Kim bu kadar ileri gitmiş olabilirdi? Bir patlama ya da saldırı an meselesiydi.
"Yedek çıkış planı var mı, Deniz?" diye sordu Asaf, yüzündeki ciddi ifadeyle yanıma yaklaşarak.
Bir an duraksadım. "Var," dedim. "B planına geçiyoruz. Helikopter pistine yönelin. Hemen."
Bakan ve ekibini çaktırmadan yönlendirirken, içimdeki gerilim yavaş yavaş yerini tehlikenin yaklaşan gerçekliğine bıraktı.
Helikopter pistine doğru ilerlerken bakan ve ekibini olabildiğince sakin tutmaya çalışıyordum. Yürüdüğümüz her adımda Çağıl ve Asaf gözlerini etrafımızdan ayırmıyordu, olası bir tehdit ya da pusuya karşı hazırlıklıydık. Bakanın yüzü gerginleşmişti, artık tehlikenin farkına varmış olmalıydı.
Helikoptere vardığımızda pilot çoktan motoru çalıştırmıştı. Rotorun sesleri havada yankılanırken, etraftaki gerilim daha da artıyordu. Bakan ve ekibi birer birer helikoptere bindi. Son bir kez Asaf'a baktım, o da başıyla onay verdi.
"Her şey hazır, Yüzbaşı," dedi Asaf, kulaklığına hafifçe dokunarak.
"Tamam. Çağıl, arkamızdan gelen bir şey olursa hemen haber ver," dedim, koltuğa otururken. Çağıl yerde kalıp durumu kontrol edecekti, birilerinin burada göz kulak olması gerekiyordu. Kapılar kapandığında helikopter yavaşça havalandı. Hedefimiz, Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ydı. Tehditlerin ne kadar büyük olduğunu bilmeden yola çıkmıştık ama güvenliğin üst düzeyde olması gereken tek yer orasıydı.
Yükselirken şehri izledim. Sabahın ilk ışıklarıyla İstanbul uyanıyordu, ama bizim için gün daha yeni başlıyordu. Bakan yanımda sessizce oturuyordu. Ara sıra göz göze geliyorduk, ama aramızdaki gergin sessizlik hiç bozulmadı.
"Bu kadar koruma neden, Yüzbaşı Deniz?" diye sordu bakan, sonunda sessizliği bozarak. "Bana söylemediğiniz bir şey mi var?"
Derin bir nefes aldım. "Şu an kesin bir bilgi yok, efendim. Ama gördüğümüz şeyler sıradan değildi. Durumu ciddiye almak zorundayız. Saraya vardığımızda daha ayrıntılı bilgi vereceğiz."
Bakan kaşlarını çattı ama daha fazla soru sormadı. O da kendi iç hesaplaşmasını yapıyordu, muhtemelen düşündüğünden çok daha karmaşık bir durumla karşı karşıya olduğunu anlamıştı. Helikopter kısa sürede Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nın bahçesine iniş yaptı.
Helikopterden inip sarayın güvenli alanına girdiğimizde içimdeki gerilim biraz hafifledi. Sarayda hem içeride hem de dışarıda yoğun güvenlik önlemleri alınmıştı. Askerler ve özel harekât birimleri, her köşeyi dikkatle gözlüyordu. Altay, orada bizi karşılamaya gelmişti; gözleri her zamanki gibi dikkatli ve sertti.
"Yüzbaşı," dedi Altay, bana yaklaşarak. "Durum nedir?"
"Bir dizi patlayıcı bulundu," dedim ciddi bir ses tonuyla. "Araçlar tuzaklanmış. Hedef bakan olabilir."
Altay, dudaklarını sıkıca birleştirerek başını salladı. "Tam zamanında geldiniz. Sarayın güvenliği iki katına çıkarıldı, içeride de gerekli önlemler alındı. Şimdilik güvendesiniz."
O sırada Asi de yanımıza geldi, sakin ama temkinliydi. Onunla göz göze geldim, karşımdaki sessizlikte çok şey vardı.
"Şimdi ne olacak, Yüzbaşı?" diye sordu, bakanın durumunu kastederek.
"İçeride koruma altında kalacak," dedim. "Ama kimin bu kadar ileri gittiğini bulmamız gerekiyor. Bir sonraki hamleleri ne olabilir, bilmiyoruz."
Altay dikkatlice bakanı süzdü. "Bu iş bir iç mesele olabilir mi, yoksa dışarıdan gelen bir tehdit mi?" diye sordu.
"Henüz emin değiliz," dedim, kaşlarımı çatarak. "Ama araçlardaki düzenekler oldukça profesyoneldi. İçeriden biri ya da dışarıdan gelen çok iyi eğitimli bir ekip olabilir."
Tam o sırada kulaklığımdan bir ses geldi, Çağıl'dı: "Yüzbaşı, araçlardan gelen ikinci bir sinyal var. Patlayıcıların yanı sıra izleme cihazları da yerleştirilmiş. Birileri sizi takip ediyor olabilir."
Bu yeni bilgiyle gerilim tekrar yükseldi. "Altay, sarayın iç güvenliğini iki katına çıkarın. Kimse bu konuda gevşek davranmasın. Asi, içerideki kişileri uyar, şüpheli bir hareket gördüğünüzde anında bana rapor verin."
"Anlaşıldı," dedi Asi ve hemen harekete geçti.
Sarayın içine doğru ilerlerken, içimdeki sessiz huzursuzluk tekrar belirginleşmişti. Bu işin arkasında kim varsa, çok daha büyük bir şeyin parçasıydı.
Sarayın içindeki koridorlarda adımlarımız yankılanırken etraftaki güvenlik ekibi daha da yoğunlaşmıştı. Her köşe dikkatlice gözetleniyor, olası bir tehdit durumunda hızlıca müdahale edecek ekipler hazır bekliyordu. Altay, Asaf ve Asi kendi görevlerine yoğunlaşırken, ben bakanın hemen arkasında ilerliyordum. Güvenliğe dair her şey sıkıydı, ama içimde hâlâ tam anlamıyla rahatlayamamıştım.
Toplantı salonuna vardığımızda, içerisi sessizdi. Uzun, koyu renkli bir masa salonun ortasında uzanıyordu. Yerel yetkililer ve bazı danışmanlar çoktan yerlerini almıştı. Bakan, kapıda kısa bir duraksamadan sonra içeri girdi. Aralarındaki ciddi hava hemen fark ediliyordu; bu toplantı sıradan bir görüşme değildi.
Kapının yanında beklerken, kulaklığımdan Çağıl'ın sesi bir kez daha duyuldu: "Yüzbaşı, güvenlik kameralarını taradım. Birkaç şüpheli hareket var ama henüz net bir şey bulamadım. Dikkatli olmalıyız, biri gerçekten içeride olabilir."
Derin bir nefes aldım, tüm dikkatimi toplamam gerekiyordu. Bakan, toplantıya başlamıştı. Sakin bir şekilde konuşuyor, etrafındaki yetkililere önemli bilgiler aktarıyordu. Ancak ortamda hâlâ bir gerilim vardı, sanki her an bir şey olacakmış gibi...
Salonun dışına göz attım, Altay'ın da dikkatlice etrafı gözlemlediğini fark ettim. İçeridekiler sakin kalmaya çalışsa da, herkesin aklında bir şeylerin ters gidebileceğine dair bir endişe vardı. Patlayıcıların bulunması, işin daha derin olduğunu gösteriyordu. Ama kim ya da neyin peşindeydiler?
Tam o anda, bakanın konuşması kesildi. Cihazlarından birine gelen bir mesaj gözlerini büyüttü. Hafif bir hareketle başını kaldırıp danışmanlardan birine baktı ve masanın üzerinde duran küçük ekranı ona uzattı. Sözsüz bir iletişim vardı, ama bu hareket bile odadaki gerginliği artırmıştı.
Asi, kapının diğer tarafında duran birkaç güvenlik görevlisine bir işaret verdi. Ben de anında harekete geçip kulaklığımdan ekibe fısıldadım: "Herkes tetikte olsun. Burada bir şeyler dönüyor."
Bakan, soğukkanlı bir şekilde elindeki cihazı kapattı ve "Toplantıyı bitirmek zorundayız," dedi, herkese dönerek. "Acil bir durum var."
Toplantı salonundakiler bir anda yerlerinden kalktı, kısık seslerle konuşmaya başladılar. Bakan hızla masadan kalkarken yanına yaklaştım. "Efendim, güvenli bir yere geçmeniz gerekebilir."
Bakan başıyla onayladı, ama gözlerinde hafif bir endişe vardı. "Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum, Yüzbaşı, ama durum ciddileşiyor. Saraydan ayrılmamız gerekecek."
Bakanın sözleriyle birlikte hızla harekete geçtik. Altay, Asi ve Asaf'la hızlıca göz göze geldim; herkes pozisyonunu aldı. Sarayın içinde alarm durumu hâkimdi ama dışarıya yansıtmamak için herkes sessiz ve kontrollüydü. Bakanın güvenli bir şekilde tahliyesi için planımızı devreye soktuk.
"Altay, yedek çıkış yolu hâlâ güvenli mi?" diye sordum, kulaklığım üzerinden.
"Şu an kontrol ediyorum, Yüzbaşı," dedi Altay, ardından birkaç saniyelik sessizlik oldu. "Temiz. Çıkış yolu güvenli."
Asi, bakanın yanına geçti, hızlı ama sakin bir şekilde ona eşlik ediyordu. Bakanın ekibi de bizi takip ediyordu, her an tetikteydik. Sarayın koridorlarında hızla ilerlerken, dışarıdan gelen siren sesleri duyulmaya başlamıştı. Şehre bir hareketlilik hâkimdi, içeride ne olduğunu anlamayanlar da dışarıda panik yaratmaya başlıyordu.
"Bakanı helikoptere götüreceğiz," dedim Asaf'a. "Araçlar hâlâ tehlikede olabilir."
Asaf başıyla onayladı. "Çağıl, dışarıda durum ne?" diye sordum.
"Kameralarda şüpheli hareketlenmeler var. Saraya yaklaşıyorlar ama kim olduklarını henüz tespit edemedim," diye yanıtladı Çağıl, sesi biraz daha gergindi bu sefer.
Bu iyi değildi. Dışarıdan bir saldırı ya da içerideki bir sızma, her an her şeyi daha kötü hale getirebilirdi. Helikopter pistine yaklaştıkça hızlandık. Altay, yolu açmak için önümüzde ilerliyor, her adımda çevreyi kontrol ediyordu.
Helikopterin sesi yine uzaktan duyulmaya başlamıştı. Bizi bekliyordu, ama o sırada kulaklıktan gelen bir başka ses her şeyi değiştirdi: "Yüzbaşı, helikopter pistinde bir patlayıcı tespit ettik!"
Durakladım. "Ne kadar zamanımız var?"
"Henüz net değil, ama hızlı hareket etmemiz gerek," dedi Çağıl.
Bir anlık kararsızlık bütün planı mahvedebilirdi. Herkes bana bakıyordu. "Planı değiştiriyoruz," dedim. "Altay, doğrudan yer altı geçişine gidiyoruz. Oradan güvenli bir şekilde çıkabiliriz."
Altay başını salladı, "Bu yolu güvenceye alırım."
"Asi, Asaf, bakanı hemen oraya götürün. Hızlı olun." Talimatları verdikten sonra, tüm ekip yeni rotaya yöneldi. Helikopteri kullanamayacaktık, ama yer altı geçişi en güvenli seçenekti.
Gerginlik artarken, gözüm sürekli etraftaydı. Bakan da endişelenmişti ama hâlâ kontrolünü kaybetmemişti. Yer altı geçişine ulaşmamız birkaç dakika sürdü. İçeri adım attığımızda soğuk hava yüzümüze çarptı; tünellerin güvenliğini sağlamak için zamanımız kısıtlıydı.
"Yüzbaşı," diye seslendi Asi, bakana kısa bir bakış atarak. "Her şey yolunda mı?"
"Şimdilik, evet," dedim.
Yer altı geçidine girdiğimizde sessizlik etrafı sardı. Tünelin duvarlarından yankılanan adımlarımız dışında hiçbir ses yoktu. Ortamdaki soğukluk ve loş ışık gerilimi daha da artırıyordu. Bakan hâlâ soğukkanlılığını koruyordu ama yüzünde beliren ince bir çizgi, her şeyin kontrolden çıkabileceğini fark ettiğini gösteriyordu.
Altay önde ilerleyip yolu kontrol ederken, Asi ve Asaf arkamızda kalarak bakanı koruma çemberine aldılar. Her an bir saldırı olabileceği düşüncesi hepimizi tetikte tutuyordu. Adımlarımız hızlanmıştı, dışarıdaki tehlikelerden uzaktık ama yerin altında da güvende miydik, emin değildik.
"Tünelin sonuna yaklaşıyoruz," dedi Altay, silahını tetikte tutarak. "Çıkışta bizi bekleyen bir ekip var."
"Çağıl, çıkış noktasında bir hareketlilik var mı?" diye sordum kulaklıktan.
"Görüntüler temiz, ama dikkatli olun. Dışarıdaki durum kontrol edilemiyor," diye cevap verdi Çağıl, sesi biraz daha gergindi.
Tünelin sonuna geldiğimizde çıkış kapısı ağır ağır açıldı. İstediğimiz yere ulaşmıştık ama işimiz henüz bitmemişti. Dışarı çıktığımızda gece karanlığında gözlerim hızla etrafı taradı. Bahçenin arka tarafındaydık, nispeten daha korunaklı bir bölge. İleride birkaç zırhlı araç ve güvenlik ekibi bekliyordu.
"Plan ne, Yüzbaşı?" diye sordu Asaf, bakanın durumunu kontrol ederek.
"Bakanı hemen güvenli bir yere götüreceğiz," dedim. "Bu iş bitmedi. Kimin peşimizde olduğunu bulmamız gerekiyor. Her an yeni bir hamle yapabilirler."
Altay araya girip ciddi bir şekilde ekledi: "Dışarıdan gelen tehdit bu kadar büyükse, içeride de bir hain olabilir. Bunu göz ardı edemeyiz."
Sözleri içimdeki şüpheleri doğruluyordu. Bu kadar organize bir saldırı, içeriden bir destek olmadan gerçekleşemezdi. Bir sonraki adımı planlarken hızla araca doğru ilerledik. Bakan, Altay'ın eşliğinde zırhlı araca bindi. Asi ve Asaf, araca yerleşirken ben dışarıda kalıp etrafı kontrol etmeye devam ettim.
Kapılar kapandığında, elimdeki kulaklıktan Çağıl'ın sesi bir kez daha geldi: "Yüzbaşı, çok büyük bir hareketlenme var. Saraya yönelik geniş çaplı bir saldırı düzenleniyor. Hedef bakan olabilir ama arkasında kimlerin olduğunu hâlâ bulamadık."
Tehlikenin boyutları gittikçe büyüyordu. Bakanın güvenliği sağlanmıştı ama bu işin arkasındaki güçler, çok daha büyük bir tehdit oluşturuyordu.
"Tamam, Çağıl," dedim, derin bir nefes alarak. "Bu işi kökünden çözmek zorundayız. Altay, Asi, saray dışında güvenli bir yere ulaştığımızda yeni bir plan yapmamız gerekecek. İçerideki haini bulmalıyız."
Altay ve Asi, sessizce başlarını salladı. Bu işin daha bitmediğini hepimiz biliyorduk.
Zırhlı araç sarayın bahçesinden çıkarken motorun düşük gürültüsü etrafta yankılanıyordu. İçeride herkes sessizdi, bakan derin düşüncelere dalmış, olanları sindirmeye çalışıyordu. Bizim ise gözlerimiz sürekli etrafı tarıyor, en ufak bir tehditte harekete geçmeye hazırdık. Dışarıda işler giderek daha karmaşık bir hâl alıyordu. Saraya yapılan saldırı ve içerideki hain şüphesi, olayların sadece yüzeyini kazımıştığımızı gösteriyordu.
Yola çıktığımız andan itibaren tehlikenin boyutunu iyice hissetmeye başladım. Şehirde kaos havası vardı; sokaklarda askeri devriyeler dolaşıyor, helikopterler havada devriye geziyordu. Durumun ciddi olduğu artık su götürmez bir gerçekti.
"Çağıl," dedim kulaklığa, "Yolda başka bir şey var mı? İzleniyor muyuz?"
"Kameralarda şüpheli araçlar görüyorum," dedi Çağıl, sesi ciddi ve keskin. "Size doğru yaklaşan birkaç araç var. Çok dikkatli olun."
Bu hiç iyi değildi. Düşman hâlâ peşimizdeydi ve bu, bakanın hedefte olduğunun açık bir işaretiydi. Altay'a döndüm, "Kısa bir süre içinde araçlardan kurtulmamız gerekecek. Hazır mısın?"
Altay başını sertçe salladı, "Ne gerekiyorsa yaparım, Yüzbaşı."
Asi de tetikteydi, bakanın yanında oturuyordu, gözleri sürekli camlardan dışarı bakıyordu. "Bir terslik olursa bakanı hemen güvenli bir yere alacağız," dedi kararlı bir sesle.
Asaf, silahını kontrol ederken sessiz bir şekilde bize katıldı. "Arkamızdan gelen araçlar tehlikeli görünüyorsa hemen harekete geçeriz," dedi.
Bu sırada araç hızla ilerliyordu, ama şüpheli araçların da yaklaştığını fark ediyordum. Çağıl'ın söylediklerinden sonra gözlerimi diktiğim aynada, farları giderek büyüyen araçları görebiliyordum.
"Çağıl," dedim, sesimdeki gerginlik netti. "Araçlar tam olarak ne kadar yakın?"
"Şu an oldukça yakınlar, Yüzbaşı," dedi. "Hazır olun. Her an çatışma çıkabilir."
Tam o anda, bir patlama sesiyle araç hafifçe sarsıldı. Hemen arkamı döndüm. Şüpheli araçlardan biri bir manevra yaparak bize yaklaşmaya çalışıyordu. Durum çoktan çatışma noktasına gelmişti.
"Altay, hızlan!" diye emir verdim. "Asaf, hazır ol. Asi, bakanı koruma altına al!"
Araç aniden hızlandı, sokaklarda adeta bir kovalamaca başlamıştı. Arkadaki araçlar bizi sıkıştırmaya çalışıyordu. Silah sesleri duyulmaya başlandı, kurşunlar zırhlı araca çarpıyordu. Altay hızını artırırken, Asaf ve Asi ateş etmeye başladı. Arkadaki araçlardan gelen mermilerden kaçarken, karşılık veriyorduk.
"Sıkı durun!" diye bağırdım. Kaçış hızlandıkça, adrenalinin damarlarımda dolaştığını hissedebiliyordum. Altay, zırhlı aracı ustalıkla kontrol ediyordu. Dar sokaklardan hızla geçerken, arkamızdaki araçlar saldırılarını sürdürüyorlardı. Silah sesleri her an artıyor, kurşunlar zırhımıza çarpıyordu. Bir an bile duraklamak, büyük bir hataya yol açabilirdi.
"Altay, önümüzdeki virajdan sonra sağa dön!" dedim, Çağıl'dan gelen bilgileri dikkatle dinleyerek.
"Tamam, Yüzbaşı!" Altay sesi kararlıydı, direksiyonun başında sıkı bir şekilde kontrolü elinde tutuyordu.
Asaf, bir an olsun geri çekilmeden ateş etmeye devam ediyordu. "İki araç kaldı," diye rapor verdi, sesi çatışmanın gerginliğine rağmen soğukkanlıydı.
Asi, bakanın yanında konumlanmıştı. "Bakanın durumu iyi, Yüzbaşı. Ama bu hızla devam edersek uzun süre güvende kalamayız," dedi, gözleri tetikteydi, her an bir saldırıya hazırlıklıydı.
"Tamam, Asi. Bir çıkış yolu bulacağız," dedim, başımı çevirip arkamdaki araçlara baktım. O anda, Altay ani bir manevra yaparak sağa döndü. Sokaklar daralmış, bir süreliğine arkamızdaki araçları kaybetmiştik.
"Çağıl, şu an neredeyiz?" diye sordum.
"Sizi bir geçiş yoluna yönlendirdim, ama peşinizdekiler hâlâ sizi bulmaya çalışıyor," dedi Çağıl. "Saklanabileceğiniz bir noktaya yaklaşıyorsunuz."
Tam bu sırada, Altay tekrar direksiyonu kırdı, dar bir geçide yöneliyorduk. Burası hem gizli hem de korunaklı bir yerdi, Çağıl'ın önerisiyle burada bir süre saklanabilirdik. Araç bir anda durdu, etraf sessizdi.
"Tamam, buradayız," dedim, ekibe bakarak. "Burada bir süreliğine saklanacağız."
Altay hemen araçtan indi ve çevreyi kontrol etmeye başladı. Asaf ve Asi de tetikteydi. Bakanın yüzünde bir miktar rahatlama vardı, ama hâlâ dikkatliydi. Buraya kadar gelmiş olmak bir başarıydı, ama hâlâ tehlikenin içindeydik.
"Bu işi bitirmemiz gerekiyor," dedi Altay, bana yaklaşarak. "Bu insanlar kim olursa olsun, bizi rahat bırakmayacaklar."
Haklıydı. Bu kadar organize ve kararlı bir saldırı, içeriden bir destek olmadan gerçekleşemezdi. Peşimizde kim vardıysa, bu işin kökünü bulmamız şarttı. Aksi takdirde sadece bakan değil, biz de tehlike altındaydık.
"Plan ne, Yüzbaşı?" diye sordu Asi, gözleri etrafta olası bir tehlikeyi arıyordu.
Bir an durup düşündüm, sonra kararlı bir şekilde cevap verdim: "Peşimizdekilerden kurtulacağız, sonra içeriye sızan hain her kimse, onu bulup durduracağız."
Çağıl'ın sesi tekrar kulaklığımdan geldi: "Yüzbaşı, izleme sistemlerinden aldığım verilere göre, saldırganlar hâlâ çevrede. Ama daha önemli bir şey var: içeride bir ihanet kesinleşti. Hainin kim olduğunu bulmamız gerek."
O an her şey daha netleşmişti. İçerideki hain, bu saldırıyı yönlendiren kişiydi. Şimdi onları bulma zamanıydı.
içimdeki kararlılık olası bir tehlike
karşısında daha da güçlenmişti. Zırhlı araçta saklanmanın bir süreliğine güven sağladığını biliyordum ama bu, kalıcı bir çözüm değildi. Disarida bekleyen tehlikeleri bertaraf etmemiz gerekiyordu.
"Öncelikle, bakanı korumalıyız," dedim. "Ama bu işin arkasındaki haini de bulmalıyız. Çağıl,bize içerideki durumu aktar. Kiminle
çalıştıklarını öğren."
"Anlaşıldı" dedi Çağıl. "Ama dikkatli olun.Olaylari izlemek için kameraları kontrol ediyorum. Hain içerideyse, kaçmayı planlıyordur."
"Bunu engellemeliyiz," dedim. "Hemen harekete geçiyoruz."
Altay, Asi ve Asaf, herkesin dikkatini
dağıtmak için kısa bir süre dinlenmeye karar verdi. Bakan ise düşünceli bir yüz ifadesiyle oturdu. "Neden hedef ben oldum?" diye
sordu. "Bunu kimse açıklayamaz mi?"
"Bakanım." dedim, "sizin hedef olmanız, kritik
bir karardan dolayı olabilir. Durumu kontrol
altına almak için harekete geçmemiz lazım." O sırada Asi, Kapıdan dışarı bakarak "Bir
Şeyler oluyor," dedi. "Yavaşça hareket
ediyorlar. Araçlarımızı kontrol etmemiz
gerekebilir."
"Tamam, hepimiz dikkatli olalım." diye
yanıtladım. "Siz dışarıda dikkatlice hareket edin. Ben bakanla birlikte kalıp, olayların ne yöne gittiğini izlemek istiyorum."
Ekibim, her ihtimale karşı tetikte beklerken ben bakanın yanına oturdum. "Bakanım, işin arka planında kimlerin olabileceğini
düşünüyor musunuz?" diye sordum.
kafasını salladı. "Bunu tahmin etmek zor. Ama geçmişte bazı bağlantılarım olan kişilerle sorun yaşadıklarım vardı illa ki. Belki biri bu durumu kullanarak bana tuzak kurmuştur." Tam bu sırada kulaklığımda Çağıl'ın sesi yankılandı. "Yüzbaşı, peşinizde ki araçların
sayısı arttı. Her an saldırıya geçebilirler. Önlem almalıyız."
"Biliyorum," dedim. "Hızla dışarı çıkmalıyız.Hainin kim olduğunu öğrenmek için saraya sızmamız şart. Hem bakanı hem de
kendimizi korumalıyız."
Ekibim tekrar bir araya toplandı. "Herkes hazır mı?" diye sordum. Herkes başıyla onayladı.
"Altay, önde sen ol. Asi ve Asaf, bakanı koruyun. Ben arkanızdayım. Hedefimiz,saraya ulaşmak ve burada olan biteni çözmek," dedim, aramızda bir güven bağı kurmaya çalışarak harekete geçtik. Araçtan inip hızlıca etrafa bakındık. Yavaş Yavaş bahçeden geçerken,dışarıda yüksek sesle bağıran birkaç kişi gördük. Hemen dikkat kesilerek beklemeye başladık. Arkamızda seslerin yükselmesi, düşmanın hâlâ peşimizde olduğunu gösteriyordu.
"Şimdi!" diye bağırdım. "Saldırıya geçin!"
Bir an her şey durmuş gibi hissettik. Etrafımızı
kuşatan düşmanları görmek için hızla
hareket ettik. Çatışma anı gelmişti. Asaf ve
Asi, bakanı koruyarak hızla ilerledi. Altay,
ateş ederek bizi korunmaya aldı.
Hızla tünelden dışarıya çıkarken,
arkamızdaki düşmanların kurşunlarının
etrafımızı sardığını hissettim. Birbirimizle
göz göze geldik; bu isin sonuna gelmiştik ve
artık kaçış yoktu.
"Burada duramayız." diye bağırdım."Bakanı hemen güvenli bir yere götürün. Biz düşmanları oyalayacagız!"
Ekibim, bakanı güvenli bir noktaya
yönlendirirken ben ve Altay düşmanlara ateş
etmeye devam ettik.
Patlayan mermilerin sesi ve panik içinde
bağıran insanlar, her şeyi daha da karmaşık hale getiriyordu. içimdeki savaşçı ruh, en zor anlarda bile beni cesaretlendiriyordu. Bu düşmanı durdurmalı ve içerideki hain kimse onu bulmalıydık. Şimdiye kadar başardığımız her şey, bu son mücadeleye bağlıydı.
Zırhlı aracın etrafında hızla dönen çatışma ortamı, her an daha da tehlikeli hale geliyordu. Altay, düşmanların nişan almasına fırsat vermeden hızla ateş etmeye devam etti. Asaf ve Asi, bakanı güvenli bir yere götürmek için hızlı adımlarla ilerliyorlardı.
"Bakanı hemen sarayın iç taraflarına alın!" diye bağırdım. "Biz düşmanı oyalayacağız!"
Altay'la birlikte, geri çekilen düşmanlara yönelerek onları etkisiz hale getirmeye çalıştık. Ama düşman sayısı her geçen an artıyordu. Zırhlı araçların ve askerlerin sesi, havayı doldurmuştu. Adrenalinin yükselmesi, tüm sinir uçlarımı tetiklemişti.
Düşmanlardan biri, kurşunlarını sıkıca tutarak arkamızdan yaklaşmaya çalışıyordu. Bir an dönüp ateş ettim. Kurşun, hedefini buldu ve düşman yere serildi. Ama daha fazlası geliyordu. Durumun kritik olduğunu biliyordum.
"Çağıl, şu an sarayın içindeki durumu bana aktar!" dedim kulaklığıma.
"Yüzbaşı, içeride bazı güvenlik görevlileriyle irtibat kurduk ama hâlâ hainin kim olduğunu bilmiyoruz. Dışarıda ise sürekli yeni bir saldırı düzenleniyor. Dikkatli olun!" Çağıl'ın sesi, gerginliği hissedilir şekilde yansıtıyordu.
"Anlaşıldı," dedim. "İçerideki durumu kontrol etmeden bu iş bitmeyecek. Hain kim olursa olsun, onu bulmak zorundayız."
Asaf, "Yüzbaşı, bakanı güvenli bir yere ulaştırmak için zaman kaybetmemeliyiz," dedi. "Bu fırsatı değerlendirmeliyiz."
Düşman ateşiyle yanıt verirken, Altay'a döndüm. "Yavaşça geri çekilerek bakanı güvenli bir noktaya alalım. Düşman dikkatini çekmeden hareket etmeliyiz."
Altay, başını salladı. "Anlaşıldı. Ama bir an önce hareket etmemiz lazım."
Hızla bakanı güvenli bir yere yönlendirdik. Bütün dikkatimiz dışarıdaki çatışmaya yönelmişti, ama içerideki hain düşüncesi kafamı kurcalıyordu. Saraya girdiğimizde, bakanın güvenli bir odada kalmasını sağlamak öncelikli görevimiz olacaktı.
Dışarıdan gelen yoğun ateşle birlikte geri çekilerek bakanı koruma altına aldık. Yavaşça arka kapıdan geçerken, düşmanın yön değiştirdiğini fark ettim. "Geri çekilin!" diye bağırdım. "Bize doğru geliyorlar!"
Asaf, Asi ve Altay hızla yanımıza yaklaştı. "Nereye gideceğiz?" diye sordu Asi.
"Yönetim odasına. Orası daha korunaklı. Oradan düşmanı yönlendirebiliriz," dedim, kararımın arkasında durarak.
Hızla yönetim odasına doğru ilerledik. Dışarıda patlayan mermiler ve patlayan bombalar, tansiyonu artırıyordu. İçerideki güvenlik ekibiyle irtibat kurmaya çalışıyordum ama durum çok kritik görünüyordu. Her an bir tehdit belirebilirdi.
Yönetim odasına girdiğimizde, içeride bazı güvenlik personeli toplandı. "Düşmanlarla ilgili bilgileri hemen bana verin," dedim, herkesin dikkatini üzerime çekerek.
"Dışarıda birçok düşman grubu var. Birkaç tanesi daha önce saraya girmiş olabilir," diye yanıtladı biri. "Bunun yanında, her an yeni bir saldırı bekliyoruz."
"Anlaşıldı. Buradan çıkmadan önce tüm yolları kontrol etmemiz gerekecek," dedim. "Bakanın güvenliğini sağlamak zorundayız. Hain kim olursa olsun, onu bulmalıyız."
Ekibimle birlikte, dışarıdaki durumu takip ederken içimdeki endişe büyüyordu. Bu kadar karışıklığın içinde, hainin kim olduğunu bulmak zaman alacaktı. Ama asıl önemli olan, bakanın güvende olmasıydı. Şimdi bu işin arkasındaki gizemi çözmek ve bir an önce harekete geçmek zorundaydık.
Hızla yönetim odasında gerekli bilgileri toplarken, dışarıdaki çatışmanın gerginliği artıyordu. Herkes, gözleri endişeyle kapının önünde bekleyen düşmanları izliyordu. İçimde bir huzursuzluk hissetmeye başladım.
"Dikkatli olun, kimse dışarıda yalnız kalmasın," dedim, ekibime bakarak. "Açık alanlara çıkmaktan kaçının."
Tam o sırada, bir güvenlik görevlisi hızlıca içeri girdi. "Yüzbaşı, dışarıda bir çocuk var!" dedi, nefes nefese. "Bunu hemen kontrol etmeliyiz!"
Herkes birbirine baktı. Dışarıda bu koşullar altında bir çocuğun ne işi olabilirdi? İçimdeki endişe daha da arttı. "Çocuğun durumu ne? Yalnız mı?" diye sordum.
"Evet, yalnız ama çok garip bir tavır sergiliyor. Bize doğru koşuyor," dedi güvenlik görevlisi. "Ama gözlerindeki ifade... korkunç."
Bir an donakaldım. "Bütün dikkatimiz oraya yönelmeli," dedim. "Hemen dışarı çıkın, ama temkinli olun. Düşman bu durumu kullanıyor olabilir."
Asaf, "Ama bir çocuk nasıl bir tehdit oluşturabilir ki?" diye sordu, yüzü kararmıştı. "Buna dikkat etmeliyiz."
"Dışarıda ne olursa olsun dikkatli olmalıyız," dedim. "Bize yaklaşan bir tehlike var gibi hissediyorum."
Hızla dışarıya doğru hareket ettik. Çocuk, karanlıkta göz kamaştırıcı bir hızla bize yaklaşıyordu. Yüzünde bir gülümseme vardı ama bu gülümseme içimdeki korkuyu daha da büyütüyordu. Bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordum.
"Dur!" diye bağırdım, ama çocuk duraksamadan koşmaya devam etti. Gözlerinin derinliğindeki ifade, bu durumu daha da tüyler ürpertici hale getiriyordu.
Tam o anda, çocuğun elinde bir şey parladı. Bir anlık bir belirsizlikle, içimden korkuyla bağırdım: "Herkes arkanı dönsün!"
Ama çok geçti. Çocuk aniden yere doğru eğildi ve elindeki cihazı patlattı. Bir patlama sesiyle birlikte, her şey aniden karardı. Gözlerimin önünde bir ışık belirdi ve etraftaki her şey titredi.
Patlama, çevreyi sarsarak her yere molozlar fırlattı. İçerideki herkes yere yığıldı. Alevler etrafımızı sardı ve içimden bir şeyin, bu çocuğun tuzağına düştüğünü anladım. Dışarıda patlayan çocuk, aniden gözlerimin önünde bir kabusa dönüştü. Sanki zaman durdu; kalbim, patlama anında hızla atarken içimde bir soğukluk hissettim. Gülümsemesi, sevgi dolu bir çocuğun ifadesi gibi görünse de, bu ifade arkasında büyük bir korku ve çaresizlik barındırıyordu. Herkes, bu masum görüntünün altında yatan korkunç gerçeği görememişti. O an, çocuğun gözlerindeki acı ve tereddüt, kalbimi sarmalayan bir yürek burkuntusuna dönüşmüştü.
Patlama sesiyle birlikte etrafımda her şey parçalandı. Gözlerimdeki görme kaybı geçici ama şok edici bir karanlığa yol açtı. Çocuğun ne kadar çaresiz olduğunu ve içindeki korkunun, onu bu noktaya sürüklediğini anladım. Kim bilir, belki ailesi düşman tarafından zorla bu hale getirilmişti. İçimdeki duygular, savaşın acımasızlığını ve masumların nasıl bir piyon haline getirildiğini bir kez daha hatırlattı.
Bakanın durumu kritik görünüyordu. Yerde yatan, kanlar içinde yatan bu adamı korumak zorundaydım. Hemen yanına koşarak, onu güvenli bir yere çekmek için elimden geleni yaptım. "Bakanım! İyi misiniz?" diye bağırdım, panikle yanına eğilirken.
Gözleri yarı açık, acıyla dolu bir ifadeyle bana baktı. "Bu çocuk... Ne oldu?" dedi, sesindeki titreme içimde bir yaraya dokundu. "Neden böyle bir şey yaptı?"
"Bilmiyorum!" diye yanıtladım. "Ama bu durumun arkasında büyük bir acı var. Onu kullanmış olabilirler. Masum bir çocuğun bu hale getirilmesi..."
Duygularım çığ gibi büyüyordu. Masum bir çocuğun, bir savaşın kurbanı olması benim için dayanılmazdı. Herkes, düşmanın gaddarlığına odaklanmışken, ben bir insanın, bir çocuğun acısını düşündüm. Hayatta kalmak için savaşıyorduk ama bu savaşta kaybedenlerin kim olduğunu unutmamak gerekiyordu.
"Bakanım, hemen güvenli bir yere gitmeliyiz. Burası çok tehlikeli!" dedim. "Ama bunun sonu nereye varacak, bilmiyorum."
Gözlerimdeki yaşları silmeye çalışarak, bakanı yerden kaldırdım. Etrafımızda patlayan mermilerin sesi, içimdeki o büyük acıyı bir daha canlandırıyordu. Düşmanın saldırısına uğramadan bakanı güvenli bir yere ulaştırmak zorundaydık ama bu sırada aklımdan geçen düşünceler beni yiyip bitiriyordu.
"Bu çocuk neyi umuyordu?" diye düşündüm. "Böyle bir eylem, ona ne kazandırabilirdi?" İçimden bir ses, bu savaşın, ne masum insanları ne de çocukları affetmeyeceğini haykırıyordu.
Sonunda bakanı bir köşeye sıkıştırdık. "Burası güvenli. Şimdi dışarıdaki durumu kontrol etmemiz gerekiyor," dedim, kararlı bir ses tonuyla. Ama içimdeki duygu seli, yine de dinmek bilmiyordu. Bir çocuğun masumiyeti, bu savaşın karanlık yüzünde kaybolmuştu.
"Yüzbaşı, düşman yeniden saldırıya geçiyor!" diye bağırdı biri. Benim için savaşın gerçek yüzü, bir çocuğun yürek burkan hikayesi olmuştu. Savaş, ne kadar kazananı olursa olsun, kaybedenleri hep acı çektiriyordu. Ve ben, bu hikayenin sadece bir parçasıydım.
"Şimdi düşmanla yüzleşme zamanı," dedim, kararlılıkla. "Ama bunun bedeli büyük olacak." Masumların bedelini ödemeden, bu savaşı durdurmanın bir yolunu bulmalıydık. İçimdeki acı ve öfke, bu savaşı sona erdirmek için bir motivasyon kaynağı olmuştu. Çocuklar, bu savaşın en büyük kurbanlarıydı ve bunu değiştirmek benim elimdeydi.
Bakanı güvenli bir köşeye aldıktan sonra, etrafımda devam eden kaosun ortasında ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Düşmanın saldırı düzenlediğini biliyordum ama benim için asıl savaş, içimdeki acıyı ve öfkeyi kontrol altında tutmaktı. O masum çocuğun görüntüsü, aklımda dönüp duruyordu. Ne olursa olsun, bu savaşın sona ermesi gerekiyordu.
"Dikkatli olun!" dedim ekibe. "Bizi hedef alacaklar. İlk önce düşmanların nereden geldiğini tespit etmeliyiz."
Asaf ve Asi, dışarıda olup biteni izlemek için bir pencerenin yanına gitti. O sırada, Altay ile birlikte etrafın gözlemini yaptık. Düşman grupları, sarayın etrafında toplanmıştı ve yeniden saldırıya geçmek için hazırlık yapıyorlardı.
"Yüzbaşı, her an üzerimize gelebilirler" dedi Asaf, kaygılı gözlerle. "Ne yapmalıyız?"
"Zaman kaybetmeden bir strateji belirlemeliyiz. Etrafta mümkün olduğunca fazla koruma sağlamak zorundayız" dedim. "Bir yandan da bakanı korumak için burada kalmalıyız." Birden, düşmanın bir başka grubu yaklaşırken, içimde bir korku dalgası belirdi. "Hızlı olun! Düşmanın nereden geldiğini bildiğimizde, karşı saldırı yapacağız," dedim. Tam o anda, düşmanın saldırısı başladı. Mermiler, pencere camlarına çarpıyor ve her yere sıçrıyordu. "Şimdi!" diye bağırdım, elimi silahıma atarak. Ekibimle birlikte, düşmana ateş açtık.
Havada yükselen gürültü ve mermilerin sesi, içimi kıpırdatıyordu. Asaf ve Asi, yanımda sabit durarak ateş etmeye devam ediyorlardı. "Düşman sayısı çok fazla! Bizi burada kalmak zor!" dedi Asi, yorgun ama kararlı bir şekilde.
"Bir çıkış yolu bulmalıyız!" dedim. "Geri çekilmeye hazırlanın!"
Patlayan bombalar ve alevlerin arasında, bakanın yaralı bedeni için endişeliydim ama bu sırada düşmanın üstüne gitmek zorundaydık. Dışarıda, düşmanın cesaretle ilerlediğini ve bize doğru geldiğini görebiliyordum. "Bir plan yapmalıydım." dedim. "Altay, sen ve Asi koruma sağlayın. Asaf, benimle gel. Dışarıda bir yol bulmalıyız." dedim. Hızla hareket ettik, arkamızda bir savaş patlak verirken düşmanların sesleri yankılanıyordu.
Ateş etmekten başka bir şey düşünemiyorduk. Düşman grubu yaklaştıkça, ateşi yoğunluğu arttı. Bir an için gözlerimi kapattım ve o masum çocuğun gözlerinin kim olduğunu ve bu savaşta kaybedenlerin kim olduğunu biliyordum. Ama şimdi, her şey için savaşmanın tam zamanıydı.
"Yüzbaşı, dikkat et!" diye bağırdı Asaf. Bir düşman, arkamızdan sızarak bize doğru geliyordu. Hızla döndüm ve onu etkisiz hale getirdim. Ama bu bir anlık rahatlama, diğer düşmanların daha fazla saldırması için bir fırsat olmuştu.
"Bakanın güvenli bir yere gitmesi lazım!" dedim. "Hemen buradan çıkmalıyız!"
Hızla hareket ettik. Düşmanların ateşinde ilerlemek bir elimde, geri çekilmeye çalışırken, Ekibimle birlikte, geriden geleni yaptım. Aklımda tek bir düşünce vardı: Bu savaşı durdurmak zorundaydı. Bakanın yaralı bedeni bize karşı yükselen Mermilerin arasında, umudun bir sembolü gibi kalıyordu. Her adımda, düşmanın baskısını hissettiğim için endişeleniyordum. Ama bunun sona ermesi gerekiyordu.
Sonunda, kapının önüne geldiğimizde, düşman ateşi şiddetini artırdı. "Şimdi!" diye haykırdım. "Kapıyı açın!" Düşman ateşi altında, bir kapıyı zorla açtık ve içeri daldık.
Ama içeride de başka bir tehlike bizi bekliyordu. Hainin kim olduğunu bulmak için bir şans daha verilmişti. Düşmanın girişi kapatmak için ellerini çabuk tutması gerekiyordu. Ama şimdi, bu savaşın sonu yaklaşırken, hep birlikte savaşı göze almalıydık.
Kapının ardında gizli bir oda vardı. Gizli kapıyı ittirirken duvardan da kalın olduğunu fark etmiştim. Kapanmaması için sıkıca tutarken zorlukla inledim. "Bakanı getirin çabuk!" Asi ve Altay hızla bakanı getirirken Asaf üçümüzü de korumasına almıştı.
"Hani sadece bir toplantıydı! Ne ara bu kadar karıştı işler?!"
"Bilmiyorum!" Diyerek haykırdım. Yarı baygın adamı odaya sokarken onunla birlikte odaya girdim ve ardımdan Asi de girerek kapıyı artık kapatacaktım. "Buraların ateşi dinmeden sakın çıkmayın, biz sizi koruruz. Zaten ekipler geldi. Çok değil, yarım saate bile kalmaz bu savaş biter." Güvenen gözlerle Asaf'a baktım. "Sana güveniyorum onbaşı." Dediğimde gözlerinin gözlerimde daldığını gördüm. "Teşekkür ederim." Dedim ve kapıyı artık kapanması için bıraktım.
Kalın duvar sanki kapı değilmiş gibi olduğu yerle bütünleşirken küçük odayı birden sessizlik kapladı. Hızla bakanın kendisine döndüm. "Durumu ne?" Dediğimde Asi onunla ilgilenmeyi bırakarak derin bir soluk verdi. "Bayıldı herif, ne yapacağız?" Omuz silkerek öylece yüzüne baktım. Olduğumuz oda üçümüz için epeyce dar olurken içinde toplu iğne bile yoktu. "Birileri gelip bizi buradan çıkarana dek bekleyeceğiz." Dedim zoraki bir sesle. Asi boynundan silahını çıkarırken saçlarını da açıp olduğu yere çöktü. "Anlamıyorum." Dedi mırıltılı sesi ile. Onunla beraber çökerken silahımı sırtıma koymuştum. "O küçücük çocuk," boğazı düğümlenmiş gibi susarken gözlerini yumdu. "Bu savaşta en masumu oydu, olan da ona oldu. Bu mu tanrının adaleti? Küçücük çocuğun ölmesi mi adalet?"
"Asi," dedim yatıştırıcı bir sesle. "Onu buna zorladılar biliyorsun, hangi çocuk canlı bomba olmak ister ki?" Gözleri dolmuş, eli karnına gitmişti. Kendi anıları gelmişti gözlerinin önüne. Onun acısı en derindeydi.
"Onu özlüyorum..." Diye mırıldandı. Şuan bu savaşın içinde onun bu duygusallığı tamamen ölen çocuğa bağlıydı. "Canım..." Dediğimde elini okşuyordum. "Anlat." Dedim bir cesaretle. "Dök içini..." Bunu bekliyormuş gibi ağlamaya başladı. "Altı aylıktı, kalp atışlarından başka bir dayanağım yokken onu da bana çok gördüler." Dediğinde eli bir an olsun karnından ayrılmıyordu.
"Binlerce elbise almıştım ona," burnunu çekti. Sesi gittikçe keder doluyordu. "Çok minik kıyafetler, beşikler, biberonlar..." Devam edemeden hıçkırdı. "Deniz ben ona çok bağlanmıştım..." Gözlerinden akan yaşlar yanaklarını ıslatıyordu. "Murat şehit olduktan sonra tek dayanağım oydu, sevdiğim adamın bana tek hatırasıydı..." Elini karnından çekmemekte ısrarcıydı, sanki kaybettiği bebeği hala içinde bir yerlerde yaşıyordu.
"Ben onun kokusunu bile bilmiyorum ama o toprağın en soğuk halini biliyor." Sarı saçları ıslanan yanaklarına dağılıyordu. Tek aşık olduğu, sevdiği adam şehit olmuştu, ondan son hatıra olarak kalan bebeğini, bir gün hiç ummadığı bir kaza ile kaybetmişti. Kaza değildi, kasıtlı yapılan bir suikasttı.
"Geleceğine söz vermişti, kızımıza isim koyacak, ona künye alacağına söz vermişti ama gelmedi..." Nefes almaya çalıştı ama zorlanarak direndi. "Asi..." Dedim sakinleşmesi için ama şuan acıların en derinini yaşıyordu.
"Ben herkese Asi'ydim. Ama ona... Ona Leyla'dım..." Adını daha önce hiç sayıklamadığı için kendisi de garipsemişti. "Asi, lütfen," dedim. Yaşlarını silerken. Bakışları yüzüme tırmadı. "Bana anneliği çok gördüler. Bana yaşamayı çok gördüler..."
"Asi..." dedim sakinleşmesi için ama acıların en derininde kaybolmuştu.
gözlerinden süzülen yaşlar, kaybettiği bebeğinin anısını canlandırıyor, her bir damla yüreğime saplanıyordu. "Bebeğim," dedi, sesi titreyerek, gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. "Evet, belki de onun anısını yaşatmak, benim için en önemli şey olacak," dedi. "Onun için güçlü olmalıyım. Hayatta kalmalıyım." Sesi, derin bir acının yankısıydı."Hayatımda bir gün bile onunla yaşamadım," dedi, sesi kırılgan bir fısıldayışla. "Ama hep içimde yaşadım. Onun için her şeyimi verirdim. Şimdi o yok, ben de yokum. Kendimi kaybettim."
"As-"
"Nerdeyim ben?" Bakanın sesiyle ikimizde hızla toparlanırken asi arkasını dönmüş, gözyaşlarını siliyordu. "Bakanım." Başını tutarak doğtulurken kalçasının üstüne oturdu ve başını ellerinin arasına almıştı. "İyi misiniz?" Dedim kendisini süzerken. "Nasıl iyi olmamı bekliyorsunuz, asker hanım?" Farklı hitabı kaşlarımı havalandırırken asi de kendisine dönmüş, garip bakışlarla bakıyordu.
"Çok iyisiniz belli." Dedi Asi, kendinden asla taviz vermeyen bir tavırla. "Burada olan biteni bize anlatmak ister misiniz? Şayet az önce bir çocuk bu saçmalık uğruna kendini patlattı, gözlerimizin önünde!" Bakan şaşkın ve aynı zamanda afallamış bir ifadeyle bakarken Asi'nin kolunu tuttum. "Onu sorgulamak bizim işimiz değil." Dediğimde sakin olmasını umuyordum.
"Ben... Ben ne diyeceğimi.... Bilmiyorum." Bakan zaten kendisi olayın şokundaydı. Gözleri yerde derin nefesler alıyordu. "Asi, lütfen. Buradan çıkana kadar en azından sakin ol." Kolumdan elini çekerek duvara yaslandı. "Lânet olsun, küçük çocukların zarar geldiği her işe, her bir şeye lanet olsun!" Dediğinde içinde büyük bir öfkenin patladığını görebiliyordum....
Bu bölüm çoook uzadı, artık diğer bölümde görüşürüz 🦋 ☺️
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
2.72k Okunma |
144 Oy |
0 Takip |
27 Bölümlü Kitap |