Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20. Bölüm

@byzloey

Arkadaşlar önce buraya bakın! Bu bölüm bir tık diğerlerine göre hassastır lütfen çok hassas olanlar okumasın. Bir travma tetiklenmesi söz konusudur çünkü. Okuyanlar için de iyi okumalar umarım bölümü beğenirsiniz.

Bir annenin önceliği nedir?

Evlatları mı, Eşi mi, yoksa kendisi mi?

Sanırım annemin önceliği ben hariç hepsiydi. Annesiz kalana öksüz deniyordu, peki annesi olduğu halde annesiz kalana ne deniyordu? Zaten şimdiye kadar adı bilinmeyen ya da bilinip kolay kolay kimsenin başına gelmeyen her şey benim başıma gelmişti. Hayat bir insanı ne kadar zorlayabilirse o kadar zorluyordu. Hadi bununla da yaşa diyordu sanki bana.

Bununla da yaşarım, hep bir şekilde yaşadım. Bununla da yaşardım elbette.

Annem evleniyordu, adını ilk defa duyduğum bir adamla evleniyordu. Bana da bir yabancı gibi davetiyesini getirmek yerine kargoyla göndermişti. Ah tabi bir de not yazmayı unutmamıştı elbette.

Elimdeki not kağıdına baktım ve dördüncü kez yazdığı cümleleri aklıma kazımak istercesine okudum.

Merhaba sevgili kızım, sana bu mutlu haberi yüz yüze vermek isterdim ama o kadar heyecanlı ve meşgulüm ki gelmeye pek vakit bulamadım. Düğün hazırlıklarıyla uğraşmaktan başımı kaldıracak vaktim yok. Evlendiğim adamı seninle daha önce tanıştırmadım lütfen beni affet. Murat Koran benim çalıştığım şirketin sahibi. Uzun zamandır süren bir ilişkimiz vardı ama evlilik düşündüğünden habersizdim. Bir anda aldığım teklif tüm hayatımı değiştirdi, evlilik teklifi aldığımdan beri alkol bile almıyorum biliyor musun? Bu hazırlıkları beraber yapmak isterdim ama geleceğini hiç sanmıyorum. Gelmek istersen beni çok mutlu edersin bir mesajın bile yeter seni aldırmam için. Murat o kadar zengin ve centilmen ki seni buraya kendi aracıyla getirtmemi istedi ama ben tepkinden korktuğum için kabul etmedim. Seninle tanışmaya can atıyor, umarım onu geldiğinde seversin. Düğün hazırlıkları için fazla vaktim yok o yüzden bir an önce geleceksen haber vermelisin kızım. Düğünü iki hafta sonra yapacağız. Lütfen önceki günden en azından burada ol, Murat'a önceki gün geleceğini ve hep birlikte yemek yiyeceğimizi söyledim. Sana yaptığım ödemeleri artık Murat yapmaya başlayacak o yüzden gelip onunla tanışman oldukça önemli. Seni seviyorum Mabel, kendine iyi bak ve düğünüme mutlaka gel.

Seni çok seven, annen.

Seni çok seven annen...... Beni seven annem.... Bu cümleyi okuduğum her saniye beş yaşından itibaren yaşadıklarım gözümün önünde film şeridi gibi canlanıyordu. Babamın beni terk edişi, seanslarım, uğradığım taciz, işlediğim cinayet, tek kalışlarım, ağlayışlarım, aylarca konuşmayışım, yaralarım olduğunda ağlayarak acı içinde uyumalarım... Hepsi gözümde birer birer canlandı. Gözümden bir damla daha yaş düştü, yaslanarak oturduğum kapı ağzından çarpan soğuk öbür gözümde düşmemeye yemin etmiş yaşın yeminini bozdu.

Canım yanıyordu, bu kadar şey çok fazlaydı. Dayanacak gücüm kalmamıştı, her acı çekişimde artık gözüm boş boş tavana bakmak yerine tavan arasındaki bıçağa bakıyordu. Kana susamış bir bıçağa...

Her şey ayağa kalkıp bıçağı yerinden almak kadar kolaydı, ya da o kadar zordu. İkisi de olabilirdi.

Saat kaçtı tam bilmiyordum ama hava aydınlanmıştı, dün bu mektubu aldığımdan beri tek ettiğim kelime Rüveyda'ya 'sonra konuşuruz' olmuştu. Ne kadar kalmakta ısrarcı olsa da yalnız kalmaya ihtiyacım olduğunu anlamış olmalı ki daha fazla üzerime gelmemiş gitmişti. Dünden bu yana telefonum zır zır çalmıştı ve bir süre sonra temelli susmuştu. Muhtemelen şarjı artık Rüveyda'nın üşenmeden bastığı ara tuşuna artık dayanamıyordu. Buna bende dayanamıyordum. Dünden bu yana her konuyu ince ince düşünmüştüm, uyuklamış ufacık bir sokaktan gelen sese sıçrayarak uyanmıştım. Şimdi ise sabahı sabah etmiş hiçbir konuda bir karara varamamış bir gram bile kendimi iyi hissedememiştim.

Elimdeki kâğıdı avuç içime buruştura buruştura çektim ve karşıma doğru fırlattım. Üst katta koridorda kapıya yaslanmış vaziyette oturuyordum. Dünden beri ağzıma tek lokma koymamıştım, karnım gece boyu guruldamıştı. Ev de tek çıkan ses ara sıra dudaklarımdan kaçan hıçkırık ve açlıktan guruldayan karnımın sesiydi. Tüm bedenim bile bu hayata son vermemi istiyordu ama bedenim 'bir umut.' Diyordu. Bir umut mutlu olabilirsin, belki bunlar geçebilir diyordu.

Ben ölüme bundan yıllar önce karar vermiştim, kokusunu tenini ve sesini tanımadığım bir adamdı beni vazgeçiren. Güzel bir hayatın sadece hayali ve ihtimaliydi çünkü bu bana öyle uzak bir ihtimaldi ki hayali bile yaşamaya değer kılıyordu. Belki bir adamla tanışacaktım, belki Atlası yeniden tanıyacaktım ama mutlaka birine kalbimi verecektim. Bunu hak ediyordum, bu kadarını hak ediyordum. Masumluğum elimden kayıp gitmiş olsa da ben hala bendim. Tenimle, aklımla, vücudumla, kokumla, sesimle ve gülüşümle ben hala bendim. Mutlaka biri gülüşüme âşık olacaktı, belki saçlarıma ya da saçlarımın kokusuna belki tenimin kokusuna fark etmezdi. Ama biri mutlaka beni ben olduğum için sevecek ve beni geleceğe koşar adımlarla götürecekti, sanki geçmişten kaçırırcasına güle oynaya geçecektik bu günleri.

Henüz gelecekte değildim, geçmişte de değildim. Sadece Araftaydım. Araftan çıktığımda yaşamaya değer bir hayatım olacaktı, ailemin yokluğunu bana hissettirmeyen bir adam, bir arkadaş ve kurduğum bir aile olacaktı. Buna inanıyordum, tüm hücrelerimle sadece bu ihtimal için yaşıyordum.

'Boşa yaşıyorsun öyleyse.' O kadar yorgun ve bitkin hissediyordum ki aklımda ara ara konuşan Vahanın sözlerini bile yanıtsız bırakıyordum. Benim için hayat durmuştu, gözlerim tek bir yere sabitti, nereye sabit olduğunu bende bilmiyordum çünkü dikkatim orda değildi.

'Yaşamak istiyorsan, kendin için yaşa. Başkalarını bahane ederek sebeplerin arkasına saklanma.' Gece boyu ettiği kelimeler sadece öğütlerden ibaretti ve artık can sıkmaya başlamıştı. Dayanma gücümün olmadığı bir noktada, yine çok yanlış zamanda ortaya çıkıyordu. ''Cinayetlerine kadınları kurtarmak için devam ettin değil mi Vaha?'' dedim yarı alayla. Vahayı görmezden gelirsek şu an gerçek anlamda delirdiğimi hissedebiliyordum. ''Öyleyse benim hayatımı neden kurtarmadın en başında.'' Vahadan bir yanıt gelmedi, işine gelmediğinde hep böyle yapıyordu. Kuyruğunu kıstırıp kaçıyordu.

''Neden hazır elini kana bulamışken benim de canıma kıymadın? Zaten bir kere elini kana buladın, son bir kere daha bulasaydın.'' Derin bir nefes aldım. Gözümden bir damla daha düşmüştü.

'Kan bir kez döküldü mü, devamı gelir.' Dedi çok bilmiş bir tavırla. İşine gelene yanıt ver, gelmeyene verme. Aman ne güzel!

''Edebiyatlarını dinleyecek bir halde değilim Vaha. Cinayet fantezilerini ve bu işe başlama hikayeni sonra uzun uzun dinlerim inşallah.'' Diye mırıldandım ayağa kalkarken. Bir duş alıp kendime gelsem iyi olacaktı. 'Unutma ki cinayet fantazilerini ben yapsam da sende şahit oluyorsun.'

''Mecburen.'' Diye ekledim ve odamın kapısını açtım. Tüm bedenim uyuşmuştu ve ağrıyordu.

'' 'İnsan üzerinde hep bir yük oluşturan ve suça meylettiren bir ten taşır ve ona boyun eğer.' Sefiller de böyle yazıyor. Biz de boyun eğdik Mabel.''

''Ah demek boş vakitlerinde kitaplığımdaki kitaplarımı da okuyorsun. Harika! Kültür seviyemi de yükseltiyorsun maşallah sende yok yok.'' Aklımda bir kıkırtı yankılandı. Zorlukla başımı ovalayıp suyu açtım. ''Başım ağrıyor, mümkünse içinden gül.''

'Teknik olarak içimden gülüyorum.'

''Ah espri seviyen de yüksek, bak ne diyeceğim iş bulamazsam sana haber vereyim. Senden harika bir komedyen olur.'' Su ısınmaya başlarken üzerimdekileri çıkardım ve suyun soğuk sıcaklığına bakmadan içine girdim. Neyse ki su ılımıştı. Vahadan bir ses gelmediğinde rahatça bir nefes verip dizlerimi kendime çektim ve başımı yasladım.

Bedenim zihnim o kadar yorgundu ki, uykuyla bile dinlenemiyordum. Gerçi adam akıllı uyuyamıyordum da. Acaba kendimi yatağa kelepçelese miydim? Vaha çıksa da böylece uyumaktan başka çaresi kalmazdı bende uykumu alırdım. Rüveyda da akşama gelir beni çözerdi.

Tabi ona da güvenebilseydim...

Şişmiş gözlerimi bir kere daha ovaladım. Gözlerimden uyku akıyordu, bedenim güçsüzdü. Kafamı yasladığım dizlerimden çektim ve arkama yaslanarak suyu kapattım. Küvet dolmuştu, hızlı dolup hızlı sıcaklaşması en büyük özelliği olabilirdi.

Gözlerim ağlamanın ve uykusuzluğun etkisiyle git gide kapanırken suyun içine doğru daha çok kendimi kaydırdım. Sanki yatağımdaydım ve soğuk gelmemesi için yorganın içine doğru kayıyor gibiydim. İlk defa Vaha yüzünden değil, hastalıktan değil, güçsüzlükten değil uykusuzluktan kendi isteğimle gözlerimi kapatıp karanlığa teslim olmuştum.

12 Saat sonra..

Yine karanlığın içinde bir aydınlıktaydım. Bu nasıl oluyordu bilmiyordum ama soğuktu, her yer soğuktu. Beni titretiyordu ama titreyen şey vücudum değildi, içimdi.

Sanki biri ciğerlerime soğuk hava üflemiş gibi hissediyordum. Uzaklardan bir ses geliyordu kulağıma... Bu ses bir çocuk sesiydi ve oldukça tanıdıktı. Sonra bir kız çocuk göründü gözüme, ses bir erkek çocuğunun sesiydi ama görüntü kız görüntüsüydü.

''Önüme binmek ister misin?'' önümde gözlerinden dünyada bir tane olan çocuğa baktım. Dört tekerlekli bir bisikletin üstünde gülümseyerek bana bakıyordu, eli önünü işaret edercesine bana dönüktü. Dişlerimi göstererek gülümsedim kafamı aşağı yukarı sallarken. ''Bisiklet sürmeyi çok merak ediyorum.'' Elini bana doğru uzattığında tuttum ve yaklaşıp küçük adımlarımla yan şekilde oturmaya çalıştım. ''Sıkı tutun ama yoksa düşersin canın çok acır.''

''Tamam Atlas. Hızlı sürme ama korkuyorum.'' Kulağım arkasında güldüğü için gelen nefesi beni gıdıklamıştı. Kafamı hafifçe çevirdim. ''Atlas.''

''Efendim Kıvırcık.''

Gülen yüzüm solarken bir elimi kenardan çektim ve Atlas'a vurdum. ''Yavaş ikimizde düşeceğiz yaralanacağız. Sonra annemler bize çok kızar. Özellikle seni düşürdüğüm için bana.''

''O zaman beni gıcık etme.''

Hala gülüyordu. ''Tamam tamam. Ne oldu?'' yüzümü korkudan yoldan ayıramıyordum, ne kadar gözlerine bakmayı şu an daha çok istesem de yaralanma fikri daha korkunç geliyordu. Canım acısın istemiyordum. ''Keşke hep böyle kalsak.''

''nasıl?''

''Yan yana.''

Aniden duyduğum gümbürtüyle olduğum yerde sıçradım. Öyle korkmuştum ki kalbim ağzımda atıyordu, aniden sıçradığım için buz gibi su bedenimi bıçak gibi kesmiş ve canımı yakmıştı. Etraf tamamen su olmuş ben ise titrer vaziyette gözlerimi yeni açmıştım.

Gerçekten suyun içinde uyuya mı kalmıştım? Gözlerimi ovuşturup kenardaki bornozumu aldım ve aceleyle sudan çıktım. Her tarafım buz kesmişti. Bornoza sarılır sarılmaz beni korku içinde uyandıran, alacaklı gibi kapıyı çalan kişiyi görmek için aşağı inmeye başladım. Gerçekten bir an kalbimin durduğunu sanmıştım, gördüğüm görüntüler bir bir aklıma düşmeye başlamıştı. Atlas ile geçirdiğim bir anıyı görmüştüm. En güzel anılarımızdan biriydi, o gün bisikletten düşmüştük. Yaralanmamıştık ama üstümüz başımız kirlenmişti.

Kapının önüne geldiğimde delikten gördüğüm mavi gözler beni daha da şaşırtmıştı. Acaba o da benimi rüyasında görmüştü?

Kapıyı aralayarak yüzümü uzattım. ''Hey! Selam, şey pek müsait bir zamanda gelmedim sanırım.''

Kaşlarını belli belirsiz çatmış yüzüme bakarken utançla gülümsedim. ''Şey... Evet.''

''Bu saatte geldiğim için özür dilerim. Dün seni aradım ama telefonun kapalıydı. Bende Rüveyda ile konuştum yalnız kalmak istediğini söylemişsin. Bugün belki daha iyisindir birilerini görmek istersin diye düşündüm bir de seninle konuşacağım bir konu vardı onu da aradan çıkarmak istedim.''

''Şey... öyleyse sen içeri geç bende üzerimi giyinip geleyim.'' Kapının arkasında kalarak biraz daha aralığı genişlettim. Atlas botlarını çıkarıp içeri girerken yüzünü hiç bu tarafa dönmemesine sevinerek kapıyı örttüm ve koşar adımlarla odama çıktım.

Dün pek bir şey konuşamamıştık ama bu kadar çabuk onu görmeyi dünden sonra beklememiştim. Bedenimi güzelce kurulayıp dandik durmayan bir takımımı üzerime geçirdim, saçlarımın ıslaklığını havluyla aldıktan sonra saçımı özenli bir şekilde toplayıp tutturdum.

Havluyla çocuğun karşısına çıkacak değildim, salık çıkarsam da her taraf su içinde olacaktı. En mantıklısı toplamaktı. Hızlıca kendime çeki düzen verdikten sonra aşağı inip Atlas'ın karşısına oturdum. Gözleri üzerimdeydi, yüzümü özellikle de gözlerimi dikkatle inceliyordu.

''Bir sorun mu var?'' dedim paldır küldür buz gibi suyun içinde uyanmamış gibi. Boğazım ağrıyordu ve halsiz hissediyordum. Muhtemelen hasta olacaktım, boğazımdan bir öksürük kaçtığında Atlas'ın kaşları daha çok çatıldı. ''Çok... kötü görünüyorsun.''

Elim anında yüzüme giderken ayağa kalktım ve karşıdaki aynaya doğru yöneldim. ''yani yorgun uykusuz ve biraz hasta gibi.'' Göz altlarım gerçekten morarmıştı ve yüzüm gerçekten çökmüş duruyordu. Gözüm aynanın hemen çaprazındaki saate kaydığında gözlerim irileşti. ''Uykusuz olmam imkânsız en az on saattir uyuyorum.'' Saat dokuz civarındaydı. İki günün uykusuzluğunu sanırım bugün çıkarmıştım. Üstelik uyurken hiç de kendimi rahatsız hissetmemiştim ama şu an her yerim ağrıdan sızlıyordu.

''Mabel, neler olduğunu anlatmak ister misin? Okula gelmiyorsun, kimseyle görüşmüyorsun. Üstelik kocaman evde tek yaşıyorsun.'' Atlas'ın meraklı yüzüne bakarak yerime oturdum. Bunları ona anlatamazdım. Onu da bu bataklığa çekemezdim. Evet ben ona aşıktım ama o bana değildi. Şimdi hiçbir yerden başlayarak anlatamazdım, onun hayatına da taş koyamazdım. Bu kadarı ona çok fazlaydı.

''Annem... Evleniyormuş, beni de düğününde görmek istiyor. Bende gitmek istemiyorum.'' Yaşadığım zorlukların en hafifini anlatarak işin içinden sıyrılmayı seçtim. Atlas şaşkın şekilde bana bakarken burukça gülümsedim. Zaten gülümseyişim genelde hep böyle olurdu. Vaha ne kadar sinsi gülüyorsa bende o kadar buruk gülüyordum. Sanırım bit sadece zıt olarak birbirimizi tamamlayabileceğiz Vaha.

''E..Eğer gitmek istersen yalnız gidemezsen ben seninle gelebilirim. O senin annen sonuçta seni görmek isteyecektir.'' Derin bir nefes alıp yüzümü halıya doğru eğdim. Bu aralar gözüm bir kere bir yere daldı mı kolay kolay oradan ayrılmıyordu zaten.

''Bilemiyorum henüz bir karar vermedim. Ben bunları bir süre konuşmak istemiyorum, sen neden gelmiştin?'' Boğazını temizleyip oturuşunu düzeltti. Sanırım konuşacağı konu onun için oldukça önemliydi, bende istemsiz olarak gerildim ve rahatsızca kıpırdandım.

''Mabel ben.... Seni anlayamıyordum, Yani tanıştığımızdan beri. Şu yanımdaki çocuk vardı ya tarih ödevini onunla yapamadığım için yardım etmeyi teklif ettiğin arkadaşım Eren. Onunla konuştum ve benim göremediğim bazı şeyler anlattı bana, uzaktan nasıl göründüğümüzü ve senin bana nasıl baktığını.''

''nasıl bakıyormuşum?'' dedim tereddütle. Çünkü dışardan anlaşıldıysam şu an utançtan yerin dibine girerdim ve şu an buna da yer yoktu. Yeterince tüm kötü duyguları tatmıştım.

''Nasıl baktığını bilmiyorum belki yanlış anlamıştır ama ben öyleyse de kalbini kırmak istemediğim için gelip konuşmak istedim. Çocukluk anılarımızı hatırlıyorum sen benim için çok değerliydin. Gerçi uzun zaman geçmesine rağmen hala o çocukmuşsun gibi hissediyorum hala çok değerlisin. Ama bunun aşk olduğunu sanmıyorum, yani henüz aşkı tatmadım bu yüzden bilmiyorum. Sana verdiğim bir değer var ama bu aşk değilse senin üzülmeni istemiyorum.''

Demek ki kendini çok belli etmişsin Mabel. ''Şey... Yani bende aynıyım. Sana verdiğim bir değer var ama bu aşk mı bilmiyorum.'' Bu aşk, bunu biliyorum.

Ne kadar sevmesem de yine yalan söylemek zorundaydım. Hiçbir yalan sevdiğim adama söylediğim yalan kadar zor değildi şimdiye kadar, sanki her bir sözde bin parçaya ayrılıyordu kalbim. Ama bin parçada bu kadar acıtıyorsa doğruyu söylediğimde ayrılacak milyonlarca parça benim canımı daha çok acıtacaktı. İlk defa yalanı seçtiğime pişman olmamıştım.

''Öyleyse arkadaşız.'' Dedi rahatlamış bir şekilde gülümserken. Bende yine yalan bir ifadeyle gülümsedim, canım ne kadar yandıysa o kadar sevinmiş gibi yaptım.

''Öyleyse arkadaşız.''

''Buna bu kadar sevineceğini düşünmemiştim.''

Gözlerim yanmaya başladığında gülerek gözlerimi çaktırmadan sildim. ''bende. Neyse bu konuyu hallettiğimize göre kahve içmek ister misin?'' Gözlerim git gide yanarken art arda üç kere öksürdüm. ''Üşüttün mü sen?'' Yok canım, sadece on saatten fazla soğuk suyun içinde çırılçıplaktım.

''Sanırım.''

''Saat geç oldu aslında ben gitsem iyi olur. Altı civarında gelmiştim ama evde yoktun, bende seni görmeden eve girmek istemedim.'' Belli belirsiz gülümsedim. En azından hala can yakıcı da olsa düşünüyordu.

''Peki madem, sen bilirsin.'' Atlas yavaşça ayaklanırken yine çıkarmadığı montunun önünü kapatarak kapıya doğru ilerledi. Onu yolculamak için peşinden ilerlerken hasta olduğumdan olsa gerek sıcakladım. Sanki ev çok havasız ve sıcak gibi gelmişti, gözlerim alev alev yanıyordu.

Kapıya geldiğimizde Atlas benden önce açmış botlarını giyinmişti bile. Boğazımı kaşıyıp üstümdeki kazağın yakasını çekiştirdim. Gerçekten evde oldukça daralmış sayılırdım.

''Rüveyda'ya da haber ver istersen seni oldukça merak ediyordu. Bir sürü aradım mesaj attım falan diye anlatıyordu da çok hızlı konuştuğu için bazı yerleri yakalayamadım.'' Kıkırdayarak kapıya yaslandım. ''Doğrudur, Rüveyda bu şaşırtmadı.'' O da gülerek kafasını aşağı yukarı salladı.

''öyleyse bir şey olursa aramaktan çekinmiyorsun ve bir an önce okula dönüyorsun yoksa kalacaksın devamsızlıktan.''

''Merak etme halledeceğim onu bir şekil.'' Atlas el sallayarak bahçe kapısına yönelirken kapıyı kapattım ve kazağın yakasını tekrar çekiştirdim. Belki de bende çıkıp biraz hava almalıydım.

''Çıkmak için mi zorluyorsun Vaha, yoksa artık nefes almaya bile dayanamıyor muyum?''

Ses yoktu, ev yine ıpıssızdı. Evin içinde sadece girişin açık lambası ve benim nefes seslerim vardı. Alamadığım, aldığımı hissetmediğim nefes sesim...

''Belki de hava almalıyım?'' dedim komodinin üstündeki aynadan kendime bakarken. Saçlarım hala ıslaktı ama o kadar umurumda değildi ki, her türlü hastalığın bulduğu bir bünye gribi ya da soğuk algınlığını hissetmezdi bile. Çünkü bu benim en hafif hastalığım olurdu.

''Evet evet, hava almalıyım.'' Dedim kendi kendime. Askılıktan montumu giydikten sonra şapkasını örtüp kapıyı açtım ve ayakkabılıktan botlarımı çıkarıp komodinin çekmecesinde her zaman bulundurduğum paradan biraz alıp anahtarla beraber cebime attım.

Saat kaçtı hala tam bilmiyordum ama oldukça geç olmalıydı, belki on civarıydı belki de dokuz.

Botlarımın fermuarını çektikten sonra kapıyı ardımdan çekip bahçe kapısına doğru ilerledim. Şimdiden buz gibi hava henüz ısınamamış içime işlemiş ve titretmişti. Bunun dakikalardan daha uzun süreceğini bilmek başım da ki ağrıyı güçlendirse de buna ihtiyacım var gibi hissediyordum. Sanki aklımı meşgul edersem artık dayanılmaz acılar bir süre görünmez olacak ve nefes almama izin verecekti.

Belki parçalara ayrılan kalbim kısa süre için de olsa ateşkes yapıp tekrar birleşecekti.

Evden çıktım ve yolun sol tarafından yürümeye başladım, nereye gittiğimi bilmiyordum. Açıkçası umursamıyordum da çünkü soğuk benim için dayanılmaz olduğunda yolda bayılmak yerine taksiye binecek ve eve dönecektim.

Artık ufacık bir zayıflık belirtisinde Vahanın bunu kullanarak ortaya çıktığının bilincine varmıştım. Elimden geldikçe güçlü kalmaya çalışacaktım.

En azından İdil hanımın bu konuda yalan söylemediğini düşünerek onu dinleyecektim. Önümdeki yol ayırımında duraksayıp sağdan devam ettim. Bu sokakları tam bilmiyordum genelde yürümeyi pek seven bir insan değildim o yüzden genelde yürümez ya taksiye binerdim ya da otobüse.

Şimdi ise en zayıf anıma kadar yürümek istiyordum, en azından bugün nefes almak istiyordum.

'Sen zaten nefes alıyorsun.'

Vahanın belli belirsiz ortaya çıkışları ne kadar sinirimi bozsa da ondan başka kimsem yoktu. Gün geçtikçe bunu daha iyi anlıyordum. İdil hanım bana yalan söylemişti, Rüveyda beni korumak için bile olsa arkamdan iş çevirmişti ve Atlas... Onun için hiçbir zaman düşündüğüm gibi bir konumda olmayacaktım. Bu da gün geçtikçe daha iyi anladığım şeylerden biriydi.

'Sonunda bunu anladığına çok sevindim.'

''seni memnun etmek için söylemedim.'' Gerçek olduğu için söyledim.

'Bende gerçeği anladığına çok sevindim zaten.' Derin bir nefes vererek yürümeye devam ediyordum. Köşeyi dönmek için adım atacağım sırada duyduğum birkaç hışırtıyla duraksadım. Aklım dalgındı ama kulaklarım şans eseri de olsa duymuştu. Bu bir hayvan kıpırtısı mıydı? Yoksa başka bir şey miydi?

İçime belli belirsiz bir kuşku düştüğünde tüm vücudumun gerilmeye başladığını hissettim. Bacağım kendiliğinden ritim tutmaya başlamıştı bile. Yüzümü ne olduğunu görmek için hafifçe eğdim, şapkam biraz büyük olduğu için gözlerime kadar inmişti. Elimle kafamdan şapkayı indirdiğimde gördüğüm görünce tüm bedenim kaskatı kesilmişti.

'İşte şimdi gerçekten nefes almıyorsun.'

Gerçekten şimdi nefes almıyordum. Bedenim kilitlenmişti ne nefes alabiliyordum ne hareket edebiliyordum. Tüm bedenim soğuğa küfretmiş alev alev yanmaya başlamıştı. Bu vahaydı, artık onu ayırt edebiliyordum çünkü onun alevi her şeyden daha çok yakıyordu.

Gözlerimin yanmasıyla yaşların akması bir oldu. Geri adım atmak istedim ama ayaklarım hareket etmiyordu. Ellerim titremeye başlamıştı, ayaklarım sanki yok gibi hareketsizdi. Gözlerimden yaşlar şarıl şarıl akıyordu. Bağırmak istemiştim ama sanki biri boğazımı sesimi kesmek istercesine sıkıyordu. 'Yardım edin.' Diye bağırmak istemiştim. 'Biri daha ölüyor.' Diye bağırmak istemiştim ama ses tellerim yok gibi tek bir tını bile çıkaramıyordum.

Buz tutmuş soğuktan titreyen dudaklarım alev alev yanan göz yaşlarımla ısınmıştı. Dudaklarımı zar zor hareket ettirebildiğimde yine sığınabileceğim tek insana sığındım. ''N..neden.... Bağırmıyor?'' dedim fısıltıyla. Sesim çıkmıyordu. Biri benim ses tellerimi çıkarmış olmalıydı çünkü bedenimde git gide harlanan bir ateşten başka hiçbir şey hissetmiyordum.

Göz yaşlarım akmaya hala devam ediyordu, dudağım titremeye ve bedenim hareketsiz şekilde kalırken ellerim de dudaklarıma ayak uydurmaya devam ediyor ben bin parçaya ayrılmaya devam ederken öylece izliyorlardı. 'Çünkü o bir Lal.'

Çünkü o bir Lal, o bir dilsiz.

Canı yanıyor, başka bir adam bedenine izinsiz dokunuyor ama o bağıramıyor. Canı yanıyor ama onu kimse duyamıyor. Bağırmak kaçmak kendini korumak ve kurtarmak istiyor ama yapamıyor. Aynı benim gibi, aynı yedi yaşım gibi. Ama ben yedi yaşımda bile ondan daha şanslıydım çünkü ben bağırabilmiştim kimse duymamıştı, kurtulabilmiştim. Çünkü beni kurtaran bir çöl tilkisi vardı.

Vaha bana daha önce 'Bir gün senin gibi yardıma muhtaç birine denk geleceksin. Yardım etme cesaretin olmayacak, korkacaksın. O kızı yedi yaşın sanacaksın, ellerin titreyecek. Kaçmak isteyeceksin ama yardım etmen gerektiği için ayakların geri geri gitmeyecek. O zaman anlayacak ve beni bir daha çağıracaksın.' Böyle bir cümle kurmuştu.

Ben ise o zamanlar inanmamıştım çünkü Vahayı anlamak demek artık bedeni paylaşmaktan öteye gitmek artık ruhu da paylaşmak demekti.

''Onu kurtarmak istiyorum... Bağırıp yardım çağırmak istiyorum ama....'' Diye mırıldandım titreyen sesimle.

'Ama ne?'

''Genelde duymazlar beni...''

'Duyacaklar.'

Derin bir nefes aldım, ne demek istediğini çok iyi biliyordum. Bedenimde ki o her dakika harlanan ateşi çok iyi biliyordum.

'Bana izin vermelisin Mabel.' Bedenini bana vermelisin Mabel.

Ve ben.... Bir şeytanı ruhumu paylaşmaya davet etmiştim.

Gözlerimi kapattım ve tüm alevlerin bedenimi sarmasına izin verdim.

''Onu... Öldüreceksen... İzin senin.''

VAHA

Yıllar sonra, çok uzun zaman sonra ilk defa saniyeler içinde beden benim için hazırdı. Sarsılmadan, düşmeden, beklemeden. Saniyeler içinde tüm güç tüm hakimiyet bendeydi. Mabel kendi isteğiyle bana her izin verdiğinde daha da güçlü çıkıyordum ortaya.

Ateşimi harlayan şey sadece benim öfkem değildi, Mabel'in de öfkesiydi. Dediğim olmuştu, bir gün olacağını biliyordum ama o günün bugün olacağını hiç tahmin etmemiştim.

Boğuşma sesleri hala devam ediyordu gözümü etrafa kaydırdım ve orta kalınlıkla kenarı atılmış odunlardan uzun olanını elime aldım. Bir ucunu yerde sürüklenecek vaziyette tutarak başımı dik tuttum ve arkalarından boğuşma sesinin olduğu birazdan cinayet mahali olacak yere doğru ilerlemeye başladım. Aldığım her nefes ateşimi harlıyordu, duyamadığım her çığlık öfkemi harlıyordu.

Hırpalanan ve şiddet gördüğü yüzünden belli olan kadına gözüm iliştiğinde işime her zamankinden erken başlayarak sözlerimle onu kurtarma görevime başlangıç yaptım.

'' 'Şiddet, ahlak seviyesi düşük erkeklere her zaman çekici gelmiştir.' Demiş Einstein. Bu sözün doğruluğunu her gün tekrar tekrar fark ediyorum.'' Adam kadının üzerinden çekildi, şaşkınca bana bakarken bir yandan panikle üzerini düzeltmeye çalışıyordu kadın ise buz kesmiş gibi öylece gökyüzüne bakıyordu. Sanki yalvarıyordu 'Canımı alın.' Diye.

İçimin sızladığını hissettim.

''Senin, sizin gibileri gördükçe daha iyi anlıyorum bazı gerçekleri.'' Dedim keskin hava kadar soğuk ses tonumla. ''Sende birazdan benim gerçeklerimi daha iyi anlayacaksın.'' Adamın önüne geldiğimde dudaklarını aralamıştı ki sürüklediğim odunu tek bir hamlede kaldırıp yüzüne geçirdim.

Acı bir inlemeyle yere yığılan yüzü net belli olmayan adam elini yüzüne tutarken yüzünün öbür tarafına da odunla vurdum. Sırt üstü yere düşmüştü dağılmaya başlayan yüzüyle, her vurduğumda içimin sızlayışı daha derinlere batıyordu. Gözüm hemen yanda uzanan gözlerini kırpmadan gökyüzüne bakan kadına döndü.

Hala kıpırdamıyordu, kaşlarım belli belirsiz çatıldı. Elimdeki odun yere düştü, içinde milyonlarca tilkiler dönen aklım gerçeği idrak edememişti. Hızlı adımlarla kadının yanına vardığımda artık nefes almadığını fark ettim. Kadın bile dememeliydim aslında, genç bir kızdı. Daha da kötüsü yaralıydı.

Artık nefes almıyordu, gözleri gökyüzüne 'Canımı al.' Diye bakmıyordu. 'Canımı aldığın için teşekkür ederim.' Diye bakıyordu. Bir adım geriye gittim. Mabel'in alamadığı o nefes şimdi bana da haram olmuştu.

''Öldürdün mü lan...'' Dedim fısıltı gibi çıkan bir sesle. Arkamdan ağır öksürük sesleri, Ağlayış ve yanmış canın iniltisi geliyordu. ''Ö..Öldürmüşsün...'' dedim bu kez de nefes bile almadan.

Kalbim sanki atmayı kesmişti. Korkan bağıran çok kadın görmüştüm, kaçmaya çalışırken onu yakalayıp kurtardığım da çok kadın olmuştu ama böylesi... Böylesi ilk defa karşıma çıkmıştı.

Buna hazırlıklı değildim, bu bir ilkti. Kalbi bin parçaya ayrılan sadece Mabel değildi, ruh ikizim olarak benimki de ayrılmaya başlamıştı. Yere bıraktığım oduna çevirdim yüzümü.

Zor olmasına aldırmadan güçlükle derin bir nefes aldım ve eğilip yerdeki odunu iyice kavradım. ''Seni bu kadını ayırdığın parça sayısı kadar parçalara böleceğim.''

Arkamı döndüm ve oldukça ağır adımlarla ilerledim. Her şeyi yavaş yavaş yapmak istiyordum, her saniyeyi dakikalar boyu hissetsin istiyordum. Her acıyı, her ölüm sızısını ve her ölüm korkusunu saniye saniye hissetsin istiyordum.

Acı içinde kıvranıyor ve inliyordu. Tam önüne geldiğimde sağlam kalmış gözüyle bana baktı, gözlerinde ölüm korkusu vardı. Odunu tam önüme getirip kuvvetli şekilde tuttum.

''Senin hislerin nerde?'' dedi zorlukla inleyerek. Odunu kaldırıp iki kez toprağa vurdum.

''Birazdan gideceğin yerde.'' Odunu kaldırdım ve elimle özenle kavrayarak sağ kalmış gözünün üzerine vurdum, şimdiye çoktan bayılması gerekiyordu ama şans eseri olsa gerek bayılmamıştı. Yüzüne vurduğum sert darbeden sonra acı dolu inlemeler kesildi. Yüzünden sonra kollarına ve karın bölgesine sert darbeleri alt alta indirmeye başladım. Üzerime tüm kan boşalıyordu, etrafa da öyle. Umursamadım, tüm bedenim kan şelalesi olsa bile bu adamı parçalara ayırmadan buradan gitmeyecektim.

Karın bölgesinin artık bakılmaz hale geldiğini gördüğümde daha da aşağıya indim. Ayaklarına kadar, ellerinden parmak uçlarına kadar her bir zerresi parçalara ayrılmıştı. Derin bir nefes aldım ve kana bulanmış odunu önüme getirip yere sabitledim.

''Kapanmamış kulağın.... Tek duyacağı, kadın çığlıklarıdır.''

Hala taze kan akan oduna yüzümü eğdim. ''ne dersin? Bu dünya da bizim de bir izimiz olsun mu?''

Odun odundu, ben ise Vahaydım. O cevap vermedi, bense verdiğini duydum. Odunu sürükleyerek cesedin parçalarını önemsemeden M harfi çizdim. Bu kez M'nin tersi olan iki V olan W bırakmayacaktım. Bu cinayet Mabel'in bana emretmesiyle olmuştu. Bu cinayet onun eseriydi. Bu yüzden bu cinayetin bu sözün arkasında olması gereken Vaha değil, Mabeldi. Bu ölüm emrini bana Mabel vermişti.

W nun değil bu kez M harfinin üzerine ilk defa bıçağımın üzerindeki yazıyı yazdım.

'Kapanmamış kulağın, tek duyacağı kadın çığlıklarıdır.'

 

Loading...
0%