Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.Bölüm

@benorenda

Dena koca kütüklerden yapılma dağ evinin kapısını ardından kapattı. Avcı çoktan sabah parkurunu tamamlamış ormanda talim yapıyor olmalıydı çünkü ateşteki közler solmak üzereydi, sıcak su ise fazlasıyla buharlaşmıştı. Dena onun uyumaya nasıl zaman bulduğunu bir türlü anlamıyordu. Ondan önce uyusa da hep ondan sonra uyanıyordu. Eliyle aceleci bir şekilde çenesini kaşıdı ve önünde uzanan ormana baktı.

"Bu işte bir iş var. Acaba madde mi kullanıyor? Ama bana bunun yanlış olduğunu ve verdiği enerjinin yanında vücut hasarının çok büyük olduğunu söylemişti. Belki de sadece yaşla alakası vardır? Ama insan bir ay da bu kadar az uykuyla nasıl yetinmeye başlar? Tuhaf, gerçekten tuhaf..."

Avcı kendi söyledikleriyle hareketleri çelişecek biri değildi. Dena aklındaki düşüncelerle tahta cilası bulundukları dağın sürekli yağmurlu havasından dolayı atmış merdivenlerini indi ve patika yola yürüdü. Hafif bir tempo tutturduğunda ayaklarının altında ezilmek üzere olan çimenlere bakıyordu. Kafası önünde nefeslerine odaklanarak koşusunun temposunu sabit tutuyordu. Merdivenden ilk adımı attığı andan beri aklı dağlardaki hava kadar temiz ve hafifti. Uzun saçları aceleyle toplanmış ve hafif dağınıklığı yatağından nasıl kalktığını özetliyordu. Birkaç metrede tutturduğu tempoya uygun sağa sola hafif salınıyordu. Yanakları sabah soğuğunun yanında sıcak evden çıktığı için de kızarmaya başlamıştı. Kuş seslerine karga sesleri de eklendiğinde Dena patikayı takip ederek sola saptı. Yokuş aşağı hızla koşmaya başladığında ilk zamanları aklına geldi ve hafif solukları arasında tebessüm etti. İlk zamanlarda bu koşuyu yaparken ayaklarının kaymasından ve yuvarlanmaktan korkardı. Çocukluğundan beri bu dağlar onunla her şeyini paylaşmış olsa da bu korkusunu yakın zamanda aşmıştı. Kendini hiç frenlemeden, yüzünde hafif tebessümle yamaçta kazandığı ivmeyle düzlükte koşmaya devam etti.

Çalılıkların arasında uzanan yolu koşarak devam ettiğinde aklının hala karman çorman olmayışına şaşırıyordu. Avcı şu sıralar ona sadece yaptığın işe odaklanma konusunda eğitim veriyordu. Mesela yemek yiyorlarsa sadece yemeye odaklanıyorlardı. Normalde ikisi de yemek düşkünü olduklarından hep odaklanıyorlardı ama Dena'nın garibine giden bunu eğitimin bir parçası haline getirmesi ve bunun üzerine bir farkındalık eğitimi almasıydı. Eğitimlerinin çoğuna temel bulamasa da bu dağlarda yapacak çok fazla iş olmadığından Dena her işini özenerek ve yavaş yapıyordu. O her zamanki temposunda olsa da Avcı şu sıralar normalin iki katı fazla çalışıyordu. Genelde işler aksi gittiğinde böyle davranır ama bu en faza bir hafta sürerdi. Bir buçuk aya yakındır bu halde ve neler olduğu hakkında ağzını da açmıyordu. Dena da ısrarla sormayı seven biri değildi, zamanı gelince kendisine anlatmasını umuyordu.

"Hep bir şekilde konuyu bana açar ve anlatırdı. Hiç bu kadar uzun süre sessiz kaldığı bir konu olmamıştı. "

Dere sesi duyduğunda adımlarını yavaşlattı. Yürüyerek dere kenarına geldiğinde çalıların arkasından bir süre akan suyu izledi. Derenin kenarındaki kumluğu geçtikten sonra büyük taşlardan birine atladı. Dizlerini kırıp olduğu yere çömeldiğinde ellerini soğuk suya soktu. İki avucunu birleştirip akan suyla doldurduğunda yüzüne yönlendirdi. Durgun suda kendi yansımasını görünce bir süre durmuş ve kendisini izlemişti. Bunun uğursuzluk getireceğini dayısı söylese de onun batıl inançlarını umursamazdı bunun için koşusuna ara verdiği zamanlarda aklının dağılmasına kendi gözlerini izleyerek mola verirdi. Uzun süredir aklını çelen soruların kendisini sarmalamasına izin verdi. Çehresi kime aitti anlayamıyordu. Beyaz teni kızarmış ve lacivert gözleri yeni uyanmanın verdiği ifadesizlikle bomboş doğrudan yansımadan kendisini izliyordu. Dağınık kaşları memnuniyetsizlikle çatıldığında suyu hızla yüzüne çarptı.

Kayanın üzerinde doğrulduğunda duyduğu hafif bir sesle ardına baktı. Çam ağaçları tüm kış olduğu gibi yeşil ve dimdik gökyüzüne tutunuyordu ama aralarında bir siluet görünmüyordu ve orman sakinlerini hesaba katınca bu sesi zihni kısa sürede geri plana attı. Dağların koynundan sakince uzanan dereyi izlerken aradığı şey yalnız ve sade yaşamına rağmen sükunetti. Onun gibi sadece hayatta akmak istiyordu. Ama Avcı'nın tedirgin davranışlarına dayanarak söyleyebilirdi ki önlerinde çok da sakin bir yakın gelecek görünmüyordu. Gözlerini dağlardan çekerek gökyüzüne baktı. Hava daha yeni koyuluğundan sıyrılmaya başladığı için arada kalmış atmosferde sadece sabah yıldızı parlıyordu.

Derenin içindeki yosunlu yüzeylere dikkat ederek durduğu taşa nispeten küçük birkaç taşa daha adımladı. Dere, taşların yanından erimeye çoktandır devam eden kar sularını taşırken Dena huzursuzluğundan keskin bir şekilde ayrılıp taşları geçti. Karşı kıyıya geçtiğinde koşu temposunu tekrar tutturdu ve sadece alıp verdiği nefeslere odaklandı. Bu odaklanma zihnini o kadar temizliyordu ki zaman kavramı garip bir hal alıyordu ve zihni tüm sesleri kaybediyor, iç güdüleri ayak seslerini yükseltiyor ve tüm ayrıntılar parlıyordu. Şu an çevresinde akan ağaçlar bulanıklaşsa da fark ettiği birkaç çıplak ağacın gövde pürüzleri onda dokunma isteği yaratıyordu. Ciğerindeki soluk bir yumruya dönüştü ve ritmini bozdu ancak ağacın yanından geçerken parmak uçlarıyla dokunduğu bu ayrıntılar yumruyu dağıttı. Bakışlarını sıkıca bağlanmış botlarına indirdi ve soluklarını adımlarıyla uyumlu hale getirmeyi denedi.

Böylece ormanın derinliklerinde yaptığı koşu bu dalgın bakışlar ve dokunuşlar uyanmasında tetikleyici ses olan akan derenin sesini tekrar duymasıyla son bulmuştu. Avcının yaptığı antrenmanı seyrekleşmeye başlayan orman sayesinde görebiliyordu. Çalıların arasından geçerken yapay gölün etrafındaki boş düzlüğe girdi. Girdap kadar karanlık gözüken gölün üstünde yükselen garip kayalığın en üstüne bağdaş kurmuş bir şekilde oturmuş yavaş nefesler alıyor, bunu kanıtlayan ne bir buhar ne bir hareket olmasa da Dena artık biliyordu. Aslında özenle yontulup çıkarılmış bir heykel gibi duruyordu; siyah ve sabah soğuğunda parlayıp durgun göl üstünde yükselen kayalar, üstünde tek yaprağı olmayan kiraz ağacı ve arından uzanan boşluğu kaplayan buğulu bulutlar burayı bir tapınak haline getiriyordu. Çünkü o kadar yavaş nefes alıyordu ve beyaz teni arkasındaki bulutlardan öylesine keskin bir beyazlıkla ayrılıyordu ki göğsü gözle görülür bir şekilde inip kalkmıyordu bile ve bu göze batış tüm alanı kutsallık addettiriyordu. Bedeninin katılığı ciğerlerine dolan yakıcı soğuk kadar kesindi ve onun burun delikleri bu yakıcı oksijeni daha fazla alabilmek için büyümüyor, etrafında yaprak kıpırdamıyordu. Onu ilk antrenmanda böyle gördüğünde iki ay kadar önceydi, ocak ayı ortalarıydı. Ve oldukça korkmuştu. Yine de Dena artık içine dahil olduğu bu kutsallığı zihninde parçalara böldü ve onları ayrı ayrı düşündü, farkında olmadan. Zihni aktı ve geçmişi gözlerinin önünden bir saniye kadar geçirdi.

Ona korkuyla seslenişini, ciğerlerinden dışarı akan buharın buğusunda onun ifadesini hiç bozmadan orada oturuşunu dün gibi hatırlıyordu. Bu kutsallık ona öylesine yakışıyordu ki...

Büyük kiraz ağcının yanından geçerken pürüzsüz soğuk gövdeye parmak uçlarıyla hafifçe dokundu ve kutsal alan Dena'yı kendisine dahil etmesine rağmen hiç bozulmadı. Adımları yavaş, dokunuşları hafifti. Bugün ayrı bir dalgındı ve her şey hakkında istemsiz düşünüyordu. Mesela dokunduğu bu ağaç onun için nedense hep ilgi odağı olmuştu. Şu an halihazırda güzel pembe çiçekleri açmamış, en büyüleyici takılarını kuşanmamıştı. Çıplak ve koyu kahverengi hali bile çok güzeldi.

Gözleri durgun ve kopkoyu, derinleri kestirilemeyen göldeydi.

Avcı'nın kendi çabalarıyla dereyi yuvarlaklaştırıp gölleştirdiği bu alan onun için çocukluktan beri eğitim alanı olmuştu. En ortasında garip iki kayalık yükseliyordu. Yapay olduğu için göl normalden daha derindi ve sabah ışıksız kaldığı için kapkaranlık bir çukura dönüşüyordu. Etrafındaki birçok çam ağacı bu çukuru gölgeleriyle destekliyor ve daha da karanlıklaştırıyordu. Ağacın dibinde yavaş adımları durduğunda hipnoz olmuş gibi karanlık gölü izlerken alışkanlıkla antrenmanın bir sonraki adımı için hazırlanmaya başladı. Üzerindeki termal ceketi ve taytı çıkardı. Şortu ve bedenini ikinci bir deri gibi saran atletiyle kaldı. Soğuk bedenini küçük böcekler gibi ısırmaya başladığında artık alışmış olduğu için umursamadı. Soğuk suya doğru birkaç adım attı ve tereddüt etmeden balıklama atladı. Soğuk su anında tüm bedeninin her bir hücresine hücum ederek çığlıklar attırsa da buna alışmıştı. Yavaşça suyun içinde derinlere doğru yüzdü. Soğuk ve karanlık su onu sarmalarken nefesi kesilmedi hatta bedeni karadaki kadar ağır değilken ve yerden kesiliş onu garip bir tanıdıklıkla sarmalarken, huzur getirdi. Kestane rengi saçları etrafını kaplamıştı, kapkaranlık suda ayırt edilemiyordu bile ama o biliyordu. Gözleri tatlı sudan dolayı acımadığı için rahatlıkla göz kırpsa da puslu bakışları netleşmedi, görünmeyen ama hafif ışık sarmalarının geldiği yukarıya odaklandı ve kendini biraz askıda bıraktı. Kolları bakış açısına girdiğinde hafif soluk ışıkta sarımsı bembeyaz uzanıyor ve bir yumru gibi avucunu oluşturuyor, beş parmağı ve iki eli incecik, parmakları kılıç sallamaktan nasırlı ve boğumluydu. Tırnakları stresten dibine kadar yenildiği için şekilsizdi ama ağaçlarla uğraşmaktan, bazen de ceviz kabuğu ayıklamak, topraktan kök bitki sökmekten sararmış ve toprak ona kendi renklerini armağan etmiş olsa da cana olan doyumsuzluğu parmaklarını kurutmuştu. Kapkaranlık suda beyaz teni parlasa da parmak uçları yavaşça suyun karanlığa karışıyordu. Dena yavaşça gözlerini açıp kapattı. Anne karnında olmakta böyle miydi?

Yabancı, uzak ve soğuk. Ama bir o kadarda güvenli. Yerden kesen, buz gibi uyanık ve canlı tutan ama aynı can veren soğukluk kuru bir şekilde uykuyla canını emerken, anne de karnındaki çocuğa bunu mu yapardı?

Dena kollarını kendisini yukarı çekmesi için uzattı ve iki hamleyle kendini suyun yüzeyine çıkardı. Nefes aldığında ciğerleri yandı ve öksürdü, kayalığa uzandı ama dokunamadı, ancak bir kulaç atarak başardı. Diğer eliyle de kayalığa tutundu ve kendini yukarı çekti. Soğuk her yanını sararken ıslak saçlarını yüzünden çekti ve dar kayaya oturdu. Ayakları dizlerine kadar hala sudayken su, soğuk havaya göre daha ılık hissettirmişti. Islandığı için oturduğu kayada daha ağır hissetse de her güvenli alandan çıkmanın çeken bir yanı olurdu. Onun için bu olanları en baştan beri garipsememişti, sorgulamamıştı. Çünkü o çoğu zaman az mekânda çok kez bu çekilmeyi hissederdi.

Avcı'nın oturduğu simsiyah taşlara paralel uzanan üst üste olan kayaların tepesine tırmandı ve bağdaş kurarak oturdu, taşlar ayak kemiklerine batıyordu ama umursamadı. Kayalar üst üste garip bir dengeyle oturtulmuştu ama ne kadar denerse denesin en ufak bir taş bile çekilemiyordu. Yaklaşık on metre yükselen bu yığın kayalık, bu yükseklikten suya düşse beton etkisi yaratmak için yeterli yüksekliğe sahip değildi.

Bağdaş kurarak o da dayısı gibi dimdik durdu ve derin bir nefes aldı. Ciğerlerine dolan dağ havası hafif bir esintiyle ıslak tenini yalıyordu. Bu daha da üşümesine sebep olsa da durumu görmezden gelebiliyordu. İlk zamanlar daha az sürede burada otursa da bünyesinin alışması uzun sürmemişti. Nefesleri yavaşlarken, aklını dolduran soğuk fikriyle zihni daha da keskinleşti, zihnide nefesleri kadar durgunlaştı. Dar bir oluktan akan suyun sesi yavaşça yok oldu, gözleri kapalı olsa da göz kapaklarına vuran sisin ardındaki loş güneş ışıkları karanlığı kucakladı ve aydınlattı. Önünde herhangi bir düşünce ürünü yoktu. Zihni derinlerdeki su kadar durgun ve akışkan, esen rüzgâr kadar her yerdeydi.

Ne kadar süre böyle durdu bilmiyordu. Herkesin kendine göre zaman algısı farklıydı. Bunun için kendisini çekip çıkaran sıcak fikriyle derin düşünce dünyası bölündü, birkaç derin ve uzun nefesler sonrasında gözlerini açtı. Gözleri günlerdir karanlık bir odada görmeden dolabı izlemiş bir adamınki kadar kördü ve hafif bir aydınlık bile gözlerini acıtmıştı. Sisi aşıp gelen belirsiz güneş huzmeleri teninde geziniyordu. Gözlerini yavaşça kırptığında olan biteni anlamaya çalışarak etrafını inceledi. Sis kiraz ağacının dalları arasında yavaşça akıyor, onu büyük bir pamuk ağacı gibi gösterip özünden farklı algılanmasına neden oluyordu. Çam ağaçları arasındaki boşluklara dolan sis gölün yüzeyinde hafifçe geziniyordu ve aralarında sözsüz bir anlaşma var gibi asla aralarında bir temas yoktu.

Sağına baktığında dayısının çoktan gittiğini gördü. Normalleşen nefeslerini daha yüksek tempoya ısındırmak için üç kere derin nefes alıp verdiğinde içinde bulunduğu nahoş durumdan sıyrılmıştı. Artık gözleri derenin kıvrılıp kaybolan ana hattını daha net görüyordu, güneşte parlayan nemli çam ağaçlarının sanki güneşle açılmış renkleri dağlar boyu uzanıyorduysa da sis bu bilindik manzarayı gözlerden saklıyordu. Dena uzun zamanlar burada olduğu için avucunun içi gibi bildiği manzara gözlerinin önündeydi. Gözlerini açıp kapadı, her hareketi yaşına uygun olmayan bir olgunluk ve ağırlıktaydı çünkü ruhuyla teması yeni kesilmişti. Yavaşça bağdaş kurduğu kayalığın üstüne iki elini koydu ve oradan aldığı güçle ellerinin üstünde doğruldu. Sonra dengesini bilerek yok etti ve kolları iki yanında açıkken kendini soğuk suya bıraktı.

Eve hafif tempolu bir koşuyla vardığında saat tahminince sekizdi. Koşu sırasında karnı guruldadığı için açlık fikri yeni yeni aklına gelmiştiyse de geldiği hızla gidiyordu. Aklı sürekli Avcı'nın neden bir buçuk aydır garip davrandığıyla ilgili ihtimallerle doluydu.

Avcı onun çocukluğundan beri tanıdığı ve güvendiği tek kişiydi. Annesi ve babası vefat edince kendisini evlat edinip bu eve yerleşmiş. Annesi ve babasının neden öldüğünün hiçbir zaman sormamıştı çünkü nedenlerin çok bir önemi yoktu. Önemli olan kendisini yetiştirip ona kol kanat geren bu kişiydi.

Aslında ikisini de hep merak etmişti. Ama bu konuda kimseye bir soru soramazdı. Köyde yaşayan yerli halk onları zaten yiyecek almak için gittiklerinde görüyordu. Dayısıyla bu konuyu konuşmakta ona ayıp olurmuş gibi hissettiriyordu artık. Ama çocukken çok sık soruyordu ve onlar hakkında bildiği şeylerden biri severek evlenip çocukları olduğuydu. Daha sonra Avcı bir süre susup tavanı izlerdi. Acaba başlarından ne geçmişti de bugün bu noktadalardı?

Kalbi neden bu denli paramparça görünüyordu? Acaba ablasının ölümüne mi tanık olmuştu? Kendisi de dayısı gibi çok değer verdiği birinin ölümünü görse ve hiçbir şey yapamasa nasıl hissederdi? Şu an düşünmek bile hafif onu dehşete düşürmüştü. Okuduğu kitaplardan ve izlediği her şeyden anladığı kadarıyla duruma tüm herkes çok kötü tepki veriyordu. Yani bu insanın doğasında olan bir tepki diyebilirdik, galiba? Dena kararsızlıkla soluk alırken dudakları düz bir çizgi halini aldı. Yakını ölen herkes dehşete kapılırdı, bunun galibası yoktu.

Dena evin önüne geldiğinde odun kıran Orion'a baktı. Kendisinin takma adını daha çok kullansa da gerçek adının bu olduğunu söylemişti. Dayısı hakkında bilmediği birçok şey vardı. O her ailenin bireyleri gibi gizemli biriydi ama bir o kadarda güvenilir bir yabancıydı. Onu tanımıyordu ve sormaktan da çekiniyordu. Yani kim babasına gidip sen kimsin der ki? Gerçi birini tanımak için neler yapılmalıydı? Mesela illa onun geçmişini mi bilmek gerek? Onun her yarasını bilip daha sonra ona anlayış mı göstermek gerek? Ya da biri size nasıl davranıyorsa bunları tartmak yeterli midir? Yoksa hiç tanımadığı birine nasıl davrandığını bilmek mi daha önemli? Çok bilmiyordu ve anlamıyordu da bu konudan. Çünkü yaşamı boyunca çok fazla insanla tanışmamıştı. Hayatında sadece köydeki satıcı abi ve oradaki birkaç abla vardı o kadar.

Merdivenleri çıkıp içeri girdiğinde sıcak hava yüzüne çarptı. Üstündeki ıslak kıyafetleri değiştirmek için salonda ilerleyip sondaki kapıdan içeri girdi. Zaten üç kapı vardı ve üçü de salona açılıyordu. Kıyafetlerini çıkarıp odasındaki banyoya girdi. Bu evin en sevdiği yanı kesinlikle camlarıydı. Oldukça büyük, kalın ve bölmeli camlar. Sıcak suyu açıp küveti doldururken karşısındaki yemyeşil ormanı seyre daldı.

Buralara arada sırada kaybolan birkaç avcı uğrardı. Onun dışında gelen tilkiler, çakallar, ayılar ve ceylanlar dışında pek ziyaretçileri yoktu. Bunun için evde perde de yoktu. Zaten büyük bir yerleşim yerinde de olsalar çok bunu umursayacağını düşünmüyordu. Çünkü insanlar umurunda değildi.

Gerçi kaç insan vardı ki hayatında?

Son zamanlarda bu konuyu zihninde sürekli irdeliyordu. Neden bu konuyu irdelemeye başladığını da anlamamıştı. Yaklaşık yirmi yıl kadar yaşamıştı. Ama hiç insanlara ihtiyaç duymamıştı. Dayısı ona her konuda destek olmuştu. Her konuda neredeyse bilgilenmesini sağlamıştı. Dil öğrenmesine yardım etmiş, iyi bir eğitmen de olmuştu. Son beş yıldır ise yoğun bir şekilde dövüş sanatları öğretiyordu. Anlamadığı nokta ise neden bu kadar çok konu hakkında bilgi sahibi oluyordu ki? Ya da neden bu kadar yoğun bir eğitime tabi tutuluyordu? Şikayetçi değildi ama anlamadığı çok fazla şey vardı.

"Musluğu açık unutmuşsun. Su tüm zemini kaplamış. Heyo, Dena beni duyuyor musun?"

Dayısının ona seslenen sesini duyunca kafasını kaldırıp ona baktı. Ne ara gelmişti bilmiyordu ama aniden onu duyduğu için korkmuştu. İrkilerek olduğu yerden sıçradığında gözlerini kırptı.

"Sana kaç kere demeliyim? Duyularını daima keskin tut."

Eliyle camdan dışarıyı gösterdi. Muzip bir tavrı olsa da sesi azarlar tondaydı.

"Gelecekte bir gün nedensiz bir şekilde hedef alınabilirsin."

Dena ise sadece Orion'un yüzüne baktı. Şu an onun yüzündeki ifadelerde hüzün ve sahte bir öfke olsa da hüzün hiç tanıdık değildi. Onunla arasındaki tüm ilişkiyi düşündü. Babası gibi olan bu adam ona ne ifade ediyordu ki? Ya da babası gibi ne demek en başta? O babasını hiç hatırlamıyordu ki. Orion'u aklında oturttuğu tüm o kalıpların çatladığını hissetti. Onu sadece o olduğu için seviyordu. Ama o kimdi? Yabancı birisinin ifadelerini izliyormuş gibi hissediyordu.

"Neden tüm bunları yapıyorsun ki?"

Ayağının altındaki soğuk, küçük kare mermerleri hissetti. Ayağının etrafındaki sıcak suyu ise yok sayarmış gibi bir adım geri attı. Sağlam bir adım attığı için ayağı kaymamıştı. Avcıdan bir adım uzaklaştığında Avcı da anlamayan bir ifadeyle Dena'ya döndü. Ya da Dena sadece onun öyle dönmesini umdu. Çünkü umduğunun aksine Avcı'nın yüzünde yumuşak ve anlayışlı bir ifade vardı. Aralarındaki mesafeye bakan Avcı sessizce derin bir nefes aldı. Elini pantolonunun beline koyan Avcı gözlerini kapattı. Sanki ona nasıl açıklaması gerektiğini düşünüyordu.

"Çünkü sen bana bırakılan büyük bir hazinesin. Nasıl olurda hazinemi korumam? Onun üstüne titremem ve onu parlatmam?"

Dena böyle süslü ve sadece geçici bir cevap istemiyordu.

"Dayı, bana gerçek bir açıklama yapmalısın. Artık kim olduğumu anlamak istiyorum. Evet biliyorum bunun ailemle hiçbir alakası yok, hayatta bana bağımsız bir şekilde kendimi var etmem için bir şans verildi, anlıyorum."

Dena yeri kaplayan suya baktı. Zeminde kendini görebiliyordu. Camın yansımasında hafif kaybolmuş olsa da lacivert gözlerini ve bembeyaz, anlayamadığı bir ifadeye bürünen yüzünü görebiliyordu.

"Ama bana bir baksana. Yüz hatlarımı kimden aldım mesela? Ya göz renklerim? Onları son iki senedir itinayla gizlemem için elinden geleni yapıyorsun. Çocukken seninki gibi grimsi bir maviyken nasıl bu renge dönüştüler? Bu mümkün mü ki? Ya hislerimin daha da artması? Absürt geliyor belki de sana ama artık sorularımın yanıtsız kalmasından yoruldum. Ya da artık kendi kendime o kadar kaldım ki göz ucumla gördüğüm siluetler bile saçmalık."

Avcı son duyduğu cümleyle Dena'nın suya yansıyan yüzünü izlemeyi bırakmış ve kaşlarını çatarak doğrudan ona bakmıştı.

"Ne silueti?"

Dena ise göz yaşlarının puslanmış açısıyla dayısına baktı. Banyonun girişinde kıvırcık turuncu saçları yağmurdan ıslanmış; üzerinde ise odun tozu olmuş mavi gömlek ve kot pantolon vardı. Büyük bir ciddiyetle kendisine bakıyordu.

"Son zamanlarda takip ediliyormuşum hissinden kurtulamıyorum. Sürekli birileri takip ediyormuş gibi geliyor. Ucu ucuna hep kaçırıyorum. Ardında izde bulamadığım için sana söylemek istemedim."

Avcı ise kaşlarını çatmış bir şekilde ciddiyetle onu dinliyordu. Önce gözlerini kapattı ve gerçekten uzunca derin bir nefes aldı. Ardından geri verdi ve alt dudağını stresle ısırdı. Çenesi kaskatı kesilmişti. Bunu kirli sakalına rağmen anlayabiliyordu. Kaşları ise hala çatıktı ve alnında çukurlar oluşturuyordu. Gözleri ise sımsıkı kapalıydı. Neden sinirlendiğini anlamamıştı. Yanlış bir şey söylediğini düşünmüyordu.

"Dena, bunu daha sonra konuşalım. Banyonu yap, ardından kahvaltıya gel. Özellikle istediğin bir şey var mı?"

Dena ise gözyaşları yanaklarında yuvarlanırken sinirle ona baktı. O ne söylüyordu dayısı ne cevap veriyordu! Sinirle ellerini kaldırıp onu göğsünden itecekken elini altında hissettiği kalp atışlarıyla bir saniye kadar durdu. Dayısı neden bu kadar heyecan yapmıştı ki? Yoksa anlattıklarında yanlış bir cümle mi kurmuştu? Ama sadece kendisini ifade etmek istemişti! Dayısı ise onun bu duraksamasından faydalanarak onun bileklerini tuttu ve ikisinin arasından çekti. Bir adımla aralarındaki mesafeyi kapatırken Dena onun yüz ifadesini izledi. Avcı'nın sinirli yüz ifadesi yavaşça dağıldığında şefkatle kendisine baktı. Onu kolları arasına aldı. Çenesini onun kafasına yasladı ve dağınık saçlarının ucunu bir baba şefkatiyle okşadı.

"Her şey geçecek, sadece bazen zaman bırakmak gerekir."

Dena son cümleyi duyduğunda beyninden vurulmuşa dönmüştü. Çünkü bu onların arasında acil durum koduydu.

Dena kaskatı kesilmiş bir şekilde nefessiz kaldığında dayısı saçlarının ucunu bilerek sertçe çekti. Nefes almayı hatırladığında dayısı tekrar konuştu.

"Gerekli her şeyi yemekte konuşuruz. Zaten yakında gitmemiz gereken bir yer var, artık vakti geldi gibi duruyor. Koşulları zorlamanın gereği yok."

Dena derin birkaç nefes daha aldığında gözlerini kırpıştırdı. Dayısı ondan ayrıldığında o yere bakıyor ve yansımaları izliyordu. Dayısı banyonun kapısını kapatıp çıktığında onu zihnindeki seslerle yapayalnız bıraktı. Yanılmıyormuşum. Birkaç aydır takip ediliyormuşum. Halbuki dayım bana hep derdi ki en ufak şüphelendiğin şeyi bana söyleyebilirsin. Neden ona söylemedim ki? Hem neden bizi takip ediyorlar? Ama zaten dağda yaşamamızın da nasıl bir mantıklı yanı olabilir ki? Anlamıyorum. Anlamıyorum. Gerçekten artık hiçbir şey anlamıyorum!

Dayısı onu banyoda bıraktığında ifadelerine hemen çeki düzen verdi. Yakalanmaları söz konusu bile olamazdı. Hoş, kim onları neden yakalayacaktı ki? Neden bu durumlar için böylesine sıkı bir eğitim almıştı ki? Anlamlandıramadığı soruların hızla büyümesi canını sıkıyordu. Tüm sorunlarını bir kenara bu zamana kadar süpürmüş olsa da şimdi en ufak bir seste çığ şeklinde üstüne geliyorlardı. Zihninin işlemesini durduramıyordu. Sakince nefesler alıp verirken sadece nefesine odaklanmayı denedi. Biraz olsun sakinleşse de odağını dağıtması demek o çığın altında ezilmek demekti.

Üstünü çıkarıp yerde ıslanan örme paspasa bastı. Dayısı bir dönem deli gibi örgü yapıyordu ve bunu kendisine de öğretmişti. O zamanlar ördüğü bir paspastı bu. Şimdi ise oradaki varlığına alışıldığı için ilk günkü özgünlüğünü kaybetmiş, yerde uzanıyordu. Kupkuru kesilen dudaklarını yaladı. İnce bir sopanın ucunda durduğunu biliyordu.

Sakin olmak zorundaydı.

Ağzına kadar dolu küvete girdiğinde su taşmıştı. Yerde ıslanan kıyafetler umurunda bile değildi. Camdan dışarı baktı. Camın zemine yakın kısımları sıcak sudan dolayı buhar yapmıştı. Tavan çok yüksek değildi. Bundan dolayı camın yarısı buhardı. Orman, yeşil renk boyanın tonları fırçayla dağıtılmış gibi buğulu görünüyordu. Cam kareler şeklinde demirlerle çerçevelenmiş ve üst üste dizilmişti. Yan yana ise üç tane konulmuş, son üç sıra ise köşelerden ovalleştirilmişti. Neden böyle yapıldığını hala anlamasa da bu duruma alışkındı da. İnsan evinin neden öyle olduğunu genelde sorgulamazdı zaten. Çünkü orası evdir, kişinin büyüdüğü mabediydi, en azından Dena öyle düşünüyordu. Camın bu şekli aynı zamanda odaya güzel bir hava veriyordu. Kendini kutsal bir mekânın cam mozaiğine bakıyormuş gibi hissediyordu. Gerçi bu kutsal mekanları sadece fotoğraf ve videolarda görmüştü. Ama önemli değildi. Belki de hiçbiri gerçekten var olmamıştır.

Var olmamış olsalar da onları seviyordu.

İçerisi tamamen krem rengi kesme taşla döşenmişti. Banyoda bir havlu dolabı ve el yıkama lavabosu vardı. Bir de klozet vardı. Küvet ise bir basamak yukarıda camın dibindeydi. O klozete oturup ağladığı günleri hatırladı. Genelde karın ağrısı ya da bir yerini yanlışlıkla incittiğinde olurdu bu ağlamalar. Orion'la neredeyse hiç tartışmamıştılar. Ama bunların, çevresinde var olan hiçbir şeyin şu an da önemi yoktu. Sadece aklını dağıtmak için onları inceliyordu. Çünkü içinde yıllardır var olduğu bu dünyanın yakında yıkılacağı gerçeği açıkça kendisine gösterilmişti. Belki de bunu hep hissediyordu ve son bir aydır bundan huzursuzdu, ama fiziksel olarak bunun tehdidini ilk defa görmüştü.

Gerçi bu içinde bulunduğu dünyanın ne önemi vardı ki? Zaten tüm yaşamdan soyutlandığını pekâlâ biliyordu. Bu dağlardan aşağılara inmek, çölleri görmek, okyanusların engin turkuazlarında boğulmak istiyordu. Ama bunu söylemeye hiç cesareti olmamıştı. Çünkü dayısını ve bu dağları hep sevmişti.

 

Loading...
0%