Yeni Üyelik
3.
Bölüm
@byzloey




Lütfen yorum yapmayı ve beğenmeyi unutmayın, unutmayın ki yorumlarınızın hepsini okuyorum.

İyi okumalar dilerim ^^

Instagram: Byzloey

02. Yaklaşan Gelecek

Radars, Alina Libkind

02. Yaklaşan Gelecek

Masallarda her olağan dışı durum güzeldi. Prensesler güzeldi, canavarlar güzeldi, periler güzeldi, deniz kızları güzeldi. Gerçekte hiçbir zaman böyle bir güzellik olmasa da masallar gerçekten üstün gelerek güzellik duygumuzu pohpohlardı.

Çocuklar büyüyene kadar inanmasa da büyüyen her çocuk bilirdi ki gerçek hayatta hiçbir masal mutlu sonla bitmez, hiçbir masal kahramanları söylendiği kadar güzel olmazdı. Onları güzel yapan kusursuzlukları değil kusurlarınız kusursuz görmeleriydi.

Masallarda anlatılan deniz altı canlıları da öyleydi, gerçekten anlatıldığı kadar güzeldi ama onu bastıran karanlık bir tarafa da sahipti.

Örneğin okyanusun derinliklerinde yaşayan bazı canlılar ışık bile görmezdi çünkü ışık en dibe hiçbir zaman vurmazdı ve o en dipte yaşayan hayvanlar kendileri ışık olurlardı.

Küt burunlu köpek balığı gibi, fosforlu tetra gibi ya da daha korkutucu görünen fener balığı gibi.

Onlar yaşamın sayılı olduğu bölgede, karanlığın zirvede olduğu yerlerde yaşarlardı. Kendi ışıkları onlara yol olur, gözlerinin görme işini kolaylaştırırdı.

Ama karanlıkta bile parlayan bir deniz insanı ne masallarda ne de gerçek hayatta biliniyordu. Onlar kimsenin inanmadığı varlıklardı, çocuklardan başka onlara inanan ve varlıkları hakkında hayal kuran kimse kalmamıştı.

Biz bile, olabilirden öteye gidememiştik yıllardır. Denizin içinden çıkmayan dalgıçlar, denize aşık biyologlar bile olabilirden öteye gidememişti. İnançları yoktu, bir gün karşımızda deniz insanlarının çıkacağına karşın hiçbir inancımız yoktu.

Ama ben birini görmüş ve en az çocuklar kadar onlara inanmaya başlamıştım. Çünkü gördüğüm görüntü gerçekti, bunu biliyordum. Gözlerim yanılsa tenim yanılmazdı, o soğuk dokunuşu unutamazdım bir kere. O buz gibi parmakları ve o gri parlak gözlerle, gözlerime bakan o bakışları unutamazdım.

O gözleriyle aynı renkte ve parlaklıkta olan kuyruğu unutamazdım. Gözlerimi kamaştıran nefesimi kesen o anı unutamazdım.

Bu mümkün değildi, delirebilirdim bile belki.

Delirmişte olabilirdim belki.

Çünkü denize aşık bir kadının görebileceği, görmek isteyeceği en güzel görüntü en az kendi kadar denize aşık bir adamdı. Denizi seven bir adam denize aşık bir kadını da severdi, denize aşık bir kadın ise, denizin hakimiyetini elinde tutan bir adama hayatını verirdi.

Aynı benim gibi.

''Aksel...''

Burnuma dolan o ağır hastane kokusu idrak etmemde zaman isteyen iğrenç bir andı. Denizin o hissinden sonra hastanenin bu kokusu ve kulağıma uğultuyla gelen makine sesleri kusma isteği uyandırıyordu.

''Aksel... beni duyabiliyor musun?''

''Uyanmamış olabilir henüz.'' Nevin'in sesinin hemen ardından Alex'in sesi duyuldu.

Ne dediklerini tam algılayamıyordum, sadece ses tonlarından onların olduklarını anlayabiliyordum.

Hastanedeydim ve baş ucumda nabzımı ölçen dakikada bir rahatsız edici ses çıkaran makine ötüyordu. Gözlerimi aralayabilmek adına ağırlaşmış kirpiklerimi hareket ettirdiğimde Nevin'in sevinç nidaları kulağıma ilişmişti.

En son bana ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu, bu koku burnuma uzun zamandır geliyor kulağım makine sesini uzun zamandır duyuyordu ama bedenimin tepki vermek adına hiçbir adımı olmamıştı. Zihnim bunu istese de bedenim bağlantısını koparmış gibi hareketsizce yatıyordu.

Bugün ise zihnim sanki tekrar bağlantı kurmuş gibi zorla kirpiklerimi hareketlendirdi. Nevin'in bu süreçte ne kadar korktuğunu tam olarak algılayamasam da hissetmiştim. O on yıldır beraber çalıştığım ve beraber yaşadığım tek insandı.

Hayatımda önemli bir yeri vardı, benim de onda en az onunki kadar derin bir yerim olduğunu biliyordum. Bu yüzden ne kadar korktuğunu hissedebiliyor bunun için de üzülüyordum ama elimden hiçbir şey gelmiyordu. Çünkü bedenimin hakimiyeti uzun süre ben de değildi.

''Ama kirpikleri hareket ediyor, uyanıyor değil mi?''

Alex'in soğuk büyük parmaklarını göz kapağımda hissetmemin hemen ardından gözüm aralandığında tam tepemde yanan ışıkla hızla göz kapağımı parmağından çekerek gözlerimi sıkıca yumdum. Bu tamamen refleksle olmuştu çünkü ışık beni kör edecek kadar şiddetliydi.

Açık camdan rüzgârın uğultusu makine sesine karışıyor içeriyi soğutuyordu ama sıcak öyle baskındı ki hala hiçbir şekilde rüzgârın soğuğunu soğuk hissedemiyordum.

''Uyanıyor... doktor zaten kendine gelmesi çok sürmez demişti.''

''Işığı kapatayım, gözünü almış olmalı.'' Alex'i duymazdan gelen Nevin ışığı kapattığında kirpiklerimi kırpıştırmak ve gözlerimi aralamak çok daha kolay olmuştu.

Dudaklarım hala hareket etmese de parmaklarım ve bacaklarım hareket etmese de gözlerimi en azından rahatça kullanabiliyordum.

Dudaklarım kuruluktan acımaya başladı, bacaklarım hareketsizlikten karıncalanıyordu.

''Şükür ki yetiştik, sen gelmeseydin tek başıma çok zor kurtarırdım onu.''

Alex Nevin'e ''bilirsin zamanlamam iyidir.'' Diyerek ukalaca bir cümle kurduğunda Nevin'in devirdiği gözleri bakmadan bile görebilirdim.

Çünkü Alex'in bu alaycı hareketleri ona hep aynı tepkiyi verdiriyordu.

Sonuna kadar araladığım gözlerimi solumda kalan ikiliye çevirdiğimde Nevin uyuşmuş parmaklarıma ellerini doladı ve yanağıma bir öpücük bıraktı.

Oda bambulu sandalyeler, yeşil bir duvar kâğıdı ve soğuk üfleyen klima ile döşenmiş tatlı bir odaydı. Tayland'ın en sevdiğim yanı temalarını doğa üzerine kurmalarıydı.

''Çok korktum Aksel, Alex olmasa ikimizde suyun dibinde ölmüştük.''

Alev Nevin'e dönüp ''Sen niye ölüyordun seninki de mi bozuktu?'' diye sorduğunda Nevin kafasını arkasında kalan Alex'in esmer teni yandığından daha fazla kararmış ve çikolata gözlerini ortaya çıkarmış yüzüne döndü.

''Hayır aptal oradan Aksel olmadan çıkmazdım da ondan.''

''Bana aptal diyene bak, çıkıp arkadaşının yerini söyleyerek yardım ekibi çağırmak daha kurtarma hedefli bir hareket.''

Nevin Alex'e öfkeyle bakıp yumruklarını sıktığında gözüm baş ucumda duran suya kaydı. Dudaklarım o kadar kuruydu ki, boğazıma kadar uzanmıştı bu kuruluk. İkisinin tartışmasından ziyade benimle ilgilenip bana su vermelerini dileyerek onlara baktım.

Ama Alex insanların üstüne gitmekten hoşlanırdı ve Nevin'in ona cevap vermesini seviyordu bu yüzden de onun üzerine herkesten daha çok gidiyordu.

''Biz gidene kadar ölme ihtimali de vardı.''

''Ben gelmeseydim aynı tehlike senin için de geçerliydi.''

''Gelmeseydin o zaman! Yaptığın iyiliği insanın yüzüne söylediğinde o artık iyilik olmuyor ve insanlar artık senden iyilik isteyecekse bile istemiyor anla şunu artık.''

Nevin yüzünü bana dönüp öfkeden kızarmış yüzüyle baş ucumdaki sürahiden bardağa su doldurduğunda sevinçle ona baktım. ''Özür dilerim Aksel, sen bu durumdayken bile hala onunla tartışıyorum.''

Sert örtülen bir kapı sesi duyulduğunda Alex'in çıktığını ikimizde anlamıştık, bazen Nevin'i gerçekten zorluyordu. Anlaşılması zor bir çocuktu.

Neyse ki benimle fazla muhatap olmuyor sadece işine bakıyordu.

Nevin doldurduğu bardağı dikkatle dudaklarıma uzatmadan hemen önce yatağın üst kısmını dikleştirdi ve diğer elini çeneme yerleştirerek kurumuş dudaklarım nemlenene kadar suyu içmeme izin verdi.

Dudaklarımı şimdi daha çok hissedebiliyordum. Tek ihtiyacı olan şey suymuş.

''Uyanman uzun sürdü, bilincin açık mıydı bilmiyorum ama... baş ucunda neredeyse her gün kavga ettik. Yaptığımızın aptallık olduğunu söylüyor, o kadar derinlikte ki basıncın arıza çıkarabileceğini hesaplamalı ve o kadar inmekten kaçınmalıymışız...''

O kafasını olumsuzca sallarken ben de hareket ettirebildiğim dilimle dudaklarımda kalan baloncuk olan suları temizledim ve nemlenen boğazımı temizleyerek yatakta kıpırdandım.

''Ne zamandır... yatıyorum?''

''İki hafta olmak üzere... İçine dolan su akciğerini basınçta bırakmış o yüzden soluk alıp verirken yaşadın muhtemelen sıkıntıyı, bu da arızalanmak üzere olan tüpün mekanizmasını bozdu. Doktor bilincinin geldiğinden beri açık olduğundan bahsetti eğer kapalı olsaydı gözlerini açman iki ayı bulabilirmiş.''

Elimdeki bardağı kenara bıraktıktan sonra kenarda duran bambu sandalyeyi baş ucuma çekerek oturdu ve Alex'in yüzümüze sertçe kapattığı kapıya döndü.

''Aptal herif.''

Dudaklarım da belli belirsiz bir gülümseme olduğunda gözlerim bu kez kameramı aradı. Onlara bahsetmeliydim, gördüğüm deniz insanlarının gerçekliğini anlatmalı ve tarif etmeliydim. Onları bulmalı ve türlerini, bedenlerindeki dokuların resimlerini çekmeli incelemeliydik. Türlerini belirleyerek zararlı yararlı noktalarını çıkarmalıydık. Aynı zamanda bunun tehlikeli olabileceğini de göz önüne almalıydık.

''Seni çağırdığımda neden gelmedin?''

''Ben de tam onu söyleyecektim...'' diye mırıldandıktan sonra yutkunup biraz daha kendime gelmeyi bekledim.

Daha önce de birkaç kez uyanmış ama konuşmadan ve fazla ayık kalmadan geri gözlerimi kapatmıştım. O anları varla yok arası kesik kesik hatırlıyordum.

Kendime geldiğimi hissettiğimde parmaklarımı hareket ettirebilmiş ve kucağıma çekmiştim. ''Deniz insanları... gerçek Nevin.''

Alex gittikten sonra Türkçe konuşmaya başladığımız için şimdi cümleleri çok daha kolay kurabiliyordum.

''Gördüm, su altında gördüm ve...''
''Aksel... Aksel.'' Elini kaldırarak heyecanla anlatmak üzere olduğum şeyleri kestiğinde kaşlarım çatılmıştı.

Elini alnına götürerek ovuşturdu. ''Beni kurtardı Nevin, dokunuşunu hissettim. Dibe doğru batıyordum ama belim de buz gibi bir dokunuş hissettim.''

''Aksel bizim dokunuşumuzu hissetmiş olabilirsin sıfıra yakındı soğukluk derecesi. Ayrıca biz seni bulduğumuzda kimse de yoktu yanında, eminim bir deniz insanı olsa görürdük.''

Onu dinlerken bir yandan da kafamı olumsuzca sallıyordum, onlar değildi. Gördüğüm tek bir kişiydi ve o da bir dalgıç değildi. Gümüş bir kuyruğu olan gri parlak gözlere sahip bir deniz adamıydı.

''Bir dakika, bulduğumuzda derken?''

''Seni bulduğumuzda kaya gibi bir düzlüğün üzerinde uzanıyordun. Baygındın.''

Elimi karıncalı halinden kurtardıktan hemen sonra Nevin'i dinleyerek sürahiye uzanıp bir bardak daha su doldurdum. İçim yanıyordu ve dudaklarım su istediğini çığırırcasına sık sık kuruyor canımı yakıyordu.

''Bak inanmadığını biliyorum... kameram. Kameram nerede getir bak kanıtlayacağım sana, çektim resmini tamam biraz karanlıkta kalmıştı o parlak kuyruğu falan net görünmüyordur ama gözlerinin o parlaklığı...''

''Aksel! Bak, su altında oksijen tüpün arızalandı. Halüsinasyon görmüş olma ihtimalin çok yüksek canım.''

''Değildi! Bana neden inanmıyorsun gördüm diyorum ya, yemin ederim gördüm. Omuzunda desenli dövmeler vardı, bir elini de saran bir bilezik gibi bir şey. Kuyruğu da bildiğin ışıkta göz alıcı şekilde parlıyordu.''

''Ben neden görmedim peki?''

''Karanlıktaydı çünkü beni kurtardığında da...''
Nevin derin bir nefes verdiğinde hararetle kurduğum cümleler tükendi.

Bana inanmıyordu. ''Kameran dibe battı, ipini neden boynundan çıkardın ki?''

''Çekmek için doğru açıyı kuramamıştım.''

''Deniz insanını mı?''

Kafamı aşağı yukarı salladığımda dudaklarını yalayarak elimdeki suyu kaptı ve kafasına dikledi. ''Michael'a söylerim bilgisayarla uzaktan ulaşabilirse içindekileri kurtarabiliriz.''

Cebindeki telefonu çıkararak ayaklandığında sürahinin yanına bıraktığı bardağı tekrar doldurdu.

''Seni çok seviyorum.''

''Yalaka.'' Gözlerini kısarak bana attığı gülüşe onun gibi karşılık verdim. Ne zaman istediğim bir şeyi yapsa ona böyle söylüyordum o da beni yalaka diye kaydetmiş bu lakabı bana yapıştırmıştı. Bana ne kadar inanmasa da kırmamak adına bunu yaptığını biliyordum, bu şimdilik benim için yeterliydi.

''Alex'i yolluyorum sana yemeğini yedirsin. Bir isteğin var mı?'' kapı kulpuna elini koyduktan sonra yüzünü bana doğru çevirdi.

''Hayır.'' Kafasını aşağı yukarı sallayarak odadan çıkarken telefonunda birkaç tuşa basıyordu. Umuyordum ki o kameraya bir şekilde ulaşılsın da gördüğüm doğru olsun. Çünkü bu kadar gerçek bir hayal olamazdı.

Eğer varsa da benim gerçeğim hayaller olurdu.

Çünkü bu hayal uyanmak istemeyeceğim kadar güzeldi. Kuyruğundaki o göz kamaştıran şeyler, gözlerinin o parlaklığı içime işlemişti. Belimdeki o dokunuş günler geçmesine rağmen de hala oradaydı.

Eğer bunlar da hayalse belki de gerçeği sorgulamalıydım.

Kapı aralandığında gözümü daldığı yerden kapıya çevirdim. Alex üstündeki siyah kot ve beyaz atletiyle içeri girmişti. Âdem elması yine göz önündeydi ve çilli yüzü karşımda bana bakıyordu.

Kahve çikolatalı gözleri hala öfkesini atamamıştı.

Elindeki yemek tepsisini tekerlekli masaya çekerek üzerine bıraktı ve az önce Nevin'in kalktığı sandalyeye oturdu. Alex oturduğunda bambulardan bir çıtırtı gelmişti.

Vücudu kaslı olmasa da yapılıydı, boyu uzundu ve kilosu da boyuyla orantılı görünüyordu.

''Kendim yiyebilirim.''

''Yarın kendin yersin.'' Poşetten çıkardığı kaşık ve çatalı kenara bırakırken ağzı kapalı meyve suyunu da açtı ve sandalyeyi yaklaştırıp patates tavuk yemeğine çatalı bandırdı.

''Alex... sence deniz insanları gerçek mi?''

Alex çatala patatesi bandırıp bana uzatırken bu sorumla çatık kaşlarını daha çok çatmıştı.

''Nereden çıktı birdenbire, yoksa aşağıda deniz kızı mı gördün?'' çattığı kaşları gülüşüyle beraber yumuşadığında bozulmayan ciddi ifademi fark edip gülüşünü yarı da kesti.

''Siktir, hadi oradan.''

''Mümkün mü değil mi?'' çatalını batırdığı tavuğu alıp bana uzatırken düşünürcesine bir mırıltı çıkardı. ''Daha önce bahsi bile geçmedi, el de ne bir kanıt var ne de bu düşünceye uzanacak bir meyil. Gerçek olduklarını düşünmüyorum.''

Uzattığı tavuğu dişlerimle tuttuğumda yavaşça çiğnedim. O da inanmıyordu. Gördüğümü ima etmeme rağmen inanmıyordu.

Sorun değildi, ben de onlara inanmıyordum.

''henüz tam iyileşmedin, biraz dinlen eminim düşüncelerin değişecektir.'' Uzattığı diğer patatesi de aldığımda ona kötü bakmaktan kendimi alı koyamıyordum. ''İyileşir iyileşmez tekrar dalış yapmak istiyorum. Aynı yere.''
''Mümkün değil, unut onu.''

''Alex!''

Çatalı kenara bırakıp arkasına yaslanarak bana bezgin bakışlar attığında ciddi ifademi bozmamaya özen gösterdim. ''Mümkün değil Aksel, o hata bir kere olur. Bu belgesel için başka dalgıçlar çoktan dalışlara başladılar ve bildiğim kadarıyla bahsettiğin gibi deniz kızı falan da yok.''
''Kız değildi.''

Alex kirpiklerini art arda kırpıştırarak bir süre yüzüme baktı. Ardından iki avucunu yüzüne çarparak saçlarına çıkardı.

''Alex en azından bir belgesel daha çekmem için bana imkân sun, lütfen bir belgesel daha çekilsin. Aynı yerde, söz derine inmeyeceğim o kadar.''

''İstesem de yapamam, Mariana çukuru en derin nokta ve biz onun hemen dibindeydik. Bu izni almak tam beş yıl sürdü o da su altı teknolojisini ilerlettiğimiz için. Önümüzdeki üç yıldan önce böyle bir izni bir daha vermezler. Özellikle de bu kazadan sonra.''

Uzattığı meyve suyunu elimle iterek çatık kaşlarımla ona bakmaya devam ettim. Gergince nefes vererek kollarını birbirine bağladığında bu fırsatı kaçırdığım için kendime kızdığımı ona belli etmemek için direniyordum.

''Bu kazanın üstünü örtersek hiçbir şey olmaz ayrıca teknoloji her geçen yıl çok daha hızlı gelişiyor yani birkaç yıl içinde ayarlayabilirsin.''

''Dünyanın sonu geliyor Aksel, o zamana çıkamayabiliriz hayallere kendini kaptırma.''

Hayallere kendini kaptırma.

Hayatımda hiçbir hayale bu kadar kapılmak istememiştim.

''Beni geçiştirme Alex, izin almak için çabalayacak mısın yoksa çabalamayacak mısın?''

Uzattığı meyve suyunu bir kez daha ittirdiğimde küfür mırıldanarak meyve suyunu yanıma bıraktı.

''İyi, denerim. Bu arada yetiştirdiğin laflara göre baya baya iyileşmişsin. Buyur kendin ye, afiyet olsun.''

''Ya yine nereye?'' kalkıp aynı Nevin gibi cebinden telefon çıkardığında küçük mızmız bir çocukmuş gibi ona hüsranla baktım.

''Belgesel için anlaştığımız dalgıçları arayacağım belki bir deniz kızı bulmuşlardır.''

''Kız değil!'' Alex açtığı kapının ağzından bana dönerken kaşlarını hayretle kaldırdı.

''Erkek diye mi bu ısrarın?''

''Siktir git Alex!'' öfkeyle etrafıma fırlatacak bir şeyler var mı diye bakındım ama Alex çoktan gülerek kapıyı kapatmış kapattığı kapının ardından da ''Zaten gidiyordum!'' diye bağırınmıştı.

Gerçekten bazen Nevin'i o kadar iyi anlıyordum ki, ikimizin bir olup Alex'i boğduğumuz düşünceleriyle hayaller kuruyordum.

İkisi de telefon görüşmesi için çıkıp beni sonunda yalnız bıraktığında güçlü bir nefes vererek önümdeki yemeğe baktım. Hiç yiyesim yoktu, hatta daha doğrusu tadım kaçmıştı.

Gözlerimi yüzüme bugün bilmem kaçıncı kez kapanan kapıdan rüzgâr esen pencereye çevirdiğimde ilk gördüğüm manzara o âşık olduğum okyanus olmuştu.

Üstü buz mavisi, bulutların bembeyaz üstünde süzüldüğü bir okyanus. Şiddetinin sesi buraya kadar gelen dalgalardan duyuluyordu, gözle görülür oluşan köpükler ve beyazlıklar dışarıdan bakıldığında korkutucuydu ama bu bile beni korkutmuyordu.

Küçüklüğümden beri banyoyu, havuzu ve denizi çok severdim. İlk okulda yazıldığım yüzme kursuna dalgıç olana kadar devam etmiştim. Annemin isteği beni olimpiyata hazırlamaktı, baştan beri tüm çabası emeği bunun üzerineydi ama ben dibi görünen, sınırları olan bir suda yüzmek değil her yerini keşfedebileceğim bir suda yüzmek istiyordum.

Çünkü okyanusların sınırı olmadığını biliyor onlara karşı büyük bir merak duygusu besliyordum.

Karnımın guruldayışı beni rahatsız ettiğinde önümdeki tekerlekli masayı kendime daha çok çektim ve canım istememesine rağmen önümdekileri parçalara böldüm. İki inatçı keçinin telefonla konuşmaları ve birbirleriyle ettikleri kavgadan pek benimle ilgileneceklerini sanmıyordum.

Gözlerimi karşıya dikerken bir yandan da parçalara böldüğüm yemeğimi yemeye başladım, aklımda hala o görüntü dönüp duruyordu.

Ne günlerdir hastanede yatıyor olmam ne de belgesel görevinden alınmam umurumdaydı. Bu işte bu tür kazalar olurdu, hatta bazıların hayatına mal olurdu ama benim olmamıştı.

Çünkü biri beni kurtarmıştı.

Tek umurumda olan şey de beni kurtaranın kim olduğuydu. Bir şeye taktığımda çok fazla takıyor çözene kadar başka bir şey düşünemiyordum. Şimdi de buna öyle bir takmıştım ki, çözene kadar başka hiçbir şey düşünemeyecektim.

Yemeğimi bitirene kadar bu düşünceler zihnimde dört nala koştu, gördüğüm kesik görüntüler gözümden gitmiyordu. Bu beni her ne kadar oyaladı bilmiyordum ama yemek çoktan soğumuştu ve muhtemelen ben bitirdiğim süre diliminde dakikalar saatlere dönmüştü. Soğuk yemeği bitirdikten sonra masayı kenara doğru iteledim, diğer baş ucumda telefonum duruyordu.

Sıkıntıdan yatağa yaslanarak telefonumu açtım, ailemden mesajlar gelmişti.

Öncelikle annemden gelen mesajlara girdim.

'Deniz kızım.'

'Kızım, ülkeye bir süre dönme. Yaygın bir hastalık burada baş gösterdi biz de bu hastalığa kapıldık ve karantinadayız. Gelenleri olduğu gibi karantinaya alıyorlar ve isteyenleri deneye tabi tutuyorlar. Sakın gelme ve hastalık kapmamak için kendine dikkat et.'

Çatılmış kaşlarımla okuduğum mesajdan çıkar çıkmaz internete girerek Türkiye haberlerini açtım. Bahsettiği deneyde ne oluyordu, hastalık ne zaman bu kadar yayılmıştı ve karantina süresi ne kadardı? Telaşla dudaklarımı ısırdım, bedenimin hala ağrıdığını hissediyordum ama bunun uzun süredir yatmamdan ötürü olduğunun da farkındaydım.

Haber sitesi açıldığında ilk karşıma çıkan çalışma yaptığı arkadaşlarının sözcüsü olan Yağız Taner olmuştu.

Yine.

Habere girerek telefonu yan çevirip ses düzeyini yükselttim. Duymakta biraz güçlük çektiğimi hissediyordum.

''Merhaba Yağız Bey, öncelikle bu zor süreçte buraya gelmeyi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Karantinanın başlamasına rağmen insanlarımızı merakta bırakmadınız.''

Yağız bey oturduğu koltukta doğrularak sert bakışlarını kadına değdirdi ve yumuşattı. Yüzü zayıflamıştı, henüz diğer meslektaşlarına göre genç görünmesine rağmen griye dönen saçları ve kaşları onun genç görüntüsünün üstünü örtüyordu.

Ellerini üst üste attığı bacağının üzerinde kenetleyerek derin bir nefes aldı. ''Bu bizim görevimiz, teşekküre gerek yok. İnsanlar hastalığın neden kaynaklandığını ve ne gibi etkiler göstereceği hakkında bilgilendirilmeli. Keza bu hastalık hakkında daha önce de birkaç şey bahsetmiştim çünkü günler fark etmesek de çabucak geçiyor. Gördüğünüz üzere artık birçok ülkede de hastalık duyulmaya başladı ama coğrafi konumumuzdan ötürü en ağır hali bizim ülkemizde yaşanıyor. Şimdi de buna karşın bulduğumuz çözüm hakkında bilgilendirmelere hatta gönüllüler çalışmasına başlamış bulunmaktayız.''

Kadın bir süre dikkatle dinleyerek ara ara kafasını salladı. Bu uzun konuşmaları geçmek için yirmi otuz saniye kadar ilerlettim.

''Peki deniz altında nasıl yaşayacağız, deneyiniz nasıl yapıldı?''

Yağız bey gözle görülür şekilde az bir gülümseme gösterdi ekrana, gözleri de kısa süreliğine tehlikeli şekilde dönmüştü ama bu o kadar kısaydı ki gerçekliğini kendi içimde sorgulamıştım.

''Yaptığımız deney şu şekilde; su altı canlılarını, mercanlarını deney için toplattık. Onların genetiğini ve su altındaki onlara yaşam imkânı veren her noktayı tek tek inceleyerek bunu insan bedenine, genetiğine uyarladık. Bu çalışmalar yıllar sürdü, oldukça uzun çalışmanın sonucunda bunun olma imkânı düşük olsa da başardık.''

''Peki deney sonuçları neler oldu, ne gibi etkileri gözlemlediniz? Şu an bu deneylere gönüllü olan ve su altına inen kaç kişi oldu? Yaşam fonksiyonlarını gözlemleyebiliyor musunuz?''

''Deney sonuçlarından birkaçı başta başarısız oldu, eksikler ve yanlışları gözlemleyerek tasarladığımız tüpteki havayı tam altı kez baştan tasarlamak zorunda kaldık. En sonunda tamamen yan etkisiz diyebileceğimiz hale geldiğinde birkaç gönüllü insanda denedik ve su altına indirdik. Şu an yaşam fonksiyonları sabit hatta size verdiğim videoyu açabilirsiniz orada insanların yirmi dört saatin sonunda tüpü bırakarak insan bedeniyle su altında yaşamaya başladığını görebiliriz.''

Yağız Taner ve adını bilmediğim o spiker kadının konuşmalarının yerini ekranda yeşilimsi bir görüntü aldığında kaşlarımın ne kadar çatıldığını yansımamdan görebiliyordum.

İnsanları dalgıçmış gibi giydirmişlerdi ve tüple deniz altındalardı. Aşağıda gösterdikleri kadarıyla tam altı insan vardı ve birinin işaret etmesiyle önce sırtlarındaki tüpü sonra da yüzlerindeki maskeyi çıkarmaya başladılar.

Çıkarılan maskeler ve tüpler dibe doğru batmaya başlamıştı ve altı kişi birbirine yakın mesafede su altında gayet rahat şekilde yüzüyorlardı.

Yüzlerinde hiçbir şey yoktu, sevinçle gülümseyerek ekrana bakıp el salladılar ve görüntü yavaş yavaş sona erdi.

''Bu görüntünün devamı aynı şekilde yüzmeleriyle ilerliyor sayın seyirciler, daha önce ekibimiz tarafından izlendi.'' Diyerek devam etti sözüne spiker kadın. Ardından boğazını temizleyerek en merak ettiğim soruyu Yağız beye yöneltti.

''Peki o tüp nasıl oluyor da yirmi dört saat boyunca nefes verebiliyor?''

''Tüpteki hava genetiğimizle oynamaya başlayan bir madde, su altına uyum sağlamak çok kolay bir durum değil. Elbette ki zorlukları ve yan etkileri olacaktır. Yirmi dört saat boyunca sürme sebebi bizim tasarladığımız o hava, ne kadar çekerse çeksinler onlara sadece ufacık bir kısmı gelecek ve onlar bunu fark etmeyecekler.''

Yağır Taner'in bahsettiği diğer şeylere yüz buruşturarak videoyu kapattığımda ''Saçmalık.'' Diye mırıldandım ve yazılı haberlere girdim.

Bu video geçen haftaya aitti ve en son haber tam olarak yarım saat önce paylaşılmıştı.

'Yağız Taner, Emel Yerli, Halit Taşova ve Ilgaz Taşova'nın bulduğu yer altı yaşamı projesinde son hesaplamalara göre toplam bir milyon yüz kırk sekiz bin dört yüz elli altı insan gönüllü oldu. Bir saat sonra tam yirmi dört saati geçiren o kadar insanın görüntüleri canlı yayın olarak haber kanallarında yer alacak. Yayılan hastalıkların ardından eve kapanan halk hala tedaviyi bekliyor bir yandan da gönüllülük başvurusu yapıyor.'

''Nasıl ya? Bulabildiler mi gerçekten?'' Ekrandaki yazıyı tam üç kere okuduktan sonra gerçeklik payını içimde yükselttim.

Eğer bu söyledikleri gerçekse, eğer söyledikleri gibi su altında yaşamı buldularsa bu tüm hayat akışını değiştirir.

Kapı aniden aralandığında olduğum yerde odaklanmış telefonuma bakan ben sıçrayarak elimden telefonu düşürdüm. ''Sakin, benim.''

''Niye küt diye giriyorsun?'' Nevin'e ters bir bakış atarak düşen telefonumu işaret ettiğimde yanıma gelip telefonu alarak sandalyeye oturdu. Bu sırada telefonumun açık ekranındaki haber yazılarını okuyordu.

''Ha şu haber... bende gördüm birkaç kez. Bizimkiler de karantinadaymış. Hastalık yayılıyormuş git gide...'' telefonu bana uzattıktan sonra arkasına yaslanarak sözlerine devam etti.

''Hastalık kapan herkes gönüllülük başvurusu yapmış, önce tedavi sürecine sokuyorlarmış üç gün falan ardından da su altına...''

''Üç gün mü? Mümkün değil.''

Nevin dudak büzüştürerek omuz silkti. ''Bilim bu canım, su altında yaşamak da mümkün değil ama videosu bile var.''
''izledim.''

Derin bir nefes alarak telefonu kapatıp kenara bıraktığımda sorarcasına baktığım ifademi anlamasını bekledim. Tam dört dakika sessizce ona yaptığı konuşmayı anlatması için sorgular vaziyette bakıyordum. O da bana aptal aptal bakıyordu.

Dört dakikanın ardından ''Haaa. Şey kameranın son görüntüleri sadece bukalemuna benzer geniş yayılan bir hayvana aitmiş. Mor ve yeşilimsi bir renkte çekmişsin sanırım.''
''Ondan sonrası yok mu?''

Nevin dudaklarını birbirine bastırarak kafasını olumsuzca salladığında üzüntüyle yüzümü astım. Elimde hem kendimi hem de diğerlerini ikna edebilecek tek bir kanıt vardı o da kayıptı.

''Kalanını kamera çok fazla derine indiğinden kaldıramamış, biliyorsun daha derin yerler için mekanizması daha farklı kameralar kullanılıyor bizdeki...''
''Yeterli değildi.'' Diyerek cümlesini tamamladım.

''Alex... o kimle konuşuyordu kapıda, baya gülüyordu onu gülerken pek görmeyiz.''

Kaşlarını hayretle kaldırmış meraklı gözlerle bana bakan ifadesine ben de aynı yüz ifadesiyle karşılık verdim. ''Gülebiliyor muymuş o beyefendi ya?''

''Gülüyordu valla.'' Omuz silkerek sandalyesini bana daha çok yaklaştırdı.

''Bizim yerimize çağırılan dalgıçlarla konuşacaktı.''

''Ha şu iki İrlanda güzeliyle... belli oldu neye bu kadar kahkaha attığı.'' Nevin'in yüz ifadesine kahkaha atarak arkama yaslandığımda kapı ikinci kez küt diye açıldı.

''Kapı açmayı da mı ben öğreteyim size, ne bu kavgaya gider gibi giriyorsunuz odaya ya? Hastayım ben.''

Alex söylediğimin hiçbir cümlesini kale almadan karşıdaki pofuduk koltuğa kendini atar atmaz bacağını ötekinin üzerine çıkardı ve kolları koltuğun iki yanına uzatarak bana döndü.

''Senin deniz kızından haber yok, sana demiştim böyle bir şeyin mümkünatı yok. Üstelik senden çok daha derine indiklerini duydum.''

''Bizim ağzımıza sıçtın ama onlara bir fırça bile çekmedin sanırım.''

''Ne o kıskandın mı kızıl?'' Nevin Alex'e ağzını beş karış açarak döndüğünde bir kavganın daha yolda olduğunu anlamıştım ve bunu kaldıracak kafam da yoktu.

Kavga hararetlenmeden araya girip önünü kesmek için dudaklarımı araladığımda Nevin bana fırsat vermeden sözleriyle resmen pençelerini çıkarmış kedi gibi Alex'in üzerine atladı.

''Bir bana o kızlara taktığın lakabı takma. İki işinde adaletli davran ki seni insan yerine koyalım. Üç seni kıskanmam için inandırıcı bir sebep söylesene.''

''Bir ben bu lakabı ilk sana taktım, yani onlar sana taktığım lakabı kullanıyor. İki işimde adaletli davranıyorum bu yüzden onlar hakkında tutanak tuttum. Üç yakışıklıyım.''

Nevin karşılık vermek için dudaklarını araladığında kendimi daha fazla tutamadan ''YETER!'' diye bağırdım. Ama bu kendimi tutamadan bağırdığım bir an olduğu için ağzımdan Türkçe olarak çıkmıştı.

Alex'in bana attığı o bakıştan sonra İngilizce olarak sözümü tekrarladım ve öfkeli ifadeyle ikisine baktım.

''Yeter başımı ağrıttınız ve bu sadece iki dakika sürdü.''
Nevin ve Alex sessizce birbirlerine bakıp sonra önlerine döndüğünde rahatça bir nefes vererek yatağın kumandasına uzandım ve yatağın üst kısmını aşağı doğru eğecek tuşa bastım.

''Ne zaman taburcu oluyorum?''

''Yarın oluyorsun, uçuş için de sorun olmazmış o yüzden yarına dönüş biletini aldık.''

Alex doğrularak dizini diğerinden indirdiğinde ikimizin de dikkatini çekmişti. Ellerini dizlerinin üzerine yaslayarak öne eğildiğinde boynundaki haçlı kolye boynundan dışarı sarktı.

''Türkiye'de bu kadar hastalık söz konusuyken dönmeniz riskli değil mi?''

''Ailemiz orada.'' Alex Nevin'e bu kez cevap vermek yerine kafasını aşağı yukarı salladığında ben de Nevin'in cümlesini tekrarladım. ''Ailemiz orada...''

Alex telefonu çalmaya başladığında yerinden kalkarak kapıya ilerlerken bize döndü. ''Yarın veda etmeye geleceğim. Gitmem gerek.''

''Kolay gelsin.'' Kapıyı açarken bana dönüp teşekkür eder gibi gözlerini kırparken Nevin'e sadece dil çıkarmıştı.

Kapanan kapının ardından tamamen kararmak üzere olan havayla hastanenin kalan ışıkları da açıldığında içerisi çok daha aydınlandı. Nevin ile boş boş bir süre birbirimize baktık.

İkimizin de aklında döndükten sonra ne olacağı sorusu dönüyordu, bunu biliyordum ama ikimizden hangimizin daha önce soracak cesareti olacaktı onu kestiremiyordum.

Çünkü döndükten sonra hastalık kapma ihtimallimiz yüzde doksandı. Ne yapacaktık, her şeyin geçmesini ve son bulan ilk ırk olmayı mı bekleyecektik yoksa Yağız Taner'e güvenerek diğer insanlar gibi gönüllü mü olacaktık?

Eğer su altında yaşarsan, o adamı tekrar görebilirsin.

Dudaklarımı ısırarak Nevin'e göz ucuyla bir kez daha baktığımda bu sessizlik yarışını ilk sonlandıran o oldu.

''Döndükten sonra ne yapacağız?''

''Gönüllü insanların canlı yayını başladı mı?'' sorusuna soruyla cevap vererek kaçtım ama asıl amacım kaçmak değildi. İhtimalleri tamamen değerlendirebilmem için bilgiye ihtiyacım vardı.

Nevin kafasını aşağı yukarı sallayarak telefonundan canlı yayına girdiğinde ilk görünen şey, teknede dikilen bir adamdı. Bu adam bize canlı kaydı yapacak adam olmalıydı. Yayının daha saniyeler önce başladığını anladığımızda buna sevindim. Her detayını izlemek istiyor hiçbir şeyi kaçırmak istemiyordum.

Spiker kadın bu düşüncemi onaylar nitelikte konuşma yaparken dalgıç adam kendini denize bıraktı ve yüz maskesini takmadan önce onu çeken kameraya yaklaşıp teknenin uçlarından tuttu.

''Şu an Marmara denizindeyiz, Marmara denizi Atlas okyanusuna bağlı bir deniz olduğundan yaşam alanı en geniş ve suyu en temiz olan bölge. Tüm dalışlar buradan yapıldı, şimdi bizde aşağıdaki o kalabalığa katılacağız. Bir milyon insandan kaçı bu bölgede kaçı yüzerek uzaklaştı bilmiyoruz ama hepsine işaret dili öğretildiğinden aşağıda bu şekilde onlarla konuşacağım. Arkadaşım size bu dili çevirecek.''

Dalgıç olan sarışın adam maskesini taktıktan hemen sonra ona uzatılan kamerayı aldı ve peşine atlayan arkadaşıyla beraber suyun dibine doğru yüzmeye başladı.

Bu süreçte Nevin de ben de nefeslerimizi tutmuş neler olacağını dört gözle bekliyorduk. Onlar ne kadar bunu başardık bu mümkün dese de görmeden hala inanacak gibi değildik. Zaten böyle bir şey inanılmazdı, görsen bile inanmakta zorluk çekeceğin türdendi.

İnsanlar, yer yüzünde doğup ölen insanlar artık su altında yaşayacaklardı. Doğumları yer yüzünde olsa da ölümleri su altında olacaktı. Bu inanılmaz, akıl almazdı.

Sarışın dalgıç dibe doğru yanındaki dalgıçla yüzmeye devam ettiğinde Türkiye'de gündüz olmasından ötürü aşağıdaki kalabalık görüntü uzaktan da olsa görünmeye başladı.

Dibe çöken yelekler ve maskeler görünüyordu. Kumun dibi tamamen tüpten ve dalgıç kıyafetlerindendi. Kumun rengini siyahlıklar kapatmıştı.

Dalgıçlar dibin yakınına varmaya başladığında insanlar tamamen kendi bedeniyle ve giydikleri ince kıyafetleriyle suyun içinde tamamen maskesiz ve savunmasız dikiliyor oradan oraya yüzüyorlardı.
Bazısı kamerayı yeni fark etmiş el sallıyor bazısı taklalar atıyordu.

Buna nasıl bu kadar çabuk adapte olmuşlardı?

Dalgıç işaret diliyle önünde duran kıza dönerek 'bana nasıl hissettiğini anlat.' Dediğinde kız işaret diliyle 'tam bir harika.' Diyerek yanıt verdi.

'Nefes alabiliyorsun değil mi? Burada yaşayabiliyor musunuz?'

Dalgıca kafasını sallayarak cevap veren kız ekrana döndü ve işaret diliyle 'hepinizi burada bekliyoruz.' Diyerek el salladı.

Gördüğümüz görüntünün ardından Nevin'le göz göze geldiğimizde ikimizin de gözlerinden geçen sözler aynıydı. Bu bir reklam olabilirdi, insanları çekmek istedikleri bir tuzak olabilirdi ya da yaptıkları deney genetikleriyle oynadıkları için insanların insanlığını değiştiriyor olabilirdi. Birçok şey olabilirdi ama yaklaşan bir ölümden kurtardığı da bir gerçekti. Nevin'le sanki birbirimize işaret vermişiz gibi dudaklarımızı araladığımızda aynı sözleri, aynı tonda ve aynı zamanda söylemiştik. Söylediğimiz şeyden korkuyorduk ama biz dalgıç olarak zaten korkuların en dibine inmiştik.

"Döndükten sonra ne yapacağımız belli oldu."

~Aksel

~Aksel

 

Loading...
0%