Sevgili günlük diye başlamayacağım... Çünkü bu yazdıklarımı da, senin kapağını da severek açmıyorum. Yazdıklarım hep buruk, hep yarım... Sanki sözcükler bile benden kaçıyor, cümlelerin ucu bir türlü bağlanmıyor. Her kelimeyi zorla kazıyorum sanki, her harf bir yara açıyor içimde. Ama yazıyorum işte. Belki de unutmamak için. Ya da unutabilmek...
Bazen düşünüyorum, neden hâlâ bu kadar yük taşıyorum diye. İnsan, bir şeyleri unutunca mı özgürleşir, yoksa unutmamak mı daha büyük bir cezadır? Bu satırlarda neyi arıyorum bilmiyorum. Belki bir cevap, belki sadece sessiz bir dinleyici. Çünkü sesimi duyan yok gibi. Ya da duyanlar, anlamaktan uzak.
İçimde bir yerlerde kaybolduğumu hissediyorum. Yolumu bulmaya çalışırken kendimi daha da derin bir karanlığa sürüklüyorum. Ama bu karanlık da tanıdık geliyor. Korkutucu bir huzur var burada. Sanırım alıştım.
Bugün de böyle işte... İçimde bir umut aramayı bıraktım sanma. Ama bazen, umudun kendisi bile yoruyor insanı.
🫀
Uyuyordu hâlâ, uyanmak istemez gibi kapatmıştı gözlerini. Bedenine bağlı olan serumlar sanki bir fayda etmez gibi damlıyordu, neden uyanmıyordu hâlâ?
Makinelerin düzenli bip bip sesleri, odanın sessizliğinde yankılanıyordu. Kollarım titreyerek, avuçlarımı onun ellerine bastırdım. Soğuk, cansız elleri... Hala aynıydı. Ne de olsa, aylardır hiçbir şey değişmemişti.
"Uyan," diye fısıldadım, ama sesim bile zayıf, korkarak duyulacak gibiydi. Duydu mu? Yoksa tamamen mi kayboldu?
Gözlerim gözlerine odaklanmıştı. Göz kapakları o kadar ağır, o kadar derindi ki, sanki geri dönmeyecekmiş gibiydi. Bir an düşündüm, belki de bu şekilde gitmek, bu şekilde kaybolmak istiyordu. Ama hayır, yapamazdı. Yapmamalıydı.
Serumların damlaları hâlâ düşüyordu. Zaman duruyordu. Her geçen saniye biraz daha ağırlaşıyordu.
"Ben buradayım," dedim. "Lütfen geri dön." Ama uykusundan cevap yoktu. Sadece, soğuk, derin bir sessizlik.
Sözlerim havada asılı kaldı. Bir yankı bekledim, küçücük bir tepki, bir hareket, bir nefes. Ama hiçbir şey olmadı. O kadar sessizdi ki, kendi kalbimin atışını duyar gibi oldum. İçimdeki çaresizlik, bir ağırlık gibi göğsüme oturmuştu.
Parmaklarını avuçlarımda biraz daha sıktım, sanki onun için nefes alabiliyormuş gibi. "Beni bırakma," diye fısıldadım bu sefer. "Daha yapacak o kadar çok şeyimiz var ki... Yarım kalan her şeyimizi tamamlamamız lazım."
Gözlerim doldu, ama ağlamamak için kendimi tuttum. Çünkü ağlamak demek, pes etmek demekti. Çünkü gözyaşları, onun duyabileceği bir şey değildi. Onun dönebilmesi için güçlü olmam gerekiyordu.
Eğilip yanağına bir öpücük kondurdum. Soğuktu, o kadar soğuktu ki içim ürperdi. Daha fazla dayanamayacağımı hissettim. Ama kalkmak, gitmek... mümkün değildi. Sanki burada kalırsam, onun da burada kalacağını hissediyordum.
Bir anda, bir şey oldu. Gözleri hafifçe kıpırdadı mı? Yoksa sadece benim hayal gücüm müydü? Nefesim tutuldu, tüm dünyam o küçük hareketin etrafında dönmeye başladı.
"Buradasın, değil mi?" diye fısıldadım yeniden, umutsuz bir umutla. "Lütfen bana bir işaret ver."
Dakikalar saatler gibi geldi, ama yine de bekledim. Elini bırakamazdım. Onu bırakamazdım.
Hiçbir şey olmadı. O küçük kıpırtı bile belki sadece benim gözlerimin oyunuydu. Sessizlik, odanın duvarlarına çarpıp geri dönüyordu. Bekledim. Beklemekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Bir an, o derin sessizlikte, içinde kaybolduğum anılara döndüm. Kahkahalarını hatırladım. Gözlerindeki o parıltıyı... Bana doğru eğilip söylediği ilk sözlerini. Ne kadar güçlü olduğunu, her şeyin üstesinden gelecekmiş gibi görünüşünü... Şimdi ise, o güçlü insan, burada, cansız bir bedene hapsedilmiş gibi yatıyordu.
Elimi bırakıp gidecek mi? O güzel gülüşünü bir daha hiç göremeyecek miyim? Kendime bu soruları sormamak için dudaklarımı ısırdım, ama nafile.
"Ne olur, bırakma beni," dedim, sesi titreşimlerime eşlik eden bir yalvarışla. "Henüz vedalaşmadık. Daha konuşacak o kadar çok şeyimiz var ki. Senin sessizliğine tahammül edemem."
Kelimelerim boşluğa karıştı, belki de yalnızca kendim için söylüyordum artık. Ama bir umut, içimde hep vardı. Bir gün... belki yarın... ya da belki hiç... ama yine de bekleyecektim. Çünkü vazgeçmek, onun yokluğunu kabullenmek demekti.
Başımı yatağının kenarına yasladım. Parmaklarım hâlâ onun ellerine sarılmıştı. Gözlerimi kapattım, ama zihnimde sürekli onun sesi yankılanıyordu. Hayalimde, bana güldüğünü, konuştuğunu, "Buradayım," dediğini duydum.
Ama gerçekte, odada sadece makinenin düzenli, soğuk sesleri yankılanıyordu.
Uykuya dalmamıştım ama gözlerimi kapatmış, onun nefes alışıyla eş zamanlı olmayan, ama yine de varlığını hissetmek istediğim bir ritimde bekliyordum. Belki de kendi kurduğum bir düzenin içinde kaybolmaya çalışıyordum; aksi halde bu sessizliğin beni boğmasından korkuyordum.
Gözlerimi açtığımda, odanın içine sabahın ilk ışıkları sızıyordu. Perdelerin arasından hafifçe süzülen o solgun gün ışığı, her şeye daha gerçekçi bir ağırlık katıyordu. Onun yüzüne baktım. Hâlâ öyle dingin, öyle hareketsizdi ki. Bu dinginlik huzur verici olmalıydı, ama benim için yalnızca bir ceza gibiydi.
"Elini bırakmadım, fark ettin mi?" diye mırıldandım, kendi kendime konuşur gibi. "Belki bir yerlerde hissediyorsundur. Buradayım. Hep burada olacağım."
Gözlerimden bir damla yaş süzüldü, farkına varmadan. Onun yanındayken güçlü olmam gerektiğini biliyordum, ama her saniye daha da zordu. Yine de, pes etmeyecektim. Ellerinden bir an bile ayrılmamıştım, ayrılmayacaktım. Çünkü korkuyordum. Onu bırakmak, onun yokluğunu kabul etmek olurdu. Ve buna hazır değildim.
Saat ilerliyordu. Evin soğuk koridorlarından gelen ayak sesleri, hayatın devam ettiğini hatırlatıyordu. Ama burası başka bir dünyaydı. Onun dünyası. Bizim dünyamız. Ve o dünyada, zaman durmuştu.
Bir hemşire içeriye girdi, rutin kontrol için. Beni gördüğünde durakladı, gözlerimdeki umutsuzluğu fark etti mi bilmiyorum. Hafif bir tebessümle başını salladı. "Dayanıyorsunuz," dedi alçak bir sesle. "Bu bile büyük bir şey."
Ne söyleyeceğimi bilemedim. Ona sadece hafifçe başımı salladım, ama içimde fırtınalar kopuyordu. Bu kadar beklemek dayanmak mıydı? Yoksa sadece kaçınılmaz olanı geciktirmek miydi?
O gün, yine aynı umutla geçti. Bir sonraki gün de. Ve bir sonraki... Ama gözlerini açmadı. Ve ben her geçen saniye, her geçen gün, biraz daha yalnızlaştım. Ama yine de buradaydım. Çünkü başka bir yerde olmayı aklım bile almıyordu.
Zamanın ne kadar geçtiğini bilmiyordum artık. Günler mi olmuştu, haftalar mı? Her şey birbirine karışıyordu. Güneşin doğup batışı, odanın ışıkları ve makinelerin düzenli sesleri... Hepsi aynı monoton ritim içinde kaybolmuştu. Ama ben hâlâ buradaydım, onun yanındaydım. Gitmek istemiyordum. Belki de gidemiyordum.
Bir gün daha başlamıştı. Pencerenin dışından kuşların cılız sesi geliyordu. Bahar gelmişti galiba. Bu düşünce içimi garip bir şekilde acıttı. Bahar... ama o hâlâ uyanmamıştı. Her şey yeniden canlanırken, onun böyle hareketsiz kalışı, kalbimde derin bir boşluk açıyordu.
Ellerini hâlâ tutuyordum. Parmaklarını okşarken bir an durdum. "Biliyor musun?" dedim sessiz bir sesle, sanki gerçekten beni duyuyormuş gibi. "Sen uyurken sana ne kadar çok şey anlattım, bilmiyorsun. Ama belki bir gün uyanırsan hepsini hatırlarsın. Belki bir gün..."
Sustum. Kelimeler boğazıma düğümlenmişti. Gözlerim, ellerine takıldı. O kadar hareketsizdi ki... Ellerimle onun avuçlarını kapladım, sıcaklığını ona vermeye çalıştım. "Ben pes etmeyeceğim," dedim. "Sen de etme, olur mu? Bana bir işaret ver, küçücük bir şey. Bir nefes, bir göz kırpışı... Ne olursa."
Ama o işaret gelmedi. Ve ben yine çaresizlikle başımı onun göğsüne yasladım. Gözlerimi kapattım. Belki de ilk defa bir an için, sessiz bir dua fısıldadım içimden. Kim olduğunu bilmediğim bir şeye, bir güce yalvardım. Onu bana geri versin diye.
Saatler sonra hemşire yine geldi. Serumları kontrol etti, makinelerin düzenini gözden geçirdi. Yüzüne bakamadım. Onun gözlerinde ne göreceğimi biliyordum: acıma, belki biraz umut, belki de artık vazgeçmem gerektiğini ima eden o bakış...
Ama vazgeçemezdim. Gitmek demek, her şeyi sona erdirmek demekti. Ve ben buna hazır değildim. Onu hâlâ burada tutan şeyin benim varlığım olduğuna inanmak istiyordum. Bunu düşündükçe kendimi daha sıkı ona bağlıyor, ellerini daha sıkı tutuyordum.
"Bir gün uyanacaksın," diye fısıldadım. "Bir gün gözlerini açacaksın ve ben hâlâ burada olacağım. Hep burada olacağım."
*
Son bir umut kırıntısı arıyordum, Onun kokusu... O tanıdık, sıcacık koku, burnumun direğini sızlatıyordu. Aylar boyu hayatımın bir parçası olmuş, şimdi ise yalnızca anılarımda yaşar gibi. Bir an için gözlerimi kapattım. Sanki birkaç adım ötemdeydi, o gülümsemesiyle bana bakıyordu. Ama gözlerimi açtığımda, karşımdaki tek şey, boş bir sandalyeydi.
Odanın içinde amaçsızca dolaştım. Ellerimle eşyalarına dokundum; yastığının kenarına, dolabının köşesine, masanın üzerindeki küçük anahtarlığa... Sanki bu dokunuşlarla onu geri getirebilirmişim gibi. Ama hayır, her şey sadece birer eşya, soğuk ve sessizdi. Tıpkı onun gibi.
Derin bir nefes aldım. Havada hâlâ ona dair bir şeyler vardı, ama o kadar silikti ki, belki de yalnızca hayal gücümden ibaretti. Burnumda tüten o koku, içimde bir yangın gibi büyüyordu.
Adımlarım beni yatağının başucuna geri getirdi. Sessizce oturdum, ellerimi başıma dayadım. "Neden hâlâ uyanmıyorsun?" dedim neredeyse duyulmayacak bir sesle. Sorunun cevabını bildiğim hâlde sormaktan kendimi alıkoyamıyordum.
Onun yaşadığı anları düşünmeye başladım. Kahkahalar attığımız, tartıştığımız, sarıldığımız, birbirimize destek olduğumuz o zamanları... Şimdi yalnızca bir gölge gibi üzerime çöken bir eksiklik vardı. Ellerim titredi. Parmaklarımı yatağın kenarına sürttüm, orada bir şey bulmaya çalışır gibi.
"Ne yapmam gerekiyor, ne söylemem?" diye fısıldadım. "Senin yokluğunla başa çıkmayı bilmiyorum. Yapamıyorum."
Sonra bir an, nefes almayı unuttuğumu fark ettim. O kadar derin bir acının içindeydim ki, kendi soluklarımı bile hissetmiyordum. Ama sonra... sonra odanın içinde bir şey fark ettim. Çok küçük, neredeyse hissedilmeyecek bir şey.
Ellerimi ona doğru uzattım, hafifçe eğildim ve yatak ve bazanın arasında duran kahverengi ajandayı elime aldım. Günlük müydü bu bilmiyordum. Açıp açmamak arasında kalmıştım. Ajandanın kapağı eskimiş, köşeleri hafifçe yıpranmıştı. Parmaklarım kapağın sert dokusunda bir an durakladı, kalbim daha hızlı çarpmaya başladı. İçinde ne olduğunu bilmiyordum, ama bu küçük defterin onun dünyasından bir parça olduğunu hissediyordum. Belki de içindeki satırlar, onun sessizliğine bir cevap olurdu.
Titreyen parmaklarla ilk sayfayı çevirdim. Sayfanın üst kısmına tarih atılmıştı, ancak yazılar oldukça dağınık ve aceleyle yazılmış gibiydi. Sanki düşüncelerini yetiştirmeye çalışmış, her kelimeyi ardına bakmadan kağıda dökmüş gibiydi. Gözlerim kelimelere takıldı:
"Bugün kendimi yine eksik hissettim. Söylemek istediklerim içimde düğümlendi, ama kimse anlamadı. Anlatmaya da çalışmadım zaten. Beni kim gerçekten anlayabilir ki? Onu bile... anlatamam. Ama bu his... bu his beni boğuyor."
Cümlelerin ağırlığı üzerime çöktü. Bu onun sesiydi, yazı aracılığıyla da olsa. Sessizliğinin ardındaki o karanlık dünyaya bir pencere açılmış gibiydi. Gözlerimle satırları takip ettim, ama bir an için nefesim kesildi. Birkaç satır aşağıda ismim yazılıydı.
"O bana bakarken her şey daha kolaymış gibi geliyor. Ama ona anlatmak... hayır, olmaz. Beni gerçekten anlayabilir mi? Anlatmaya cesaretim var mı? Belki bir gün..."
Dizlerimin bağı çözüldü. Oturduğum yerde kalakaldım, kelimeler gözümde bulanıklaşırken içimde bir sıcaklık hissettim. onun suskunluğu beni bir duvar gibi iterken, bu sayfalar onun içinde sakladığı dünyayı önümüze seriyordu.
Sayfaları çevirmeye devam ettim, her biri daha kişisel, daha derindi. Bazıları karamsar, bazılarıysa beni şaşırtacak kadar umut doluydu. Ve her birinde, ona dair bilmediğim bir şeyler öğreniyordum. Ama en çok, adıma yazılmış olan küçük satırlarda kayboluyordum.
"Bir gün onu karşıma alabilirsem, ona söylemem gereken o kadar çok şey var ki..."
Okudukça bir düğüm boğazıma oturdu. Onun sessizliği ardında bir dünya saklıydı, ve şimdi bu dünya elimdeydi. Bu kadar yakınken hâlâ ulaşamamak, daha önce hissetmediğim bir acıyla beni sarstı.
Ajandayı göğsüme bastırdım, gözlerimden yaşlar süzülürken sessizce fısıldadım: "Uyan. Ne olur, uyan ve anlat. Sana her şey için burada olduğumu göstereceğim."
Ardından biraz daha çevirdim sayfaları ve uzun bir yazıyı görünce duraklayıp okumaya başladım. "Bir kaç gündür hep karşıma çıkıyor. Sanırım bilerek, yada bilmeyerek bilmiyorum... Çok güzel, ve alımlı bir kadın. Koyu kahverengi saçları var... Anneme benziyor.."
Cümleleri okurken boğazım düğümlendi. Onun kelimelerinden bir şeyler öğreniyor olmak, onu daha iyi tanımak beni sevindirmeli miydi, yoksa acı mı vermeliydi, emin olamıyordum. Ama bu satırlar, onun iç dünyasına bir kapı aralıyordu, ve ne kadar korksam da devam etmekten kendimi alıkoyamadım.
"İlk gördüğümde bir an için annemi hatırladım. Saçlarının dalgaları, gözlerindeki o keskin bakış... Ama hayır, o annem değil, çok farklı. Onun gözlerinde bir şey var; bir huzursuzluk, bir arayış... Belki benim içimdeki boşluğa benzeyen bir şey. Onu her gördüğümde kendimi daha fazla düşünürken buluyorum. Sanki farkında olmadan beni içine çekiyor. Ama bu doğru mu? Onu düşünmek bile kendime ihanetmiş gibi geliyor."
Nefesimi tutarak okudum. Kimi kastettiğini anlamıştım. Bahsettiği kişi bendim. Her cümlede daha derine çekiliyordum, her kelime içimde bir yerde yankılanıyordu. Onun beni bu kadar dikkatlice gözlemlemiş olması, düşündüğümden çok daha fazlasını hissettiğini gösteriyordu. Ama neden bu kadar sessiz kalmıştı? Neden söylememişti?
"Belinde silahını gördüm, askermiş... Hayatıma girecek olan asker o seçilmişti. Zamanında babamın hayatında olan bir asker vardı, onun kızıymış. Farklıydı, hemde çok farklıydı. Askerdi ama kendini bile bile açığa vuruyordu. Sanki bana uyarı veriyor gibiydi, onu fark etmemi istiyor gibi?"
Cümlelerin sonunda durdum, elimde tuttuğum ajanda birden ağırlık kazanmış gibi geldi.
Ajandayı biraz daha dikkatlice inceledim. Yavaşça sayfayı çevirdim. Kalbim çarpmaya devam ediyordu, her satır bir kayıp, bir hüsran gibi üzerime çökerken. Her kelimeye daha da derinlemesine saplanıyordum.
"O... Her şeyin başlangıcıydı. Ama onu tanımadan önce, aslında kendimi tanımalıydım. Bu, bana sunulan bir fırsat mıydı, yoksa kaçmam gereken bir tuzak mı? Her şey ne kadar da belirsiz. Ama bir şekilde, içimdeki boşluğu o dolduracak gibi. Kimseye anlatamadığım bu duyguları ona söylemek, her şeyin değişmesine sebep olabilir mi?"
Gözlerim yeniden sayfalara kayarken, içimdeki boşluk derinleşiyordu. Fark ettiğim şey şuydu yazdığı bu satırlarda bir şekilde kendi iç yolculuğunu anlatıyordu, ama bana karşı hissettiklerini dile getirmemişti.
Devam ettim;
"Yine çıktı karşıma, tam karşımda duran masaya oturdu, kaçamak bakışlar atıyor, karşısında oturan başka bir herifle konuşuyordu. Neden gelip karşıma oturdu ki? Onu fark edebileceğimi hiç mi düşünmedi? Aleyna geldi, onu uzun uzun inceledi. Yüz hatları başka bir hal aldı. Bu benim hoşuma gitmişti ama buna anlam veremedim."
Kısa bir nefes aldım.
"Yine evde bunaldığım bir gündü, hava almaya çıktım ama yolumu uzattıkça uzattım ve en son bir parkta durdum. Önce çocukları izledim. Ardından boşalıp tekrar başka bir çocuğun bindiği salıncakları izledim. Yüzümde buruk bir gülüş olsa da kendimden taviz vermemem gerekti, çünkü ben Harun Kotan'ın oğluydum.
Ayağa kalktım, şirkete geçmem gerekiyordu ama bir şey oldu. Önce omzuma biri çarptı, ardından bana döndü ve önüme bakmam için sertçe uyardı. Sonra tartışmamız büyüdü, nasıl oldu bilmiyordum ama en son kendimi yerde bıçaklanmış olarak buldum. Bıçağın etkisiyle değilde, onu gördüğümde sarsıldım. Çünkü teni tenime değdikçe canım yanıyordu, acı değil o benim dengemi sarsıyordu.
Eve gelirken artık bilincim kapanmıştı, en son hatırladığım şey anneminkine benzeyen gözleriydi..."
Nefes almakta zorlanıyordum.
"Uyumuştu, koltukta öylece masum masum uyuyordu... Kim bilebilirdi ki sessizce hayatıma sızmaya çalışan bir askerdi? Çok naif ve kırılgan bir yapıya sahipti... Onu böyle izlemek aslında hoşuma gitmişti ama bu yinede beni rahatsız etti.
Ben böyle bir insan değildim."
Elim titreye titreye sayfayı çevirdim. Önceki sayfanın ardından iki gün sonrasının tarihi vardı altta.
"İki gün önce gördüğüm silüet hâlâ aklımdan çıkmıyor, sanırım ondan hoşlandım... Bunu itiraf etmek zor ama, ben bir imkansızın peşinden sürükleneceğim. Bunu hissedebiliyorum."
Ve sayfa burada bitti. Diğer sayfaya geçip geçmemek üzerinde biraz kararsız kalsamda tekrar diğer sayfaya geçtim. "Alaz'ı ikna etmem gerekiyordu. Onun karşısına çıkmaması lazım, çünkü o zaman onun planlarını bildiğimden şüphe edebilir."
Devam etti.
"Hangi çiçeği sever? Hangi rengi sever bilmiyorum, karışık alıyorum. Umarım geri çevirmez, ve çiçekleri sever. Bakma günlük bende çiçek almasını bilmiyorum aslında, ilk defa annemden sonra bir kadına çiçek alıyorum..."
Kursağımda kalan yemek değildi, hevesimdi, hayallerimdi, umutlarımdı... Bu nasıl bir yüktü, ben altında eziliyordum?
Devamında şunları diyordu;
"Kapıdan çıktım, ona çiçekleri verdiğimde çok mutlu oldu, şaşırdı. Arabama bindim ama benden hemen sonra bir kadın daha geldi, eve girdi. İçime bir kurt düştü. Arabayı geri geri sürdüm ve biraz uzakta tekrar durdum. Ne yapıyordum bende bilmiyorum. Bir süre sonra büyük kapı açıldı ve onun arabasının çıktığını gördüm. Süratle sürüyordu, peşine düştüm. Ve en sonunda nerede durdu biliyor musun? Bir uçurumun kenarında. Uzaktan onu izledim. Saçları savruluyor hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Yanına gitsem diye derin bir ikileme girdim. Çok kısa bir süre sonra onun yanına gitmek için adım attım ama o da aklında bir karar vermiş gibi uçurumun tam kıyısında durdu."
İlk sayfalarda soğuk duygularla yazılan yazılar sayfaları çevirdikçe daha samimi ama bir o kadar da aşık oluyordu.
Bu sayfayı atladım ve diğer sayfaya geçtim, çok kısa ama net bir yazı yazıyordu.
"O çok güzel."
Bomboş sayfayı dolduran kısacık yazı kalbime işledi.
Titreyen parmaklarım diğer sayfaya geçti ama uzun bir süre günlüğüne bir şey yazmamıştı. Defterin sadece başında ve sonunda yazılar vardı, ortaları hep boştu.
Teker teker çevirdiğim sayfalardan sonra gördüğüm yazıyla durdum.
"Onunla seviştik." O an gözümün önüne geldiğinde sıcak teninde bulduğum huzur yüzümde soldu. "Yandım, alev aldım. Ben ilk defa bu kadar duyguyu bir arada yaşıyorum. Onun teni beni kavuruyor, dudakları canımı okuyor, parmakları saçlarımın arasında evini bulmuş gibi hareket ediyor. Ben sevgiye aç bir insanmışım, bunu onunla yaşarken fark ettim."
Bu oyunu başlatan da bendim, sonlandıran da... Bu oyunu kaybeden de bendim, perişan olanda.
Tekrar sayfaların arasına boşluk girdi ve bir başka sayfada yine durdum.
"Uzun süredir sana içimi dökmüyorum günlük. Çünkü sana vaktim olmayacak kadar mutluyum, onunla birlikteyim, hayallerim mi gerçekleşiyor bilmiyorum ama şimdilik her şey çok sessiz, sadece o ve ben varız... Biraz kilo almış, çok güzel, çok çok ve hatta çok güzel. Bunu tarif edemeyecek kadar çok güzel..."
Yüzümde buruk bir gülümseme oldu, kabimde duran acı kendini yoklasa da onunla olan anılarım gözümün önünde bir film şeridi gibi geçiyordu.
Bir sayfa daha atladığımda beyaz kağıdın bazı yerlerinde nokta nokta kan lekeleri gördüm. Hızlı hızlı yazılmış yazıyı okumakta güçlük çekerken boğazıma bir yumru oturdu.
"Vurdu! Kendi kendini vurdu! Gözlerimin önünde, çaresizdi, çok çaresizdi ben onu koruyamadım! Ben onu koruyamadım!"
Nefes almaya çalıştım, böyle bir anı ona yaşattığım için, kendime lanet ettim. Burada çaresiz kalan ben değildim, oydu.
Sayfayı çevirdim ve en az on sayfada daha bunu kendine tekrar etmişti. "Onu koruyamadım!" Karalamaya benzer şekilde yazdıkları benim pişmanlığımdı. Ve tekrar büyük bir boşluk girdi araya, sayfalar birbirini takip ederken sona yaklaştığımı incelen katmandan anlayabiliyordum.
13.4
Okuduğum tarih bana hiç iyi şeyler hatırlatmıyordu. O kilit noktası olan gün, her şeyin bize düşman ve ihanet geldiği gün...
"Gitti" Diyordu sayfanın başında. Öyle buruk bir yazıydı ki, sanki telefisi olmayan bir günaha yazılmış gibiydi.
Bembeyaz sayfada yalnızca bu kelime yazıyordu, devamını getirmek ona acı vermiş gibi nokta koymayı bile es geçmişti.
Diğer sayfaya geçtim.
"Nasıl anlatılır, Nasıl dile getirilir bilmiyorum. içime acı koyanla, içimin acısını alan aynı kişiydi. beni
yaşatanla, beni öldüren aynı kişiydi. benim kalp
ağrım hep aynı kişi içindi."
Nefesim kesildi.
"Diri diri gömülseydim canım bu kadar acımazdı. Sabahtan akşama kadar işkenceler içerisinde kalsaydım bu kadar acı çekmezdim. Çünkü insan, bedenine verilen her yara için bir gün iyileşir; ama yüreğine saplanan bıçak asla kapanmaz. Ne bir ilaç hafifletir acısını, ne zaman siler izini.
Her gün aynı sahne oynuyor zihnimde. Her gece, gözlerimi kapattığım anda beni esir alan o karanlık... Bir türlü kurtulamıyorum. Yalanlarla örülmüş bir dünyaya açtım kalbimi, hiç hak etmeyen birine inandım. Ve şimdi, her nefesimde o hatanın yankısı var.
Keşke yalnızca bedenim yansa, keşke yalnızca kemiklerim kırılıp dökülseydi. Ama bu yürek... Bu yürek bir daha toparlanabilir mi, bilmiyorum. Bana söylesene, insan kaç kez ölür? Kaç kez toprağa düşer gibi düşer hayatın ellerinden?"
Hıçkırıklarım ardı ardına firar ederken kalbimde bir ağırlık kendini göstermişti. Defteri tutan ellerim titriyor, gözlerimin önü bulanıklaşıyordu.
Okumamam gerekiyordu daha fazla ama kendimi tutamıyordum.
15.4
"Beni tövbe ettiğim bir yola çıkmaya ikna edip yarı yolda bıraktı. Hemde tam korktuğum şekilde."
16.4
"Eğer gerçekten isteseydi bir şeyler yapardı."
17.4
"Seni affederim tamam da, ben, beni kendinden vazgeçmek zorunda bırakışını affetmiyorum."
18.4
"Senin için verdiğim onca çabam, emeğim beni sev diye değildi, seni sevdiğim içindi... Sanırım artık hiçbir şeyin anlamı kalmadı."
19.4
"Üzülen sen olduktan sonra haklı olmamın bir anlamı yok."
20.4
"madem her şartta kaybedecektik, beraber
harcansaydık. madem bu kadar acıyacaktı
canımız, beraber savaşsaydık. bir kez olsun aynı
enkazda kalsaydık. keşke tüm ömrüm yenilgiyle
geçseydi de sen o savaşta bana karşı
durmasaydın."
21.4
"Gözün de görüyordu, gönlünde biliyordu... Sen bizi bile bile bu enkazın altında bıraktın."
22.4
"Onu ilk gördüğümde böyle biteceğini biliyordum ama işte, gönlüme de gözüme de söz geçiremedim. Asıl suç benim."
23.4
"Beni yine öperek uyutsana sevdiğim, uyuyamıyorum..."
24.4
"Kollarımın arasında masum bir bebek gibi uyumanı unutamıyorum... Sen nasıl uyuyorsun şimdi? Ben hâlâ uyuyamıyorum..."
25.4
"Keşke ölseydin... Mezarına gelir saatlerce sular, ağlardım. Derdimi döker giderdim. Ama şuan çaresizce sigara dallarına sığınmaktan başka bir şey yapamıyorum. Belki acımasızca olacak ama, keşke ölseydin."
Keşke ölseydim. Dedim kendi kendime tekrar. Keşke ölseydim...
Ağlamamın şiddetiyle ellerimden kayıp düşen defter yalnız değildi, beraberinde umutlarım, hayallerim ve bir çok düşlerim de kayıp gitmişti.
Keşke ölseydim... Bu cümle zihnimde yankılanıp dururken, gözyaşlarımın ağırlığı kalbime çöreklenmiş, nefes almak bile işkenceye dönüşmüştü. Ellerim, yere düşen deftere uzanmayı bile reddediyordu. Çünkü artık o defterdeki hiçbir kelime bana ait değildi; her biri yalan, her biri boş bir avuntu gibi geliyordu.
Bir anlık sessizlik oldu. Yalnızca ağlamamın yankısı ve odanın içine dolan karanlığın huzursuzluğu vardı. Sonra içimden bir fısıltı yükseldi, çok derinlerden, yıllardır bastırmaya çalıştığım bir yerden. "Bitmedi," diyordu. "Sen bittin sandığında bile bitmedi."
Ama bu sese inanacak gücüm kalmış mıydı? Bilmiyordum. Sadece yere bakıyordum; parçalanmış hayallerim, kırılmış umutlarım ve yerde duran o eski defter... Her şeyim o defterin içinde mahvolmuştu, ama belki de her şeyin başlangıcı da yine oradaydı.
Odanın kapısı yavaşça açıldı. Alaz'ı gördüm. Ardında duran Mert'i. İkisinin hali de birbirinden beterdi. Yavaşça ayağa kalmaya çalıştığımda Alaz hemen koluma girdi ve ayakta durmam için koluma girdi. "Uyandı." Dedi bir fısıltı gibi. Gözlerimde duran yaşlar bardaktan boşalırcasına dökülürken Mert söylemek istediği bir şey varmış ama söylemekte zorlanır gibi kıvranıyordu.
"Seni görmek istemiyor," dedi birden. Sesi ne kadar sakin, ne kadar sıradan geliyordu. Ama kelimelerinin ağırlığı, zaten yıkıntısı altında kaldığım dünyamı bir kez daha üzerime yıkmıştı. Sanki o cümleyle birlikte nefes aldığım hava bile bana küsmüştü.
Gözlerimi yere diktim. Tepki vermek için bir şeyler söylemeliydim belki, ama ne diyebilirdim ki? Kelimeler boğazıma düğümlendi. Tüm cesaretimi toplayıp onlara baktım; gözlerinde bir parça merhamet aradım, bir an olsun tereddüt ettiğini görmek istedim. Ama yoktu. O kadar net, o kadar kesin konuşmuştu ki, bu kelimeleri bir başkasından değil, bizzat ondan duyuyor gibiydim.
"Ne dedi?" diye sordum, sesim çatladı. Bir umut, belki yanlış anlamıştı, belki yanlış aktarıyordu. Ama karşımdaki sadece omuz silkti. "Böyle söyledi. Görmek istemiyor, hepsi bu."
Hepsi bu. Hepsi bu kadar basit miydi? Oysa ben, ona gitmek için kendimi harcamıştım. Ona ulaşmak için her şeyi göze almış, her adımda kendimden biraz daha vazgeçmiştim. Ve şimdi, bir cümleyle, bir nefesle kapı yüzüme kapanmıştı.
"Tamam," dedim, ama hiçbir şey tamam değildi. İçimde bir şeyler kırıldı, parçaları her tarafa saçıldı. Ayakta duracak gücüm kalmadığını hissettim, ama yıkılmayı kendime yakıştıramadım. "Tamam," dedim tekrar, bu kez daha sert, daha soğuk.
O an anladım ki, bu "tamam" sadece ona değil, kendime de bir yalandı. Ama başka ne yapabilirdim?
Çekip gitmem lazımdı bu evden, onca hatıradan ve anıdan uzaklaşmam gerekiyordu. İkisinin de arasından sıyrılıp koridordan merdivenlere yöneldim. Adımlarım kararlı görünüyordu belki, ama içimde fırtınalar kopuyordu. Her bir adımda ardımda bıraktığım şeylerin ağırlığı omuzlarıma çöküyordu.
Ben bende değildim, artık eskisi gibi olamazdım. Merdivenlere vardığımda bir an duraksadım. Parmaklarım ahşap tırabzana dokundu, soğuktu, sertti, tıpkı o evde kalmış bütün anılar gibi. Gözlerim istemsizce yukarı, koridorun sonundaki odalara kaydı. Aylarca evim dediğim bu yer, şimdi bana yabancıydı. Bu duvarlar, bu odalar, her köşe... Hepsi üstüme geliyordu.
"Yeter," dedim kendi kendime, belki de o boş odalara, belki de içimde yankılanan anılara. Gözyaşlarımı içime akıtarak son bir kez tırabzanı sıktım ve kendimi merdivenlere bıraktım. Her bir adım, hafiflemem gerekirken daha da ağırlaşmamı sağlıyordu.
Kapıya vardığımda derin bir nefes aldım. Arkamda bıraktığım dünya, geçmişin hayaleti gibi üzerime çörekleniyordu. Kapı kolunu tuttum, ama bastıramadım. Gitmek bu kadar kolay olmamalıydı, değil mi? Ya da belki, kolay olduğu için bu kadar zordu.
Sonunda kapıyı açtım. Soğuk bir rüzgâr yüzüme çarptı, ama içimdeki yangını söndürmekten çok uzaktı. Ardımda kalan her şeyle vedalaşmadan, önüme çıkan hiçbir şeyle barışamayacağımı biliyordum. Ama yine de adım attım. Gitmek gerekiyordu. Ve bazen, gitmek kalmaktan daha cesur bir karardı.
Arkama bile bakmadan gidişim, sadece göğsümde sıkışan kalbimi tekletmişti. Her adımda daha da ağırlaşan bir boşluk vardı içimde. Bir şeyleri geride bırakmanın kolay olacağını sanmıştım, ama her nefesimde eksiliyordum.
Bu hikayenin sonuydu. Bir dahası olmayacak, tekrarı gelmeyecek şekilde bitiyordu. Bu kez gerçekten bitiyordu. Hayat, kendi kurallarıyla oynuyordu ve ben yenildiğimi kabullenmek zorundaydım. Bazen en zoru, hiçbir şeyin daha fazla düzelmeyeceğini anlamaktı.
Sokağa çıktığımda, üzerime çöken karanlık geceyle birleşti. Her şey yabancıydı. Sokak lambalarının solgun ışığı bile sanki beni reddediyordu. Derin bir nefes aldım, ama bu sefer ciğerlerime dolan hava, kalbimdeki acıyı hafifletmeye yetmedi.
Bir an duraksadım. Gidişim bir zafer mi, yoksa bir yenilgi miydi? Bilmiyordum. Ama artık bunun bir önemi yoktu. Çünkü geçmişte kalan o hikaye, ardımda kapanan bir kapı gibiydi. Ne kadar istesem de geri dönemeyeceğimi biliyordum.
Önümde uzanan yol karanlık, sessiz ve sonsuz görünüyordu. Ama her bitişin bir başlangıç olduğunu kendime hatırlatmaya çalıştım. Belki de bu, sadece başka bir hikayenin ilk satırıydı. Ama o an, başka bir hikaye yazmak için yeterli gücüm var mıydı, emin değildim.
Yine de yürümeye başladım. Çünkü durmak, beni geçmişin yıkıntılarında boğmaktan başka bir işe yaramazdı.
Diğer bölüm üç ay öncesine gideceğiz bebeklerimmmm.
@d.n_zii Instagram hesabından takip etmeyi unutmayınnn🫀 öpüldünüz.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
2.72k Okunma |
144 Oy |
0 Takip |
27 Bölümlü Kitap |