@byzloey
|
V A H A Etraf ağır bir ölüm kokusuyla doluydu, karanlık artık sadece ateşle tanımlanmıyordu. Kan kokusu da eklenmişti, etraf sıcak ve kan kokuyordu hava ise karanlıktı. Normal bir insanın midesi kaldırmazdı. Bunca çirkinliği kaldıran mideleri bu iğrençlerin öldüğü görüntüyü kaldırmazdı. Çünkü onlar çok ahlaklı ve hassaslardı (!) Derin bir nefes aldım, koku iğrenç olabilirdi. Ama kan dökmeye sebep olan şeyler hatırlandığında bu iğrençlik tamamen kayboluyordu. En azından benim gözümde kayboluyordu. Derin bir nefes daha aldım. Cinayetimin üzerinden bir iki saat geçmişti, öyle ıssız bir araydı ki şansıma kimse gelip gitmemişti. Asıl şanslı olduğum konu kimsenin duymamış olmasıydı, zaten böyle bir şey yapan adam özellikle böyle bir yer bulmuş olmalıydı. ''Şimdi bu vaziyette sokağa nasıl çıkacağım üzerimdeki bozuk kanla.'' Diye mırıldandım. Benim için sorun yoktu, saatlerce böyle kalabilirdim ama asıl sorun bu şekilde eve gitmem mümkün değildi. Gündüz zaten buradan adım attığım an yakalanırdım. Mabel'in evinin olduğu sokağa giden yollar mekanlarla doluydu. Bu şekilde o yoldan geçmem mümkün değildi. Kenarı bıraktığım temiz montu üzerime giydim ve önümü kapattım. En azından üst kısmımdaki kanları gizleyebilmiştim. Odunu diğer odunlarla beraber yakmıştım, neyse ki ben sigara içiyor içtiğim için de Mabel'in neredeyse tüm montlarına da çakmak koyuyordum. Paketi her seferinde çöpe atan Mabel neyse ki çakmakları lazım olur düşüncesiyle atmıyordu. Son kez cinayet mahalime baktım, kusursuz görünüyordu. Etrafta bir kusur bir şey bulamayınca memnun bir ifadeyle parçaları etrafa dağılmış cesede baktım, ardından da üzerini ölmesine rağmen üşümemesi için bulduğum şeylerle örttüğüm yanında yatan kadın cesedine. İçim tekrar cız etti ve sertçe yutkunarak yüzümü çevirdim. ''işte bu senin yedi yaşın Mabel.'' Mabel'in geldiği yoldan dönmedim, farklı yola saptım ve ileride çıkmaz sokak oluşturan duvar olduğunu bildiğim yoldan ilerlemeye devam ettim. Duvarın diğer tarafına atlayarak kameralardan kendimi saklayacaktım. Bu yaptığım en riskli işti, aynı zamanda yakalanmaya en açık cinayetimdi. Çünkü ilk defa gözüm dönmüştü, ilk defa bir olay bana zor gelmişti. Yolumu kapatan duvarın önüne vardığımda etrafımı kontrol ederek kenardan destek aldım ve duvarın üstüne tırmanmaya başladım. Neyse ki Mabel olarak evden çıkmıştım yoksa ayağımda topuklularla bu duvara tırmanmam biraz imkânsız olurdu. Botların kaygan olmaması yararıma olmuş beni duvarın üstüne ulaştırmıştı. Üstüne ulaştığım duvarın öbür tarafına atlayarak yaraladığım elimi çırptım. Ufak bir çizikti ama umarım buralara kadar incelemeye alınmazdı çünkü şu an duvarın tepesini temizleyemezdim. ''Bugün hayatımın en beceriksiz olduğum günü olabilir.'' Diye mırıldandım arkamdaki duvarda kalmış kan izime bakarken. Gerçekten bugün olabildiğince kötü geçiyordu. Ardımda ilk defa iz bırakmak zorunda kalmıştım. Etraftan dikkat çekmeden gitmem gerekliydi, o yüzden tekrar çıkmak yerine arkamı döndüm ve olabildiğince hızlı Mabel'in evinin tersi yönüne ilerledim. Gidebileceğim ve bana yardım edebileceğine inandığım tek bir kişi vardı, ne kadar zıt taraflarda olsak da beni satmayacağına emin olduğum tek bir kişi. Yolumu onun evine doğru yönelterek adımlarımı oldukça hızlandırdım, yüzüm yere eğik değil aksine oldukça dikti çünkü kameraların olup olmadığı tarafları inceliyordum. Ne kadar görünmez olursam o kadar iyiydi çünkü. Etrafımdan geçen insanlar olduğunda biraz daha uzaklaşıp karanlığın üzerimdeki kanları gizlemesine izin veriyordum. Her şey düşündüğümden daha rahat ilerliyordu. İleri de daha aydınlık sokak lambalarının daha fazla olduğu sokağa geldiğimde kalabalığın gitmesi için arkam dönük bir süre bekledim. Neyse ki çok geniş bir alandı ve dikkat çekmiyordum. Tahmini on beş dakikanın ardından yol boşaldığında hızlı adımlarımla dikkat çekmemeye özen göstererek önümdeki merdivenlerden ikişer ikişer çıktım ve gelmek istediğim sokağa vardım. Şimdi sadece dört bina ileride kalan eve girmem yeterliydi. Umarım cinayette yakalanmadığım polise hırsız olarak yakalanmazdım. Aksi halde bu oldukça komik olurdu. Kendi kendime gülerek üçüncü binayı da geçtim ve geldiğim binanın kenarından öbür tarafına doğru dolandım. Rüveyda'nın annesi ona oda cezası verdiği zamanlarda Mabel ve Setenay Rüveyda'yı yalnız bırakmamak için buraya bir merdiven getirmiş ve onu burada sarmaşıkların arkasına saklamışlardı. Merdiveni kenarlarından tutup Rüveyda'nın yan odasının önüne yerleştirdim. Sessiz olmaya özen gösteriyordum, saat gece yarısına gelmişti çünkü ve ışığı yanan çok az ev vardı. Rüveyda'nın odasının ışığı yanıyordu ve ışığı tabi ki de Pembeydi. Merdiveni sabitledikten sonra sessiz ve dikkatlice merdivenden yukarı tırmanmaya başladım. Her adım attığımda uzaktan gelmeye başlayan bir keman sesi daha çok yaklaşıyordu. Rüveyda keman çalıyordu, merdivenden çıktıktan sonra bozuk olduğunu bildiğim pencereyi yukarı kaldırıp evin içine sessiz adımlarla girdim. Pencere kendi kendine düşmeden son anda yakalayıp rahat bir nefes bıraktım ve pencereyi sessizce kapattım. Bu oda Rüveyda'nın hemen yan odası, annesinin ise iki yan odasıydı. Ayağımdaki botları çıkarıp kenara bıraktım ve parmak ucunda kapıya doğru ilerleyip sessizce kapıyı açtım, Rüveyda'nın kapısı açıktı ama arkası bana dönük olduğu için görmemişti. Cam kısmında çapraz duruyor tüm dikkatiyle önündeki notaya bakıyordu. Sessizce içeri girdikten sonra kapıyı kapatmadan arada ufacık mesafe kalacak şekilde örttüm. Şu an oldukça rahatsızdım ama Rüveyda'nın melodisi o kadar güzeldi ki bu vaziyette kollarımı birbirine bağlayarak duvara yaslandım ve onu dinlemeye başladım. Benim hediye ettiğim kemanla çalıyordu. Kemandan cızırtılı bir ses çıktığında Rüveyda hırıltılı bir ses çıkardı. ''Belki de bırakmalıyım, eskisi gibi çalamıyorum.'' Dedi üzgün bir sesle, aslında oldukça iyi çalıyordu. Hatta hata yapmadan devam etseydi yapmamış olacaktı benim gözümde. ''Sen bu kadar kolay pes eder miydin?'' dedim sırıtarak, öylesine korkmuştu ki kemanı elinden düşürdü ve yere düşmeden son anda yakalayarak korku dolu bir ifadeyle bana baktı. ''M...Mabel?'' gülümsememem genişledi. Kaşları çatıldı ve sertçe yutkundu. ''Vaha? Sen... merdivenden çıktın tabi.'' gülümsemem daha çok gülümsedi. ''Sen Mabel'e, Mabel sana bürünüyor artık hanginiz olduğunu tahmin edemiyorum.'' Bakışları yüzümden boynuma ve üzerime indiğinde gözleri irileşti ve bu kez sesli olacak şekilde yutkundu. ''Tabi Vaha'nın kendine has kan temalı bir tarzı var.'' Diye mırıldandı. Sesli gülmekten kendimi alı koyamadım. ''Ne olduğunu sormaya korkuyorum. '' gülerken geriye yasladığım kafamı indirdim ve gözlerimi gözlerine diktim. Benim aksime oldukça rahatsızdı ve gerilmişti. ''Bu şekilde evine gelmek istemezdim ama pek şansım yoktu.'' Elindeki kemanı yatağın üzerine bıraktı ve önüme gelip kollarını beline koydu. ''Neler oldu? Neden bu halde geldin? Polisten mi kaçtın yoksa? Eyvah! Sıçtık, sakın buraya kadar takip edildim deme!'' Beline koyduğu elleri konuşurken yanaklarına gitmiş gözleri mümkünmüş gibi daha da irileşmişti. ''Öyle bir şey yok Rüveyda kes artık polisiye filmler izlemeyi.'' Ellerini yanaklarından indirdi ve rahat bir nefes verdi, hatta öyle sesli ve fazla verdi ki gözlerimi kapatıp tüm yüzümden rüzgâr gibi nefesinin esmesini bekledim. ''Soğan mı yedin sen?'' ''Ha şey, annem döner yaptırmış da.'' Gözlerimi açıp dik dik ona baktım. ''Ne var? Soğan yiyenleri de öldürmüyorsundur herhalde?'' Arkasını döndü ve yatağına oturup tekrar bana döndü, kollarını kaldırıp esneme hareketleri yapıyor bir yandan da olanları anlatmam için gözlerini dikmiş bana bakıyordu. ''Gecenin birinde evime üstün başın kan içinde geliyorsun, benimse tek istediğim ne olduğunu öğrenmek. Biliyorsun ki ben meraklı bir insanım.'' ''Bir de ispiyoncu.'' Diye ekledim ve yatağının yanına gidip oturacağım sırada çığırması üzerine oturmadan eğilmiş vaziyette kaldım. ''Kanlı üstünle yatağıma oturmayacaksın herhalde? Senin yüzünden annemi kaldıracağım ne çığırtıyorsun beni.'' Sona doğru fısıldaması gözüme oldukça komik görünmüştü. ''Madem öyle kıyafet ver bana, hatta bir duş alsam efsane olur. Yoksa çarşaf yorgan hep kan olacak.'' Masum masum kirpiklerimi kırpıştırıp gülümsedim. Rüveyda nutku tutulmuş şekilde bana bakarak kendine yavaş bir tokat attı. ''Yok bence hasta olan siz değilsiniz, benim. Ben de şizofrenlik var.'' Ayağa kalkıp dolabından iki parça kıyafet çıkardı ama çıkardığı kıyafetler mor renkti, beğenmemiş gibi kafasını sağa sola sallayıp dolabın içine geri fırlattı ve açık kırmızı bir takım çıkardı. ''Hah tam senlik. En sevdiğin renk bak.'' Yatağın yanına fırlatıp en alt çekmeceye eğildi.''En sevdiğim renk Mavi.'' Dedim net bir şekilde, duraksadı. Gözleri irileşmiş şekilde bana döndü. ''Hadi canım!'' ona 'ne var?' der gibi kafa salladım. ''Mabel'in de öyle.'' Bunu bildiğim için şaşırmamıştım, aslında başka bir şeye şaşırdı sanmıştım ama pek de şaşırılacak bir şey ortada yoktu. Alt çekmeceden çıkardığı havluyu da kıyafetlerin yanına çıkardı sonra solundaki komodin den kutuda iç çamaşır çıkarıp yatağa koydu. ''Bizim evimiz sizinki kadar lüks olmadığı için benim odamda banyo yok, sağdan ikinci kapı. Çok uykum var o yüzden acele edersen çok sevinirim.'' Bir şey demeden verdiklerini üzerime bulaştırmamaya dikkat ederek alıp lavaboya doğru ilerledim. Arkamdan benimle gelmişti. ''Kirlilerini kenara bırak ben onları poşete koyacağım giderken götürürsün. En azından kanlı olanları.'' Kafa sallayarak kapıyı örttüm ve kabini açıp sıcak su tarafına çevirerek suyu açtım. Su ısınana kadar üzerimdekileri çıkarmış kenarı üst üste atmıştım. Ben üzerimdekileri çıkarana kadar su ısınmış içeri buhar olmaya başlamıştı bile. Kabini açıp içeri girdim ve sıcacık suyun bedenimin sıçrayan kısımlarındaki kanı akıtmasına izin verdim. Biraz ağır kokuyordum. Açıkçası kendimi de oldukça yorgun hissediyordum. Bugün yaşadığım ruhen en yorucu gündü, o donuk bakışlar ve sesi çıkmayan çığlıklar gözümü ve kulağımı dolduruyordu. Kulağımda sessizliğin çığlığı gözlerimde çaresizliğin resmi öyle bir yer edinmişti ki ilk defa alev alev yanan vücudumda kendimin de yandığını hissetmiştim. Koku banyoya git gide yayılırken kendimi bu düşüncelere hapsetmemek adına şampuanı aldım ve önce saçımı ardından vücudumu yıkayarak kısa süren banyodan çıktım. Banyo buhardan görünmez olmuştu, kapı tıklandığında Rüveyda olduğunu bilerek kapıyı araladım. ''Kirlileri alayım.'' Diye mırıldandı. İzin verdiğim boşluktan geçti ve kıyafetlere dokunmamaya ekstra çaba sarf ederek poşete koyup ağzını bağladı. ''Mabel'in başı dertte değil. Değil mi?'' vücudumdaki havluyu sıkıca tutup kafamı aşağı yukarı salladım. ''Vaha, seninle konuşmam gereken bir şey var. Çok acil.'' Kaşlarım Rüveyda'nın bu paniğine karşı belli belirsiz çatıldı. ''Giyinip geliyorum.'' Kafasını aşağı yukarı salladı ve banyodan çıktı. Yirmi dakika içinde ne olduğunu inanılmaz merak ettiğim için üzerimi hızlıca giyindim ve saçımı nemli hale gelene kadar havluyla kurulayıp Rüveyda'nın odasına doğru hızlı adımlarla ilerledim. Kemanını özenle kılıfına koyuyordu ama oldukça düşünceli görünüyordu. İçeri girdiğimde ayak sesimle irkildi ve bakışlarını bana kaldırdı. ''kapıyı ört.'' Dediğini yaparak kapıyı örttüm ve yanına oturup bacak bacak üstüne attım. ''Dinliyorum.'' ''Sen duştayken.... İdil hanım aradı.'' Gözlerim duvardaki saate döndü. Gecenin ikisine yaklaşıyordu ve bu saatte İdil hanımın Rüveyda'yı araması, hele de ben buradayken araması hiç tesadüf değildi. ''Burada olduğumu mu söyledin?'' dedim mesaj attığını kastederek. ''Evet ama gelip gittiğini söyledim.'' ''Ne dedin sen?'' ''Bak dinle, evet olan biten her şeyi İdil hanıma anlatıyordum ama sen haklısın o kadın normal değil ve senin hakkında hiç iyi planları olduğunu düşünmüyorum. Sen... bugün cinayet işlerken seni birinin gördüğünü falan fark ettin mi?'' Ben cinayet işlerken birinin gördüğünü fark etim mi? Bu soru sorulduğuna göre beni birinin görmüş olması gerekliydi. Gören kimdi? ''Kim?'' dedim zorlukla konuşarak. Eğer İdil denen kaçık bana karşı bir koz kazandıysa bu benim sonum olabilirdi. Bu durumda daha açılışını yapmadığımız savaş başlamadan bitecekti. ''Bilmiyorum kim olduğunu ama söylediğine göre seni kapana kıstırmanın yolunu bulmuş. Artık iki kişi değiliz, Mabel'in en az seni ve beni sevdiği kadar sevdiği biri daha olacak aramızda dedi. '' ''Setenay mı?'' dedim büyük bir merakla. Setenay anında İdil hanıma koşacak bir insan değildi, bu hareket ona ters olurdu onu tanıdığım kadarıyla. Ama eğer öyleyse bu benim için hiç iyi olmamıştı. ''Bilmiyorum ama Setenay olduğunu sanmam çünkü o olsaydı anında bizim Mabel ile son zamanlardaki yakınlığımızın bu sebepten olduğunu anlar ve ilk bana gelirdi. Okuldan biri olabilir belki.'' Okuldan biri mi? ''İdil hanımı Setenay ve senden başka kimse tanımıyor.'' Dedim gözlerimi kısıp Rüveyda'nın yalan söyleyip söylemediğini yüzünden teyit ederken. Tabi bu arada olabilecek bir ihtimal daha karanlık yolumda gece lambası gibi yanmıştı. ''Tabi İdil Hanım gidip bizzat onunla tanışmadıysa...'' Rüveyda dudaklarını ısırıp kafasını aşağı yukarı salladı. ''Düşündüğümden daha tehlikeli bir kadın, resmen kafayı yemiş.'' Derin bir nefes alıp kafamı ellerimin arasına geçirdim. Kim olabilirdi? Setenay hariç kim olabilirdi İdil hanımın ulaşabileceği? Atlas olamazdı, Mabel Atlastan kimseye bahsetmemişti. Ben bile Atlas'a olan aşkını günlüğünden öğrenmiştim. İdil hanım bilemezdi, o olamazdı. Zaten gören Atlas olsaydı korkudan götü üç buçuk atardı. ''Başka ne söyledi?'' Boğazımı temizleyip bacağımı diğerinin üzerinden indirdim. ''Peki sen neden bunu bana anlatıyorsun? Hani Mabel'in hastalığını bilen doktoruydu, çözümü de o bulurdu?'' ''Bir delinin başka bir deliyi iyileştirmesini beklediğimi düşünmüyorsun herhalde?'' Buna nedense oldukça gülmüştüm, sanırım gerçekleri fark etme sırası Mabel'den Rüveyda'ya geçmişti. Gördün mü İdil Hanım, herkes at gözlüğü takmıyormuş demek ki. ''Yani bundan sonra ne yapacaksın o zaman? Savaştan çekiliyor musun?'' Rüveyda belli belirsiz gülümseyerek kılıfına koyduğu kemanına baktı. ''Hayır.'' Dedi gayet mutlu bir sesle. Ardından bana baktı ve oldukça emin bir ifadeyle ''taraf değiştiriyorum.'' Dedi. Rüveyda ve İdil Hanım yerine benim tarafımda olmak.... Tek kaşımı kaldırarak ona 'Ciddi misin sen?' der gibi baktım. Derin bir nefes bıraktı, ''Sen kabul etmesen de senin yanında olacağım Vaha, unutma ki ne yapıyorsam Mabel için yapıyorum. İlk görevim de seni görenin kim olduğunu öğrenmek.'' ''ha görevi de kendi kendine ediniyorsun. Valla Harika!'' kıkırdayarak bana baktı, sanırım yanımda ilk defa samimi ve rahat oluyordu. Gergin diken üstünde değildi, ilk defa rahattı bana karşı. Nedense bu hoşuma gitmişti. ''Sana zahmet vermiyorum işte, bulamazsın böyle birini.'' Kafamı aşağı yukarı sallayarak sırıttım. ''Yarın gidip Setenay'ın ağzını arayacağım.'' '' Yarın bu beden de ben olmayacağım. Henüz Mabel'e bir şey söyleme, onun aklını bulandırırsan İdil hanımın onu ikna etmesi kolay olur. Bırak zamanı geldiğinde kendi kararını kendi versin.'' Rüveyda hem şaşkın hem de duygulanmış şekilde bana bakarken beklemediğim bir anda kollarını belime doladı ve gülmeye başladı. ''Neye gülüyorsun?'' ''Doktorun deli, seri katilin akıllı olması sence de komik değil mi?'' Bu söylediğine yine sesli şekilde güldüm. ''Doğru.'' Kollarını benden ayırdı, neden sarıldığını sormadım. Onların yaşlarında olan gençlerden çok daha zor bir hayata sahiplerdi. Özellikle de Mabel. ''Mabel'in annesi evleniyor Vaha. Bu aralar onu yalnız bırakmak istemesem de o yalnız kalmak istiyor. Çok kötü görünüyordu.'' Demek Mabel'in bu değişik ruh halleri bu yüzdendi. ''Evleniyorsa ne olmuş?'' dedim gayet doğal olarak. Sonuçta herkes herkesle evlenebilirdi. Bir kere evlenen bir daha evlenemez diye bir kaide olamazdı. ''Tam bir ruhsuzsun. Gerçi ruhsuz olsan Mabel'in ikinci kişiliği nasıl olacaksın. Tam bir hödüksün. Kızın hiç ailesi olmadı, şimdi annesi yuva kuruyor ama Mabel'i yine yanına almayacak. Mabel'in ailesi olmadı hiç ama annesinin de bir ailesi yoktu. Şimdi tamamen yalnız kalacak, eksik hissedecek.'' ''ne demek eksik hissedecek? Ben varım.'' Dedim korumaya geçerek. Mabel ben olduğum sürece yalnız değildi, olamazdı da. ''Onu anlamıyorsun Vaha.'' Dedi umutsuzca. Bu konular beni oldu olası sıktığı için dayanamayıp ayağa kalktım. Zayıflık duymak bana göre değildi, zaten Mabel'in zayıflığını yeterince hissediyordum. Acısını, üzgünlüğünü ve elimden bir şey gelmemesi benim de canımı yakıyordu. ''Ben gidiyorum.'' Rüveyda esneyerek kafasını aşağı yukarı salladı. ''tamam, bende yatıyorum. Ortaya çıktığında sen mi yanıma gelirsin ben mi sürekli yoklayayım.'' ''Mabel şüphelenir. Ben seni bulurum.'' Kafasını aşağı yukarı salladı. Odasından çıkıp kapıyı kapattım. Ardından merdivenden çıktığım odanın ışığını açıp içeride ıslak mendil aradım. Etrafta görünmediği için birkaç çekmeceyi karıştırmıştım, çekmecelerden birinde bulur bulmaz elime geldiği kadar alıp kanlı ayakkabılarımı temizledim ve Rüveyda'nın pencerenin yanına bıraktığı poşetin içine koydum. Duş almak gerçekten iyi gelmişti, sadece boğazım biraz ağrıyordu. Botları giyip poşeti elime aldım ve Pencereyi özenle açarak merdivenden yavaş adımlarla indim. Eve kadar yürüyecek değildim elbette, ana caddeye kadar hızlı adımlarla ilerledim. Cadde öyle işlekti ki Taksi bulmam sadece üç dakikamı almıştı. Adresi verip arkama yaslandım, taksi de müzik açıktı. İki müzikten sonra haberler başladığında kafamı arkaya yasladım ve gözlerimi yumdum. Neredeyse iki haber geçmişti, neyse ki bu geceki cinayetim hakkında hala bir haber yoktu. Zaten bu kadar hızlı yayılmasına imkân da yoktu. Tabi bu geceki cinayetim olmasa da başka cinayetlerimden dolayı duyduğum bir haber yasladığım kafamı kaldırmış yumduğum gözlerimi bana açtırmıştı. '' Bir diğer haberle devam ediyoruz sayın dinleyiciler, bu gece size verdiğimiz diğer kötü haberlerin aksine bu kez size güzel bir haber vereceğiz. Çıkarılan sonuçlara göre son üç yıl içinde kadın cinayetlerinde %50 azalma görülmekte. Bu oranda W olarak bilinen seri katilin payı olduğu düşünülse de şu an net olarak bir bulgu elimizde bulunmamakta lakin son on yılın en yüksek azalma oranına ulaşmış bulunmaktayız...'' ''Geldik Hanım kızım.'' Şoför adamın uyarısıyla dikkatimi radyodan çektim ve temiz montun cebinden parayı uzatıp taksiden indim. %50 senin için az bir oran Vaha. Diğer cebimden anahtarı çıkarıp eve girdim. Girişteki ışık zaten açık kalmıştı. Işığı kapattım ve montu kenara fırlatarak odaya girip kendimi yatağa attım. O kadar yorgundum ki şu an başka hiçbir şeyle ilgilenmek, hiçbir şeyi düşünmek istemiyordum. Ne bana ilan edilen savaşı ne de cinayetimin ortaya çıkma ihtimalini. Gözlerimi kapattığımda bedenimin yavaşça soğuduğunu hissetmeye başlamıştım. Mabel bedenini geri istiyordu. İşimi bitirdiğim için rahattım, içim rahattı. Dudaklarıma bir gülümseme yaydım ve Mabel'e istediğini vererek kendimi ta kendisi olduğum karanlığa bıraktım. M A B E L Soğuktu, her yer kutup rüzgârı kadar sert bir rüzgarla sarmalanmıştı. Rüzgârın uğultusu kulaklarımı kanatacak kadar şiddetli ve korkutucuydu. Kalp ritmimin bile ona ayak uydurduğunu hissediyordum. Bu korkudan mıydı? Yoksa itaatten miydi? Ben ilk defa birinin ölmesini dilemiştim, ilk defa bir cinayeti kendi isteğimle kabullenmiştim. Şimdiye kadar işlenen cinayetlerin kanı sadece ellerime bulaşmıştı, ruhuma hiçbir zaman sıçramamış beni hiçbir zaman kendime katilmiş gibi hissettirmemişti. Şimdi ise, Vaha ile ruhumu paylaşarak onun geçmişinden geleceğine uzanan taze kanların hepsi birer birer ruhuma sıçramaya başlamıştı. O ufacık aralıktan tüm kanlar şelale gibi akmış tüm ruhumu katile dönüştürmüştü. Ben ilk defa ben olmak istememiştim... Vaha mı benim içimdeydi ben mi onun içindeydim artık ayırt edemiyordum. Sanki şimdiye kadar ayrıydık ama şimdi ruhumuz da birleşmiş bizi bir bütün yapmıştı. ''Ben yapmadım...'' dedim ama sesim çıkmamıştı. Her yer oldukça karanlıktı, uzaktan görünen ışık sadece 'ben de varım.' Der gibi yanıyordu. Etrafı aydınlatmıyor bana da bir fayda sağlamıyordu, sadece rüzgârın yönünü görmesini sağlıyor gibiydi. Ben neredeydim bilmiyordum ne yumuşak bir yatak örtüsü ne de sert bir parke hissediyordum. Yoktu, hiçbiri yoktu. ''Vaha?'' dedim bu kez de. Sadece aklımdan mı konuşuyordum, yoksa konuştuğumu kendim mi duymuyordum? Hiçbir fikrim yoktu ama içim sızlıyordu, sanki kalbimde bir yara oluşmuştu. ''Bu his hep benle mi olacak?'' dedim bu kez de. Dediğimi hissediyordum ama söylediğimi duyamıyordum. 'Ben olduğum sürece evet..' Dedi çok net ve sert bir sesle. Sanki tüm sesler ve hisler karanlığa itaat ediyordu. Bu katlanılır bir acı, sızı değildi. 'Hiç geçmeyecek.' Diye fısıldadı acıyla. İlk defa başkasına acıdığı için değil de kendi canı yandığı için böyleydi. Vahanın canının yandığını ilk defa hissediyor ve görüyordum. Onun yüzünden olsa gerek bu kadar canım yanıyor ve içim sızlıyordu. ''Neden ama?'' dedim sitemle, bu sızıyla yaşanmazdı ki, zaten hayatım oldukça zordu bir de katlanılmaz bir acıyla baş edemezdim. Bunlar çok fazlaydı, bu kadar acı çok fazlaydı. Sanki mutlu olan her insanın çekmesi gereken acı bana yükleniyor gibi hissediyordum. Herkes gülüyordu, eğleniyordu ben ise ağlıyordum. Herkes dışarı da geziyordu, ben ise birini öldürürüm korkusuyla dışarı çıkamıyordum. Çıktığımda ise birini öldürmeden eve dönmüyordum. Bu nasıl bir korkuydu böyle? Başkası babasından, annesinden hatta sevgilisinden korkuyordu ben ise kendimden korkuyordum. Ne kadar adaletsizceydi bu böyle? Gözlerimi uzun süren zamanın ardından araladım, kalbimdeki sızı öyle bir kuvvetliydi ki, sanki tekrar tekrar terk edilme acısını yaşıyordum. Gözlerimi araladığımda içeri süzülen ışık gözümü ciddi anlamda aldı. Gözlerimi acıyla tekrar yumduğumda bir yaş yanaklarımdan koşarcasına kaçtı ve yere 'pıt' diye bir sesle düştü. Gözlerimi bu kez daha yavaş bir biçimde araladım. İşte şimdi canımı yakmıyordu. Halının üstündeydim, yerde yatıyordum. Ne esen rüzgarı hissediyordum ne de içeri de hislerimle kavrulan sıcaklığı... Sanki ölü bir insan gibi hissizdim. Bu kötü bir şey miydi bilmiyordum ama iyi bir şey olmadığı aşikardı. Uzaktan bir melodi yalnızlığıma eşlik etti. İlk defa kulak kanatıcı değil de gerçekten hoş bir ton ile ilişmişti yerde yatan cansız gibi duran bedenime. Neden bedenimi tam anlamıyla hissedemiyordum? Sanki omuzuma öyle bir yük binmişti ki ölüme hiç olmadığım kadar yaklaşmış ama ölecek kadar da yaralanmamıştım. ''Yine ne yaptın acaba?'' diye fısıldadım kendime, kendimi azarlarcasına. Telefonumun zil sesi 4. Kez çaldığında önce parmaklarımı kıpırdattım. Dakikalar içinde kolumu hissetmeye başladım, ardından da ayaklarım ve tüm bedenim yavaşça kendine gelmeye başladı. Zorlukla yanımdaki yatağa tutundum ve yumuşak kısmını sıkarak ayağa kalkmaya çalıştım. Telefon şimdi 6.kez çalıyordu. ''Ölüyor muyum ne bu ısrar?'' dedim biraz öfkeyle. Kendimi iyi hissetmiyordum, iyi değildim. Gözlerimde bir acı vardı, boğazım sızlıyordu ve bedenim... Harabeden farkı yoktu. Aklım ise kalbimle beraber parçalara ayrılmıştı. Gözlerimdeki acı git gide artmaya başladı. Dün gece an be an aklımdaydı ve beni her hatırladığımda her duyamadığım çığlıkta tekrar parçalara ayırıyordu. Elimi nefesimi daha da kesmek ister gibi boynuma uzattım. ''Ben.... Kahraman mı oldum, Yoksa bir katil mi?'' diye fısıldadım. Kendim bile zor duymuştum ama sonuç olarak çıkmıştı dudaklarımdan o zehirli kelimeler. Telefon dokuzuncu kez çaldığında makyaj masamın üzerinden aldım. Kendi vicdan azabımla baş edemezken onunkiyle uğraşabilir miydim? Gerçekten ona olan aşkım kendi harabelerimden bile üstün müydü? Sanırım telefonu açarak kendime de bu cevabı vermiştim. ''Efendim.'' Sesim de kendim kadar yorgun çıkmıştı. Umarım şimdi yine vicdana bağlayıp evime gelmeye kalkmazdı. Çünkü her an bir yerden kanlı bir şeyler çıkabilir, her an benim halimden bir şeyler olduğunu anlayabilirdi. Ona karşı güçsüz ve savunmasızdım, aşkı ben Atlasta böyle tanımıştım. Herkese git gide kalınlaşan duvarlarım onda git gide kırılıyordu. ''Mabel, merhaba kusura bakma uyandırdıysam. Müsaitsen bugün görüşebilir miyiz?'' Evet normalde olsa aradığın Mabel şu an gelinlik bile bakıyor olabilirdi ama ben şu an kendimi Vahaya bile Mabelden daha yakın görüyordum. ''Bugün biraz halsiz hissediyorum. Evde olacağım.'' Anlama, bir şey anlama. Her zaman üzerimde olan dikkatin bugün eksik kalsın. ''Aa öyle mi? Neyin var hasta falan mısın?'' gözüm makyaj masamın aynasına çıkıp yüzüme ulaştığında çığlık atmak istedim. Tam anlamıyla korkunç görünüyordum ve bu gerçekten... Mide bulandırıcıydı. ''Kızsal olarak diyelim.'' Ona da bir şey demezsin diye düşünüyorum Atlas... Onda da geleyim yanında olayım demezsin herhalde. ''Yanında kimse var mı? Setenay okulda görünüyor ama henüz Rüveyda'yı göremedim.'' Rüveyda Setenayla değil, benim de yanımda değil. Ah tabi! Kesin yeni flört yapmıştır. ''Furkan okulda mı peki?'' ''Hayır. Neden sordun?'' İşte bu biraz tuhaftı, ona ilgisi olduğunu sanıyordum. Tabi şu an pek onun nerde olduğunu düşünecek değildim, en kötü ihtimalle Vaha onu yine bir yerlerde misafir (!) etmiştir. ''Yanımda değil de bugün yatıp dinleneceğim biraz. Pek okula gelebilecek gibi hissetmiyorum.'' Son sözümü söylerken telefonun suratıma kapanmasıyla afalladım. Telefonu kulağımdan indirdiğimde aslında yüze kapatanın biten şarjım olduğunu fark edip küfür savurdum ve telefonu yatağın üzerine atıp kızarmış gözlerime baktım. Soğuk yavaş yavaş vurmaya başlamıştı ama içimin kasıp kavrulduğunu hissediyordum. Bu Vahanın etkisi değildi, daha yeni ortaya çıkmıştı o olamazdı. Onun yüzünden bende de harlanan acı mıydı bu? ''Acın bile ateş mi oluyor Vaha?'' diye fısıldadım. Gözümden bir yaş daha düştü. Yürüyordum ama öylesine yalpalayarak yürüyordum ki emekleyen bebeğin bile düşmesi benim düşme ihtimalimden daha azdı. Yalpalayarak banyoya gittim, ellerim sızlıyordu ve ellerimden bazı yaralar vardı. Sanki bir şey ellerimi küçük küçük kesmişti ama ne olduğunu çözemiyordum. Lavaboya girdiğimde elimi yüzümü olabildiğince soğuk suyla yıkadım ama soğuk bana vurmuyor gibi hissediyordum. Hiçbir etkisi yoktu. Ne beni ayıltıyor ne de içimde ki dumanı söndürmeye yardım ediyordu. Lavabodan görüntüme bakmadan çıktım. Yatağımın yanında ki günlük benim bıraktığımın aksine Vahanın kendine has çapraz bırakmasıyla duruyordu yine. Bana söylemek istediğin bir şey mi var Vaha? Yatağa destek alarak oturdum ve çapraz bırakılan defteri açtım. Bir tarih yazılmamıştı ama tabi ki sonda Vaha yine izini bırakmıştı ama bu kez bıraktığı iz Vaha yani kendi adı değil iç içe geçmiş M ve W harfleriydi. Bu kâğıda tarih yazmam, yazamam. Bugünü eğer bir tarihle özdeştirirsem ölümüm de muhtemelen o tarihte olur. Tabi benimle beraber seninde. Geçmişten bu yana günlüğüne yazdığın aşk acılarını, aile acılarını ve yalnızlık acılarını anlamaya çalıştım. Her türlü acıyı çektiğini okudum şimdiye kadar ama hiçbirini anlamıyordum. Çünkü acı nedir bilmiyordum ve bu yüzden seni hep kendimden alçakta gördüm. Ben her konuda her zaman senden iyi ve güçlüydüm, Yıllardır bu böyleydi. Senden akıllı, dayanıklı ve sabırlıydım ama dün gece ilk kez senin benden iyi olduğun şeyi, Acıyı öğrendim. Bu beni ruhen öldürürken bedenen ölüme yaklaştırdı. Sanki senin yıllardır tüm çektiğin acıyı birleştirmişlerdi ve bir anda hepsi bana yüklendi. Sen nasıl dayandın? Ben saniyeler kadar kısa süren acıya bile dayanamazken sen bu acıyı yıllarca nasıl yaşadın? Şu an sana biraz harabe bir beden bırakıyorum çünkü kendimi kendim gibi hissedemiyorum. Canım yanıyor, benim yüzümden senin de yanacak. Olduğundan daha fazla yanacak. Gece aldığım yaralar öyle hafif geldi ki hiçbirini hissetmedim ama senin duyguların toprağın altına girmedi, sen bu acıları hissedersin. Olur da bir süre görüşemezsek, sakın yanlış bir karar verip doktoruna güvenme. Sadece bana biraz zaman ver... Çünkü bu ilk cinayetimizi sadece ben değil sende bir gece de atlatamazsın. WM (İç içe geçmiş şekilde hayal edin.) Defter elimden git gide kaymaya başlarken elimi boğazıma götürdüm ve derin derin nefesler almaya başladım. Ellerim titremeye başlıyordu. Defter sertçe yere düştü ve titreyen ellerime bacaklarımda katıldı. Tüm bedenim zangır zangır titremeye başlamıştı ama üşüdüğümden değildi, üşümüyordum. Aksine alevler içinde yanıyordum ve göz yaşlarım ateş parçaları gibi gözlerimden akıyordu. ''Hayır.... Hayır şimdi değil...'' diye fısıldadım. Panik atak geçiriyordum. Başım yatağa düşerken gözlerimdeki yaşlar daha hızlı akmaya başladı. Biri sanki göğüs kafesimi sıkıyor gibi hissediyordum. ''Allahım.... Lütfen... Dayanamıyorum artık...'' hıçkırıklarımdan söylediklerim duyulmaz vaziyete ulaşmıştı. Nefes alışım git gide kesilmeye başladı, sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Sakinleşmek için bir şeye odaklanmalıydım... Bana nefes olan bir şeye... Hayatımda tek güzel olan şeye... Mesela bir çift mavi göze... Nefes al Mabel... Nefes al, nefes al, nefes al. Sen çok şey atlattın... Derdi veren Allah dermanı da verir nefes al. Kendini iyi hissettiren, güçlü hissettiren bir şeye odaklan... 'Nefes al Mabel.' Mesela her zaman yanında olan diğer kişiliğine ve onun sesine... ''A...ala..mı..yor...um.'' Can çekişircesine elimi göğsüme götürdüm ve üzerimdekini çıkarmaya çalıştım. Çıkarabiliyor muydum bilmiyordum, farkına varamıyordum aklım yerinde değildi. Sadece elimi bir şeylere savurduğumun farkındaydım. 'Nefes almayı da mı bilmiyorsun Mabel?' Şarıl şarıl akan gözlerimi yumdum ve panik atağımın geçmesi için her şeyin güzel olduğu zamanları düşünmeye çalıştım. Annemin babamın yanında olduğu ya da babam gittikten sonra annemin henüz benden kopmadığı zamanlarda bana teselli olmaya çalışmak için yaptığı onca güzel şeyleri düşündüm. Vahayla ilk tanıştığımız anı düşündüm, Atlasla ilk tanıştığım anı düşündüm. Vahayla tanıştığımda henüz sekiz yaşıma girmemiştim ve konuşanı oyuncağım sanıyordum ama değildi. Uzun bir süre de öyle sanmıştım çocuk aklıyla ama sonra onun oyuncak olmadığını idrak etmiş İdil hanıma söylemiştim. Sonrasını ise hatırlamıyordum, sebebi İdil hanımın Vahayı bastırıp bana unutturması olmuştu. Yavaş yavaş içeri vuran soğuğu hissetmeye başladığımda kendime fısıldadım. ''geçiyor...'' ''Geçiyor...'' ''Geçecek...'' ''Geçmek zorunda...'' Öyle aralıklı ve zorlukla söylüyordum ki bunları, bir yarım buna inanarak kendine gelmeye çalışırken diğer yanım asla inanmıyor aksine kendini daha çok bırakmaya uğraşıyordu. Dakikalar birbirini kovaladı. İçimde öyle savaşlar koptu ki ben bile farkına varamadım. Yine sonuç olarak güçlü taraf kazandı, yine kendime gelebildim. Titremem git gide azalmıştı, gözlerimde akacak yaş kalmamıştı ve soğuk artık üşütmüyordu. Yumduğum gözlerimi açarken ıslak kirpiklerimi kırpıştırıp tavana gözlerimi sabitledim. Bir şey düşünemiyordum, düşünmeye başlarsam ilk düşüneceğim şey kendimi bu kattan aşağı atmak olurdu. Kendi kendime güldüm. ''Aslında konu intihar olduğunda sen daha meyilli duruyorsun.'' Dedim Vahaya. ''Eğer ölürsek muhtemelen bu senin yüzünden olur.'' Bir kez daha güldüm kendi kendime. ''Hatta belki direk sen yaparsın.'' 'İntihar ederek öleceğini nerden biliyorsun?' Dedi Vaha yorgun bir tonda. İlk defa fazla ciddi veya özgüvenli değildi. Korkutucu da değildi, sadece yorgun ve.... Kötüydü. ''Nasıl öleceğimi düşünüyorsun ki? Hastalıkla mı, kazayla mı yoksa bir cinayete kurban giderek mi?'' 'Bence sebebi bunlardan biri olur.' ''Bence sebebi benim dediğim olur.'' Dedim ve gücümü toparlamayı bekledim yattığım yerde öylece. Elimden başka bir şey gelmiyordu ve yardım isteyebileceğim kimse yoktu. Bir ateş sarımsı bir renkte yanardı... Bir ateşse gerçek ateşti, kırmızı ve turuncu arası bir renkte yanardı ve gören herkes o ateş tarafından yanacağını bilirdi. İşte herkesin yandığı o ateş Vahaydı, diğer ateş ise içimde hissettiğim Atlas'a olan aşkımdı. O bir aşk ateşiydi, basit ve bilindikti. Vaha ise hiç kimsenin duyamadığı göremediği ve hissedemediği bir ateşti ve o bir intikam ateşiydi. Ölen her bir kadın intikam ateşini daha güçlendiriyor ve çığırından çıkarıyordu. ''Seni anlayacağımı söylemiştin...'' diye mırıldandım. Evet böyle söylemişti çünkü Vaha o kadar zeki bir kadındı ki, emindi böyle bir günün geleceğinden. ''Emindin değil mi? Tabi ki de emindin.'' 'O günün Gelmemesini dilemiştim.' ''Sana inanmıyorum.'' Dedim yansıtamadığım öfkemle. 'Tek inanabileceğin kişinin ben olduğumu biliyorsun.' Hayır bilmiyorum demek istesem de diyemedim çünkü ne kadar buna inanmak istemesem de bu doğruydu. Allah kahretsin ki doğruydu. Bedenimi yavaş yavaş hissetmeye başladığımda ellerimi yatağın kenarlarına koydum ve destek alarak yavaşça yatakta doğruldum. Artık nefes alabilmeye başlamıştım, tabi yine kesik kesik alıyordum ama hiç değilse hayatta kalacaktım. Yine. Yavaşça ayaklarımı yere bastım ve tekrar banyoya ilerledim. Duşa mı girmeliydim? Hayır kendimi o kadar iyi hissetmiyordum. Duştan vazgeçtim ve lavabonun kenarlarından destek alarak soğuk suyla yüzümü yıkayıp ensemi ıslattım. Soğuk su bilincime iyi gelmişti. Gözlerimi daha rahat açabiliyor kendimi bir tık daha iyi hissediyordum. Aşağıdan gelen zil sesini işittiğimde belli belirsiz kaşlarım çatıldı. Bu saatte kim gelebilirdi ki? Ah! tabi ki tek gelebilecek kişi Rüveyda'ydı. Lavabodan yavaşça yüzümü kurulayıp çıkarken tekrar gözüm makyaj masamın üstündeki aynada yansıyan görüntüme gitti. Korkunç görünüyordum. Hatta korkuncun da korkuncu görünüyordum. Rüveyda beni bu halde görürse rahat bırakmazdı. Bunu bildiğim ve asla dayanabilecek bir sabrım olmadığı için elimi yavaşça kapatıcıya uzattım ve sadece en berbat gözüken yerleri kapayarak artık rahatsız edici düzeye ulaşmış zil sesine yüzümü ekşittim. ''Bende tek sabırsızı Vaha sanırdım.'' Diye mırıldandım hayatımda duyduğum en soğuk ses tonumla. Bazen kendimi tanıyamadığım zamanlar olurdu ama hiçbirinde beni bu tanıyamaz hale getiren şeyin ne olduğunu bilmediğim olmamıştı. Şimdi ise gördüklerimin yanında başka bir ağırlık daha hissediyordum. Bu ağırlığın ne olduğundan da bir haberdim. Ayaklarım zorundaymış gibi kapıya doğru ilerledi. Ne kadar bedenim hareket etse de ruhumu aynı yerde bırakmış gibi hissediyordum. İnsan hareket ederken nasıl tek bir kirpiği bile kımıldamıyor gibi hissederdi ki? Ben hissediyordum. Bazıları buna ölmüş gibi hissetmek derdi ama bu ölü gibi hissetmek değildi. Daha önce de söylediğim gibi, ölüler bile öldüğünü hissederdi. Hiçbir şey hissetmemenin bir tarifi bir karşılığı yoktu. İşte bu insanın başına gelebilecek en korkunç şeydi. '' Bir an bana yalan söylediğini düşünmüştüm.'' Kapıyı kim olduğuna bakmadan açmıştım. Bakışlarım asla böyle bakmayacağım birine bile bu bakışları atıyordu artık. Baygın bakışlarım o âşık olduğum mavi gözlerin içinde gezindi. Sanki sürekli dönen bir topun içinde hipnoz olmuş gibi hissetmiştim. Belki de dalacak bir yer arıyordum ve mavi gözler bana denizi anımsatıp içimi rahatlatıyordu. Belki de ferahlıyordum, o yüzden Atlas'ın gözleri bana bu kadar iyi geliyordu. Ben denizi sadece onun gözlerinde görebiliyordum. ''Ne konuda?'' diye mırıldandım tamamen bağımsız olduğum konuya uyum sağlamaya çalışırken. Ne söylediğini ne için söylediğini tam olarak kavrayamıyordum. ''Bana evde olduğunu söylemiştin ama dakikalardır kapıyı çalıyorum ne yaşam belirtin var ne de kapıyı açmaya dair bir niyetin.'' Belli belirsiz gülümsedim, belki de gülümsememiştim. Becerememiş kendimi buna inandırmıştım, kim bilir? ''Sadece rahatsız olduğuna emin misin? Oldukça kötü görünüyorsun. Sanki bir yakınını kaybetmiş gibisin.'' İçeri doğru bir adımını attığında korkunun getirdiği refleksle bir adım geri çekildim. Bu tepkimi beklemediği için afallamış çatılan kaşlarıyla adımını geri çekmişti. ''Kusura bakma müsait misindir diye düşünmeden daldım.'' Sesinde mahcubiyet vardı. Bunu sezebiliyordum ama tepki verebildiğimi hiç sanmıyordum. Kafamı belli belirsiz salladım. Gözlerim hala gözlerindeydi ve bakışlarımdaki manayı çözmeye çalışıyor gibi tereddütlü bir bakışı vardı. ''Bir yakınım değildi...'' Benim yedi yaşımdı... Bir Laldi... ''Bu kadar etkilenmiş görünce...'' devamını getirmedi, sustu ve gözlerini gözlerimden çekmeden kirpiklerini oldukça az kırpmaya çalışarak gözlerime bakmaya devam etti. ''Neyse... ben gideyim en iyisi. Bir ihtiyacın olursa araman yeterli.'' Elini ensesine atıp utanarak başını yere eğdiğinde bakışmamız kesildi. Gözlerimi kırpmadan baktığım noktaya bakmaya devam ettim. ''Ne için gelmiştin?'' ''Seni görmeye, sesin de pek iyi gelmemişti telefon yüzüme kapandı tekrar aradığımda da ulaşamamıştım. Yanında olmak istiyordum ama pek müsait değilsin sanırım. Rüveyda'nın dediği gibi yalnız kalmak istiyor olmalısın.'' Rüveyda ilk defa beni gerçekten iyi anlamış ve ilk defa şaşırtıcı derecede benim için iyi bir şey yapmıştı. Eğer gelseydi asla sus pus duramazdı, benim başım ise onu asla kaldırmazdı ama aynı şeyi Atlas için söyleyemiyordum. Nedense o sus pus yanımda otursa bile bana yeter gibi geliyordu. ''İstemiyorum.'' Dedim oldukça net bir sesle. Sertçe yutkundum ve bana kaldırdığı yüzüne doğru çevirdim başımı. ''Anlamadım?'' tek gözünü kısmış anlamaya çalışır vaziyette yüzüme bakıyordu. Ben ise sadece gözlerine bakarak tek kelime etmemiş bir adım geri çekilmiştim. Gözleri benden arada oluşturduğum boşluğa çevrildi. ''İstersen dışarı da çıkabiliriz.'' Kafamı sağa sola çevirdim ve kapıyı tutan elimi çekip Atlas'a arkamı dönerek salona ilerledim. Gelmek isterse kapı açıktı, gitmek isterse de kapıyı kapatırdı. Tahmin ettiğim gibi yine vicdanı ağır bastı, botlarını çıkarma sesinin ardından kapanan kapı sessiz evde yankılanırken arkamdan adım sesleri yükseldi. Her zamanki kanepeme geçip arkama yaslanmadan diken üstünde gibi oturdum. Gerçi bu alışkanlık olmuş sayılırdı artık, uzun zamandır diken üstünde hissediyor öyle davranıyordum. Şimdi bunu garipsemem komikti. ''Neler olduğunu anlatmayacağını düşünüyorum yanılıyor muyum?'' kafamı aşağı yukarı salladım dudaklarımda buruk bir gülümsemeyle. ''Anlatsam da inanmazsın.'' ''Sen anlat, ben inanırım Mabel.'' Sesinde ufak bir titreyiş mi yakalamıştım bana mı öyle gelmişti? Halıya sabitlediğim bakışlarım onun gözlerine çevrildi. Yüzünü dikkatlice süzdüm ama sesindeki titreme yüzünde yoktu ya da kendini iyi saklıyordu. Belki de bana öyle gelmişti. ''Tamam anlaşıldı bunları konuşmak istemiyorsun. Başka şeylerden konuşalım öyleyse kafan dağılsın.'' Sorusuna yanıt vermedim ve gözlerine öylece bakmaya devam ettim. Oturduğu yerde sertçe yutkundu ve rahatsızca kıpırdandı. Korkuyor muydu? Yoksa çekiniyor muydu? ''Mesela ne tür filmlerden dizilerden hoşlanırsın? Fantastik, romantik, aksiyon?'' gözlerimi gözlerinden çektim. Kendimi şizofren gibi hissetmeye başlamıştım. O da çıksa kesinlikle şaşırmazdım ama çıkmasa bu aralar sanki daha iyi olurdu. Gözlerimi odada gezdirdim. ''Sen ne seversin?'' ''Ben.... Aksiyon bilim kurgu... ama bu aralar cinayet konulu şeyler de dikkatimi çekiyor. '' Tereddütle güldü. ''Sanırım ortada dolanan seri katil bende merak uyandırdı.'' Ellerini dizlerinin üstünde birleştirip benim stres anımda yaptığı gibi tırnak etlerini yolmaya başladı. Ya ben deliriyordum ya da burada bir şeyler dönüyordu. ''Anlıyorum.'' Diye mırıldandım gözlerimi ellerinden alıp odada gezdirirken. Onun aksine ben oldukça sakindim, normalde sakin olan o olurdu hareketli ve stresli olan ben olurdum ama şu an rolleri değişmiş gibiydik. ''Sen peki? Sever misin seri katil, cinayet konulu filmleri falan?'' Kafamı sağa sola salladım. ''Kitaplarda belki, okuması izlemesi kadar korkunç olmuyor.'' Diye mırıldandım. Aklımda Vaha ile olan anılarım canlanınca gülümsedim. Onun ilk bana yazdığı mektupları korkunç buluyordum ama yaptıklarını hissetmeye başlayıp kâbus gibi şahit olmaya başlayınca yazdığı şeyler yaşattığı en hafif şeyler olmuştu. Atlas da gergince güldü. ''İzlemesi kadar korkunç olmuyor? Sen baya bilgili gibisin.'' ''Yok sadece.... Filmlerden bahsediyorum.'' Kafasını aşağı yukarı sallarken yüzünü benim az önce diktiğim yere, halıya doğru çevirdi. ''Mabel anlatmayacağını biliyorum ama yine de sormadan rahat edemeyeceğim. Konuşmak istersen bana güvenebilir her şeyini anlatabilirsin. Senin iyiliğin için elimden ne geliyorsa yardım edebilirim.'' ''Bu kadarı sadece arkadaş olan biri için fazla değil mi sence de?'' dedim aniden. Böyle yapması onca derdimin arasına bir dert daha ekliyordu, üstelik ona karşı duygularım daha derine iniyordu. O böyle yaptıkça onu unutmam ne kadar mümkündü ki? ''Sen sadece arkadaşım değilsin Mabel.'' ''Ya sadece arkadaşın ya da hayatındaki en özel kişi olabilirim. Hangisi olduğuma karar ver, bunun ortası olamaz çünkü.'' Atlas söylediğime hak verir gibi kafasını aşağı yukarı salladı ve gülümsedi. ''Haklısın.'' Gözlerimiz tekrar bir araya geldiğinde kendimi yaşıyor gibi hissetmeye başlamıştım. Sanırım düşen birinin elinden bazen birinin tutması gerekiyordu. Resmen tutmasa da Atlasta ruhumun elinden tutmuş ve beni kaldırmıştı. Tabi bunu bir de Vahaya sormak lazımdı. ''Hala bana en sevdiğin türü söylemedin.'' ''Bilim kurgu.'' Söylediğime memnuniyetle gülümsedi ve ayağa kalktı. ''Sen benim tanıdığım o masum bakışlı çocuksun hala Mabel. Bunu görebiliyorum. Bana ne olduğunu söyleme ama yanında olmama izin ver en azından.'' Derin bir nefes verdim, dik ve rahatsız olan oturuşumu daha da rahatsız hale getirdim. Boğazımı temizlememin hemen ardından Atlas'ın gözlerine baktığımda dikkatle beni incelemesi daha da huzursuz etmiş bu bakışları beni iyice şüpheye düşürmüştü. ''Annem evleniyor. Hem de bir iki hafta içinde.'' Atlas bunu beklemediği için olsa gerek dona kalmış vaziyette yüzüme bakıyordu. Tek yaşam belirtisi kırptığı kirpikleriydi. Elleri bile tırnak etini yolmayı bırakmıştı. ''Hadi canım! Bunu beklemiyorum...'' ''Benim de beklediğim bir şey olduğu söylenemez. Normal bir şey bu gayet, evlenebilir genç ve güzel. Olmasa bile eminim birini bulurdu.'' Zengin birini... Bu yaşadığım en hafif şeydi, anlatabileceğim ve bu halime de sebep gösterebileceğim tek şeydi. Bu yaşta böyle şeylere bu kadar üzülmek normaldi. Atlas hem birini kaybettiğimi hem de annemin evlenmesini kafaya takıp hasta olduğumu düşünüyor olmalıydı. Gerçeklerdense, böyle bilmesi daha iyiydi. Derin bir nefes alıp oturduğum yerden kalktım. ''Sana kahve ve yanında bir şeyler ikram etmek isterdim ama başka zaman yapsak olur mu? Biraz dinlenmek istiyorum.'' Atlas her zamanki gibi oldukça anlayışlı davranarak ayağa kalktı ve sarılmak için bana yöneldi. Bunu normalde olsa güle oynaya fırsat bilirdim ama ürküyordum. Yine bir adım geriye çekildiğimde duraksadı. Bedenimden bir titreme geçtiğini hissettim. Kafam sola doğru eğildi ve bir an sanki bedenimdeki gücü kaybediyor gibi hissettim. Vücudum yine alevler içinde yanıyordu ve garip olan bedenimde içimde titremeleri hissediyordum. ''İyi misin?'' Atlas'a karşı yalandan gülümseyerek kafamı aşağı yukarı salladım. Kafamı dikleştirip titreyen ellerimi arkama aldım. Atlas artık kendini ya evin yabancısı görmüyordu ya da bana zahmet ettirmek istemiyor olsa gerek ki kapıyı kendi açıp ayakkabılarını giyerek tekrar kapı kolundan tutmuş kapatmak için bana dönmüştü. ''Kendine iyi bak. Umarım bir an önce iyi olursun.'' ''Umarım.''
|
0% |