@ben1deniz
|
"Gittin Veronika, sen de gittin. Öyle sessiz, öyle ıssız, ardında yalnızca kimsesiz bir gece bırakarak... Gözlerin son kez kapandı, ruhun bir hüzün rüzgârı gibi savrulup gitti. Ve ben, o anı hâlâ yüreğimde taşıyorum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, zira seninle birlikte zaman da durmuş gibi... Şimdi dünya aynı dönüyor, ama ben aynı değilim. Sensiz her sabah, bir başka kederin doğuşu, her akşam ise yalnızlığın derinleştiği bir kuyunun dibi. Ah, Veronika... Bu nasıl bir gidiştir ki, ardında böylesi bir boşluk bıraktın?
Evimiz, sensiz o kadar soğuk ki. Duvarlar bile seni arıyor, her köşe senin adını fısıldıyor. Hatırlar mısın, Veronika? O eski zamanları… Şu pencerenin önünde oturup birbirimize derin bakışlarla baktığımız anları? Hani mevsim bahardı, günler uzun, geceler ise bizimdi. Senin gülüşlerinle dolan bu odalarda şimdi yalnızca sessizliğin uğultusu var. O gülüş ki, beni hayatın en zor yollarında bile dimdik tutardı. Şimdi ise dudaklarımda seni çağıracak sözler bile kifayetsiz kalıyor.
Biliyorum, bir gün herkes gider; lakin senin gidişin öyle beklenmedik, öyle ansız oldu ki… Seninle birlikte içimdeki neşe de gitti, Veronika. Bahçedeki güller bile artık solgun, yaprakları birer birer dökülüyor. Oysa sen onların her birine adını vermiştin. Şimdi güller bile seni özlüyor. Her sabah onları sularken, senin dokunuşunu arıyorum. Ellerim toprakta, fakat ruhum göklere bakıyor. Belki bir iz bulurum, belki bir işaret. Ama ne yaparsam yapayım, bu boşluk dolmuyor.
Ve işte, yüreğimin en derin köşesinde sakladığım o anı... Hasta yatağında solgun bedenin, gözlerin hâlâ ışıl ışıldı. Beni son kez o gözlerle süzdün, öyle bir bakıştı ki o... Sanki dünyadaki bütün güzellikleri o bakışla bana bıraktın. Sanki, ‘Beni unutma,’ der gibi. Nasıl unuturum, Veronika? Senin her sözün, her nefesin, her bakışın kalbimde kazılı. Bu acıyı unutturacak bir zaman var mı ki, sence?
Gittin Veronika, hem de öyle bir gittin ki, beni kendimle baş başa bırakarak. Senin yokluğun, koca bir sessizlik gibi çöküyor üzerime. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Rüzgâr bile senin fısıldadığın gibi esmiyor, güneş bile sensiz o eski parlaklığını kaybetti. Sensiz dünya, kimsesiz ve renksiz bir harabe. Ve ben, bu harabenin içinde her gün seni arıyorum.
Bir akşamüstü hatırlar mısın? Göl kenarında yürüdüğümüz o sessiz anları? Sen suya bakar, onun derinliğinde bir şeyler arardın. Ben ise yalnızca sana bakardım. Senin varlığında derinleşirdi gözlerim, çünkü bilirdim ki, seninle her şeyin anlamı vardı. Sen olmayınca, su bile akmayı unutuyor, zaman bile duruyor. O günkü gölgeleri hatırlıyorum şimdi. Birbirimizin gölgesinde kaybolduğumuz o anları. Ah Veronika, ne olurdu bir an geri dönsen, ne olurdu bir an için olsa da beni yine o gözlerinle bulsan?
Ama şimdi, artık yalnızım. Ne gölgeler ne sesler kaldı geriye, yalnızca anılar. Ve o anılar ki, içimde fırtınalar koparıyor. Fırtınalar içinde kayboluyorum, sensiz hiçbir liman beni sarmıyor. Seninle birlikte gitti sevdamın rüzgârı, o fırtınadan geriye yalnızca hüzün kaldı. Senin adını her andığımda, içimde koskoca bir boşluk yankılanıyor. Bu boşlukta kaybolmuş bir yolcu gibiyim artık. Ve o yolcu, her gün yeniden seni arıyor.
Veronika... Bir gün kavuşur muyuz yine? Seninle birlikte bir sonbahar akşamında, o eski ağaçların altında buluşur muyuz? Yoksa bu hüzün sonsuz mu? Şimdi her gece gökyüzüne bakıyorum, belki orada, yıldızların arasında seni bulurum diye. Ama yıldızlar bile sönmüş gibi. Belki de, senin aydınlığındı onları parlatan."
Günler birbirini kovaladı, aylar geçti. Veronika'nın yokluğuna alışmak, ilk zamanlardaki gibi imkânsız görünmüyordu artık. Acı, onunla yaşamayı öğrendiği bir şey olmuştu. İlk başta her sabah Veronika’sız uyanmak adeta bir yaraydı, ama şimdi, o yarayla beraber nefes almayı öğrenmişti. Keder, başlarda karanlık bir gölge gibi üzerine çökse de, zamanla o gölge hafifledi, silikleşti. Şimdi hayatın içinde, kaybettiği eşini düşünmeden geçirdiği anlar bile vardı. Bir zamanlar imkânsız gördüğü bir şeydi bu.
Artık sabahları yatağından kalkıp güne başlamak, bir zorunluluk değil, bir alışkanlık hâline gelmişti. Veronika'nın gülüşleri, odalarda yankılanmıyordu belki, ama o hatıralar artık birer zehir değil, tatlı birer anı olmuştu. Evin her köşesinde onun izleri vardı; ancak bu izler adama hüzün vermek yerine, bir nevi teselli oluyordu. Belki de insan zamanla en büyük yarasını bile bir parça olsun sarmayı öğreniyordu.
Bir sabah, yıllar sonra ilk kez bahçeye çıktı. Veronika’nın sevdiği gülleri elinden geldiğince yaşatmaya çalışmıştı, ama o gün ilk kez fark etti ki, güller de onun gibi zamana yenilmişti. Yaprakları solmuş, dalları güçsüzleşmişti. Ama bu durum ona eski acıları getirmedi. Aksine, bir tür dinginlik hissetti. Her şey gibi, güller de eskimişti; ama o eskimeyle gelen bir güzellik vardı. Çünkü artık o güller, sadece Veronika’yı değil, zamanın geçiciliğini de anlatıyordu. Hayatın devinimi, bir süre sonra her şeyi kabullenmeye zorlar insanı. O da böyle yapmıştı.
Günler geçtikçe, adam Veronika’yı bir anı olarak yüreğinde saklamayı öğrendi. Her şeyin gelip geçici olduğunu anlamıştı. O ilk zamanlardaki derin keder, yerini daha yumuşak bir hüzne bırakmıştı. Veronika, onun için hâlâ her şeydi, ama artık onsuz bir yaşamın mümkün olduğunu da biliyordu. Belki de asıl güç, kaybettiği şeye rağmen yaşamayı öğrenmekteydi.
Artık geceleri yıldızlara bakarken Veronika’yı aramıyordu. Yıldızlar yine parlaktı, ama bu defa onun gözlerinde farklı bir ışık vardı. Bu ışık, hayatta kalan herkesin bir gün içinde bulduğu o sessiz kabullenişti. İnsanın yaşadığı her şey, ne kadar acı da olsa, sonunda hafiflerdi. Ve o hafiflik, adamın kalbinde bir huzur bırakmıştı.
Veronika'nın gidişi, onun en büyük kaybı olmuştu, ama artık kayıpların da hayatın bir parçası olduğunu öğrenmişti. Veronika'nın anıları, kalbinin bir köşesinde sessizce duruyordu. Onunla olan geçmişi, bir yük değil, bir hazineydi. Ve şimdi, o hazineyi acı duymadan taşıyabiliyordu.
Evde Veronika’nın dokunduğu eşyalar hâlâ yerli yerindeydi, fakat artık onlara bakarken içini delip geçen bir sızı hissetmiyordu. Her şey, bir alışkanlık meselesiydi.
Veronika'nın en sevdiği koltuk, pencereden dışarıya bakmayı sevdiği köşe... Bütün bunlar yerli yerinde duruyordu, fakat onları görmek adam için bir anlam ifade etmiyordu artık. Alışkanlık. Her şey sadece alışkanlıktan ibaretti. Gülleri sulamayı bırakmıştı, zaten bu bir gereksizlikti ona göre. Çünkü, hayat devam ediyordu. Güller de solacak, yenileri açacak, dünya kendi ritminde dönecekti. Veronika gitmişti ve geri dönmeyecekti.
Hayatta bazı şeylerin kontrol edilemediğini fark etmişti. Ölüm bunların en büyüğüydü. O yüzden direnmenin, acıyı yeniden yeniden yaşamanın manası kalmamıştı. Adam, gündelik işlerin içinde kaybolarak, aklını meşgul tutmaya başlamıştı. Belki bu da bir çeşit kaçıştı, ama önemli değildi. Zaten çoğu insan böyle yaşamıyor muydu? Bir noktada herkes hayata devam etmek zorunda kalıyordu.
Adamın çevresindeki insanlar da artık Veronika’dan pek bahsetmez olmuştu. Onlar için bu konu kapanmış, hayat kaldığı yerden devam ediyordu. Aslında bu durum adam için de rahattı. Her şeyin üzerine konuşmak gereksizdi. Veronika’yla ilgili anılar aklına geldiğinde, onları bir kenara itmek, geçmişte bırakmak daha kolay olmuştu. Zamanla, o anılar da flu bir hâl almış, eskisi kadar net ve keskin değildi.
Veronika’nın gidişi hayatında büyük bir değişiklik yapmış olsa da, o değişikliğin hayatı tamamen durdurmadığını anlamıştı. Bir süre sonra, her şey sıradanlaşıyor, hatta önemsizleşiyordu. Belki de insan dediğin böyle yaratılmıştı; kayıplarıyla başa çıkmanın tek yolu onları unutmak ya da yok saymaktı.
Sonunda, bir gün Veronika’nın adını bile hatırlamadan saatler, günler geçirebildiğini fark etti. Onu her zaman sevecekti, evet, ama artık bu sevginin eskisi kadar yakıcı olması gerekmiyordu. Hayat yoluna devam ediyordu, ve o da bu yolda ilerlemek zorundaydı.
Adam, bir sabah işlerini bitirip kasabaya indiğinde, her şeyin eskisi gibi devam ettiğini fark etti. İnsanlar telaşla pazara gidiyor, dükkanlar açılıyor, çocuklar sokaklarda oynuyordu. Kasaba, Veronika’nın varlığıyla da yokluğuyla da ilgilenmeyen bir akıştaydı. İnsanlar, büyük kayıplar olmadan da yaşamlarına devam edebiliyordu. Adam için de durum farklı değildi artık.
İşlerini yaptıktan sonra bir kahvehaneye oturdu. Eskiden Veronika’yla sıkça oturdukları bu yer, o zamandan beri pek uğramadığı bir mekândı. Oysa şimdi oturmak, bir çay içmek, çevresindekileri izlemek ona tuhaf bir hafiflik veriyordu. Artık anılar canını yakmıyordu; hepsi eskide kalmış, bulanıklaşmıştı. Kendini oyalamak için küçük detaylara takılmakta buluyordu huzuru. Çayının buharını izlerken, dükkânın karşısında bir adamın at arabasını yüklediğini gördü. Düşüncelerini meşgul edecek herhangi bir görüntü, herhangi bir uğraş, ona yetiyordu artık. Sessizlikte boğulmak yerine, sıradanlığa sığınmıştı.
Günlük hayatın akışında küçük görevler, küçük alışkanlıklar onun için büyük anlamlar taşımaya başlamıştı. Sabahları yürüyüşe çıkıyor, akşamları ise eski kitapları karıştırıyordu. Artık Veronika’yı aramıyor, onun yokluğunun peşinden koşmuyordu. Onun varlığı, yalnızca geçmişe ait bir izdi, geride bırakılması gereken bir parça. Şimdi, hayat onun için basit bir düzene dönüşmüştü: sabah kalkmak, işleri yapmak, sessizce akşamı karşılamak. Ne büyük hayaller, ne derin acılar; sadece günlük hayatın sıradanlığı. Ve bu sıradanlık, bir zamanlar kaçındığı bir şeyken, şimdi ona rahatlık veren tek şey olmuştu.
Bir gün, eski bir dostuyla karşılaştı. Eskiden sık sık görüşürlerdi, ama Veronika’nın ölümünden sonra yolları ayrılmıştı. Dostu ona, "Nasılsın?" diye sorduğunda, kısa bir süre düşündü. İyi miydi? Kötü müydü? Aslında hiçbir şeydi. Ya da her şey olduğu gibiydi. "İyiyim," dedi sonunda, içten gelen bir açıklıkla. İyiydi gerçekten, en azından içinde ne büyük bir fırtına vardı, ne de dev bir boşluk. Her şey dingin, her şey kendi halinde ilerliyordu. Belki de bunun adı iyilikti.
Kendi içindeki bu dinginliği bulmak ona tuhaf gelmiyordu artık. Geçmişi geçmişte bırakmış, gelecekle ilgili büyük beklentilere girmemişti. Hayat, onu nereye sürüklerse oraya gitmeye razıydı. Kasabadaki insanlar gibi, o da sadece günlük hayatın bir parçasıydı. Olaylar, insanlar gelip geçiyor, zaman akıyordu. Ve zamanla, Veronika’nın ardından duyduğu o keskin acı da akıp gitmişti. Şimdi yalnızca bir sızı vardı, o kadar.
Veronika'nın yokluğu artık bir yük değildi, bir gerçeklikti sadece. Kabul edilmiş, içine sindirilmiş bir gerçek. Onun hatırası, bir gölge gibi varlığını sürdürüyordu ama artık hayatı yönetmiyordu. Adam, ileriye bakmanın bir yolunu bulmuştu, ya da belki de sadece bakmak zorundaydı.
Günler birbirini takip ederken, hayat daha da sıradanlaşmıştı. Adam, kasaba halkının bir parçasıydı artık; herkes gibi sessiz, herkes gibi görevlerinin peşinde. Veronika’nın hatırası eskimiş bir resim gibi silikleşmiş, zihninin gerisinde usulca yerini almıştı. Geçmişin yükü, onun omuzlarından tamamen kalkmıştı belki de. Öylece akıyordu zaman.
Bir sabah, her zamanki gibi erken uyandı. Yatağından kalktı, elini yüzünü yıkadı ve kendine bir kahve hazırladı. Sessizlik içinde, pencereden dışarıya bakarken hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. Evin içinde bir zamanlar Veronika’nın izleri her yerdeydi; şimdi ise sadece boş bir mekân gibiydi burası. Eskiden sanki her eşya onunla konuşur, her köşe ondan bir hatıra fısıldardı. Oysa şimdi, o izler sadece bir fondu. Hayat devam ederken o hatıralar da sessizleşmişti. Belki de olması gereken buydu. Adam için artık herhangi bir anlam taşımıyorlardı.
Kahvesini içtikten sonra, dışarıya çıkmaya karar verdi. Kasaba meydanına yürüdü. Sokaklarda her zamanki hareketlilik vardı; insanlar işlerine gidiyor, çocuklar okula doğru koşuşturuyordu. Günler ne kadar değişirse değişsin, kasabanın ritmi aynıydı. Dükkânların önünde insanlar toplanmış, birbirleriyle sohbet ediyordu. Eski bir tanıdık onu gördü, hafifçe el salladı. Adam, kısa bir selamla karşılık verdi. Sohbet etmenin, bir şeyler paylaşmanın bir anlamı kalmamıştı. İnsanlar onun için yalnızca birer gölgeydi şimdi. Oysa eskiden, kasaba hayatının her parçası içinde bir enerji bulurdu. Şimdi ise her şey bir düzenin parçasıydı sadece.
Biraz daha yürüdü, kendini çarşının yoğunluğundan uzakta bir köşeye attı. Küçük bir banka oturdu. Düşünceleri, ne geçmişte ne gelecekteydi. Şu an, sadece var oluyordu. Eskiden kendini her şeyin dışında hissederdi, şimdi ise tam tersine, her şeyin ortasında ama hiçbir yere bağlı olmadan yaşıyordu. Kendi hayatını büyük bir sorumluluk ya da anlam yüküyle doldurma çabası sona ermişti. Artık, ne yapıyorsa onu yapıyordu. Ne yaşıyorsa, o an yaşıyordu. Hepsi bu kadar.
Oturduğu banka bir süre daha baktıktan sonra, ayağa kalktı ve yoluna devam etti. Bu sakin yürüyüşlerin, küçük işleri tamamlamanın, hayatın küçük detaylarıyla meşgul olmanın bir tür huzur verdiğini kabul etmişti. Belki de hayat sadece bundan ibaretti: her gün sıradan işler yapmak, küçük anları yaşamak ve fazla bir şey beklememek. Büyük acılar, büyük sevinçler, hepsi gelip geçiciydi. Asıl gerçek, bu küçük, sessiz anlarda saklıydı.
O gün kasabaya döndüğünde, eve girip eski kitaplarından birini eline aldı. Kitabın sayfaları sararmıştı, kokusu bile eskiydi. Eskiden bu kitapların içinde kaybolurdu; Veronika’yla oturup bu kitaplar üzerine konuşurlardı. Ama şimdi kitaplar da sessizdi. Yine de, adam o sessizliğin içinde kendini rahat hissediyordu. Kitabın kapağını açtı ve sayfalar arasında kayboldu. Hayat bir zamanlar olduğu kadar karmaşık değildi artık. Veronika'nın yokluğuyla gelen büyük boşluk da değildi. Sadece, olduğu gibiydi.
Ve belki de adam en sonunda, tam da bunu arıyordu: Kendi hayatında, herhangi bir büyük arayışın ya da acının ötesinde, sadece var olmayı.
Veronika'ya veda etme zamanıydı. Adam, bunu uzun zamandır biliyordu ama o anın gelip çatması her zaman kaçınılmaz bir şekilde ağır olurdu. Hayat, onu bu noktaya getirmiş, şimdi ise yoluna devam etmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Evin içinde dolaştı, Veronika’nın bıraktığı son izleri toplarcasına. Koca evin duvarları bile artık onun adıyla yankılanmıyordu; sessizlik bir kez daha hüküm sürüyordu.
Onca zaman boyunca her şeyini onun hatırasına adamıştı, ama şimdi, o hatıraların onu kısıtladığını anlıyordu. Veronika’yı unutmuyordu elbette, asla unutamazdı. Ama hayat, bir noktada devam etmeyi talep ediyordu. Adam, artık onun gölgesinde yaşamaktan vazgeçmeliydi. Derin bir nefes aldı, pencereyi açtı, içeri dolan serin rüzgarı hissetti. Sanki bu rüzgar, ona bir şeyler fısıldıyordu: "Bırak artık. Onunla vedalaşma zamanı geldi."
Veronika’nın ona bıraktığı bir şey vardı, her zaman içinde taşıyacağı bir şey: Onunla geçirdiği yılların güzelliği, onun sevgisi. Ama bu sevgi artık bir yük olmamalıydı. Adam, evdeki köşelere son bir kez baktı, Veronika’nın oturduğu koltuğa, mutfakta onun dokunduğu tabaklara… Sonra, usulca kapıyı kapattı. Sanki bir devri kapatıyordu. Artık dışarıda, hayatın içinde, kendi yolunda yürümeliydi.
O gün, adam kasabanın dışındaki tepeye çıktı. Veronika’yla ilk tanıştıkları gün buradaydı, o günkü neşelerini hatırlıyordu. Ama bu defa ne acı vardı ne de hüzün. Sadece bir dinginlik vardı, bir tür kabullenme. Ufka baktı, gökyüzü açık ve masmaviydi. Veronika'ya son bir selam göndermek için başını hafifçe eğdi.
“Hoşça kal Veronika,” dedi usulca. Onun anısı her zaman yüreğinde olacaktı, ama artık o anıların içinde yaşamayacaktı. Veronika'nın izleri, hafızasının derinliklerinde tatlı bir hazine olarak kalacaktı. Ama artık hayatın ona sunduğu yol ayrımında yeni bir sayfa açmanın zamanının geldiğini biliyordu.
Tepeye doğru bir adım daha attı, gözlerini kapatıp rüzgarın yüzüne vurmasına izin verdi. O an, Veronika’nın vedasını kabul etti. Belki de en başından beri tek ihtiyacı olan buydu. Vedalaşmak, geride bırakmak ve ileriye bakmak.
Ve adam, Veronika'yı sonsuza dek kalbinde taşıyarak, artık kendi yoluna doğru yürümeye başladı.
|
0% |