@benorenda
|
Annesini düşündü. Lavinya... Onun da Dena hakkında fikirleri olmuştu demek. Derin bir nefes aldığında bazı şeylerin kendisine ağır geldiğini fark etti. Anneye sarılmak nasıl bir şeydi acaba? Peki ya babasının yaşama ihtimali... Bu anlık nefesini kesti. Eğer o bir yerlerde nefes alıyorsa ve akıl sağlığı yerindeyse neden kendisini hiç görmeye gelmemişti acaba? Nasıl biriydi? Gerçekten gözlerini, bakışlarını ondan mı almıştı? Ten rengi onunki gibi beyazsa, babasının da teni güneşte hemen kavrulur muydu? Ya karakteri nasıldı acaba? Kaç yaşındaydı? Ölümsüz olduğuna göre oldukça uzun bir süre mi yaşamıştı yoksa sadece yüz yıl gibi bir süre için mi bu lakaba uygun görülmüştü? Krallığı nasıldı? Ya yönetme tarzı? Neleri severdi? Annesi onda en çok neyi severdi ya da annesinde babası en çok neyi sevmişti? Merak ettiği çok şey vardı. Alışık olduğu hafif dağ havasını içine çekti ama alışkın olduğu türden bir koku genzini yakmadı. Ya da soğuk boğazını kurutmadı. Sadece hafif bir soğuk ve sonbaharın yağmur kokusu burnundaydı. Kafasını kaldırıp görkemli ağaçlara baktı. Beyaz gövdeleri oldukça kalın ve kabukları göz gibi halka halka, bazı yerlerde kararmış ve çatlaktı. Beyaz yapraklarına baktı ve omuzlarındaki lila rengi örme şalın ucunu diğer omuzuna attı. Ayağının etrafı doğdukları yeri kendisi gibi terk eden beyaz yapraklarla doluydu. Eğer, bazı ağaçlarda kalan yapraklar olmasaydı yerdeki yaprakların karla kaplanmış olduğunu düşünmek hiç de zor olmazdı. Yer yer ağaç kökleri ve toprak görünse de beyaz yapraklar öylesine her yere hakimdi ki yükselen güneşi daha da parlatıyorlardı. Ağaçlar dümdüz toprakta sanki sırayla tek tek ekilmiş gibiydi ve başını görmek imkansızdı. Ağaçları ve gök yüzünü izlerken, kendi etrafında döndü. Kollarındaki yaralar soğukta sızlasa da bunu umursamadan olduğu yerde bir süre daha dönmeye devam etti. Durduğunda bakışlarını arkasındaki eski eve çevirdi, kuru yapraklardan çıkan hoş hışırtılar eşliğinde eski evin verandasına yönelirken kollarını göğsünde topladı ve ısınabilmek için kendisine sarıldı. Soğuk doğrudan sırtına çarptığında yere dökülmüş olan beyaz yaprakları rüzgâr kaldırdı. Dağınık saçları bakış açısına girse de umursamadı ve yürüyüşüne devam etti. Aklında bir sürü fikir ve düşünce dönüyordu. Ama hangisine dokunmak gerek? Hangisinde derinleşmek gerek? Cevabı bulamadan yürümeye devam etti. Ayağının altındaki kurumuş yapraklar hışırdarken bu sese eklenen bir akıntı sesini duydu. Eve gitmekten su sesi duyunca vazgeçmiş rotasını hemen akıntı sesine doğru yönlendirmişti. Ses daha da güçlense de aklındakileri susturmaya yetmiyordu. Ağaçların daha da gürleşip uzunlaştığı, dallarının bazılarının akıntıya yöneldiği noktada dalların arasından sıyrılıp akar suya yaklaştı. Bu yabancı mekânda ne işi olduğunu sorgulamıyordu artık. Neler olduğunu Avcı'nın anlattıkları sayesinde daha iyi kavramıştı. Evet. Dedi kendi kendine. Evet, ben yeniden doğuyorum, bu da onun sancısı. Kalbimde derinden derine kabul ettiğim bu ait olamama hissi hiçbir şeyimin olmayışından değil. Sadece elimde nelerimin olduğunu görmek istemiyorum. Çünkü her kabullenişim bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Ah o omzumdaki ağırlıklar... Son bir haftadır daha da mı katlandılar? Yoksa ben mi yeni yeni görüyorum? Sessizliğini korurken Dena bir taşın üstüne bastı ve çömeldi. Elini soğuk suyun içine soktu. Eli hafiften akıntıyla hareket etse de akıntıyla olan uyumu bir ağaç dalı kadar esnek ve bir o kadarda karşıydı. Akıntıdaki kendi bulanık gölgesine baktı. Koyu kestane saçları iki yanından sarkmış yansımasına değiyordu. Gözleri ise laciverte çalıyor, göz akları kızarıktı. Ağlamasa da gözleri şişti ve halkalar belirgindi. Galiba halen yorgun olduğu içindi. Dena kafasını kaldırıp nehrin sesinden daha gür gelen şelale sesini duydu. Birkaç tepe önünde uzanıyordu ve nehir yön değiştirerek kıvrılıyordu ama bunlar şelale sesine engel olmuyordu. "Oldukça büyük olsa gerek." Kendi kendine mırıldanırken nehri takip etmeye başladı. Kenarından yürüse de ayakları suyun içindeydi. Botlarına dolan soğuk suyu umursamadı. Nedenini bilmese de oraya gitmesi gerektiğine karar vermişti. Güneş bulutların arasından yüzünü gösterirken tenini okşadı. Hafif tempolu yürürken bazen kayadan kayaya sıçrayıp hafif yokuşları aştı. Sonunda şelalenin sesi daha yakından gelse de duyulanın aksine görünürde bir şey yoktu. Yine de ses oldukça yakınındaydı. Dena gülümsedi, kendini özgür ve iyi hissediyordu. Bu yürüyüş aklını dağıtmıştı. "Bir yer altı şelalesi!" Dena nehrin aniden yer altına kaymasına şimdi anlam verebilmişti. Dağın tepesine bir saat kadar daha tırmandıktan sonra ortasındaki sonu görünmeyen çukura doğru yürüdü ve ses daha da arttı. Nefesi hafifçe ritmini kaybetmiş olsa da kahkaha attı. Yaklaşık iki kilometre yüksekten akan şelale derin bir çukurun içinde bu dünyadan uzak duruyordu. Dena şelalenin dibindeki gölün üstünde oluşan gökkuşağını izledi. Ayaklarının altındaki hafif yosun tutmuş kayalar ve çimenlerle ormanlar ayaklarının altında uzanıyordu. Dena kahkahasını durdurmazken bağırdı. Yakınlardaki ağaçlardan kuşlar ciyaklayarak sürüyle kaçtılar. Öğrendiği onca bilgi onun için yük olsa da artık daha çok kendisi gibi hissediyordu. Atkısını çıkardı, botları ve üzerindeki kalın kıyafetleri de. Altındaki iç çamaşırlarıyla soğuğu yok saydı. Nemli çimenlerde hızlıca geri gitti ve koşarak çukurdan atladı. Kahkahası ormanda yok olup büyük mağaranın içinde yankılanırken yarasalar, kuşlar ve birkaç tilki korkarak suyun kenarından kaçtı. Dena derin göletin içine düştüğünde parlamaya başlayan suyla beraber turkuaz boya bombası gibi derinlere daldı. Dena bacaklarına sarılırken gözlerini kapattı, küçük bir top olmak ve annesinin karnında hissetmek istedi. Şiddetli dalışının ardında oluşan kabarcıklar suyun rengini bir ışık kaynağı gibi aydınlattı. Soğuk su bedenini yakarken saçları onu çevreledi. Dena suyun altında gözlerini açtı. Her hareketinde turkuaz bir hal alan su ışık kaynağı oluyor, tenine yeni bir renk cümbüşü katıyorken hayrete düşüyordu. Kendisini uzayın derinlerinde yüzen koca bir yıldız gibi hissetti. Böylesine bir suyu ne okumuştu ne de duymuştu. Şaşkınlıktan tuttuğu nefesini hayretle açık bıraktığı dudaklarından sızmıştı. Bir ejderhanın nefesi gibi sıcak nefesi suya karışırken apaçık bir turkuaz olarak yüzeye kabararak yöneldi. Hızlıca ağzını kapatmak istese de çok geçti. Yüzeye hızla kendini çekmek için uzandı ve ucu ucuna yetişti. Öksürürken yuttuğu tatlı su burnunu yakmadı ama ciğerlerine dolan nefes, tatlı kokularla genzini yaktı. Saçlarını geri atarken bir süre etrafı inceledi. Mağara duvarları yosunlardan yeşildi ve renk renk çiçeklerle bezenmişti. Renkler öylesine canlıydı ki her biri tek tek bir ışık kaynağıydı adeta. Koca deliğin oluşma sebebi ise şelalenin yanındaki ağaç gibi duruyordu. Öylesine büyümüştü ve gövdesi bazı yerlerden öylesine porsumuştu ki zeminin bir kısmı onun gövdesi ve dallarıydı. Dena yukarıdayken zeminin sadece kayalıktan oluştuğunu düşünmüştü. Ağaç öylesine yaşlı duruyordu ki sanki mağara onu ayakta tutmak için destek oluyor gibiydi. Mağara, şelale ve ağaç iç içe geçmiş derin dostlarmış gibi uyumlu ve doğallardı, güneş onların görünmesi için hep orada olacaktı sanki. Dena dalgınca derin bir nefes aldı. Suyun içindeyken eliyle suyla oynadı ve renklenişini izledi. Şelaleden akan gür sularla gölün birleştiği yerde bir mavi cümbüşü vardı, hafiften de gökkuşağı. Bu kadar rengin uyumlu doğal bir şekilde bir arada olması sadece doğanın becerebileceği bir iş gibi duruyor. "Gerçekten enfes bir manzara." Dena şelaleye doğru yönelecekken melodik bir ses onu onayladı. Am ses mağarada kendi sesini aksine yankılanmadı. "Evet, her saniye bende aynı şeyi düşünüyorum. İyeler burayı neden kutsadı anlıyorum." Dena arkasından gelen sesle yutkundu, kıyıyla mesafesini hesaplamaya çalışırken tetikte bir şekilde suyun içinde döndü. Gölün kenarında gümüş elbisesiyle duran bir kadın ona gülümsedi. Elbisesi gökyüzünün bir kısmını çalmış gibi parlıyordu, kendi başına bir ışık kaynağıydı. Dena onun uzun, beyaz saçlarına ve yemyeşil gözlerine baktı. Teni ve beden hatları gümüş elbisenin altında gözükmezken elleri ve yüzünde ölümün sarılığı vardı ama Ay'ın beyazlığı da onu terk etmemiş gibi parlıyordu . Saçlarında yosun ve çiçeklerden yapılma bir taç vardı ve bu tacın içinde ise küçük bir kuş uyuyordu. Kadın doğrudan ona baktı ve elleri önünde birbirine kenetlenmişken bakışları yumuşakça onu inceledi. Solgun dudakları beklediği birinin gelmesinden mesut gibi gülümsedi. "Sen Arel'in kızı Dena olmalısın. Varlığın bir şereftir." Dena büyülense de kaşlarını çattı, babası gerçekten ünlü biri olsa gerekti. Bir yandan da kıyıya yaklaşıyordu. "Sen de kimsin?" Sesi düşmanca çıkmasa da mesafeliydi. Suyun kenarına çıktığında kaygan çakıl taşlarının ayağına batışını umursamadı. Üzerindeki iç çamaşırları ve kolundaki yaralarla gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı ne yapabileceğini bilmiyordu. "Ben sıradan bir İyeyim ve burada yaşıyorum. Adım yok ama hayvanlar bana Ayane der." Dena yutkundu ve onun suya eğilmiş siluetini inceledi. Zarif bir kadındı ve bu hareketlerine de yansımıştı. Yavaşça su kenarından kalktı ve Dena'ya doğru adımladı, beyaz saçları elbisesi gibi onu takip etti. Dena soğuktan kaynaklı titrek bir nefes aldı. Eğilmişken de yeterince uzun duruyordu ama bedeni şu an gerçekten devasa bir hal almıştı, yine de aralarındaki mesafe kısaldıkça kadın küçülüyor gibi hissetti. Korksa da bunu belli etmeden konuştu. "Umarım seni rahatsız etmemişimdir. Sadece şelalenin yanında meditasyon yapmaya gelmiştim." Dena İye ırkını daha önce okumuştu. Onlar öykülerden hoşnut olurlardı. Kurbanlar alırlardı ve karşılığında insanlara yaşamak için gerekli araçları verirlerdi ama ırkı uzun zaman önce Pandaro adlı kıtaya gitmişti. Yine de gerekli efsanelerle onları çağırmak mümkündü, en azından okuduğu kaynaklarda öyle yazıyordu. Kendi iradesiyle kalabilen olduğunu bilmiyordu. Ayane ona cevap vermeden yeşil gözleriyle büyülenmiş şekilde bakarken Dena'nın üstüne dans eder adımlarla yürüdü. Kiraz pembesi solgun dudakları hafif aralanmıştı. Dena geri adım atmayı bıraktı. Ayane aralarındaki mesafeyi kapattı, onun önünde durdu ve yukarıdan kendisine baktı. Kızın çenesini tuttu ve aralarında bir iki santim kala nefesleri birbirine karışırken gözlerine baktı. Ayane doğrudan onun dudaklarını izliyordu, yeşil gözlerinde ise artık kasvet hakimdi hatta göz yaşlarıyla parlamıştı ansızın. Dena içinde yükselen gerilimi hissediyordu, midesi alt üst olmuştu. Anlamlandıramadığı bir beklenti nefesini kesti. Neden soluklarını soluduğunda kalbi burkulmuştu? "Ne yazık." Ayane derin bir sesle bunu dudaklarına mırıldandığında kızın dudaklarına kendi dudaklarını bastırdı. Dena'nın nefesi kesilirken şaşkınlıkla dudaklarını onun ruhuna dokunmak ister gibi aralandı. Ağzına dolan tatlı tat, dudaklarındaki sıcaklık ve kusursuz dişleri ona bir armağan veriri gibiydi. Dilleri yuvarlandı ve birbirlerine dolandı, dokundu. Dena soğuktan olmadığına emin olduğu bir iç titremesi hissetti ve kızın dolu yeşil gözlerine bakarken gözlerini kapadı. Ayane'nin içinden kendisine akan hüznü tüm hücrelerine kadar hissetti, elleri onun kollarından destek almak için acizce havalanacak gibi olsa da kendini durdurdu. Sıcak dudakları burnundan derin bir nefes aldığında yok oldu. Tatlı bir koku burnuna çarpmaya devam etse de nefesi kesilirken Dena, hareket ederse demin yaşanan tüm sıcak anı kaybedecek gibi hissetti. Korktu ve orada gözleri kapalı Ayane'nin hüznünü hissetmeye devam etti. Bu gerilim merakın getirdiği bir gerilimdi ve cinsel demek çok zordu. Dena sanki kendisini okumuş kutsal birinin kalbine temas etmiş gibi hissediyordu. Bu hissi daha önce iç yaşamamıştı, kimseye kendini böylesine yakın hissetmemişti. Neye yazık? Dena kendisine bunu sorduğunda nefes almayı sonunda tekrar başardı. Alt dudağını sanki İye'nin hüzünlü ruhunun tadını tekrar duyabilecekmiş gibi yaladı. Neler olduğuna tam olarak anlam vermese de bu onun ilk öpücüğüydü. Bir sevgilisi olacağı hayali aklının ucundan dahi geçmezken birileriyle öpüşmeyi hiç beklememişti. Nefesi düzene girerken gözlerini açtı ama hareket etmedi. Hala o anın kutsal yoğunluğu içinde olduğunu düşünmek istiyordu. Bunu neden yaptığını bilmese de sadece o kız ona öylesine tatlı ve güzel bir armağan vermişti ki burada böylesine bir hediye bulmayı asla beklememişti. Kafasına konan bir kuşun hafif ağırlığını duyunca tüm büyü tamamen bozuldu. Güneş ışıkları artık daha az ortamı aydınlatırken Dena geri adım attı. Kalbindeki amansız hüzün ve dudaklarındaki tatla mağaranın tavanındaki deliğe baktı. Geri dönsem iyi olacak, çoktan gün batmaya başlamış bile. Dena ulu ağacın yanına gitti. Neler olduğunu anlamak için kendine vakit tanımıyordu. Halen Ayane ile yaşadığı böylesine kısacık bir anın etkisindeydi. Sanki ruhumu öptü. Dena ağaca hızla tırmanmaya başladığında üşüyordu. Yine de soğuk umurunda bile değildi. Kendisini çeken kollarında alışkın olduğu güç varken bunu garipsemedi, yaralı olduğu fikri çoktan aklından uçup gitmişti. O sıcak dudakların yumuşak kavrayışını halen alt dudağında hissedebiliyordu, ruhuna akan kaynağı bilinmeyen hüznü de. Dudaklarına dokunmak hatta yemek yemek fikri dahi şu an kendisini dehşete düşürüyordu. Ya o kiraz dudakların baskısını unutursa? Sıcaklığı çoktan uçup gitmişti. Kendini yukarı çekti, batan güne bakmadı bile. Üstünü giyindi ve koşarak tepeden indi. Dudaklarını yalayan rüzgâr bile kalbini ezdi. O güzel yumuşak kavrayış tamamen silinmişti artık. Ne yazık.
|
0% |