Umudumu yitirdiğim yerden yeşermek nasıl bir duyguydu bilir misiniz?
Umudunu yitirdiğin yerde, karanlığın içine kök salıp, bir gün ışığa doğru yeşermeye başlamanın ne demek olduğunu tarif etmek zor aslında. Her şeyin bittiğini düşündüğün anlarda, içten içe yeşermeye çalışan o küçücük filizi fark etmek... İlk başta yabancı gelir insana. Umutsuzlukla beslenen alışkanlıklar, karamsarlıkla sarılmış düşünceler, ışığın varlığını bile unutturur.
Ama bir noktada, o filiz büyümeye başladığında hayatın renkleri tekrar görünür olur. Tıpkı kış ortasında açan bir çiçek gibi, kırılgan ama cesur... Kendine inanmanın ve yeniden başlamanın aslında mümkün olduğunu keşfetmek, bir nevi kendi küllerinden yeniden doğmak gibidir. Geçmişin ağırlığını taşırken, yeni bir gelecek kurmaya başlamak, o yükü hafifletir.
İşte, yeşermek tam da burada başlar; umutsuzluğun en karanlık köşesinde açan bir umut çiçeğiyle. Her gün biraz daha büyür, güçlenir. Başta zor, hatta acı verici olsa da, bir kez kök saldığında artık kimse durduramaz seni.
Derin bir soluk alıp verdim. Kıbrıs'ın serin havasına rağmen üşürken üstümdeki poları kendime iyice sardım. "Kahve ister misin?"
"Evet." Miran bir süre sonra mutfaktan çıkarken elinde iki kupa vardı. Taze kahvenin kokusu burnuma kadar gelirken elime aldığım sıcaklığı hissetmek çok güzeldi. Yanıma yerleşen adama sıcak bir gülümseme bahşettim. "Bebeğim, üşüyor musun, hâlâ?"
"Biraz, ama ısındım sayılır." Uzanıp başımı öptüğünde içime yayılan dalga daha güzeldi. Kahvemden bir yudum aldım. "Şömineyi yakmamı ister misin?"
"Hayır, o kadar da değil, kahve ısıtır şimdi beni."
"Peki," aklımda sormam gereken sorular varken aslında alacağım cevaplar beni tedirgin ediyordu. "O adam neden sana dayım oğlu diyordu? Kuzenin miydi?" Kahvesini yudumlarken başını salladı. "Hayır, bir akrabalığımız yok. Adanalı kendisi, ondan dolayı öyle sesleniyordu." Anlamış gibi başımı salladım. "Peki neden böyle bir şey yaptı sana? Belli ki güvendiğin biriydi?" Kısa bir soluk verdi. "Para insanı dinden bile çkarır bebeğim." Kısa bir anlığına kaşları çatıldı. "Hatta insanlıktan bile çıkarabilir. Kendisi bana ihanet etmek istedi, karşılığını da buldu."
"Öldürdün mü onu?" Büyüyen göz bebekleri yutkunmama neden oldu. "Hayır," dediğinde sesi kısık çıkmıştı. "Ne oldu, ne yaptın öyleyse?"
"Neden öğrenmek istiyorsun?" Sesinde şüphe tınısı serpilirken başımı omzuma düşürdüm. "Adamı gözümün önünde vurdun. Ardından çıkıp buraya geldik, ne olduğunu merak edemez miyim?" Haklılığıma başını sallarken gözleri yüzümün her yerinde geziniyordu. Sanki... Sanki bir şeyler arıyor gibiydi.
Bir süre sessiz kaldı, gözleri uzak bir noktaya takılmış gibiydi. Parmakları kahve fincanının kulpunda gezindi, sonra derin bir nefes aldı.
"Onunla aramızda eskiye dayanan bir anlaşmazlık vardı aslında," diye başladı, sesi alçak ama bir o kadar da kararlıydı. "Her şey parayla ilgili değildi; bazen mesele daha derinlerde saklanır. Geçmiş, insanın peşini bırakmaz. Bazı hesaplar ne kadar unutulmuş gibi görünse de eninde sonunda karşına çıkar."
Merakla gözlerimi ondan ayırmadan dinliyordum. Yüzündeki çizgiler, sanki o anı yeniden yaşıyormuş gibi daha da belirginleşmişti. Kısa bir an için dudakları kenetlendi, ama sonunda konuşmaya devam etti.
"Onu vurmak istememiştim aslında. Ama ihanet... İnsan en çok güvendiği yerden yara alınca bambaşka biri oluyor. Yaptığı, sadece bana değil, hayatıma, varlığıma bir saldırıydı. Seni bir köşeye sıkıştırmış, nefessiz bırakmış birine acıma hissi duyamazsın, değil mi?"
Başımı istemsizce salladım. Sözlerinin ağırlığı içime işliyordu, sanki her bir kelimesi, geçmişinden taşınan acılarla doluydu. Yine de merakım daha da büyüdü.
"Peki, ona tam olarak ne yaptın?" diye sordum bir kez daha, sesim titrerken.
Bu kez yüzünde gizemli bir gülümseme belirdi, ama bu gülümsemenin ardında gölgeler saklıydı. "Kendi kurduğu tuzağa düşmesini sağladım," dedi, kelimeler ağızından bir sır gibi döküldü. "Onun inandığı yalanları, hırsını ve açgözlülüğünü kullandım. Bu hayatta her şey bir bedel gerektirir, o da bedelini ödedi."
Bir anlık sessizlikte, sözlerinin ağırlığı odada yankılandı. Bu hikaye, sıradan bir ihanetin çok ötesindeydi.
"Anladım." Dedim sessizce. Kahvesine dönerken konudan rahatsız olduğu kesindi. "Peki diğer adam? Kumarhanenin sahibi sen değil misin? Neden Zaimoğlu diyordu, başka bir sahibi daha mı var?"
"Zaimoğlu benim." Dediğinde anlamayan gözlerle ona baktım. "Ama..."
"Kumarhanenin sahibi olarak değil, öylesine bir oyuncuymuşum olarak biliyorlar. Kimse beni tanımaz, onlar Zaimoğlu diye tanıdıkları hayali bir ürün aslında."
Bir an için kafam karıştı, ama ardından anlamaya başladım. Bu adam, her şeyin kontrolünü elinde tutarken bir yandan da kendini görünmez yapmayı başarmıştı. Bu da ona bir avantaj sağlıyordu; herkesin gözü önünde olup kimsenin tanımadığı bir figür olarak hareket etmek.
"Yani," dedim yavaşça, zihnimdeki boşlukları doldurmaya çalışarak, "kendini saklayarak işlerini yürütüyorsun, öyle mi?"
Başını salladı, gözlerinde soğukkanlı bir ifade belirdi. "Evet, daha güvenli. Gerçek yüzümü bilen azdır. İş dünyasında kimliğini saklayarak hareket etmek bazen en büyük güçtür; kimsenin seni bir tehdit olarak görmemesini sağlamak, beklenmedik anlarda hamle yapabilmek… İşin sırrı bu."
Kahvesinden bir yudum alıp fincanı masaya bırakırken bana doğru eğildi. "Bu dünyada kimseye tüm kartlarını açmamalısın. Ne kadar çok gösterirsen, o kadar savunmasız kalırsın. Herkes Zaimoğlu’nun bir isimden ibaret olduğunu sanıyor ve bu bana en çok ihtiyaç duyduğum gizliliği sağlıyor."
Bu sözlerin ağırlığı altında derin bir nefes aldım. Onun için, her şey bir strateji, bir oyundu. Güç dengeleri, sadakat testleri ve beklenmedik hamlelerle dolu bir dünyaydı bu. Kendisini bir hayalet gibi saklarken diğerlerine sahte bir kimlik sunmuş, böylece herkesi uzaktan yönetmeyi başarmıştı.
"Bu yüzden mi kimseye güvenmiyorsun?" diye sordum, yüzündeki soğuk ifadenin ardında yatanı anlamaya çalışarak.
Gözlerini gözlerime dikti, sanki bir şeyler söylemek istiyor ama kendini tutuyordu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra usulca mırıldandı: "İnsan, sadece kendine güvenir. Diğerleri... Onlar birer piyon. Bunu unutma."
"Bana?" Dediğimde duymak istediğim neydi tam olarak bilmiyordum. "Bana güveniyor musun?"
Gözlerinde bir an için kararsızlık belirdi. "Sana güvenmediğimi düşündüren nedir?"
"Hayır, düşünmüyorum. Öyle bir şey de söylemedim zaten, sadece... Sadece duymak istedim. Bana güvenip güvenmediğini zaten anlardım değil mi? Güvenmesen kendini bana bu kadar açar mıydın?"
"Ya sana güvenmediğim için yapıyorsam bunu?" Öylece donup kalırken ne düşüneceğimi bilemez hale gelmiştim. "Anlamadım." Dediğimde sesim çok kısık çıkmıştı.
"Her neyse." Konuyu dağıtmaya çalışması beni daha da dumura uğratırken boğazıma bir yumru oturmuştu. Belirsizlikle kalırken içimde ki karmaşada binlerce ses dolanmaya başladı. Uzanıp elimi tutarken gülümsedi. "Kimse güvenmediği bir kadını hayatına bu denli almaz." Yanağıma hafif bir öpücük bırakırken gözlerim gözlerine kilitlenmişti. Bu neyin belirsizliğiydi?
"Kahveni iç hadi, soğuttun iyice." Kahvemden bir yudum almaya çalıştım ama boğzımda dikenler varmışcasına acı oluştu. Bardağı masaya bırakırken kendimi polara daha sıkı sardım. "Uykum var," dediğimde başını kaldırıp bana baktı. "Ben uyuyamaya gidiyorum." Yanından kalkıp odaya giderken arkamdan seslendiğini duydum ama umursamadım. Hızlıca kapıyı kapatıp kendimi yatağa bırakırken ne düşüneceğimi şaşırmıştım.
Bedenim yorgun ama aklım çok hareketliydi. Gözlerimi kapattım ama uyku bir türlü gelmedi. Onun sesi, odayı doldurmuş gibiydi; sıcak bir melodi gibi zihnimde çalıyor, ama bir o kadar da rahatsız edici geliyordu. Sanki yanımda olsaydı, her şey daha kolaylaşacaktı.
Bir an, içimdeki korkunun beni esir aldığını fark ettim. Geçmişteki hayal kırıklıklarım beni korumaya çalışıyordu ama bununla birlikte, onun içindeki samimiyeti de görmezden geliyordum. Belki de kendimi açmak, her şeyi daha basit hale getirebilirdi. Ama bu, çok korkutucuydu.
Derin bir nefes alıp, kafamı yastığa yasladım. Bir şeylerin değişmesi gerektiğini biliyordum ama neyin değişmesi gerektiğini bilmiyordum. Belki de sadece cesur olmaya ihtiyacım vardı. “Ya da sadece biraz zamana,” diye düşündüm, gözlerimi kapatmaya çalışarak. O an belki de uykumun gelmesini umuyordum; belki de sabah, her şeyin daha net olmasını sağlayacaktı. Ama içimdeki belirsizlik, gece boyunca beni rahat bırakmayacak gibiydi.
Uykum ağır ağır gelirken gözlerim kapanıyordu.
Bir süre sonra kapının kapanma sesiyle bilincim açılırken yatağın kenarının çöktüğünü hissettim. Ardından saçlarımda parmaklarını, ve ardından dudaklarını...
"Sen ki ay tenli kadın," dedi fısıldayarak, sesi gecenin sessizliğinde yankılanıyordu. O an, içimde bir sıcaklık hissettim; bu sıcaklık, uykumu daha da derinleştiren bir melodi gibi kalbimde çalmaya başladı.
Gözlerimi tam olarak açamadım, ama onun varlığını hissediyordum. Saçlarıma dokunan parmakları, içimdeki karışıklığı dindiriyordu. "Senin yanında olmak, her şeyi unutturuyor," diye ekledi, dudaklarının sıcaklığı cildimde gezinirken. Bu sözler, kalbimde yankılanarak bir huzur dalgası yarattı.
Ona doğru döndüm, ama uykunun ağır etkisi üzerimdeydi. Her dokunuşu, her kelimesi sanki beni daha da derin bir uykuya çekiyordu.
"Hayatımda senin gibi biri olmadı," dedi, sesi daha da derinleşerek. "Gözlerindeki ışık, karanlık gecemi aydınlatıyor." Gözlerim kapalı olmasına rağmen, onun sesinden bir sıcaklık hissettim. "Bu anı kaybetmek istemiyorum," dedi, parmaklarıyla yüzümü nazikçe okşayarak.
Dudaklarının benimkinin üzerine geldiğini hissettim; bu, tam da beklediğim gibi, yumuşak ve içten bir öpücükle doluydu. O an, her şeyin dışındaki dünya kaybolmuş gibiydi. İçimdeki korkular ve belirsizlikler, onun bu yakınlığıyla silinip gitmişti.
"Burada olduğum sürece, uyumanı istemiyorum," diye fısıldadı. "Çünkü bu anı sonsuza dek saklamak istiyorum." Kalbim, onun bu sözleriyle çarpıyor, içimdeki huzur ve sıcaklık daha da derinleşiyordu.
"Seninle olmanın verdiği huzur, beni her şeyden uzaklaştırıyor," dedim. Uyumak istemiyordum ama gözlerim yavaş yavaş açılıp kapanıyordu. "bu anın geçmesini istemiyorum."
"Seni asla bırakmayacağım," diye yanıtladı. "Beni duyabiliyor musun?"
Sadece başımı sallayabildim, derin bir nefes alırken. Yavaşça gözlerimi kapatmanın verdiği rahatlık içinde kayboluyordum. Onun sıcaklığında, güven içinde uyanmadan kalmanın verdiği mutlulukla, derin bir huzur içinde uykuya daldım. Bu gece, her şeyden uzak, onunla birlikte olmanın sıcaklığında kaybolmayı tercih ettim.
🦋
Umutsuzca oturduğum koltuk artık bana diken olup batıyordu. Miran yoktu, otele gideceğini söyleyip beni götürmemişti. Evde tek başıma kalırken sıkılmadan edemiyordum. Büyük camekanın yanına adımlarken içimde kocaman bir boşluk vardı. Ve bu boşluk neyin nesiydi bilmiyordum. Cama yaslanıp dışarıyı izlerken içime derin bir nefes aldım. Telefonumun sesi yükselirken, aramayı yanıtlayıp kulağıma yasladığım.
"Efendim."
"Bütün işleri sarpa saracaksın, artık bize bir bilgi ver, bir şey söyle!" Albayın sesi yükseliyordu. Artık sinirlerin son raddesindeydik. "Benden habersiz otele istihbaratı mı soktun?" Onun sorusunu es geçip tamamen kendi hesaplaşmama odaklanmıştım. "Sana haber verseydim buna izin verecek miydin?"
"Hayır," dedim kesin bir dille. "Buna izin vermezdim." Nefesinin ağırlaştığını duyabiliyordum. "Kızım," dedi pes edercesine. "Ömer her geçen gün işlerini daha da hızlı yönetiyor. Tutklanması gereken azılı bir suçlu senin aşkın yüzünden elini kolunu sallaya sallaya dışarda geziyor, buna nasıl göz yumabiliyorsun?!"
"Ben... ne yapacağımı bilmiyorum..." Sesim titriyordu, belki de kalbim...
"Onu kaybetmek istemiyorum, sanırım onu öyle çok benimsedim ki bir yalanın içinde onunla mutlu olmayı hayal ediyorum." Ve bu imkansızdı. Albayın sesi gelmedi, sonra derin bir soluk verdi.
"Çok hata yaptın," dediğinde bunu yüzüme vurmasını beklemiyordum. "İlk kural, duygularına sahip çıkacaktın ama sen ne yaptın? Gidip ilk önce aşık oldun!"
"Bunu bilerek yapmadım..."
"Bilerek ve ya değil! Ne fark eder, şimdi bizi onun için karşına alıyorsun! Bütün dengeleri bozdun!"
"Bozdum..." Albay haklıydı, ve bu haklılık canımı yakıyordu. "Sen bir askersin, bu duygusallık senin için öldürücü olur!"
Telefonu kulağımda tutarken, albayın söylediklerinin ağırlığı içimde yankılanıyordu. Yıllardır sıkı sıkıya tutunduğum disiplin, yıllardır kendime koyduğum duvarlar, hepsi bir anda yıkılmaya başlamıştı. O’nun yüzünden… Başından beri biliyordum, bir hata yapıyordum; ama geri dönmek, ondan uzaklaşmak… artık imkansızdı.
"Bu işin sonu kötü olacak, biliyorsun değil mi?" dedi albay daha sakin, ama katı bir ses tonuyla. "Sana bir şans veriyorum," diye devam etti. "Ya bu görevi tamamlayıp onu yok sayacaksın ya da mesleğini bırakıp kendi yoluna gideceksin."
Derin bir nefes aldım, kalbim ve mantığım arasındaki savaşı daha net hissediyordum. Onu görmeden, sesini duymadan geçireceğim bir hayatı düşünmek bile acı veriyordu. Ama öte yandan, bu görev... Bu vatan, bu sorumluluk… Bu yükü taşımak, görevini hakkıyla yerine getirmek için yetiştirilmiştim. Duyguların burada yeri yoktu; bunu defalarca kendime tekrarlamıştım.
"Seçim senin," dedi albay. "Ama bu seçimin sonuçlarını unutma."
Bir an sustum, kararımı tartıyordum. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Onu kaybetmek… Görevi kaybetmek… Kendimi kaybetmek...
"Albay," dedim nihayet, sesim artık titremiyordu. "Bana zaman ver."
Telefonun diğer ucunda kısa bir sessizlik oldu. Albay, kararımı duymuştu. "Daha ne kadar zaman verceğim sana? Kaç ay oldu farkında mısın?" Sesi artık sert değil uyarırcasına tınlıyordu.
Yutkundum. "Lütfen," dedim kararlılıkla. "Buna hakkım var."
Arkamda hissettiğim varlıkla telefona daha çok sarıldım. "Bilemiyorum." Albay konuşmaya devam ederken ensemde hissettiğim soğuklukla yaslandığım yerden dikleştim. "Sana çok kızıyorum.." telefon elimin arasından çekilirken gelenin kim olduğunu bilmemekle beraber yerimde donup kalmıştım.
"Kime, bana mı?" Kalın erkek sesi bana çok yabancı gelirken elimden aldığı telefonu hoparlöre aldı ve albayın kesilen sesini dinledi bir süre. "Bana da kızar mısın rica etsem, belki aklım başıma gelir." Sessizce yutkundum. "Sen kimsin? Deniz, Deniz nerede!?" Albay birden değişen atmosferi hissetmişti. Bir şeyler dönüyordu. "Adını değiştirmemişsin, hâlâ benim kulağına üflediğim isimle sesleniyorsunuz demek." Bu Ömer'di. Sakin adımlarla ona dönerken göz göze gelmemizle içimi bir ürperti aldı. "Onun kılına zarar verirsen seni öldürürüm lan! Duydun mu beni!?" Ömer, albayın haykırışına kahkaha attı. "Ne bu, babalık duygusu mu? Ne oldu, kızının başına bir şey gelecek diye mi korktun?" Silahı kalbime doğru tutmuş, doğruca gözlerime bakıyordu.
Yıllardır babam olarak bildiğim adam, artık hem babam değildi, hemde masum...
"Senin derdin benimle! Kızımı rahat bırak piç!" Albayın nefesi hızlanmıştı, eminim ki ekibi toplayıp buraya geleceklerdi.
Ömer'in gözlerindeki o tehlikeli parıltı, geçmişin ve kinlerin derin izlerini taşıyordu. Silahı, soğukkanlı bir tavırla kalbime doğrultmuşken, alaycı bakışlarını üzerimden ayırmıyordu. Albayın sesini hoparlörden hâlâ duyabiliyordum, öfke ve endişe birbirine karışmıştı.
"Kızımı rahat bırak," diye tekrarladı albay, bu sefer sesi daha kırılgandı. Ömer başını yana eğip, alaycı bir ifadeyle telefonun hoparlörüne daha yaklaştı. "Bir fahişenin doğurduğu çocuğa kızım demek de ayrı yürek ister, sen yüreksiz misin yoksa albay?" Sesi neredeyse fısıltıya yakın bir tondaydı ama tehditkârdı.
"Seninle kişisel bir meselem yok," dedi Ömer, gözlerini benimkilerden ayırmadan. "Ama o sözde babanın, yıllarca hayatımı mahvettiğini hatırlıyorum. Senin gibi biri de beni durduramaz."
Albayın sesindeki çaresizliği hissediyordum. "Deniz, sakin kal! Sakin kal!"
Sözleri tam bitmemişti ki, Ömer telefonu kapatıp kenara fırlattı. Bana yaklaştı, gözlerinde tehdit dolu bir kararlılık vardı. "Anlayacağın," dedi yavaşça, "benim peşimi bırak çocuk, yoksa kim vurduya gidersin."
"Ömer, sana zarar vermek istemiyoruz," dedim, sesim titrek fakat içimdeki korkuyu gizlemeye çalışarak. "Sadece bu işten vazgeç, bize teslim ol."
Ömer yüzüme dikkatle baktı, ardından alaycı bir tebessümle başını salladı. "Öyle mi? Peynir ekmek de ister misin?." Sesi, içimi ürperten bir kesinlikle doluydu.
Ansızın, arkamdan gelen hafif bir sesle irkildim. Ömer 'de duydu ve dikkatle çevresine bakındı. Kapıdan giren Miran ve birkaç adamı ile eve doğru geliyorlardı. Ömer bir anlık tereddütle geri çekildi ama gözlerini benden ayırmadı. "Bu daha başlangıç, Deniz," dedi ve hızlı bir hamleyle, gözden kayboldu.
O an, kaskatı kesilmiş hâlde kalakaldım. Birkaç saniye önce ölümle burun buruna gelmişken, şimdi kurtulmuş olmanın şaşkınlığıyla sarsılıyordum. Arka bahçenin kapısından çıkıp yok olurken evin diğer kapısı çalmaya başladı. Üzerimde ki şaşkın ifadeyi silmeye çalışarak kapıya yöneldim. Hızlıca çalan kapının ardından hemen açarken Miran telaşla içeri girdi. Hızlıca salonu tararken gözleri bir şey arıyordu. "Miran?"
Soluğunu verirken kapıda bekleyen adamlarına işaret verdiğinde adamlar kapıdan uzaklaştı ve hızlı adımlarla bahçeye dağıldılar. "Deniz," dediğinde yanıma gelip elimi tuttu. Gözlerinde telaş varken bunu saklama gereği duymuyordu. "O adam," dediğinde boğazıma bir yumru oturdu. "Gördüm, ne dedi sana? Bir şey yaptı mı? Sana zarar verdi mi?" Yavaşça başımı sağa sola sallarken derin bir nefes almaya çalıştım. "Ne dedi sana, korkma söyle anlat."
Ne diyecektim ki?
"B-benim peşimi bırakın dedi." Gözlerimi kırpıştırırken. Bir an beni kendine çekip sıkıca sarılırken titreyen canımı sarıp sarmaladı. "Orospu çocuğu." Dediğinde sesi sert ve sinirliydi. "Onu öldüreceğim." Kanımın çekildiğini hissettim. Beni koltuğa çekip oturtururken ellerimi bırakmamak için çaba sarf ediyordu. "Korkma, korkma sana zarar gelmesine müsade etmem korkma."
Benim korkum Ömer'den değildi ki, gerçeklerdendi.
Başımı sallamaktan başka bir şey yapamazken kapıdan Mert'in girmesiyle derin bir nefes verdim. Tanıdık başka yüz görmek iyi gelebilirdi. "Ne oldu?" Yanıma gelip beni incelerken Miran diz çöktüğü yerden ayağa kalktı. "Evime girmiş, şerefsiz! Deniz'i tehdit etmiş!" Sesi olabildiğince katıydı. Mert gözlerime bakarken telefonumun sesi yükseldi. Yerde öylece çalan telefonu almak için kalkmıştım ki Miran benden önce eline alarak ekrana baktı. İçime korku yayılırken arayanın albay olmamasını diledim. "Efendim." Dediğinde aramayı yanıtladı ve o an benim korkum kat be kat daha çok artmıştı. "İyi, merak etme. Yanındayım, kim sana haber verdi.... Merak etme dedim... Tamam... Bekle...." Telefonu yanıma gelip bana uzatırken almak için uzattığım elim titriyordu. "A-alo."
Alaz'ın sesini duymamla rahat bir nefes verirken kendimi koltuğa bıraktım. "Kardeşim, iyi misin!? Sana bir şey yaptı mı? Bir zarar verdi mi?"
"Yok," dedim teleşını gidermeye çalışarak. "Merak etme, iyiyim. Bir şey yapmadı." Derin bir nefes verdiğini duydum. "Özür dilerim," dediğinde sesine yayılan hüzün içimi acıttı. "Yine yanında değildim. Yine yalnız kaldın, özür dilerim."
"Senin bir suçun yok, lütfen."
"Söz verdim, her an yanında olacağıma söz verdim ama yine..."
"İyiyim." Dedim daha keskin bir dille. "Merak etme, kapatacağım şimdi, telaş etme. Üzülme tamam mı?"
"dikkat et," uyarı değildi, ricaydı. "Ederim." Dedim ve telefon kapandı. Mert ve Miran'ın bakışları üzerimde ağırlaşırken kapıya giren korumalar bir şey bulmadıklarını başlarını sallayarak ifade ederken ikisi de birden küfürler saydırdı. "Orospu çocuğu! Evime kadar girmiş! Evime kadar!'
Sinirle odada turlarken içimde kor gezen korku beni esir almıştı. "K-kimdi o?" Dediğimde Miran bakışlarını yüzüme kaldırdı. Yanıma otururken Mert mutfağa geçmişti. Beni kendine çektiğinde saçlarıma öpücükler bırakmayı ihmal etmiyordu.
Miran’ın kollarında hissettiğim o anlık güven, içimdeki korkuyu bastırmak için yeterli olmuyordu. Her şeyi unutturacak güce sahipti ama az önce olanlar, evin içine kadar sızmış olan tehdit, kafamın içinde yankılanıyordu. Ömer’in her geçen gün daha da cesurlaştığını biliyordum, ama bu kadarına cüret etmesi…
"Kimdi o?" diye fısıldadım, sesim titreyerek. Miran derin bir nefes alıp, gözlerini gözlerime dikti. "Ömer... Yıllardır düşman olduğum, her şeyini yok etmeye yemin ettiğim adam," dedi kararlı bir tonda. Sesi tükürcesine çıkarken adeta ölüm kokuyordu.
Sözleri içimde bir ürpertiye neden oldu. Ömer, bana zarar vermek için gelmişti; Miran’ı can evinden vurmak için… Bunu düşünmek bile içimi kavuruyordu. Miran'ın elleri sımsıkı omuzlarımda, bana güven aşılamak istiyordu ama onun da gözlerinde endişe vardı.
"Korkma," dedi fısıldayarak. "Seni korumak için her şeyi yaparım. Asla sana zarar vermesine izin vermem."
Ona samimi bir gülümseme bahşettim. Burada olan sadece bir tehdit değildi, ortada çok büyük bir yalan da vardı. "Ya sana bir şey olursa?" diye fısıldadım, gözlerimden yaşlar süzülmeye başlayarak. "Belli ki kana susamış biri, ya sana zarar verirse?"
Miran başını iki yana salladı, yüzünde kararlı bir ifade vardı. "Beni düşünme. Bu oyunun içine seni çekmesine asla izin vermeyeceğim. Senin güvenliğin her şeyden önemli." Elimi tutup, parmaklarını avuçlarımda hissettirdi. "Söz veriyorum, Deniz. Ne olursa olsun, yanında olacağım."
Ve bilmediği bir şey var dı ki, ben zaten bu oyunun bir parçasıydım. Birbirimize sıkıca sarılırken Mert boğazını temizleyerek salona girdi. İkimize ayrı bardaklarda su uzatırken ayrılarak bardakları aldık. "Sen ne zaman geldin?" Dediğimde Mert karşımızda ki koltuğa geçti. "Bu sabah, otelde olanları duydum geldim." Başımı sallarken onunla Asi arasında olanlar aklıma düşmüştü. Ama şuan ne yeri ne de vaktiydi. "Hallettin mi, bitti mi işin otelde." Tereddütle başını salladı. "Bitti, akşama uçağa yetişmemiz gerek." Dediğine başımı sallamakla yetindim.
Yalanın verdiği huzursuzluk büyüdükçe beni de içine çekiyordu.
Bu hikayenin sonu nasıl biterdi bilmiyordum ama, iyi olmayacağı kesindi...
🦋
Uçak havaalanına iniş yaparken Türkiye'ye inmiştik. Arabalara binerken, eve geçerken içimdeki karmaşanın beni öldüreceğini hissediyordum. Eve vardığımızda arabalardan inerken Alaz beni kendine çekip sıkı sıkıya sarıldı. Sarılışına karşılık verirken onun kollarında bir nebze de olsun kendimi iyi hissetmiştim. "İyi misin?" Alnımı öptü, saçlarımı kokladı. "İyiyim." Dediğimde içimden gelen dürtüyle bende onun yanağını öptüm. Bedeni kaskatı kesilirken ilk defa beni merak eden kanımdan birinin olmasının verdiği huzuru yaşıyordum.
Alaz'ın kollarında kalmaya devam ederken, kalbimde oluşan o garip huzur beni daha da duygulandırıyordu. Abimin varlığı, bana olan ilgisi, içimdeki tüm karmaşaya rağmen bir güven hissi yaratıyordu. Alaz, elini saçlarımda gezdirirken bana sımsıkı sarılışını sürdürdü.
"Senin burada olman, gerçekten iyi olmamı sağlıyor," diye fısıldadı. Sesi, geçmişte yaşadığımız tüm uzaklıkların ve ayrı kalmışlığın özlemiyle doluydu.
Bir süre öylece kalakaldık. Kollarının sıcaklığında, sadece onun yanımda oluşuyla bile rahatlamıştım. "Her şey düzelecek," dedi Alaz, beni biraz geri çekip gözlerimin içine bakarak. "Sen güçlü birisin, bunu atlatacağız. Beraber…"
Sadece başımı sallayabildim, gözlerim dolarken, onun varlığıyla hayatımda ilk defa böyle derin bir destek hissediyordum. Alaz, yanağımı nazikçe okşayıp hafifçe gülümsedi. "Hadi, içeri geçelim," dedi. "Yorgunsunuz." Son sözünü Miran'a bakarak söylerken onun direktifi ile eve ilerledik.
Lal, abisine sıkıca sarılıp karşılarken artık onun yaşadığı bu hissi yaşayabilmenin huzuru vardı içimde. "Çok güzel yemekler yaptım. Sofraya geçin!" Lal, bizi masaya geçmemiz için yönlendirirken Alaz bir an olsun elimi bırakmıyordu. Masaya yerleşirken iki adamın ortasında kalmıştım. Kapıdan gelen seslere yönelirken Asi'yi görmeyi beklemiyordum. Mert'in elini tutmuş, buraya doğru geliyorlardı. Şaşkınlıkla onlara bakarken Mert utanarak gözlerini kaçırdı. "Asi?" Dediğimde bana gülümsedi ama bu gülümsemesi asla iç açıcı değildi. "Umarım masanızda bize de yer vardır?" Mert'in sözleriyle Miran'ın bakışları bana döndüğünde kendimi kötü hissetmem yetmiyormuş gibi karşıma oturdular. Miran'ın elini elimde hissettim. "İyi misin?" Başımı salladım sadece. "Siz?" Dediğimde ikisinin üstünde bakışlarım geziyordu. "Baya baya sevgili oldunuz ha?" Mert yüzünde daha önce görmediğim bir mutlulukla gülümserken Asi'nin sinsi gülümsemesini ayırt edebiliyordum. Benim tanıdığım asi, asla aşık olmazdı. Bu işte bir iş vardı, ve bu benim korkumdu.
"Sanırım birbirimize bir şans verdik desek daha iyi olur," gülümsemeye çalışarak Asi'ye baktım ama bakışlarımda tamamen samimiyet yoktu. "Yaa," dedim konuşmaya çalışarak. "Ne diyelim, hayırlı olsun."
Alaz ve Miran'ın bakışları benim üzerimdeydi ama Asi'den bakışlarımı çekemiyordum.
Lal, tabağımı önümden alırken anca kendime gelerek boğazımı temizledim. Önüme indirilen tabak burnumun direğini sızlatırken lazanya görmeyi beklemiyordum.
Daha önce hiç annemin yapmadığı lazanyayı yememiştim. "Eline sağlık." Dediğimde sesimin kısıklığına hayret ettim.
Yemek boyunca yüzümde bir tebessüm tutmaya çalışıyordum ama her lokmada daha fazla boğuluyordum sanki. Asi ve Mert’in yan yana oturup gülüşmeleri, beni karmaşık bir duyguya sürüklüyordu. Asi’nin o sinsice gülümsemesi bir türlü gözümün önünden gitmiyordu. Masadakiler neşeyle sohbet ederken, benim zihnimde ise yankılanan sorular ve cevaplanmamış hisler vardı.
Bir süre daha çatalımı tabağımda gezdirdikten sonra, artık bu anın içinde daha fazla kalamayacağımı hissettim. Yorgun ve bitkin bir ifadeyle, "Sanırım biraz yorgunum," dedim. Herkesin bakışları üzerimdeydi; Alaz'ın gözlerinde endişe, Miran’ın yüzünde ise anlayış vardı.
"İyi misin?" diye fısıldadı Miran, ama başımı sallayarak onu geçiştirdim.
Lal, "Dinlenmek istersen odana geçebilirsin," diye nazikçe gülümsedi. Ona , onun gibi sessizlikle başımı eğerek karşılık verdim ve masadan kalktım. Her adımda daha fazla uzaklaşmak istercesine odaya doğru çıktım. Kapıyı arkamdan kapattığım anda, yüzümde tuttuğum o maske parçalandı. Sessiz bir odada, kendi duygularımla baş başa kalmıştım.
Doğruca telefonu elime alırken sayısız aramaları es geçip Asaf'ın numarasını tıkladım. Uzun bir çalıştan sonra telefon yanıtlanırken yatağa oturdum.
"Alo, Asaf?" Ses gelmesini bekledim. "Efendim, Deniz." Sesi buruk ve tükenmiş gibiydi. "Sana bir şey sormam gerek." Dediğimde onay mırıltısı yükseldi. "Asi, neyin peşinde? Biliyor musun? Neden burada." Kısa bir kahkaha attı. "Deniz, dalga mı geçiyorsun benimle?"
"Hayır, neden dalga geçeyim. Bir soru soruyorum sana!?" Sesimi kısık tutmaya çalışıyordum. "Senin unuttuğun görevi o tamamlamak istedi! Albayda onayladı, senin aşkın yüzünden unuttuğun herifin peşinde!"
"Ne bu kin, bu öfke! Red edilmeyi hazmedememenin siniri mi bu! Sana bir soru sordum, bana insan gibi cevap versen ölür müsün!?" Telefon suratıma kapandığında sinirle telefonu yatağın diğer tarafına fırlattım. "Gerizekalı herif!" Kapının önünde bir karartı görmemle ayağa kalktım. Kapı açılırken odaya Asi girdi.
Öfkem içimde patlamaya hazır bir volkan gibi kaynarken Asi’ye dik dik baktım. Gözlerimin içine soğukkanlılıkla bakması sinirlerimi daha da gerdi.
"Sen bunu nasıl yapabilirsin, Asi!" dedim, sesimdeki öfkeyi saklayamadan. Üzerine yürüdüm, ama o kaçmadı, olduğu yerde durdu ve gözlerini benden ayırmadı.
Bir an sanki ne diyeceğimi bilemedim. Duygularım karışmıştı; öfke, hayal kırıklığı ve acı. İçimde yankılanan tüm soruları yüzüne haykırmak istiyordum ama kelimeler boğazıma düğümleniyordu.
"Neden burada olduğunu bana açıklamak zorundasın," dedim sonunda, sesim neredeyse fısıltıya dönüşerek. "Ben buradayken, beni yok sayarak nasıl bu görevi üstlenirsin? Sana güvenmiştim, Asi."
Asi, kaşlarını çatıp derin bir nefes aldı. Yüzünde o bildik ifadesi vardı; ne yaptığını bilen, her şeyin kontrolünde olduğunu düşünen bir Asi.
"Deniz, her şeyi kişisel algılamayı ne zaman bırakacaksın?" dedi, sakin ama bir o kadar da sert bir tonda. "Bu, sadece senin meselen değil. Bu bir görev, gerçi sen unutmuş olabilirsin ama merak etme artık benim işim."
"İş mi?" diye tekrarladım, alayla. "Bu, senin için bir iş olabilir, ama benim için her şey demek!"
yüzündeki soğukkanlılık ve kendinden emin tavrı, sinirlerimi daha da zorluyordu. Sanki hiçbir şey hissetmiyormuş gibi konuşması, tüm olanları hafife alması… İçimdeki o kırgınlık, öfkenin altında ezilip gidiyordu.
"Bana bu şekilde tepki göstermen gerekmiyor, Deniz. Senin yapamadıklarını tamamlıyorum sadece," dedi umursamazca omuz silkerek.
Bir adım daha atıp ona iyice yaklaştım. "Senin görevin nedir Asi? Beni geçip bu görevi sahiplenmek mi? Mert'in duygularıyla oynamak mı!."
Asi gözlerini kısıp başını eğdi, sanki her şeyi önceden hesaplamış gibi. "Sanki sen Miran'ın duygularıyla oynamıyorsun!" Nefesim kesilircesine acıyla kasıldım. "Duygularını işin içine kattın, Deniz. Bu senin zayıflığın oldu," dedi soğuk bir sesle. "Benim için bir iş bu, tamamlamam gereken bir görev. O yüzden, senin gibi hislerime kapılıp hata yapamam."
Bir an durdum, içimdeki öfke yerini yavaş yavaş bir çaresizliğe bırakıyordu. Sanki beni tanımıyormuş gibi konuşması, beni derinden yaralamıştı. "Hislerimde yanıldığımı mı söylüyorsun?" dedim sessizce, sesim fısıltı gibi çıkarken. "Asi, sen ne zaman böyle biri oldun? Hisleri olmayan, her şeyi bir iş gibi gören birine dönüştün. Sen… sen artık tanıdığım Asi değilsin." Dedim. bu sözlerime beklemediğim bir sertlikle karşılık verdi. "Belki de, Deniz, ben hep böyleydim. Sen görmek istediğin kişiyi görüyordun." sözleri mideme bir yumruk gibi indi. “Sen görmek istediğin kişiyi görüyordun.” Bu cümle, içimdeki güveni yerle bir etmişti. Derin bir nefes aldım, ama yetmedi. İçimde biriken her şey dışarı taşmak için direniyordu.
“Peki, diyelim ki haklısın,” dedim, sesim çatlamaya yakın bir tonda. “Ama bir insan nasıl bu kadar soğukkanlı olabilir? Her şey bir yana, biz… biz kardeştik, Asi. hislerini bir kenara bırakıp bu kadar kayıtsızca davranmana nasıl izin veririm?”
Gözlerindeki o donuk ifadeyi bozmadan, yüzüme bakmaya devam etti. "Deniz, kardeş olsak bile bu durum değişmez. Burada hislere yer yok," dedi, kelimeleri acımasızca seçerek. "Kendini toparla ve görevini hatırla. Ya da yolumdan çekil."
Bu kadarını beklemiyordum. Asi’nin, gözlerimin içine bakarak söylediği her kelime içimi biraz daha paramparça ediyordu. Onu tanıdığımı sanmıştım, güvenmiştim; ama karşımda duran kişi bambaşkaydı.
Gözlerim dolmaya başladı, ama kendimi tutup ona zayıf görünmemek için yutkundum. "Çok yazık." dedim, sözlerim bir kırgınlıkla dökülerek. "Ama anladım. Artık seni savunmak için bir nedenim kalmadı."
Asi gözlerini benden kaçırıp derin bir nefes aldı. Kısa bir an, o bildiğim Asi’yi geri kazanmışım gibi geldi, ama sonra yüzündeki o tanıdık, soğuk ifadeye geri döndü.
"Bu konuşma burada bitsin, Deniz," dedi, kapıyı açarak arkasına bakmadan odadan çıkarken. "Her şeyi kişisel algılamayı bırakana kadar benimle tartışmanın bir anlamı yok."
Kapı ardından kapanırken, odada yalnız kaldım. İçimde sadece o büyük boşluk ve ardında bıraktığı yarım kalmış cümleler vardı. dizlerimden güç alarak yatağa çöktüm. İçimde yankılanan kelimeler, Asi’nin soğuk yüzü ve gözlerinde hiç tanımadığım o donukluk... Her şey karmakarışıktı. Onun yanında, bir kardeşin güveniyle durduğum her anın anlamını sorgulamama neden oluyordu şimdi.
Elim kendiliğinden, yere fırlattığım telefona gitti. Kalbim sanki yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Kime kızacağımı bilemez haldeydim: Asi’ye mi, albaya mı yoksa kendime mi?
Bir an kendimi toparlayıp mesaj yazmaya çalıştım. Ama parmaklarım duraksadı. Ne yazacaktım ki? Kime ne anlatacaktım? İçimde biriken bu kırgınlığı ve öfkeyi ifade edebileceğim kelimeleri bulamıyordum.
Yine içimde biriken bu dert beni uçuruma sürüklüyordu. Odadan ayrılırken arka bahçeye geçtim. Miran beni fark etmişti ama yanıma gelip gelmemezliğin tereddütüne kapılmıştı. Havuzun kenarında otururken derin derin nefesler alıyordum. Bu işin sonu nereye varacaktı? Bu iş nasıl bitecekti?
Gözlerimi kapatıp kendimi sakinleştirmeye çalışırken birinin yanıma oturduğunu fark ederk gözlerimi tekrar açtım. Alaz, abim yanıma otururken bakışları önündeydi. "Biraz konuşmak ister misin?" Sanırım bu teklifi red edemeyecek kadar doluydum, ama kabul edemeyecek kadar da yabancı...
"Çok karışığım..." dedim, sesim titreyerek. Güçsüz hissetmemek için kelimeleri yutkunarak söylemeye çalışıyordum, ama saklamak imkansızdı. "Sanki her şey… elimden kayıp gidiyor. Tanıdığım herkes yabancılaşmış gibi." Elini omzuma attı ve beni kendine çekerek ona sarılmamı sağladı.
"Bu karışıklışığının sebebi nedir?" Dudaklarım birbirine sımsıkı bastırıldı, sanki söylersem dünyanın sonu gelecekmiş gibi...
"Her şey..." Dedim, "her şey..." Sayıklarcasına ağlamaya başlarken Alaz beni daha sıkı sardı. "Biraz buralardan uzaklaşmak ister misin?" Gözlerine bakarken yavaşça başımı salladım. "Benimle yaşamanı istiyorum. Benim evime yerleşmeni istiyorum." Kısa bir durgunluk yaşarken gözlerimi kırpıştırdım. "İnan bana seni rahat hissettirecek her şeyi yaparım. Ama bunu kabul et, bir aile olduğumuzu hissetmek istiyorum. Bunca yılın hatırına bunu kabul et."
"Benim bir evim yok..." Ve her şey üst üste gelmeye devam ediyordu. "Benim bir evim bile yok!" Gerçeği kabul etmek ister gibi tekrar sayıklarken artık hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Alaz sırtımı sıvazlarken sakinleşmemi bekliyordu. "Senin bir evin var, benim yanım. Benim bir evim var senin yanın. Ev illa bir çatısı olan taştan yapıtlar değil. Biz birbirimizin eviyiz, bazen bir insanın varlığı bile çok güzel bir ev olabiliyor. Ve sen benim evimsin. İnan bana sen burada olmasan haftada bir ya buraya gelirim ya da gelmem."
Hıçkırıklarımın arasında gğlümsemeye çalıştım. "Lal için de mi gelmezsin?" Kısa bir an duruldu. "Lal içinse ben değil, o yanıma gelmeyi tercih eder. Çünkü burası bizim için güvenli değil." Ağlamalarım kahkahalara dönerken onun yüzümü güldürmesi daha da huzur dolduruyordu içimi. "Bakma, puştun seni sevdiğine inanmasam bir dakika burada kalmana izin vermezdim. Gerçi onun bana çektirdiğinin bedelini ödetmek isterdim de, sana kıyamıyorum." Gülümsemem büyürken boynuna sıkıca sarıldım. "Beni iyi ki buldun." Dedim ağlama ve gülme arasında gidip gelirken. "İyi ki benim abimsin." Kısa bir anlığına affalladı. Ama hemen toparlanıp sarılışıma karşılık verdi. "İyi ki senin varlığınla tanıştım, yoksa bu dünya bana cehennem olmaktan başka bir şey olmayacaktı." Dedi. Onun kokusunu soludum. Abimin kokusunu...
Saçlarımı okşuyordu.
Bir abim vardı, ve benim saçlarımı okşuyordu.
Ondan ayrılırken yüzüne yayılan huzuru görebiliyordum. Dilimin ucuna gelen soruları geri gönderiyordum ama bununla daha fazla baş etmek istemiyordum. "Onlara söyledin mi?" Dediğimde sesim fısıltıdan farksızdı. Konuyu anlayınca bakışları derinleşti, başını yere eğdi. "Karşılarına çıktın mı?" Yutkundu, ve yüzü gerildi. Dövmelerine rağmen belirginleşen damarlarını görebiliyordum. "Anne-"
"Ona anne demeye dilin varıyor mu gerçekten?" Sertçe sözümü bölerken titrek bir nefes aldım. "Birinin benden hiç haberi yok!" Albaydan bahsediyordu. "Diğerinin de çöp kenarına attığı bir cesedim işte, beni hatırlamıyordur bile." Elvan'dan bahsediyordu. Kalbime bir sancı saplandı. "Ne diye çıkayım karşılarına? Ne diye böyle bir acıyla bırakayım kendimi?" Koluna dokundum. Teselli etme sırası bendeydi.
"Biliyor musun?" Dolan gözlerini gözlerime kenetledi. "Ben hayalimde çok başka şeyler kuruyordum. Mesela evli, mutlu olmasada mutlu olmaya çalışan bir aile ve kardeş. Ama yok, öyle bir tepe taklak oldu ki dünyam, enkaz altında kalmış gibiyim.... Sonra bir umut seni buldum ... Başına gelenleri öğrendim, bir kez daha yıkıldım." Bakışlarımın anlamı değişirken başımı omzuma düşürdüm. "Nasıl öğrendin?" Dediğimde omuz silkti. "Öğrendim işte." Dedi umursamazca.
"Onu sen öldürdün, değil mi?" Sesim kısıldı, gittikçe küçülüyor gibiydim. "Evet." Dedi hiç kuşkusuz.
"Ve onu öldürürken elim bile titremedi."
"Neden yaptın bunu?"
"Bunu ben yapmasaydım sen yapacaktın." İçimi okur gibi fısıldadı. "Şu kısacık zamanda seni az buçuk tanıdıysam bunu yapacağını kestirebiliyordum."
"İntikam." Dedim soğuklaşan sesimle. "Bunu yapmasaydın, ben yapardım." Dedim yemin eder gibi.
"Neyse..." Konuyu değiştirmek isteyerek, "bu gecelik bu kadar yeter." Ayağa kalktı ve elini bana uzattı. "Hadi evimize gidelim." İçime dolan huzur gülümsememe vesile olurken uzattığı elini tuttum ve ayağa kalktım. "Evimize gidelim." Dedim. Gülümsemesi büyürken sakalsız yüzünde oluşan samimilik içime işledi. Sıkıca birbirimize sarılırken gözlerim Miran'ın odasını buldu. Elinde kadehi ile camın önünde durup bizi izlerken göz göze geldik. Hafif bir gülümsemeyle bana bakarken ayrıldığım adamdan müsade istedim. "Onunla konuşmam gerek,"
"Acele etme, bekliyorum seni." Gülümseyerek yanından ayrıldığımda bahçenin diğer ucunda arabaya binen Asi'yi gördüm. Bana el sallarken Mert ile bindiği arabayla uzaklaştılar. Onu umursamamaya çalışarak eve girdiğimde doğruca yukarı çıktım.
Kapıyı çalıp odaya girdiğimde Miran hala olduğu yerdeydi. Yavaş adımlarla yanına vardım. "Canım." Dediğimde elinde tuttuğu bardağı ile bana döndü. "Bebeğim." Dedi, cebine koyduğu elini çıkarırken kadehten bir yudum daha aldı ve cam kenarına bıraktı. "Bir şey söylemem gerek." Elimi tutup beni kendine çekerken ona alttan alttan bakıyordum. "Söyle," garip bir hali vardı sanki, ya da bana öyle geliyordu. "Alaz, abim." Dedim hasretle. "Başını yavaşça salladı. "Onunla kalmamı istedi." Yüzü gerilirken, elimde ki elinin sıkılaştığını hissettim. "Hmm." Dedi kendinen ödün vermemeye çalışarak. "Aileler beraber yaşarlarmış, bizim beraber yaşamamız gerek aile olmamız için." Söylediklerim içimde kırılan duyguları tamir etmeye çalışıyor gibiydi.
"Sana haksızlık edecekmişim gibi geliyor ama, ben onunla kalmak istiyorum." Son sözlerime iyice gerilirken bunu belli etmemeye çalışıyor gibiydi. "Anladım." Bir tepki vermesini bekliyordum ama kendini tuttukça tutuyordu. "Sana hayır demeye hakkım yok, kararına saygı duyuyorum." Dediğinde nasıl hissedeceğimi bilemeyerek bir boşluğa düşecekmişim gibi oldu
Onun bu kadar olgun ve anlayışlı davranması içimi biraz rahatlatmış, biraz da kırmıştı. Beklediğim tepkiyi alamamak, bir yandan hafiflik gibi gelirken diğer yandan içimde bir boşluk yarattı. Kendi duygularımı bile çözemez hale gelmiştim. Miran’ın yanında kalmak istiyordum, ama aynı zamanda Alaz’la geçmişi onarmak da benim için kaçınılmazdı.
Onun gözlerinden ayrılmadan, usulca “Üzgünüm, Miran,” diye fısıldadım. “Seni zor bir duruma soktuğumu biliyorum, ama bu benim için çok önemli.”
Miran, bir an gözlerini kapadı, sanki bu konuşmanın ağırlığından kurtulmak istermiş gibi. “Deniz, senin için önemli olduğunu biliyorum. O yüzden saygı duyuyorum.” diye duraksadı, sanki devam etmemek için direniyordu. “Seni her şeyden çok sevdiğimi unutma, olur mu?”
O an, içimdeki tüm karmaşaya rağmen, onun bu sevgisiyle sarmalandığımı hissettim. Elleri hâlâ ellerimi sımsıkı tutarken, aramızdaki sessizlik her şeyi ifade ediyordu. Dudaklarıma uzanırken şefkat dolu öpücüğüne karşılık verdim. Bırakmak istemez gibi beni kendine daha çok çekerken öpüşümüz derinleşti. Nefessiz kaldığımı hissederek ayrılırken ikimizde soluk soluğa kalmıştık. "Seni seviyorum." Dediğinin ardından kısa ama etkili bir öpücük daha bıraktı dudaklarıma. Gözlerine baktım. Hasret kaldığım gözlerine. "Gitmem gerek." Dediğimde gözlerine yayılan hissizliği görebiliyordum. "Tamam." Dedi. Odadan beraber ayrılırken elimi sıkı sıkıya tutuyordu. Alaz salonda Lal ile konuşurken bizim geldiğimizi duyduklarında sustular, Alaz ayağa kalkarken gitme vaktinin geldiğini anlamıştı.
"Baktım sen iç güveysi kabul etmiyorsun, dedim o zaman kardeşimi yanıma alayım." Alaz onunla dalga geçer gibi konuşurken Miran gülümsedi. "İyi halt ettin, kardeşim. Şimdi ben size iç güveysi geleceğim. Hatta ben senin gibi sorarak değil, benim evimmiş gibi gelip sorgusuz sualsiz size yerleşeceğim." Duyduklarım gülmeme neden olurken Alaz'ın yüzünün solduğunu gördüm. Lal sessizliğine yakışır şekilde gülerken Alaz kaşlarını çattı. "Buna izin vermem. Sen nasıl ki bana çektirdin, sıra bende. Gör bakalım evimin önünden adım bile atamayacaksın!" Öyle bir hırsla söylüyordu ki, bütün hıncını çıkarmak ister gibiydi.
"Lan!" Dediğinde siniri zıplamıştı. "Sevgilimi görmeme engel ol bak, ne yapıyorum sana!"
"Sen bana engel olduğunda sesim bile çıkmıyordu! Ne oldu? Zoruna mı gitti?" Alaz beni kolumdan tutup çekerken Miran boşluğuna gelmiş olacak ki ayrılan ellerimize şaşkınlıkla baktı. "Seni s..." Sözünü kendi keserken yutkunarak o da Lal'in kolunu tutup kendine çekti. "Bu savaşı sen başlattın puşt herif! Gör bak Lal'in yüzünü bir daha görebiliyor musun!?"
Lal ile gülen gözlerle birbirimize bakarken otuz iki diş gülümsüyorduk. Sanırım kıskanılmak sevilmenin bir göstergesiydi.
"Yürü kız!" Alaz hafif alaylı bir tonla beni yürütürken bu duruma karşı koymadım. "Sana bacımı hasret bırakmaz mıyım lan bende! Yiyorsa kapıma gel!"
"Siktir lan ordan! Sevgilimi görmek için senden izin mi alacağım!" Bahçede bizi hızlı hızlı yürütürken arabasına ilerliyorduk. "Bana soracaksın tabii! Abisim lan ben onun." Arabanın kapısını açıp beni bindirirken gülmemek için kendimi zor tutarak ön koltuğa yerleştim.
"Benden izin alacaksın!" Kendisi arabanın ettafından turlarken Miran sinirle üzerine geliyordu. "Evleneceğim lan ben onunla! Karım yapacağım onu!"
"Bok yaparsın!" Alaz kapıyı açtı ama binmedi. Miran aldığı cevapla yerinde donarken şaşkınca bir bana, birde Alaz'a bakıyordu. "Vermiyorum lan kardeşimi! Yiyorsa gel kaçır! Vermiyorum, duydun mu beni! VER-Mİ-YO-RUM!" arabaya biner binmez çalıştırırken kahkahamı durduramıyordum. Lal kendini yere bırakmış gülerken Miran şaşkın bakışlarla bizi izliyordu. Araba bahçeden hareket ederken camdan telefonumu Miran'a gösterip mesaj atması için elimle işaret verdim. Bahçeden ayrılırken gülmekten gözlerimden yaşlar geliyordu. "Bunu yapmak zorunda mıydınız." Dedim gelmelerimin arasında. "O başlattı."
"Bende oradaydım." Dediğimde gülmem kesilmişti. "Sen başlattın."
"Her neyse biraz da o çeksin, şimdiye kadar hep ben çektim." Gülümserken bu durumdan mutlu gibiydi.
Bu anın mutluluğu ile dolup taşarken başımı koltuğa yasladım. Basan uykumu göz ardı edemeyerek kapanan gözlerimle huzur dolu bir uykuya daldım. Miran ve Alaz’ın tatlı çekişmeleri kulaklarımda yankılanırken içim, bu anın verdiği mutlulukla dolup taşıyordu. Onların koruyucu halleri beni güvende hissettirmiş, içimdeki karmaşayı bir anlığına unutmamı sağlamıştı.
Eve vardığımozda Alaz, usulca beni yerimden alıp kucakladı. Uyku mahmurluğuyla başımı onun omzuna yasladım, hafifçe mırıldanarak kendimi daha derin bir uykuya bıraktım. Alaz, beni odaya götürüp yatağa yatırırken o güven dolu kolların verdiği rahatlıkla gözlerimi aralamaya bile ihtiyaç duymadım. Saçlarımı nazikçe düzelttikten sonra kulağıma fısıltısını duydum. "Evine hoşgeldin, benim ömürlük misafirim." Dudaklarını alnımda hissettim. Ardından hafifleyen bedenimle ona minet duyarak uyuduğumu...
*
Kuruyan boğazımla uykumdan uyanırken gözlerim bir yudum su aradı. Bulamayınca odamdan ayrılarak mutfağı aramaya başladım. Mutfak olduğunu tahmin ettiğim yere girerken doğruca musluktan su doldurup içerken bu kadar susuz kalmanın nedenini bilmiyordum. İki bardak su içtikten sonra bir tane daha doldurup odama götürmek için elime aldım. Hafif loş ışığın aydınlattığı odama geri dönerken gördüğüm bedenle çığlık atacaktım ki eli dudaklarımın üstünde durdu. "Şşhh, sevgilim. Benim, Miran." Büyüyen gözlerle ona bakarken kokuyla hızlanan kalbimin sesini duyabiliyordum. Elimden aldığı bardağı yatağın kenarına bırakırken elini dudaklarımdan çekti. "Sensiz uyuyabileceğimi nasıl düşünebildin?"
"Buraya nasıl girdin?" Dediğimde odanın açık kalan kapısını kapattım. "Camdan." Dedi umursamaz bir tavırla. Gömleğini ve ardından pantolonunu indirirken gözlerim büyüdü. "Ne yapıyorsun Miran! Alaz gelecek, seni görürse ne olur?"
"Bir sikim de yapamaz! Gel buraya, çok uykum var uyut beni." Kolumdan tutup beni yatağa çekerken üzerime geldi. "Miran, burada olmaman gerekiyordu."
"Buna sen mi karar veriyorsun?" Alınmış bir tavırla doğruldu. "Sen beni istemiyor musun? Gideyim mi?"
"Hayır!" Dedim bir anlık kararsızlıkla. "Kalmanı istiyorum ama Alaz?"
"O puştun evde olduğuna inanıyor musun gerçekten?" Kaşlarım havalandı. "Ne demek istiyorsun."
"Odana girerken korumalar aradı. Puştu camdan Lal'in odasına girerken görmüşler."
"Ne?"
"Allah'tan kardeşine aynısını yapıyorum da, içim soğuyor."
"Ne diyorsun sen be!" Omzuna vururken kısa bir kahkaha attı. "Her neyse ne, uyut beni?" Dediğinde tekrar üzerime çullandı. "Ya da boş ver uykuyu." Dudaklarıma kısa kısa öpücükler bırakırken içimde ılık bir his yayıldı. "Seviş benimle." Derin öpücüğüne karşılık verirken trajikomik anın akışına bıraktım kendimi. Çıplak vücudunda dolaşan elim onu kendime daha çok bastırırken bu hisse karşı koymak istemiyordum.
"Kalbimi durdurmadan öldürüyorsun beni." Hızlı nefeslerini ardından konuşmaya çalışırken gülümsedim.
"Biz ona aşk diyoruz." Dediğimde içimi eriten kahkahasını duydum.
Beğenip yorum yapmayı unutmayın dostlarım iyi okumalar 🫠 🦋 🫶
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
2.72k Okunma |
144 Oy |
0 Takip |
27 Bölümlü Kitap |