Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. Bölüm

@byzloey




Instagram: Byzloey

Yorum atmayı, unutmayın hepsini tek tek okuyacağım.

İyi okumalar, paragraf aralarını boş bırakmayın ^^

28. Bölüm | Üç Düğme

In The End | Tommee Profitt, Fleurie, Jung Youth

Aşk... Bize bahşedilmiş en eşsiz duygulardan biriydi.

Bunu ne kadar fark etmesek de her duygunun sonu aşka çıkardı. Nefretin, sevginin, üzüntünün, hayal kırıklığının... Belki de aşk denen duygu bunların her birini barındıran bir duyguydu.

Bu yüzden adına aşk dediler bu duygunun. Bu yüzden aşıklar her duyguyu hissetti karşısındaki insana, bazen nefret bazen üzüntü bazen hayal kırıklığı bazen ise derinine işleyen bir sevgi.

Son zamanlarda sadece bunu düşünüyordum çünkü aşk tam da şu an hissettiğim bu duygu karmaşasının ortasına doğan bir şeydi.

Bana normalde çok uzak olan bu duygu şimdi derinlerimde tenimin ve zihnimin altındaydı.

Uzaktan gelen uğultulu seslerle kirpiklerimi göz kapaklarımı aralamadan kırpıştırdım birkaç kez, derin bir uykunun içindeydim. Uyku beni nasıl sarıp sarmalamış özlemimle kavrulmuşsa, uyanmama rağmen kollarını üzerimden çekmemişti. Hala hareket edemiyordum ama kirpiklerimi kırpıştırabilecek kadar da ayılmıştım.

Kulağıma gelen bu uğultu, dışarıdan gelen bir ses değildi. Bir düşünceydi, içimde yankılanan ama ne olduğunu kelimeleri birleştiremediğim için anlayamadığım bir düşünceydi.

'Derin bir ateş çukurunda efendim.'

Sesin sahibini tanıyordum, sesin sahibinin varlığını hissedebiliyordum. Hem de gözlerimi açmadan.

'Bir çukur değil, bir uçurum yarat ona... Öyle bir uçurum olsun ki ateşler gökyüzünü sarsın, öyle bir uçurum olsun ki Efnan'ın tek gördüğü şey olan ateş onun bu dünyada bildiği, gördüğü tek şey olsun. Başka hiçbir şeyi hatırlayamasın, ne suç işlediğini kim olduğunu bile hatırlayamasın.'

Bu ses daha yakındı, daha içimdeydi ve daha tanıdığımdı.

Bu ses benim bir parçamdı ama bu sesin söylediklerinden tek anladığım kelime bir uçurumdu.

Başka hiçbir şeyi algılayamamıştım çünkü bu sırada kirpiklerimi kırpıştırmakla meşguldüm.

Sonunda göz kapaklarımı aralayabildiğimde Korel'in yanımdaki varlığını ettiği hareketle hissettim. Elim omuzundan boyun bölgesine düştü, tenimi bir sıcaklık sardı ve bir kapı sesi duyuldu.

Hava aydınlanmıştı, yeni araladığım göz kapaklarımı geri kapatmayı istememe yetecek kadar aydınlanmıştı hem de.

''Günaydın.''

Boynumdaki sıcaklık parmak uçlarımı ve avuç içimi kısa bir an sızlattı. Gözlerimi gömleğinin düğmelerinden yüzüne çıkarmak için kafamı kaldırdığımda o buz mavisi hareleri yüzümü inceledi gülümseyen dudaklarla.

Kokusu burnuma dolmuş tenime karışmıştı, hem de vücuduma temas etmeden.

''Günaydın.'' Diye mırıldandım kuruyan dudaklarımı ıslatırken.

Eli çeneme yerleştiğinde gözlerimi tamamen açmıştım, dağılan gömleğine kırışan yakasına ve açılan ilk düğmesinde gezinen gözlerimi tekrar gözlerine çıkardım.

''Daha iyi misin?'' kafamı olumlu şekilde sallayarak ona doğru yanaştım, kafamı yastıktan çok onun koluna yaklaştırmıştım. Çenemdeki eli benimki gibi boynuma düştüğünde bu kez işaret parmağının tersi köprücüğümde ve boynumda gezindi.

''Rahat uyuyor gibi görünüyordun.''

''Rahat uyudum.'' Diye fısıldadım. İhtiyacım olan şey sanki uykuymuş gibi uyanmak bile bana çok iyi gelmişti.

Korel'in içine çektiği derin nefes bırakır bırakmaz yüzüme ve tenime çarptı. Ardından kulaklarıma yutkunma sesi ilişti, göz ucuyla âdem elmasının aşağıdan yukarı ve tekrar aşağı indiğini gördüm.

''Sanırım kuracağın cümle pek kurmayı istediğin bir cümle değil.''

''Değil.'' Diyerek beni onayladığında ''Öyleyse kurma.'' Diye mırıldandım.

''Ruhunda...'' diye cümlesine başladığında koluyla yastığın arasına soktuğum kafamı çıkarıp ona döndüm, gözlerim buz mavisi harelerindeydi. Kirpiklerini az kırpışında ve gergin aldığı nefesteydi.

''Beyaz kalmış bazı noktalar vardı.''

''Öyle miydi?'' diye fısıldadım yüzünü incelerken. Ne yüzünden ne hissettiğini ne kurduğu cümlenin nereye varacağını anlayamamıştım.

''Sana ruhunun benim bile kirletemeyeceğim kadar temiz olduğunu söylemiştim.'' Diye fısıldadı bana ayak uydurarak. ''Ama... o geceden sonra nasıl hala noktalar kalabildi.''

''Sönmek üzere olan bir aydınlıktı, gri gibi düşün. Ne tam beyaz ne tam siyah.''

''Bu ne demek?'' Elli boynumdan tekrar yüzüme çıktığında gülümsedi. Gülümseyişi nedense bana huzursuz gelmişti. ''Tamamen hala sana karışamamışım demek. Yani hala beden kurtulabilmen için bir şansın var. Ruhun tamamen karanlık değil, o karanlığın içinde hala aydınlık bir nokta var. Bir dahaki tenim tenine, ruhum ruhuna karışana kadar.''

Hala benden kurtulabilmen için bir şansın var...

Kurtulmak ne demekti ki? Kurtulmak sevmediğiniz bir yerden kaçmak için kurduğumuz bir umut değil miydi? Sevmediğimiz birinden, bir yerden ya da bir histen arkamıza bakmadan topukları totomuza vurarak canımız pahasına kaçmak ve bunu başarmaktı. Benim böyle bir gayem yoktu, benim tek gayem Korel'in söylediği gibi yer yüzünde birbirimizin teninde bizi bekleyen sonsuzluğu yaşamaktı.

Cehennem olmadan, ateşler, kabuslar, iblisler ve günahlar olmadan.

''İnsanlar cehennem azabını gördüğünde...'' Diye başladı söze bir iç geçirerek. Elleri tekrar boynuma inmişti. Kirpiklerini nadiren kırpıyor, buz mavisi harelerini tenimde gezdiriyordu.

Yatağın içi alevlenmeye yakın bir sıcaklıktaydı ama hiç şikayetçi değildim. Boynundaki elim onun çenesine doğru uzandığında sözüne devam etti. ''Bu azaba sebep olan günahlarını telafi etmek, ondan kurtulmak isterler. Arkalarına bile bakmadan kaçmak...''

''Ama kimse cehennemden yer yüzüne geri çıkmaz. Yani insanlar, cehennem azabını görerek yaşamını düzene sokmak için ikinci bir şans elde edemez.''

Dudakları belli belirsiz kıvrıldı, elim gömleğinin yakasından düğmelerine indi. Bir düğme açtım, gözlerim vereceği tepkiyi yoklamak için gözlerine çıktı. Sadece beni izliyordu.

''Edemezdi... Senden önce...''
''Ben tamamı ile insan sayılmam.'' Dediğimde bir düğme daha açtım.

''Ama sorguya çekildiğinde günahların da sevaplarında insani yönüne göre çekilecek. Verdiğin kararlar, yaşadığın kader ve iradenle işlediğin her bir günah...''

Bir düğme daha açtığımda durdum ve elimi köprünün şeytana ait olduğu yazılı olan dövmesinin üzerinde gezdirdim. Amacım buydu, bizi kelimelere döktüğü bu dövmeye dokunmaktı.

''Sen cehennemden de cennetten de vazgeçebiliyorken... Benim birinden vazgeçmem neden sana bu kadar zor geliyor?''

Sorumu beklemediğini harelerinde gezinen şaşkınlıktan fark edip gülümsedim. Dudaklarının aralanışını ve tenimde gezinen parmağının duraksamasından bahsetmiyordum bile.

''Ya sen... Sen şeytan olarak görev ihlalinden ve cehenneme sırtını dönmenden bir ceza almayacak mısın?''

''Aldım zaten...''

''Ne? Ne zaman?'' yatakta biraz daha yukarı kayarak çatılmış kaşlarımla ona baktığımda bu kez gülümseyen oydu. Kollarını belime sararak beni yatağın içine doğru çektiğinde burunlarımız birbirine çarpmıştı. Yakınlığımız ve tenimde gezinen elleri içimdeki aşk ateşini harlıyordu.

''Sen cehenneme indiğinde... bu benim cezamdı.''

''Anlayamıyorum.''

Bir elini belimden çekerek önü üç düğmeli bluzuma çıkardı ve bir tanesini açtı, aynı ona yaptığım gibi. ''Şeytan... geleceği biliyordu. Ben senin için her şeyi arkama attığımda kaderimi seçmiş cezayı hak etmiştim. Azura seni cehenneme götürdü, boynuzlarımı kırmak zorunda kaldım. Sonunda ise Lilith'in seçtiği kaderi şeytana bildirerek boynuzlarımı geri kazandım. Bu benim cezam ve ödülümdü.''

Ardından bir düğme daha açtı. ''Üç düğmeydi değil mi?'' diye mırıldandığında yüzündeki o sinsi gülüşe bile odaklanamamıştım. ''Yani bunların hepsi de...''

''Şu lanet olası kader... Evet.'' Alayla söylediği cümleyle kuruyan dudaklarımı bir kez daha ıslattım ve bir düğme daha açıldı. Korel'in gözleri tam o noktada gezineceği sırada kapının çalınmasıyla gözlerini yumup derin bir nefes aldı.

''Kapısını çaldığı odanın bir şeytana ait olduğunu bilse böyle bir anı bozmaya cüret eder miydi acaba?''

Sessizce gülerek ona kapıyı işaret ettiğimde Korel'in tekmeyle açtığından ötürü tam kapanmayan kapının ardından bir ses geldi. ''Kahvaltınız efendim.''

''Bırakın, alırım kapıdan.''

Söylenerek yorganı açıp yataktan çıktığında eli ensesine oradan da saçlarına çıkarak uçlarında gezindi. ''Eğer şu insan yanın baskın olmasaydı... Kahvaltıya ihtiyaç duymasaydın o zaman görürdüm bu gülüşünü.''

Kapıyı açıp geri geri tekerlekli masayla kahvaltıyı getirdiğinde söylediğine karşılık vermeden yatakta doğruldum. ''Çok acıktım...''

Korel kahvaltıyı önüme kadar sürükleyip bıraktığında dudaklarımı açlıkla yalayıp çatalımı alarak salama ve peynire daldırdım.

''Ye bakalım... aç ayı oynamazmış sonuçta.''

Yediğim lokma boğazımdan aşağı inmediğinde güçlü şekilde öksürmeye başladım. Hatta öyle güçlüydü ki yüzümün kıpkırmızı olduğuna ve damarlarımın çıktığına emindim.

''Helal helal.'' Sırtıma vurduğu elini ittirerek kenardaki bardakta duran suyu kafama diktiğimde lokma boğazımdan aşağı indi ve nefes almama izin verdi. ''Şaka yapmıştım, şaka.''

''Ne kadar da komiksin öyle?'' Gözlerimi onun o imalı bakışlarından kaçırarak tekrar kahvaltıya çevirdim. Aksi halde bu yemek bana haram olacaktı.

''Bakmasana bana öyle?''

''Nasıl bakayım?'' ağzıma attığım pankeki yuttuktan sonra ona dönüp derin bir nefes alarak birbirine kollarını dolayıp yatağın başlığına yaslanarak beni izleyen gözlerine kenetlendim. ''Yemek yiyorum ve bu bakışların yemeği boğazıma tıkıyor.''

''Sende hızlı ye?''

''Öyle de boğazımı tıkar.''

''E yeme?''

Sinirle karışık şekilde gülerek ona döndüğümde dudaklarımı ısırmış elimdeki çatalı sıkmıştım. ''Açım aç! Sonra karnım guruldayıp duruyor.''

''Orada haklısın, ye tabi. Odanın sessiz olması daha iyi, sadece beni duyabilmen için.'' Dediğinde gözlerimi kısarak ona baktım. Dudaklarını ısırmış harelerinde alay ve sinsilikle bana bakıyor duruşundan hiç taviz vermiyordu.

Söylemek istediği sözün gerçeği beynimde o gece olduğu haliyle yankılandığında damarlarımın gerildiğini hissettim.

'Bak her şey sessiz, sadece beni duyman için. Etraf karanlık, sadece beni görebilmen için. Tüm duyguların kayıp, sadece beni hissedebilmen için...'

Derin bir nefes alarak gerginliğimin geçmesi için bakışlarımı etrafta gezdirdim. Sanırım bu konuşmanın devamı pek masum yerlere gitmeyecekti. Başımda kurbanının ölümünü bekleyen Azrail gibi dikilmesi daha fazla gerilmeme sebep oluyordu. Çünkü eğer önümdeki kahvaltı olmasa neler olacağı hakkında bir fikir bile yürütmek istemiyordum.

Sadece düşüncesi bile ateşlenmeme sebep oluyordu. Yanaklarımı içten ısırarak yavaş yavaş kahvaltımı etmeye devam ettim. Bu sırada odanın içinde oluşan sessizlikte pencereden gelen rüzgâr uğultusu duyuldu. ''Yangınlar... söndürüldü mü?''

''Rüzgâr biraz harlamış... ama sorun yok. Tüm alevler söndü.'' Belli belirsiz kafa sallayarak yemeye devam ettiğimde Korel'in kıpırdanması dikkatimi çekti.

Yatağın öbür ucundan kalktı ve gömleğinin düğmelerini açmaya başladı. ''Ne yapıyorsun?''

''Duşa gireceğim... Devamını da sen mi açmak isterdin?'' dudaklarındaki tebessüme karşılık gözlerimi devirerek kafamı olumsuzca salladığım sırada önüme doğru yürüdü, sadece iki düğme daha açmıştı. Ellerini kahvaltı masasının iki yanına yaslayarak yüzünü yüzüme eğdi.

''Hem kaçıyorsun hem istiyorsun. Bu nasıl bir çelişki?''

Cevap vermemi beklemeden ellerini kahvaltı masasından çekerek ayağıyla masayı kenara sürükledi ve belimden beni yakalayarak ayağa kaldırdı.

''İyi... Yavaş yavaş ilerleyelim. İstediğin tüm zamanlar senin olsun, içinde ben olduğum sürece tabi.'' Elini elimin üzerine koyarak düğmelerine götürdü.

''Bunu sevdiğini biliyorum, bir saat önce ne kadar hoşuna gittiğini hissettiğimde nasıl hissettiğimi bilsen...'' Diye mırıldanarak yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve nefesini yüzüme üfledi. ''dayanma gücüme hayran kalırdın.''

Yüzünü yüzümden çekmediğinde dudaklarımı içten ısırarak gülümsememeye çalıştım. Evet hoşuma gidiyordu, hoşuma giden şey cinsellik değildi. Buradaki amaç o değildi, buradaki amaç herkesin ölçüsüz tutkusuna hitap etmiyordu.

Benim tek arzum onun tenine ve ruhuna engelsiz dokunmak ve hissetmekti. Çünkü Korel benimdi, kaderimiz bizi birbirimize yazmıştı. Onun ruhu da teni de benimken bu neden hoşuma gitmeyecekti ki?

Arzum bu hoş anın devamından çok bu anın uzun uzun sürmesiydi.

Düğmelerini yavaşça açarken yakınlığından ötürü nefesimi dengelemeye çalıştım, pek başarılı olduğum söylenemezdi çünkü bu sıcaklık ortada içime çekeceğim bir oksijen bırakmıyordu.

Elim son düğmeye doğru indiğinde kapının tekrar tıklanmasıyla olduğum yerde sıçradım.

''Efendim, yediyseniz kahvaltınızı alayım.''

Korel dudaklarını koparırcasına ısırarak arkasını dönmeye yeltendiğinde yakasından tutarak kafamı olumsuzca salladım, yüzümdeki o gülüş ve telaşla hareket eden ellerim ne kadar zıt olsa da Korel aldırmadan derin bir nefesle kendini sakinleştirmiş olduğu yerde durmaya devam etmişti.

''Akşam alın.''

''Peki efendim.'' Kapının ardından adım sesleri duyulduğunda sessizce gülmeye başladım. Korel bu durumda az da olsa haklıydı, çok yanlış zamanlarda gelmeye başlamıştı ve ne kadar belli etmesem de bende sinirlenmiştim ama durumun komikliği sinirime baskın gelmişti.

''Sanki dakika tutuyor.'' Diye mırıldanarak ellerini belime sardığında ellerimi gömleğinden dövmelerinin üstüne çıkardım. O an aklıma geçmişten bir cümle geldi, çok yakın bir geçmişten çok sevdiğim bir cümle. Buzlu harelerle bana bakarak kurduğu o eşsiz cümle.

''Bizi sonsuzluk bekliyor...'' diye mırıldandım elimi omuzlarından göğsüne indirirken. ''Ya yer yüzünde birbirimizin teninde...'' Elim bu kez gömleğin yakasına gitti ve elimin dışıyla gömleği ittirdim. Gömlek omuzlarından kollarının hizasına düştüğünde buzlu hareleri yine o gün ki gibi bir bakışla benimkinde geziniyordu.

''Ya da yer altında cehennemin dibinde.'' Tamamladığı cümlenin ardından hiçbir zaman dilimin yetişemeyeceği bir hızda dudaklarıma yapıştığında bu sertlikle sarsılarak boynuna sarıldım.

Beni dünya diliminde sadece dakikaların geçtiği ama cehennemde o uzun zaman diliminden sonra ne kadar özlediğini bu kendini tutamamış davranışlarından hissedebiliyordum. Dokunuşlarının sabırsızlığından ve bedenindeki sıcaklığın her zamankinden daha fazla artmasından da.

Dudaklarımız birbirini sararken onun içinden geçenler benim içimde yankılandı, konuşmadan ve duyulmadan.

'Ayrılık ve özlem her zerremi tüketti. Saniyelerin ve dakikaların bu kadar uzun ve değerli olduğunu daha önce hiç fark etmemiştim.'

Bir cümle daha...

'Ama zaman senden ibaret derken bunları bilmeliydim değil mi?'

Dudaklarımda tebessüm oluştu, gözlerim kapalı olduğu için gözlerinin açık mı kapalı mı olduğunu göremiyordum ve artık gözümü kapattığımda o cehennem ateşini görmek yerine Korel'i karanlığın ortasına koyabiliyordum.

O yanımdayken istediğim kişi olabiliyor, istediğimi yapabiliyor hatta dünyayı elimde hissedebiliyordum. Tam da söylediği gibi dünyalar, cehennem ya da istediğim her ne ise benimdi, Korel bunların hepsini tek sözümle ayaklarıma serer avucuma bırakırdı ama ben bu saydıklarımın hiçbirine ait değildim. Korel nasıl bana aitse bende ona aittim ve tam da söylediği gibi cehennem bile bizi ayıramazdı.

Ve içimden bir ses... Bu korktuğumuz kaderin bile aşkımıza boyun eğeceğini fısıldıyordu.

Dudaklarını dudaklarımdan ayırdığında bir elimi boynundan çekerek yanan dudaklarıma götürdüm. Dudaklarıma götürdüğüm parmak uçlarım bile yanmıştı ama yanmak şu an en üzüldüğün en son şey, sevindiğim ilk şeydi.

''Hasret dedikleri şeyi hissetmek için ne kadar zaman geçmeli? Saatler mi? Günler... Aylar... yıllar?''

Diye mırıldandı bir elini saçıma çıkarıp baş parmağıyla da çenemi okşarken. ''Ya dakikalar bunların hepsine tekabül ediyorsa?''

''Hasretinle yandı gönlüm diyorsun ha?'' dedim gülerek.

''Sen ne söylememi istersen onu söylüyorum.'' Diye mırıldandığında kapı bir kez daha tıklandı.

''Efendim, affedersiniz biliyorum çok sık rahatsız ettim ama kapıyı yapmak için geldiler.'' Korel artık tepki bile vermeden bana baktığında, bakışlarının nasıl sertleştiğini ve alevlere dönmek üzere olduğunu kendi gözlerimle gördüm.

''Taksınlar taksınlar, ben sizi cehenneme ibret olsun diye tablo gibi duvara takmadan... kapıyı taksınlar.''

''Anlamadım efendim?'' Korel fısıltısının ardından boğazını temizleyerek ''Gelsinler.'' Diye mırıldandı ve bana döndü. ''ben duşa giriyorum... Sonra şu kitapçıya uğramamız gerekli.''

''O yaşlı adamın tabelasız olan kitapçısına mı?'' kafasını aşağı yukarı sallayarak sırıttı. ''Bu arada... o adamda bir zamanlar köprüydü.''

''Ne? Nasıl yani?''

Dudakları belli belirsiz kıvrıldı. ''Senin büyük büyük deden bu adamın büyük büyük nenesi ile evlendiğinde soy değişti. Bu da bir kader seçimiydi, günahın bedeli. Deden öldükten sonra sen köprü olmaya başlayana dek geçici köprü görevini üstlendi.''

''Ama bana oradan çaldığım kitapta yazılar yazmadığını söylemişti.... Gördüğü halde bilerek mi...''
Sorumu tamamlamadan kafasını sallaması gerisinin gelmesine gerek kalmadığını göstermişti.

Dudaklarımı ısırarak kaşlarımı kaldırdım. ''Daha neler öğreneceğim acaba?''

''Ben gidiyorum... hazırlan.'' Arkasını dönerek banyoya ilerlemesini izlediğimde kollarına düşen gömleği kollarını indirerek üzerinden yere düşürdü.

Böylece geniş yapılı sırtıyla sırtını dolduran dövmeleri gözlerimin önündeydi.

Kulağıma ufak bir gülüş sesi duyulduğunda kapı açıldı ve kapandı.

Yere bıraktığı gömleğine doğru ilerleyerek yerden aldığımda solumda kalan kapıyı takan işçilerle göz göze geldim.

Ah kulağım ne seslerini duymuştu ne de zihnim varlıklarını hatırlamıştı! Mahcup bir ifadeyle gömleği aldıktan sonra bu rahatlığından ötürü içimden Korel'e sövüyordum. Adamlar dudaklarını birbirine basarak önlerine dönmüşlerdi. Ben de koridorun önünden çekilip yatağa ilerledim ve önümü açan düğmeleri ilikleyerek kahvaltıyı önüme çekerek yemeye devam ettim.

O adama neden gitmemiz gerektiğini merak etmediğimi söylesem yalan olurdu ama dışarı çıktığımda o enkazı görmek beni daha çok korkutuyordu. Yer yüzüne inen cehennemin arkasında kalan o yıkımları görmek bana daha dün de kalan o taze sokakta yankılanan çığlıkları hatırlatacaktı.

Ama bunu tek başıma değil Korel ile atlatacaktım.

Eğer cehenneme inmeseydim, eğer cehennemin yanan bedenlerden gelen o yanı kokusunu duymasaydım ve o çığlıklar kulağımda yer edinmeseydi atacağım bir adımdan bile korkmazdım.

Ama orası bambaşkaydı, sanki gördüğümüz her şey yalanken tek doğru orasıydı.

Sanki burası sadece bir araftı. Üstümüzde beyaz renkler var olurken altımıza siyah renkler yayılıyordu ve bu iki renk ortada buluşarak gri bölgeyi, arafı oluşturuyordu.

Gökyüzü beyaz, denizler siyahtı bizde boğulmadan ve gök yüzüne tırmanmaya çalışan kullardık.

Yemeğimi yerken beni derinden sarsan bu konuları aklımdan defetmeye çalıştım. İçim yine sızlıyordu ve kalbimde bir ağrı gelip gidiyor benimle alay ediyordu.

İçimden bu duygular yüzünden tek bir isim geçti. Onun yüzünden bu halde olduğumu düşündüğüm isim, ona âşık olmadığım için cezalandırıldığım bir isim.

''İstediğin kadar aydınlık ol...'' diye fısıldadım. ''Karanlığa dönmen bir gözümü yummama bakar.''

Karanlığı görmek isteyen, tatmak isteyen birine ne kadar aydınlığı verirseniz verin. O karanlığa her daim ulaşır, o aydınlığı her türlü karartır, o karanlığa hasret bile kalmadan kavuşur.

''Hasret sahi ne kadardı... senin yanımdan sadece beş adımla gitmen bile eklenir mi bu hasrete?''

Elim kalbime gitti, beni çağırıyor beni cezalandırıyordu bunu biliyordum.

Ama ona yenilmeyecektim, ona teslim olmayacak bu savaşta var olsa bile ona var olduğunu hissettirmeyecektim. Çünkü bazı savaşlar da düşmanına göz dağı vermekten çok daha işe yarayan bir şey varsa o da düşmanının, düşmanın olmadığını hissettirmekti.

Ben de tam olarak ona savaş için geç kaldığını ve kaybettiği her şeyi geri kazanamayacağını hissettirmek onu arkada bırakarak bize neler yaşatacağını bilmediğim kadere bakmak istiyordum.

Çünkü orada Korel vardı, vardı değil mi?

O her zaman vardı, benden önce bile varken benden sonra olmaması çok büyük haksızlık olmaz mıydı?

''Efendim, kapı bitti.''

''Teşekkürler.'' Diye seslendiğimde kapı kapandı, kapandığını otomatik kilit sesini duyduğumda anlamıştım.
Son pankekimi de ağzıma attıktan sonra kalkıp kalan kahvaltılıkları yiyemeden Semum'un ne ara getirdiğini bilmediğim kıyafetlerimden pantolonumu ve bluzumu çıkararak üzerimi değiştim.

Son olarak bluzumu uçlarından tutarak indirdiğimde lavabonun kapısı açıldı, içeri de sis bombası patlamış gibi etrafa yayılan buharlara hayretler içinde baktım.

''Tüh be! O son suyu bedenimden akıtmayacaktım.'' Alayla kurduğu cümleye gülerek çıkardığım kıyafetleri buhar olmuş banyoya götürmek için yanına ilerledim.

Gözleri yapılan kapıya döndü ve dudaklarında keyifli bir gülümseme oluştu. ''Demek kapı takıldı ha? Güzel.''

Ona ters bir bakış atıp banyodaki kirli sepetine kıyafetlerimi attıktan sonra saçlarımı bulduğum tarakla bir kat tarayıp aynanın önünde duran makyaj kutumdan yüzüme bir kat pudra ve kapatıcı sürdüm.

Aksi halde etrafta gezinen o iblislerden pek farkım olmayacaktı.

Korel dakikalar içinde giyinerek nemli saçlarıyla lavabonun kapısına yaslandığında gözlerim aynadan ona döndü.

Saç uçlarından ufak damlalar siyah gömleğine düşüyordu, kirpikleri nemliydi ve hareleri hala bedenimde arsızca geziniyordu.

Son olarak göz altıma sürdüğüm kapatıcıdan sonra gergince ''Gidebiliriz.'' Diye mırıldandım.

Elini bana uzattığında gülümseyerek parmaklarımı onunkine doladım ve açtığı kapıdan önden çıkarak asansöre doğru yanında yürüdüm.

Islak saçları alnına düşmüştü ve gömleğinin yakası tam üç düğme açıktı.

Asansör gelmeden önüne geçerek düğmesinin iki tanesini kapattığımda güldü.

''İnsanları günaha sokma.''

''Bunun için bana ihtiyaçları yok.'' Dediğinde asansörün kapısı açılmıştı, asansöre sessizce bindik.

Kapı kapandığında asansördeki yansımamıza sayamadığım çok kez baktığım gibi baktım.

Aklıma bu asansöre ilk binişim ve onunla ilk karşılaştığım an geldi.

Benim için yabancı olduğu an, elinde ilk boya çiziği gördüğüm ve onu incelerken hissettiğim o garip duygu... Sanki çok geçmişten bir anı gibi geliyordu ama değildi.

Oldukça yakındı, sadece birkaç ay geçmişti ama bana yıllar öncesiymiş gibi geliyordu. İlk gün alnım da yara vardı, kanıyordu. Bana onu sormuştu, gülümsedim nedensizce. İlk sesini duyduğum andı çünkü.

Nasıl olurda parçamız olan bir insanla bir zamanlar yabancı gibi oluyorduk aklım almıyordu. Herkes görür görmez tanırsınız ruh eşinizi diyordu. Tanımak değil hissetmek olmalıydı bu ama bu adam kaderim değildi hissetmek dediğim.

Önce çekerdi kendine usul usul, sonra aklına girerdi her köşesine yayılana yerleşene dek. Sonra tenine sızardı, tenin senin mi sanıyorsun ben varken? derdi. Sonra kendi tenini sunardı size, kendi aklını, benliğini ve nefesini. Neyim varsa senin olsun derdi ama sende neyin varsa bana ver.

Eli elimden çekildiğinde dikkatim dağıldı, yüzüm ona döndü ama üzerime attığı bir adım gerileyerek asansöre yaslanmama sebep olmuştu. Ellerini iki yanıma koyduğunda beni aldığı bu kafes yüzünü yaklaştırmasıyla nefes alamayacağım kadar daralmıştı.

''Ve sonra der ki...'' dedi içimdeki duyduğunu anladığım düşüncelerimi devam ettirirken.

''herkes Kendi nefesiyle kendini yaşatır, biz birbirimizi yaşatalım...'' diye tamamladığında dudağıma ufak bir öpücük bırakarak açılan asansör kapısıyla üstümden şaşırtıcı bir hızla çekildi.

''Hep bilerek yapıyorsun böyle hareketleri.'' Diyerek onu azarladığımda sırıttı ve bıraktığı elimi tekrar ellerine kenetleyerek oteldeki koşuşturmaları umursamadan arabasına doğru ilerledi.

Her zaman yaptığı gibi önce kapımı açtı ve muzip bir şekilde gülümsedi ardından kendi tarafına geçerek arabayı çalıştırıp otelden çıkardı.

Gözüm otelin dışında kalan bu harabelerde gezindi, çoğu yıkık dönüktü, zikzak şeklinde ayakta kalmak için hala mücadele eden binalar görüyordum.

Birçok yıkım aracı ve belediye çalışanları binaların etrafındaydı, sıkıntılı görünüyorlardı.

Yerde ateşlerin çizdiği şerit ve dairelerin siyah izleri kalmıştı. ''Bu insanlara ufak bir uyarı oldu gibi düşün. Bu ateş buz dağının görünen kısmı bile değil. Onlar için üzülme, gözlerini açmalarına yardım ettik.''

''Bilemiyorum.'' Diye mırıldanarak önünden geçtiğimiz Yeşil Liman'a baktım. Üst katları siyah renge dönmüştü ama bina hala sağlamdı ve hala açıktı.

''Orası nasıl yanmadı?'' diye mırıldandığımda dudak büzerek omuz silkti.

''Buranın tek mekânı orasıydı, yapılması uzun süreceği için beklemek istemedim.''

''Ha kendi keyfinden yani?''

''Şeytan olunca bazı şeyler senin lehine oluyor.'' Bana göz kırparak tekrar yüzünü yola döndüğünde bende derin bir nefes alarak kafamı olumsuzca salladım ve onun gibi yola döndüm.

Gelmiş sayılırdık, önümüzdeki iki araba yoldan döndüğünde o tabelası bile olmayan, antika kokan kütüphaneye gelmiş olacaktık.

Korel arabayı solda bulduğu boş yere çektiğinde arabadan inerek onun yanında, ellerim ellerinde kitapçıya inen merdivenlerden indim.

O yaşlı adam hala kitaplıkların arkasında kalan kısımda oturuyordu, elinde bir kolye vardı. Benimkine benzer bir kolye ama net göremediğim için buna kesinlik veremiyordum.

''hoş geldin.'' Korel'i görür görmez ayağa kalkarak elindeki kolyeyi masaya bıraktığında gözlerim kolyeye kaydı.

''Demek kader yolunuzu belirledi.'' Diyerek gözlerini Korel'den bana çevirdiğinde bende kolyeden ona çevirerek yüzünü inceledim.

O gün camını kırdığım ve kitabını çaldığım aklıma geldiğinde buraya gelene kadar bunu nasıl hatırlayamadığımı düşündüm.

Ama hatırlayamamıştım, bakışlarım mahcup bir ifadeyle onunkilerden kaçtığında gülümsediğini işittim nefesinde.

''İşin peşini bırakmadın ve gerçeği öğrendin... Bu kadar inatçı olduğunu tahmin etmiştim.''

Korel'in yüzü bana çevrildiğinde dudağımı içten ısırdım. ''O gün için... özür dilerim.''

''Sorun değil kızım, bunun olacağı zaten önceden belliydi.''

''Benim irademle.'' Diye eklediğimde kafasıyla onayladı. ''Senin seçimin ve iradenle buralara geleceğiniz belliydi.''

Bakışlarını tekrar Korel'e çevirdiğinde dudaklarına masumane bir gülümseme yerleşti.

''Sanırım buraya gelme nedenini biliyorum...'' Korel adama karşı kafasını aşağı yukarı salladığında ikisinin bakışları benimle birbiri arasında takla attı.

''Gel benimle.'' Arkasını dönerek ilerideki kapıya yürümeye başladığında Korel bana döndü.

''Beni burada bekle, hemen döneceğim.''

''Neden ben de gelemiyorum?'' diye mırıldandığım ellerini omuzuma yerleştirerek gülümsedi. ''Bana güven.''

Cevaptan kaçmasını önemsemeden ''Peki.'' Diye mırıldandım. Ona güveniyordum, bir söz için ya da bir kez tek gitmesi için soru yağmuruna tutacak ya da çocuk gibi ona kızacak değildim.

''Hemen geleceğim.'' Diyerek aralık kapıya ilerlediğinde gözüm kapının aralık kısmına kaydı. Birçok bitki ve değişik şeyler görünüyordu. Devamına bakmak için yüzümü eğeceğim sırada kapı kapandı.

Gözlerimi oradan az önceki kolyeye çevirdiğimde merakıma yenik düşerek onu avucuma aldım. Benim kolyemin yanmış haliyle aynıydı. Yanmadan önce görünen iki madalyon, yandıktan sonra Avcıya ve Orcus Morta'ya dönüşüyordu.

Kulağıma bir fısıltı geldiğinde kolye elimden bir anlık gafletle düştü. ''Efnan...''
bu fısıltı yakınımda değildi, oldukça uzaktı. Fısıltının kulağıma rüzgarla taşındığını düşünmüştüm bir an.

Sonra fısıltı devam etti, bu ses kalbimi delip geçiyor Korel'in yokluğundan yararlanıyordu.

''Sesimin nereden geldiğini merak ediyorsun... oradan çık ve yanıma gel.''

Onu nasıl duyduğum hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

Onu neden duyduğum hakkında ve ne cesaretle bir daha geldiği hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

Onu duymazdan gelmeye çalıştım, Korel'in dönmesini bekleyebilmek için kulaklarımı kapatmaya çalıştım ama ses bu kez daha kötü şekilde, içimde yankılanmaya başladı.

''Yanıma gel Efnan...''

Kafamı sanki görebilir gibi sağa sola salladım.

''Ruhunun nasıl arınacağını ve nasıl kurtulabileceğini bilmek istemiyor musun? Hiç mi istemiyorsun? Ya da çektiğin azaptan kurtulmayı, en azından bunu merak ediyorsundur.'' dediğinde kulaklarımı sıkı sıkıya kapayan ellerim gevşedi.

''Burada seni bekliyorum Efnan.''

Arkamı döndüğümde sertçe yutkundum ve çıkışa baktım. Kimse yoktu, ama sesi yakınımda olduğunu kanıtlıyordu.

Gözüm Korel'in ardında olduğu kapalı kapısına baktıktan sonra adımlarım arkamı döndü.

Arınmak istediğimden değildi ama hala nasıl arınabileceğimi merak etmemdendi bu attığım adımın sebebi ve bu azaptan nasıl kurtulacağımı öğrenmekti.

Kütüphaneden çıkıp merdivenleri ikişer ikişer çıkarak etrafıma bakındım. ''Sağa.'' Diye fısıldadı ses kulağıma.

İleriden sağa döndüğümde duvarda yaslanan Sencer gözleriyle gelmemi beklediği noktaya bakıyordu. Ben açısına girer girmez gözlerimizin kesişmesinin başka ihtimali olamazdı.

''Bundan nasıl kurtulacağımı söyle.'' Diyerek önce arkamı kontrol ettim ardından cevap için Sencer'e döndüm.

Yaslandığı duvardan doğrularak bana yürümeye başladı. Aramızda tam bir karış kaldığında durdu ve gözlerime baktı.

''Basit, Korel karanlık... Ben aydınlığım.'' Diye mırıldandığında kaşlarım çatıldı.

''Senin de ruhunda aydınlık kalan noktalar vardı, onlar yok olmadan hala şansın var. Eğer onlar da karanlığa karışırsa istesen de bir daha aydınlanamazsın.''

Dediğinde aklıma saatler önce Korel'in söylediği cümleler geldi.

''Bunları biliyorum, bana bilmediğim bir şey söyle. Bana bu kâbusu nasıl bitireceğimi söyle.''

''Birinci ihtimal...'' diyerek işaret parmağını bir sayısı olarak göstererek havaya kaldırdı. ''Benim çektiğim kadar acı çektiğinde son bulacak buna bir şey yapamazsın. İkinci ihtimal...'' diyerek orta parmağını da kaldırdığında gözlerim sabırsızla parmakları ve yüzü arasında gidip geldi.

''Korel'in ruhuna nasıl karıştıysa, ben de ruhuna ancak öyle karışabilirim. Yani temizlenmek mi istiyorsun? Cehennem azabının son bulmasını mı istiyorsun? Cennete mi gitmek istiyorsun? O zaman bana izin ver, ruhuna karışayım. İzin ver ben seni aydınlatayım seni arındırayım.''

Duyduğum bu sözlerin ardından zihnimde tek bir şey yankılandı. Tam da hissettiğim, söylediğim gibi...

Karanlığı görmek isteyen, tatmak isteyen birine ne kadar aydınlığı verirseniz verin. O karanlığa her daim ulaşır, o aydınlığı her türlü karartır, o karanlığa hasret bile kalmadan kavuşur.

 

Loading...
0%