Yorum yapmadan geçmeyin, yıldıza basınnnn lğtfeennn yırtayım mı illa kendimi dostlar, yapın işte bir iyilik!!!!
Günler sonra;
Kavruk yüzü güneşin altında sayısız kez yanmış, elleri silahın soğuk metaline alışmıştı. Her merminin sesi, her patlamanın yankısı yüreğinde yeni bir yara açıyordu. Çocukluktan beri hayal ettiği kahramanlıkların yerini, insanın ruhunu kemiren bir yalnızlık almıştı. Savaşın ortasında yalnızca düşmanla değil, kendi geçmişiyle de savaşıyordu. Arkadaşlarını bir bir toprağa verdikçe, omuzlarına binen yük ağırlaştı. Artık sadece bedeni değil, ruhu da yara almıştı. Silahını kavradığında, artık ne düşmanı ne de zaferi düşünüyordu. Sadece huzuru… ama o da hep çok uzakta kalmıştı.
Gözlerim ufka dalıp gitmiş, gün batımının kızıllığı savaşın tozuna karışıyor. Yine bir gün daha geçti, yine bir acı daha kazındı ruhuma. Parmaklarım silahın tetik kısmını sıkıca kavrarken, bedenimdeki yaraları hissediyorum ama içimdeki daha derin… Görünmeyen o yara, hiç iyileşmiyor. Her mermi, her patlama… Sadece etrafı değil, beni de biraz daha yıkıyor. Arkadaşlarımı bir bir kaybettikçe, omuzlarımda taşıdığım yük ağırlaşıyor. Kahramanlık, gurur… Bunlar çoktan geride kaldı. Şimdi tek istediğim bir an olsun sessizlik, huzur. Ama biliyorum, burada huzur denen şey hep uzakta, ulaşamadığım bir hayal gibi.
Gece çöktüğünde karanlık daha da yoğunlaşıyor, sadece dışarıda değil, içimde de. Sessizliğin içinde çığlıklar duyuyorum, kaybettiğim dostlarımın sesleri. Gözlerimi kapatıyorum, ama görüntüler kaçmıyor. Her seferinde geri geliyorlar, o anları tekrar tekrar yaşıyorum. Patlamalar, kurşun sesleri, düşen bedenler… Bir an olsun dinlenmek istiyorum, zihnimi boşaltmak. Ama burası affetmiyor, ne geçmişi unutturuyor ne de geleceğe dair bir umut bırakıyor.
Her sabah uyandığımda bir gün daha başlıyor, aynı korkular, aynı mücadele. Ama ben de değişiyorum. Önceden zaferi düşlerdim, şimdi ise sadece hayatta kalmayı. Arkadaşlarımın hayalleri, yaşamak istedikleri her şey bana yük oldu. Sanki onların hepsinin umutlarını sırtımda taşıyorum, taşımak zorundaymışım gibi.
Bir zamanlar asker olmaktan gurur duyardım, şimdi ise bu unvan bana sadece ağırlık yapıyor. Kendi kendime soruyorum, bu savaşı gerçekten kim için veriyorum? Vatan mı, onur mu, yoksa sadece bir gün daha hayatta kalabilmek mi?
Peki ya evim?
Güneşin izin verdiği kadarıyla gördüğüm yüz benim evim miydi?
Evim… Hatırlamaya çalışıyorum ama zihnim bulanık. Sanki o eski sıcaklık, o güvenli his benden çok uzak bir geçmişte kalmış. Evim dediğim yer, artık bir hayal gibi, dokunmaya çalıştıkça kaybolan bir anı. Güneşin altında gördüğüm bu yüz, sertleşmiş ve yıpranmış. Peki ya bu yüz benim evim olabilir mi? Ya da evim dediğim yer aslında bir insan mıydı?
Onu ilk gördüğüm an, ne olacağını bilmiyordum. Bu hengamenin ortasında kalbimin böyle bir şeyi hissedeceğini düşünemezdim. Ama o, tüm karmaşanın, kargaşanın arasında bana sanki bir nefeslik huzur getirmişti. Yüzündeki o dingin ifade, her kelimesindeki sakinlik… O, fırtınanın ortasında bir liman gibiydi benim için. Savaşın sertliğine, kanın, terin, barutun kokusuna rağmen ona her yaklaştığımda içimde bir şeyler yumuşuyordu. Kalbimde hiç beklemediğim bir yerde bir şeyler filizlenmişti.
Ona baktığımda sadece bir adam görmedim. Yorgun, yaşanmışlıklarla dolu gözlerinde, kaybolmuş bir şeyleri arayan ama hala umut taşıyan birini gördüm. Belki de bu yüzden ona bağlandım. Çünkü ikimiz de bu dünyanın dışında bir yerlerde kendimize ait bir parça arıyorduk. Onunla geçirdiğim her an, savaşın ortasında bile, bir mucize gibiydi. Sesindeki o güven, her söylediği sözde saklı o derinlik… Kalbimi sardı ve bırakamadı.
Yaşadıklarımın acıları her gün biraz daha beni tüketirken, ona olan hislerim beni hayatta tutuyordu. İçimde bir yerlerde hala iyilik, hala umut olduğunu bana hatırlatan tek şey oydu. Onun yanında olduğumda hayatın pisliği, gürültüsü, kaybettiklerim geride kalıyordu. Yalnızca o vardı. Bir anlığına bile olsa, huzuru bulabiliyordum. Ellerini tuttuğumda dünyanın geri kalanını unutuyordum, sanki sadece o ve ben varmışız gibi. Bana bakışı, o derin bakışları… Her defasında beni yeniden buluyordu, yeniden hatırlatıyordu kim olduğumu.
Ama en çok, onun yanında kendimi güvende hissediyordum. Duygularım beni ne kadar sertleştirmiş olursa olsun, onun kollarında her şey yumuşuyordu. Kalbimdeki duvarlar birer birer yıkılıyordu. Ona her dokunduğumda, kalbimde bir yerlere yeniden can geldiğini hissediyordum. Belki de savaşın ortasında bile aşık olabilmek böyle bir şeydi. Bir an için bile olsa, birinin seni her şeyden koruyabileceğine inanmak.
Onu düşünmeden edemiyorum. Geceleri soğuk bir rüzgar gibi zihnime doluyor. Bazen ona dokunmak, yüzünü görmek için bir anlığına bile olsa her şeyi bırakmak istiyorum. Kalbimdeki bu sevgi, savaşın en acımasız yüzüyle bile baş edebileceğim gücü veriyor bana. Çünkü biliyorum, bir gün geri dönebilirsem, ona dönmek istiyorum. Ve o beni beklerse… belki de bu savaşta kazandığım tek zafer bu olur.
Bir umut...
Kırık bir umutla kahvaltı masasındaydık. Ben, Miran, Alaz ve Mert. Lal sessizce kahvaltısını ederken arada göz göze geliyorduk.
Alaz ve Mert, kahvaltı masasında karşılıklı oturuyorlardı. Masada peynirden zeytine, reçelden ekmeğe kadar ne varsa doluydu ama sessiz bir sabah kahvaltısı yapmalarını beklemek imkânsızdı. Aralarındaki atışmalar neredeyse masadaki ekmek kadar vazgeçilmezdi.
Alaz, çayını karıştırırken, Mert'in tabağına baktı ve dudak büktü. "Yumurta kabuklarını da yiyor musun yoksa? O kadar beceriksizsin ki, haşlanmış yumurtayı soymayı bile becerememişsin."
Mert, yumurtasına bakıp hafifçe gülümsedi. "Yumurta kabuğu yemekte bir numarayım, biliyorsun. Kalsiyum deposu," dedi, ciddi bir tonla. "Sen de zaten sabahları sadece havalı görünmeye çalışırsın. Beş dakika boyunca çayı karıştırıyorsun ama içtiğin yok."
Alaz kaşığını bırakıp Mert’e döndü. "Çayı karıştırmak bir sanattır, Mert. Sen anlamazsın, çünkü damak zevkin yok. Reçel ekmeğe sürülmez, üzerine yapışmaz! Bu ne rezalet?"
Mert, ekmeğin üzerine kalın bir tabaka reçel sürerken omuz silkti. "Senin bu estetik kaygılarınla sabah sabah uğraşamayacağım. Reçeli ekmeğe sürüyorsam, onu ekmek gibi yiyorum demektir. Tabii sen daha reçelin hangi köşeye sürüleceğini düşünedur."
Alaz, gözlerini devirerek bir parça zeytin aldı. "Sadece sana bakmak bile sabah iştahımı kaçırıyor. Neyse ki çayı hala doğru içebiliyorum, seni gördükçe o da zor olacak."
Mert, bir lokma alıp çiğnedi ve muzip bir gülümseme ile cevap verdi. "Çayı doğru içebiliyorsun ama bana doğru düzgün laf atmayı bile beceremiyorsun. Sabahları daha mı yavaş çalışıyorsun, ne?"
Alaz, çayından bir yudum alıp kaşlarını çattı. "Asıl sen, sabahları beyin fonksiyonlarını tam çalıştıramıyorsun. Reçeli kiminle kavga ettiriyorsun anlamadım, ekmeğinle mi?"
Mert gülmeye başladı. "Ekmekle nezaketle kavga ederim ama sen? Beni her sabah güldürmek için mi buradasın? Çok teşekkür ederim, sayende günüm hep neşeyle başlıyor!"
Alaz, masadan bir zeytin tanesi alıp Mert’e doğru fırlattı. "İyi, o zaman biraz daha neşe katayım!"
Alaz, kahvaltı masasındaki zeytinleri bir süre Mert’in tabağına doğru sürükledi. “Bir insan reçelle ekmeği kavga ettirebilir mi? Sen başardın bravo. Şu ekmeğin üstündeki rezaleti tarif edecek bir dil henüz gelişmedi.”
Mert gülümseyerek reçeli ekmeğin üzerine daha da kalın bir tabaka halinde sürdü, ardından büyük bir ısırık aldı. Ağzı doluyken konuşmaya başladı, "Sen de yumurtayı soyarken dünya rekoru kırmak için mi uğraşıyorsun? Bak, kabuklar yerinde, yumurta hâlâ mutlu.”
Alaz, çatalla yumurtasına dürtüklerken gözlerini devirdi. "Senin gibi adamlar yüzünden sabah kahvaltısı da şov alanına döndü. Yumurta mı soyuyorum, Michelangelo gibi heykel mi yontuyorum belli değil."
Mert bir kahkaha patlattı. "sen yumurtayı yontmayı bırak da şu çayı doğru düzgün iç. Çay bardağına bak, hala aynı seviyede! Sabah sabah çayı masaya süs mü yapıyorsun?"
Alaz çayına bakıp sırıttı. "Sanat diye bir şey var, Mert. Herkes senin gibi reçelle yüzünü boyamaya kalkmaz. Şu dudağındaki kırmızı şeride bak, palyaçolar bile senden daha az abartıyor."
Mert kaşığıyla reçel kavanozunu gösterdi, "Palyaço dedin de, ben en azından renk katıyorum kahvaltıya. Senin gibi grinin elli tonunu yaşamıyorum. Peynir, zeytin... Bu kadar mı sıkıcı olunur?"
Alaz bir an ciddi bir yüzle cevap verdi. "Görüyorsun Mert, senin gibi 'kreatif' arkadaşlar olmasa ben de sıkıcı kalırdım. Ama itiraf edeyim, masanın bir yerinde fazla kahkaha var; ve bu kahkahanın kaynağı fazla ekmek yiyor!"
Mert gülerek ekmeğin son ısırığını aldı ve çayına uzandı. “Sen bu esprilerle daha çok aç kalırsın. Ama neyse, bak yanında ben varım, sana bir dilim ekmek verebilirim. Tabi şu soyulmamış yumurtandan kurtulursan.”
Miran sessizdi, konuşmaya kesinlikle dahil olmuyor sadece önünde ki tabağa odaklanmıştı. Hemen yanında oturuyordum ve gerginliğini hissetmemek mümkün değildi. Elimi masada duran eline yasladığımda bir anlığına afallayıp irkildi.
"İyi misin canım?" Gözleri gözlerime değdiğinde kısa bir yutkunuştan sonra başını salladı. "İyiyim. Sadece biraz dalgınım."
Elim öylece elinde asılı kaldı herhangi bir tepki vermedi. Ya da konuşmayı uzatmadı. Kahvaltı boyunca sessizce Mert ve Alaz'ın atışmalarını dinledik. Kahvaltı sonrası salona geçerken koltuklarda yer edindik. Miran elinde telefonu sürekli mesajlaşırken kim olduğunu bile bilmiyordum. "Kimle mesajlaşıyorsun?"
"Umarım kardeşimi aldatmıyorsundur Miran kotan!" Sorumun ardından Alaz konuya dahil olurken Miran'ın yüz ifadesi sertleşti ve oturduğu yerde dikleşti. "Yapacağım son şey bile olamaz kurt! Kelimelerine dikkat et." İkisinin de ifadesi değişirken birden havası değişen bu odadan çıkmak istiyordum. "Kelimelerime dikkat etmiyorum," anlamsızca uzatan adama baktım. "Dikkat et!" Artık huzursuz ses tonları konuşuyordu ama Alaz daha çok dalga geçiyor gibiydi.
"Etmiyorum," dedi Alaz bir kez daha, Miran sinirle atağa kalkarken "etmeyecek misin!?" Dedi. Kolunu tutarken Lal ile bir an göz göze geldik.
"Etmiyorum."
"Yeter be!" Bağırmamla ikisi de bana dönerken bu uzayan gereksiz diyalogdan sıkılmıştım. "Yeter ya, ne bu! Ediyorum,etmiyorum. Ediyorum, etmiyorum!" Koltuktan telefonumu alıp sinirle ikisine baktım. "İkinizde kelimelerinize dikkat edin!" Hızlı adımlarla salonu terk ederken bahçeye çıktım. Havuzun yanına doğru geldim ve sinirle çimlere tekme attım. "Bir on yaşında çocuk! Biri daha emekleyen bebek sanki!"Sinirimi yatıştırmaya çalışırken, Miran’ın sessizliği bir kez daha zihnime düştü. Bir şeyler yolunda gitmiyordu, ama ne olduğunu çözmek imkansız gibiydi. Herkesin bu kadar gergin olduğu bir ortamda, Miran’ın içine kapanıklığı daha da belirginleşiyordu. Alaz ve Mert'in atışmaları normalde çok ciddiye alınacak şeyler değildi, ama bugün her şey fazlasıyla abartılıydı.
Havuzun kenarındaki soğuk taş zemine oturdum, ellerimi saçlarımın arasına geçirip kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Başımı kaldırdığımda bahçeye doğru yürüyen Miran'ı gördüm. Hala elinde telefonu tutuyordu, bakışları yere sabitlenmişti. Yanıma yaklaşıp, sessizce yanıma oturdu. Uzun bir süre konuşmadık, sadece sessizliğin içinde oturduk. Fakat bu sessizlik, dışarıdaki sessizliğin aksine boğucuydu.
“Her şey yolunda mı?” diye sordum tekrar, bu kez sesim çok daha yumuşaktı. Bir anlığına duraksadı, telefonuna bir mesaj daha yazdı ve sonra onu kapatıp mermerin üzerine koydu. Gözleri hala bana dönük değildi ama en azından yanıt vermeye çalışıyordu.
“Sadece biraz kafam karışık,” dedi sonunda, sanki kelimeleri zorla dışarı çıkarıyormuş gibi. "Kafamı toparlamam lazım."
"Bu mesajlar... seni bu kadar meşgul eden şey bu mu?" diye sormadan edemedim. Sesimde biraz merak, biraz endişe vardı. O da bunu fark etmiş olmalıydı, çünkü başını kaldırıp gözlerime baktı.
"Önemli değil," dedi kısaca. Ama gözlerinde gördüğüm şey, söyledikleriyle çelişiyordu. Gergindi, hatta belki korkuyordu.
İçimde bir şeyler harekete geçti, sanki bir tür önsezi. Bu durum sadece bir yanlış anlaşılma veya basit bir stres meselesi değildi. Miran bir şeyden saklanıyor, bir şeyden kaçıyordu. Ama neydi bu?
Gözlerindeki o karanlık bakış, içimdeki şüpheyi daha da güçlendirdi. Onun sadece kafası karışmış değildi; bir şeyler saklıyordu ve bunun ağırlığı omuzlarına çökmüş gibiydi. Sessizlik bir kez daha aramıza girdi. Havuzun kenarındaki suyun dalgaları, rüzgarın hafif esintisiyle hareket ederken, Miran’ın zihnindeki fırtına neredeyse görünmez hale gelmişti. Ama o fırtınayı hissediyordum.
"Neden bana söylemiyorsun?" dedim, sesimi kontrol etmeye çalışarak. Cevap vermesi için ona fırsat tanımadım. "Bir şeylerin yolunda gitmediğini biliyorum. Sadece söyle. Ne olabilir ki bu kadar kötü olan?"
Miran’ın dudakları gerildi, gözleri karanlık bir girdaba çekiliyormuş gibi daha da derinleşti. Bir bildirim sesi yükseldi ama bu kez telefonuna uzanmadı. Bakışlarıyla yere kilitlenmiş halde, sanki yüzeyde bir şeyler gömülüymüş gibi o taş zemine bakıyordu.
Derin bir nefes verdi. Telefonunu da alarak ayağa kalktı. "Konuşmayacak mısın?" Gözlerimin en derinine baktı. Onunla beraber ayağa kalktım. Telefonunu cebine koyduğunda elleri yanaklarımı buldu. Dudaklarıma yavaşça derin ve uzun bir öpücük kondurduğunda, tüm dünya bir anlığına Durmuş gibiydi. O anın içine hapsolmuş, nefes almayı bile unutmustum.Öpücüğünün sıcaklığı, kalbimde yankılandı.Geri çekilmeden alnını alnıma yasladı,nefeslerimiz birbirine karışırken gözlerimizi kapattık. Sessizlik, aramızdaki bağın
derinliğine daha da vurguluyordu. Parmakları usulca saçlarımın arasına karışırken, fısıldar gibi sakin bir sesle konuştu.
"Burada, seninle olmak... her şeyden daha
değerli."
O an, başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığımı
fark ettim. "Ama," diye devam ettirdi. "Şuan gitmem gerek, bir saat sonra sana atacağım konuma gel." Dediğinde artık geri çekilmişti. Arkasına bile bakmadan bahçeden uzaklaşırken öylece olduğum yerde kalakaldım. Yutkunmak bile zorlaşırken neler olduğunu kestiremiyordum. Arabasına bindi ve evden uzaklaştı. O an içime bir şüphe düşmüştü.
Ya Miran her şeyin farkındaydı, ya da başka bir olay dönüyordu. Ev birden sessizleşti.
Arabasının sesi uzaklaştıkça, etrafımdaki sessizlik derinleşti. İçimdeki o tuhaf şüphe gittikçe büyüyordu. Bahçede yalnız kaldığım o an, her şey daha da garip bir hal aldı. Az önce hissettiğim romantik huzur, yerini rahatsız edici bir belirsizliğe bırakmıştı. Bir saat sonra, dediği konuma gitmem gerektiğini biliyordum, ama bu belirsizliğin içinde neyle karşılaşacağımı kestiremiyordum.
İçeri girdim, adımlarımın yankısı evde tek başına bir müzik gibiydi. Bir şeylerin ters gittiğini hissetmek için fazlasıyla işaret vardı. Salona geçip pencereden bahçeye baktım; bomboş, Miran’ın gidişiyle daha da yalnız kalmış gibiydim. Daha az önce herkes buradayken şuan kimsecikler yoktu.
Saatime baktım, bir saat geçmek bilmezken beynimdeki sorular fırtına gibi dönüyordu.
Neden gitmek zorundaydı? Neden bana tam olarak ne olduğunu söylemiyordu?
Bir süre sessizce bekledim, ama bu sessizlik, zihnimdeki uğultuyu daha da artırıyordu. Telefonumun ekranına baktım. Henüz hiçbir mesaj gelmemişti bana konum atacağını söylediği anı beklerken, içimdeki tedirginlik büyüyordu. Zihnimdeki şüpheler hızla yer ediniyordu.
Belki de her şey çok daha büyük bir oyunun parçasıydı. Ya Miran bir şeylerden kaçıyordu, ya da, düşünmek istemediğim o son gerçekleşiyordu.
O sırada telefonuma bir bildirim geldi. Kalbim hızla çarptı, ekrana baktım. Miran’dan gelen bir mesajdı: sadece bir konum paylaşımı. İşte o an, içimdeki şüphe tamamen yerini korkuya bıraktı. Gitmek zorundaydım. Ama nereye?
Konumu açtığımda, tanıdık olmayan bir yerin işaretlendiğini fark ettim. Şehrin dışındaki bir alan, bir sanayi bölgesi. Oraya gitmek için arabaya atladım ve içimdeki karmaşayla yola koyuldum.
Her kilometrede içimdeki huzursuzluk büyüyordu. Nereye gidiyordum? Miran orada ne yapıyordu? Ve beni bekleyen şey neydi?
Telefonum çalıyordu ama arayan Miran değildi, albaydı. Açmadım ama üst üste arıyordu, açmak zorunda kaldım. "Albay."
"Onu bulmuş, neredesin! Duyuyor musun beni? Miran, Ömer'i bulmuş! Bütün tim harekete geçti, neden bize haber vermedin!" Gözlerim boşluğa daldı. Miran, Ömer'i bulduysa beni biliyordu demekti. Bu tavırlarının nedeni beni bilmesiydi. "Cevap ver yüzbaşı! Bu mesele kişisel bir mesele değildi! O herifin yanında görev icabı kalıyordun, unuttun mu!?"
Arabamla konuma yaklaştığımda, çevrede neredeyse hiç kimse yoktu. Gözlerim, etrafı taramaya başladı. O anda, Miran'ın neyin peşinde olduğunu anlamak istemiyordum. Tek bildiğim, bir şeylerin yanlış olduğu ve bu günün her şeyi değiştirebilecek sırlarla doluydu.
Telefonu albayın yüzüne kapattım. Tek bir hayvanın bile olmadığı bu ıssız yerde sadece ağaçları sesi yankılanıyordu. Arabadan inmeden önce torpitodan silahımı aldım. Duyduğum sesle birlikte korkuyla silahıma sarılırken arkamda bir araba durdu. Alaz içinden inerken onunda elinde silah vardı. "Dur," dediğinde hızla yanıma geldi. "İçeri girmek zorunda değilsin. Gidelim lütfen" ne olduğunu çoktan anlamıştım. Ve Alaz bile bundan haberdardı. "Biliyor muydun?" Dediğimde sesimde parçalanmış bir his vardı. "Kardeşim, hiçbir şey yapmak zorunda değilsin. Gel gidelim buradan, buralardan. Başına bir şey gelmemesi için elimden geleni yaparım. Lütfen, gidelim." Yutkunarak başımı sağa sola salladım. Artık kaçabilecek takatim yoktu, savaş daha da mübahtı.
"İstihbarat ajanı olduğumu biliyor muydun? Onun hayatına girme nedenimi biliyor muydun?" Usulca yumdu gözlerini derin bir iç çekti. Gözleri kapalı halde başını sallarken sıkı bir nefes verdi. Elleri omzuma dokundu. Konuşmakta zorlanır gibiydi. "Başından beri biliyordu, amacı sana zarar vermek değil. Ama hesabını soracaktır illa ki. Dayanamazsın, kalbin acır senin. Gidelim, lütfen gidelim."
"Abi," dedim. Bana çok uzak olan kelime canımı acıtarak sayıklanmıştı. "Abim." Aynı tezatlıkta ve aynı yumuşaklıkta cevap vermesi kalbime dokunmuştu.
"Neden bilmiyorum ama, ben onu çok seviyorum. Görevimi unuttum onun yanında, hiçbir şekilde onu ispiyonlamadım. Söylemedim hiç kimseye. Çok açık verdi, kumarhanelerin gizli belgelerini bile yanımda okudu, etti. Ama ben kimseye söylemedim. Gözlerimin önünde adam öldürdü, silah nakliyatları yaptı, bana güvendi mi, denedi mi bilmiyorum ama ben onu hiç ele vermedim. Aşık oldum..." Tekleyen kalbimde durdu elim. "Oyun içinde oyun mu oynadı bana?"
Tek suçlu o değildi, bendim aslında. Bu oyunu başlatan bile bendim.
"İkiniz de birbirinize oyun oynadınız."
"Ben oyun oynamadım, onu çok sevdim. Benim sevgim gerçek." Beni kendine çekip sarılırken saçlarıma nefesi karışıyordu. "Onunda sevgisi gerçek, ama siz bir oyun üzerinden girdiniz birbirinizin hayatına. Sen askersin, ona aşık olmasaydın belki de şuan..."
"Sus," dedim. Bu gerçekleri duymaya hazır değildim. "Sus," dedim tekrar. Aslında susmasını istediğim kişi o değildi, dünyaydı. Kollarının arasından sıyrıldım. Arkamı ona dönerken eski püskü hangara doğru ilerledim. "Gitme..." Dedi Alaz, umursamadım. Madem ki bir yola girmiştik. Artık dönüşü yoktu.
Eski hangarın paslı kapısına doğru ilerlerken, içimde bir karmaşa vardı. Adımlarım yavaş, ama kararlıydı. Alaz’ın sözleri zihnime çakılmış gibiydi: "İkiniz de birbirinize oyun oynadınız." O an neye inanacağımı bilmiyordum. Gerçek neydi, yalan neydi? Tek bildiğim, bu işin bir sonu olması gerektiğiydi.
Kapıyı itip içeri girdiğimde, her şey karanlıktı. Soğuk, rutubet kokusu, loş ışıkla birleşince, tedirginliğim daha da arttı. Kalbim sıkışmış gibiydi, ama geri dönemezdim. Ne kadar tehlikeli olursa olsun, bu hikayenin bir finali olacaktı. Ve bu finali Miran'la yazmak zorundaydım.
İçeri adım attıkça, gözlerim karanlığa alışmaya başladı. Yerde duran metal kutular, paslanmış ekipmanlar ve köşede duran eski bir masa. Sessizlik her yere sinmişti. Ama bu sessizlik, bir şeylerin saklandığını hissettiren o boğucu türdendi.
Tam o sırada, arkamdan bir adım sesi duydum. Başımı çevirdiğimde, Alaz’ın orada durduğunu gördüm. Gözlerinde endişe, ama kararlı bir ifade vardı. "Lütfen gitme," dedi bir kez daha. Ama bu kez sesi yalvarır gibiydi. "Bu işin seni nereye götüreceğini bilmiyorsun."
Yutkundum, kelimeler boğazıma düğümlenmişti. "Bu işin nereye gideceğini biliyorum, Alaz. Ne kadar karanlık olursa olsun, Miran’la yüzleşmem gerek." Bunu yapmak zorundaydım. Biraz daha ilerlediğimde adımlarım istemsizce durdu. Loş ışığın lendisine vurduğu adam tahta bir sandalyede oturmuş başı önüne eğilmiş, düşünceli bir halde bekliyordu. Geldiğimi fark etti ama başını kaldırıp bana bakmadı. Boğazıma oturan yumru canımı acıtıyordu.
"Yüzbaşı Deniz Yekta." Ruhumu sıkan eller hırçınlarştı. Bakışları ağırca gözlerime tırmanırken dağılmış bir ifadesi vardı yüzünde. "Güzel sevgilim." Yutkundu. Sesi bir okadar uzak ve kan dondurucuydu.
"Miran,"
"Seni en başından beri biliyordum. Hayatıma girme amacını, hayatıma girme çabanı hepsini biliyordum." Ürkütücü sesi tüylerimi diken diken ediyordu. Titreyen elimin arasında tuttuğum silaha kaydı bakışları. "Ama inanırmısın, bana ihanet etmeyeceğini bile biliyordum." Kendine inanamaz bir ifadeyle baktı.
Gözleri tekrar gözlerimi buldu. Birden hangarda açılan ışıklar ile gözlerimi kırpıştırdım. Gözlerim alışmak istercesine kapanıp açılırken arkasında eli kolu bağlı olan herife kaydı gözlerim. "Bu kim biliyor musun?" Yutkunmak zorunda kaldım.
"Biliyorsun tabii, onun peşindesin ya zaten. Benim gibi..." Midem bulanıyordu artık. "Ne yaptığını da biliyor musun?" Derin bir nefes almaya çalıştım. Ömer Yılmaz. Bir sandalyeye bağlı eli kolu ve ağzı da dahil olmak üzere her yerinde bant vardı. "biliyorsun değil mi?!" Sesi bir tık yükselince ister istemez başımı sallamak durumumda kaldım. Yavaşça ayağa kalktı ve üzerime doğru gelmeye başladı. Titreyen bacaklarım hareket edemezken aramızda iki adım mesafa katarak durdu. "Güzel sevgilim." Kalbimi ellerinin arasına alıp işkenceler ediyordu. "O albay babamın hayatına girmişti, kendisi başaramadı. Bu sefer de seni mi kullanıyor?" Nefes alamadım. Hiç iyi değildim. "İnanmak istediğim bir yalansın."
Karnıma ağrılar saplanırken, acıyla haykırmak istiyordum ama sesim dahi çıkmıyordu.
"Bu aramızdaki duygusal bağ olmasaydı şuan çok farklı konumlarda olabilirdik, mesela ben parmaklıkların ardında, sen yükselen rütbenle masa başında."
Elinde keskin bir bıçak, ruhumu deşmeye devam ediyordu.
"Ama ne biliyor musun? Ben de bu oyuna ayak uydururken hiç zorlanmadım. Çünkü, sevgin bende karşılık bulmuştu."
Belki de tutunmam gereken bir umuttu bu sözü.
"Güzel kadındın." Arkasını dönerken sırtından silahını çıkardı ve Ömer'in üzerine doğru yürüdü. "Ama unuttuğun bir şey vardı," Ömer'in arkasına geçerek yüzünü bana döndü ve silahın namlusunu herifin başına tuttu. "Kardeşimden başka hiçbir kadının hayatımda yeri yoktur." Silah sesi hangarın içinde yankılandığında, dünya bir anlığına durdu. Zaman adeta donmuştu. Ömer’in cansız bedeni sandalyeden yavaşça kayarken, sanki her şey yavaş çekimde ilerliyordu. Mideme saplanan acı, silah sesinin yankısıyla daha da yoğunlaştı. Gözlerim Miran’a kilitlenmişti, ama bedenim hareketsiz, nefesim kesilmişti. Yutkunmaya bile cesaret edemiyordum.
Miran, silahı soğukkanlı bir şekilde indirip bana baktı. Yüzünde bir pişmanlık izi bile yoktu. "Güzel sevgilim," dedi bir kez daha, bu kez sesi çok daha soğuktu. "Bu, senin sonun değil, ama benim dünyamda var olman için gereken bedel."
Adımlarını ağır ağır bana doğru atarken, içimdeki tüm duygular karmakarışık olmuştu. Sevgi, ihanet, korku ve öfke bir arada dolanıyordu. Miran’ı sevmiştim; oysa o, bana sadece acı bırakıyordu. Ama aynı zamanda, onu asla tamamen anlayamamıştım. Sanki her şeyin bir perdesi vardı ve o perde hiçbir zaman tamamen aralanmıyordu.
"Seni sevmiştim," dedim titreyen bir sesle. "Ama bu mu sonumuz olacak? Hep bir oyun mu vardı aramızda? Ben senin düşmanın değildim."
kaşlarını hafifçe çattı, duraksadı. Gözlerinde bir anlık tereddüt gördüm. Sanki içinde bir şeyler kırılıyordu. "Sen düşmanım değildin," diye tekrarladı. "Ama biz hiçbir zaman aynı tarafta olmadık, Deniz. Bir savaşın ortasındaydık, sadece farkında değildin. Ben seni bu dünyadan korumaya çalıştım. Ama şimdi... işler değişti."
Aramızdaki mesafeyi kapattı. Artık sadece birkaç adım ötede, gözlerimin içine bakıyordu. "Seni sevdiğim için, seni bırakıyorum," dedi, sesinde soğuk bir kararlılık vardı. "Ama bu işin peşini bırakırsan. Peşime düşmezsen." Sustu "Yoksa... tıpkı Ömer gibi, kurban olursun."
Kalbim delicesine çarpıyordu. Miran’ın bu sözleri, bir tehditten çok daha fazlasıydı. Bir uyarı, belki de bir son şans. Ama bana verdiği bu "seçim" gerçekte bir seçim miydi? Ya onun peşinden gitmeye devam edecek ve her şeyi riske atacaktım ya da geri çekilip kaybetmeyi kabullenecektim.
"Seçimini yap," dedi, sesi karanlık bir tonla. "Bu oyunda kalmak mı istiyorsun, yoksa gerçek dünyaya mı dönmek?"
Dudaklarımı araladım ama kelimeler dökülmüyordu. Bir yanda ona olan derin duygularım, diğer yanda görevim ve adalet vardı. İhanet edebilir miydim kendime, hayatıma? Ya da ona inanabilir miydim? Gözlerimdeki yaşları zorla geriye ittim.
"Ben," dedim yavaşça, "seninle kalmayı seçmiştim. Ama artık kiminle savaştığımızı bilmiyorum. Sana güvenmek istiyorum ama..."
Miran, başını eğdi. "Güven..." diye mırıldandı. "Güven, bizim dünyamızda bu Deniz. Ama belki bir gün anlayacaksın. Belki bir gün her şeyin neden bu kadar karanlık olduğunu göreceksin."
O an, hangarın ağır kapıları açıldı. İçeri giren soğuk rüzgar, yüzüme çarptı. Miran, arkasına bakmadan kapıya doğru yürümeye başladı. Gidişi, geride bıraktığı karanlık kadar ağırdı. Onu durdurmak için içimde büyük bir istek vardı, ama adımlarım kilitlenmişti.
Hangarın kapısından çıkarken bir an için durdu, başını hafifçe çevirip arkasından konuştu. "Bir daha karşılaşırsak, ne sen beni kurtarabilirsin ne de ben seni." Ardından karanlığa karıştı, geride sadece soğuk bir sessizlik bırakarak.
Gözlerim, cansız yatan Ömer'e takıldı. Bu bir son muydu? Yoksa sadece daha büyük bir oyunun başlangıcı mı?
Alaz öylece izledi bizi, beni...
Adımlarımın kilitli kaldığı yerde öylece durdum. Bir süre sonra hangarda büyük bir gürültü koptu ve etrafımız sarıldı. Asi, Çağıl, Altay ve en başlarında albay bize doğru silahlarını doğrultarak geliyordu. "Nerede?!" Bağırışı bende milim kıpırdatmazken olduğum yere çöktüm. Canım acıyordu, kalbim acıyordu. "Dağılın etrafa! Arayın bulun onu, hemen!"
"Neden böyle oldu?" Alaz beni kendine çekerken saçlarımı okşuyordu. "Ne bekliyordun ki kızım, ne bekliyordun ki?" Halime üzülür gibiydi.
Kimse halime üzülsün istemiyordum, ben kendi kendime üzülürdüm. Zaten hep böyle olmamış mıydı? Yıllarca içimde biriktirdiğim ne varsa, tek başıma taşıyıp tek başıma sindirmiştim. Şimdi de farklı değildi. Miran'ın arkasından kaybolduğum o soğuk boşluk, içimde bir uçuruma dönüştü. Oysa dışarıdan bakıldığında hala aynı güçlü ve kontrol sahibi kişi gibiydim, ama içimdeki çığlıklar, kimsenin duymadığı kadar derin ve sessizdi.
"Ben seni sevmiştim," dedim kendi kendime, ama bu sefer sözler sadece yankılandı, içimde derin bir boşluk bırakarak. O beni hiç sevdi mi? Yoksa bu oyunun en başından beri farkında mıydı? Evet. Gerçek şu ki, o her şeyi biliyordu. İhanetin nasıl bir duygu olduğunu, oyunların nasıl oynandığını... ama Miran farklıydı. Onunla birlikteyken tüm bu maskeler, görevler, kimlikler kaybolmuş gibi hissederdim. Fakat şimdi, maskelerin altından çıkan gerçeği görmekten kaçamıyordum.
Kelimeler beynimde yankılanıyordu: "Kardeşimden başka hiçbir kadının hayatımda yeri yoktur." O son cümle, her şeyin özeti gibiydi. Ben onun için bir oyun, bir piyon, belki de sadece kısa bir kaçıştım. Ama sevdiğim her şey bir ilüzyondu. Ona dair her şey birer ilizyondu.
Gözlerim doldu ama ağlamadım. Ağlamak neyi değiştirirdi ki? Güçsüzlük mü gösterecektim? Zaten bu oyunda kaybetmiştim. Ama kimse bilmeyecekti. Kendi içimde çözülecek, kendi içimde yanıp kül olacaktım. Belki de bu bana öğretilen en büyük gerçekti: Dünyaya karşı savaşabilirsin, ama en büyük savaşı hep kendine karşı verirsin demişti biri, haklıydı. Şimdi ise kendi içimde ki savaşı kaybediyordum.
Sizleri seviyorum keeee
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
2.72k Okunma |
144 Oy |
0 Takip |
27 Bölümlü Kitap |