@byzloey
|
Vaha, benim beş yaşımda var olan ve beş yaşımdan itibaren ruhumu bedenimle birleştirdiğim kişiydi. Benim gördüğümü görür, duyduğumu duyardı. En güzeli ise hissettiklerimi de hissetmesi olmalıydı ama bu bizim için en güzeli değil, en kötüsüydü. Çünkü ben bu yaşıma kadar acıdan başka bir duyguyu hiç bu kadar derinden tatmamıştım. Vaha benim sayem de hisler edinmişti, ben de onun sayesinde hissizleşmiştim. Üzülmek ve yıpranmak yıllardır başıma gelen şeylerden olduğu için artık olan kötü şeyleri büyütemiyor eskisi kadar her şeye bu kadar üzülemiyordum. Vahanın bana öğrettiği bir şey daha vardı, Bıçak kullanmak. Ucu V harfini andıran o keskin bıçağı Vaha sayesinde kullanmayı öğrenmiştim. Sadece kullanmaya cesaretim yoktu, onun kadar cesur değildim. Olsaydım da bıçaklayacağım kişi asla sevdiğim bir insan olmazdı. Ben bıçak kullanmayı bilmeme rağmen sevdiğim bir insanı bıçaklamamıştım. Hem gerçekten hem mecazen. Ama Atlas bıçak kullanmayı bilmemesine rağmen beni arkamdan bıçaklamıştı hem gerçekten hem mecazen. Yine karanlıktaydım, yine yalnızdım. Sadece artık korkmuyor ve ağlamıyordum. Gerçekten artık hissizleşiyordum, Vaha ile yer değiştiriyor gibi hissediyordum bazen. Çünkü şu an benim yerle bir olmam onun öfkeden ve hissizlikten ibaret olması gerekirken o şu an yerle birdi. Ben ise gerçeklerin gün yüzüne çıkmasını izliyordum. İhaneti izliyordum, Sırtımdaki bıçağın nasıl girdiğini izliyordum, Sevdiğim insanın bunu neden yaptığını izliyordum. ''sen de mi?'' diye fısıldadım kendi kendime. Kafamı sola doğru eğdim, aklımda hala siren sesleri yankılanıyordu. Bu siren sesini sadece tutuklandığımda duyarım sanmıştım, öyle olmamıştı. Bileğime kelepçe takılmıştı, sadece görünmüyordu. Vaha? Yine haklı çıktın... Tebrikler. Dediğin gibi ben sadece sana güvenebilirmişim. Nerede olduğumu bilmiyordum, nasıl geldiğimi de öyle. Sadece en son bedenime giren sıvıyı hissetmiştim, yakmıştı. İhanet kadar yakmıştı. Sonra kararmıştı etraf, beni dünyadan kopardılar bir süreliğine. Benim hayatımı benden izinsiz yönettiler, üzerine komplo kurdular. Beni oradan oraya savurdular, en sonunda ise parmaklıkları görünmez bir yere hapsettiler. Ben sadece Mabel'dim. Ben Mabel olarak buradaydım ama burada olma sebebim Mabel değildi, Vahaydı. Bunu yapan ise benim annem yerine koyduğum kadın, hayatta güvendiğim tek erkek olan sevdiğim çocuktu. Hayatta en değer verdiğim üç kişiden ikisiydi beni hayattan koparan. 'Ben hala seninleyim.' Diye fısıldadı Vaha, sesinde yine acı vardı. Benim yüzümden canı yanıyordu, hissettiğim acıyı o da hissediyordu. Ruhlarımızı birleştirmenin yararı bana zararı Vahaya olmuştu. Çünkü benim yıllardır hissettiğim acıları artık o da hissediyordu. ''Biliyorum.'' Diye fısıldadım. ''Ne kadar bu bedeni istediğin için benimle olsan da ne kadar bu beden için beni sevsen de beni bırakmayacağını biliyorum, ben de seni bırakmayacağım.'' Etraftaki karanlıklar git gide azalıp yerini aydınlığa bırakmaya başladığında bedenimdeki o yakıcı his tekrarlandı. Artık karanlıktan çıkmıştım, etrafta neler vardı göremiyordum ama ışık vardı. Her yer bulanıktı, bedenimi güçsüz hissediyordum. Kendimi her zamankinden daha zayıf hissediyordum. Bedenimden bir şey çıktığında görüntü git gide daha çok netleşti, kolumdan çıkmıştı. Saniyeler içinde kolumda bir ıslaklık oldu, ıslaklık titrememe sebep olduğu sırada bacaklarımdan ve kollarımdan tutulmamla bedenim titremeye başladı. Çok şiddetliydi, canım yanıyordu. ''Geçiyor.'' Dedi bir kadın. İnce ve nazik bir ses tonu vardı. ''Bırakabilirsiniz.'' Dedi ardından bir adam. Bedenimdeki elleri çekildiğinde artık titremediğimi fark ettim. Neler oluyordu bana, neden nefes almakta zorlanıyordum? ''Mabel, beni duyuyor musun?'' duyuyordum, cevap vermedim. Vermek istemedim, versem de beni duymazlardı. Beni kimse duymazdı. 'Duyacaklar.' ''Güvendesin, nefes al. Alman için bir engel yok, kendini sıkma ve nefes al.'' Aynı adamın sesi bu kez daha sakin ve naifti. Onu dinledim, derin bir nefes almaya çalıştım. Görüntüm netleşti, güçlü bir sağımdan geliyordu. Hafif bir rüzgâr vardı, tenimi okşuyordu. Tüm duyularım birer birer çalışmaya başladığında olduğum yerin farkına vardım. Hastanedeydim, yaralandığım için değil. Akıl sağlığım için beni yatırmışlardı. Şu an herkesin dalga geçtiği akıl hastanesindeydim, tımarhanedeydim. Buna kim sebep oldu? 'Kimler demeliydin, kimlerin olduğunu biliyorsun.' Atlas... 'Evet.' İdil Hanım... 'Yılanın başını erken ezmeliydik.' Peki, ya Rüveyda? O? 'O bize ihanet etmez.' Gözlerimin yandığını hissettim, saniyeler içinde hemen yanıma bir göz yaşı 'Pıt.' Diye düştü. Atlas... sende mi Atlas? Sen de mi? ''Durumu iyi, çıkalım.'' Bir kapı sesi duyuldu, iki dakika kadar adım sesleri odada yankılandı. Beş dakikadır gözüm tavandan hiç ayrılmadı. Bedenimi hissedemiyordum, gücümü hissedemiyordum. Sakinleştirici mi vermişlerdi? Yoksa yine Vahayı bastırmak için ilaç mı takviye edeceklerdi. Seni yine benden koparacaklar mı? Bu yüzden mi yatırdılar beni? 'Beni kimse senden koparamaz. Yıllar önce yapamadı, yıllar sonra da yapamaz.' Ben buraya ait değilim. 'Biliyorum.' Ben burada kalamam. 'Biliyorum.' Bir şey yap... 'Yapacağım.' Gözlerimi sonunda tavandan indirdim, yüzümü sağa çevirdim ve açık pencereden dışarıyı izledim. Buraya gece gelmiş olmalıydım, şimdi ise gündüzdü. Tatlı bir esinti vardı ama üşüdüğümü pek hissetmiyordum. Bedenim buz kesmiş gibi hareketsizdi sadece. Kapının arkasından bazı sesler gelmeye başladı, bağırışlar ve kahkahalar vardı. ''Nasıl bir yere düştüm ben...'' diye mırıldandım. Boğazım git gide kururken temizlemek adına öksürdüm ama işe yaramamıştı. Ellerimi hareket ettirip ardından yavaşça yataktan destek aldım. Baş ucumda su vardı, karşımdaki aynanın yansımasından görebiliyordum. Karşımdaki duvarda bir ayna asılıydı, her an düşüp kırılacak gibi bir hali vardı. Odanın içi eski püsküydü, ileri de bir kapı görünüyordu. Orası sanırım lavaboydu, bedenimi hareket ettirip oturur vaziyete geldim. Suyu görünce sanki boğazım daha çok kurumuş gibi hissetmiştim. Sertçe yutkundum ve elimi uzatıp sürahiden biraz pis duran bardağa su döktüm. Tiksinç duruyordu ama öylesine susamıştım ki umursamadım ve bardaktaki suyu içtim. Yatağımın solunda bir dolap vardı, öbür tarafımda ise bir kanepe duruyordu. Rüzgâr artık daha fazla esmeye başlayınca tekrar yataktan destek aldım ve çıplak ayaklarımla yere basıp pencereye doğru yanaştım. Üzerimdekiler değiştirilmişti, hasta elbisesi giyiyordum. Ayaklarım çıplaktı, saçım da toplanmıştı. Pencerenin önüne geldiğimde bu pencerenin aralık olmadığını üstteki küçük pencerenin açık olduğunu fark ettim, tam yatağıma geri dönmek için arkamı dönmüştüm ki yakınımdan gelen bir bağırtı duymamla yerimde sıçradım. ''BEN TANRIYIM, HEPİNİZ BANA İTAAT EDECEKSİN...'' cümlenin devamı yerine bir boğuşma sesi duyduğumda görmek için kafamı eğdim ama pencereler kilitli olduğu için hiçbir şey görünmüyordu. Sadece üstteki küçük pencere açılıyordu, ona da ulaşmak için kimsenin boyu yetişmezdi. ''Yeter artık gir içeri, yeterince çarpılmamış gibi hala tanrıyım diyor.'' Boğuşmanın yanı sıra bir adamın daha sesi geldi ve bağıran deli olduğuna emin olduğum diğer adamın sesi uzaklaştı. Derin bir nefes vererek yatağımın oraya geri döndüm. Yatağa oturduğumda bacaklarımı kendime çektim ve verdikleri ince yorganı üzerime çektim. İçerisi çok hızlı şekilde soğuyordu, ayrıca üzerimde incecik bir şey vardı. Yorganı kendime iyice çekerek yatağa uzandım. Beni buraya nasıl öylece getirebilmişlerdi? Ailemden izin almaları gerekmiyor muydu? Bu şekilde alıp getirmeye hakları var mıydı? Tabi annemin bundan haberinin olacağını bile düşünmüyordum ama birinin haberi olacaktı ve olduğunda burayı baya karıştıracaktı. Buna emindim. Muhtemelen dün gece bana ulaşamadığında zaten neler olduğunu öğrenmişti. Rüveyda ve Vaha beni bu hayatta bırakmayacak iki kişiydi. Artık buna emindim, çünkü güvendiğim diğer iki insan beni çoktan bırakmıştı. 'Neden bu kadar acı çekiyorsun?' dedi Vaha. ''Bir şeyi fark ettim.'' Diye fısıldadım gözlerimden yaşlar akmaya başlarken. ''Atlas beni sevdiği ya da değer verdiği için yanımda değilmiş. Beni buraya tıkmak için yanımdaymış, benden kurtulmak içinmiş hepsi.'' 'Bunu bir erkek için söyleyeceğimi hiç düşünmezdim, yargısız infaz yapma. Rüveyda da bir zamanlar kaçık doktoruna inanmıştı.' ''Rüveyda ona ne kadar inanırsa inansın bunu yapmazdı.'' 'Üşüyorsun.' ''Üşüyorum.'' Diye mırıldandım. ''Çok üşüyorum.'' Küçücük pencerenin içeriyi bu kadar soğutmasına karşın küfrederek ayağa kalktım ve kapıya doğru ilerledim. ''Burada başıma bir şey gelmez değil mi? Bir deliye kurban falan gitmem.'' 'Başına daha ne gelebilir.' ''Doğru, sonuçta burası Tımarhane ama ne yaptıklarını bilmiyorlar.'' 'Birini öldürebilseler muhtemelen zaten kendilerini öldürürlerdi.' ''Ben de buradayım ve muhtemelen kendimi öldürmezdim.'' 'Sen deli değilsin.' ''Bunu başkasından duysam inanabilirdim ama söyleyen sen olunca nedense buna pek emin olamıyorum.'' Elimi kapı kulpunda tutmayı bırakıp kapıyı açtım ve aralıktan kafamı uzattım. Koridor da sadece bir iki kişi vardı. Biri deli gibi kendi etrafında gülerek dönüp duruyordu. 'Deli zaten.' Ah! Doğru. Diğeri ise onu alkışlıyordu. Kaşlarım belli belirsiz çatılırken dudaklarım aralandı. ''Deli değilsem de buradan çıkana kadar olacak gibi hissediyorum.'' Diye mırıldandım ve odadan çıktım. Tek istediğim formalı birini bulmak ve odaya hemen geri dönmekti. Ortak alan gibi bir yere geldiğimde duyduğum çığlıkla tekrar sıçradım. Biri hüngür hüngür ağlıyordu, ara sıra da çığlık atıyordu. Gözüm sesin geldiği tarafa döndüğünde yere oturmuş ağlayanın kim olduğunu gördüm. Sonunda forması olan birini gördüğümde koşar adımlarla kolundan tuttum. ''Merhaba şey bir ricada bulunabilir miyim?'' Kadın bana baktı ardından kolunu tutan elimi indirip bıkkın bir ifadeyle bana bedeniyle beraber döndü. ''Arkamda şeytan falan yok, buraya öldüğün için de gelmedin ve hayır burası sırat köprüsü değil cehennem için sırada falan beklemiyorsun.'' ''Anlamadım?'' sırat köprüsü mü? Arkasında şeytan olması mı? ''Bunları sormayacak mıydın?'' Kafamı sağa sola sallayarak tekrar çığlık atan kadına döndüm. ''Ah EVLADIM BENİM! DAHA ÇOK KÜÇÜKTÜN, KORUYAMADIM SENİ'' ''Çocuğu mu öldü?'' diye mırıldandım. Bir çığlık daha attı ve elleriyle yere vurmaya başladı. Burası gerçekten... Fazla ürkütücüydü. ''Hayır ya ne ölmesi, hayatında hiç evlenmemiş bile. Sen ne diyecektin?'' Evlenmemiş bile ve çocuğu için mi ağlıyor? ''Hey!'' ''Ha şey pardon, pencereyi kapatabilir misiniz diye soracaktım.'' Kadın etraftakileri kolaçan ederken bir adamda sabit kaldı ve bir anda ona bağırmaya başladı. ''CAMA KAFA ATMAKTAN VAZGEÇ ARTIK MUSA! Ah beni hiç dinlemiyor... Tamam sandalye alıp halledeceğim.'' Kadın kafasını sağa sola sallayarak arkasını döndü ve gitti. ''ben nereye düştüm böyle...'' Omuzumdan birinin dürttüğünü hissedince irkilerek arkama döndüm. Bir tane adam saçını kaşıyarak gözleri şaşı şekilde gülüyor ve bana bakıyordu. ''Pardon, ben sıranızı alabilir miyim?'' ''Anlamadım, ne sırası?'' ''Cennete girmek için sıraya girdik ya, ben öne geçebilir miyim?'' başımın tekrar ağrımaya başladığını hissettiğimde derin bir nefes verdim ve ellerimi şakaklarıma götürüp ovalamaya başladım. ''Sakin ol sakin ol...'' diye mırıldandım. ''Tabi tabi buyurun.'' Bir adım geri çekildikten sonra adam gülerek önüme geçti. Odama dönmek için buradan çıkmaya yelteneceğim sırada gözüm cam kenarına kaydı. Adının Musa olduğunu öğrendiğim adam hala cama kafa atıyordu, daha da kötüsü sert vuruyordu. İçimdeki sızlayan vicdanımı duymadan edemedim ve koşarcasına cam kenarına gidip adamın kafasını tuttum. ''467,468...'' ben kafasını tuttuğumda saymayı bırakmış yara olmuş alnıyla bana dönmüştü ve bu... çok korkunç gözüküyordu. ''Ne yapıyorsunuz?'' ''On bine tamamlamam gerek.'' ''Kaç bine kaç bine? Böyle yaparsanız kafanızı patlatacaksınız.'' Adam kafasını sağa sola sallayarak elimden kurtuldu ve tekrar cama kafa atmaya başladı. Bir çığlık daha beni sıçrattığında bir küfür savurarak ağlayan kadına döndüm. Ne kadar kötü kötü baksam da durup durup çığlık atmaya devam ediyordu, ayrıca ritim tutar gibi hemen dibimde cama kafa atan başka bir deli vardı. ''473,474...'' Elimi yüzüme geçirdim ve sabır dileyerek dışarıya baktım. Hastanenin etrafı demirlerle kaplıydı, birinin demirlerden atlamaya kalkıştığını fark ettiğimde kafa atan adamı geriye çektim. ''Bir saniye.'' Adam hala sayıyordu onu duymazdan gelerek cama yaklaşarak gördüğüm kızıl saçlara dikkat kesildim. Rüveyda güvenliğin uyarısıyla demirlerden inip elinde kocaman bir pankarta demirlerin hemen dışında duruyordu. Beni fark etti ve pankartı açarak bana doğru tuttu. Pankartta 'Seni oradan çıkarmak için elimden geleni yapacağım. Seni seviyorum' yazıyordu. Gülümseyerek ona ve açtığı kocaman pankarta baktığım sırada bir adamın adımı seslenmesiyle gözümü pencereden çektim. ''Mabel.'' Bu adam ben kendime gelirken beni rahatlatmaya çalışan adamdı. Üzerinde beyaz bir önlük vardı, kel ve orta zayıflıkta otuzlarında bir adamdı. ''Seni görmek isteyen biri var.'' Geleli daha saatler olmasına rağmen beni görmeye kim gelebilirdi ki? 'Seni çok yakından tanıyan ve buraya gelmeni bizzat sağlayan kişi.' ''İdil Hanım mı?'' dedim cam kenarından çekilirken. Saymaya devam eden adam elimi üzerinden çekmemle tekrar cama kafa atmaya başlarken karşımdaki kel adam önce ona sonra bana baktı. ''Gidince görürsün, gel benimle.'' Önümden yürümeye başladığı sırada hemşirelerden birine seslendi. ''Musa'yla ilgilenin.'' Hemşire bıkkın bir ifadeyle Musa'ya giderken ben de önümdeki doktoru takip ederek bir odanın önüne geldim. Hala on saniye aralıklı çığlıklar devam ediyordu, buradaki insanları görmelerine rağmen benim normal olduğumu anlayamıyorlar mıydı? ''Affedersiniz ama buradaki insanlarla benim aynı olmadığımı göremiyor musunuz? Hayalden hiçbir şey görmüyorum ben deli değilim.'' doktor adam elini kapının kulpuna attığı sırada benim sözlerimle duraksadı ve kafasını omuzunun üzerinden hafif bana doğru çevirdi. ''Doğru, senin durumun buradaki herkesten daha kötü.'' Ardından kapıyı açtı ve bana geçmemi işaret etti. Benim durumum buradaki herkesten daha mı kötüydü? İçten içe bu dediğine güldüm. Kafamı patlatırcasına cama vuran ben değildim, hayalden birini var edip öldürüp acısını çekmiyordum, kendimi tanrı sanmıyordum. Bence onlardan benden daha çok hastalardı ve benden daha çok ilgiye ihtiyaçları vardı. Onların durumu bence benden daha ciddiydi. İçeri ağır adımlarla girdim, İdil Hanım yine saçlarını ensesinden toplamış, dizinin altında biten siyah beyaz bir kalem etek giymiş, gözlüğünü yine takmış ve gömleğini boğazına kadar iliklemiş önümde oturuyordu. Elinde benim hakkımda notlar aldığı defteri vardı, defter açık değildi. Kalem kenardan hiç çıkmamıştı, defteri sadece elinde tutuyordu. ''Sonunda istediğinizi aldınız, eserinizi görmeye mi geldiniz.'' Dedim ve karşısına yaylanarak oturdum. Her zamanki ciddiyetiyle karşımda oturuyordu, mimikleri bile oynamadan öylece beni izliyordu. İzlemesi bittikten sonra dudaklarını araladığı sırada ben gülmeye başladım. ''Ah şu an kiminle seans yapıyorum... Pardon karşımda kim var diye soracaksanız... Şu an burada öylece oturduğuma göre kim olduğumu biliyorsunuz.'' Tekrar alayla güldüm ve toplanmış saçımı açtım. ''Ben çok üzgünüm Mabel. Seni zapt etmenin tek yolu buydu.'' ''Vahayı, Vahayı zapt etmenin tek yolu buydu.'' 'Bırak öyle sansın, buradan çıktığımda bunun beni zapt edemeyeceğini ona göstereceğim.' Hay hay. ''Seni de ele geçiriyor görmüyor musun? Seanslara gelmiyordun, cinayetler artıyordu bu da demek oluyor ki Vaha sık sık ortaya çıkıyor. Mabel en yakın arkadaşın, sevdiğin çocuk bile cinayetlerine şahit oldu. Eğer bu öğrenilirse ki bu gidişle öğrenilecek seni koruyamam.'' 'Kocasını koruyamadığı gibi mi?' ''Kocanızı koruyamadığınız gibi mi?'' İdil Hanım bu söylediğimle duraksadı, gözlüğünü çıkarıp derin bir nefes aldı. ''Mabel'i bırak artık Vaha, ona zarar veriyorsun. O da çok genç.'' Kaşlarım belli belirsiz çatılırken İdil Hanım nereden anladığını merak ettiğimi fark etmiş olacak ki gülümsedi. ''Ben seni de onu da çok iyi tanıyorum Mabel, kuracağı cümleden kullanacağı kelimelere kadar.'' 'Ben de seni çok iyi tanıyorum doktor, aklında geçen tilkilerden yapacağın hareketlere kadar.' O yüzden mi şu an buradayız? ''Burada tedavi görürsen eğer, seanslarla ve ilaçlarla seni iyileştirebiliriz. Senin için hala bir şans var Mabel, bize yardım et.'' ''Şu ana kadar en güvendiğim insan sizdiniz. Her konuda, bana annelik yaptınız, ablalık yaptınız, doktorluk yaptınız. Ama hala güvenin benim için ne demek olduğunu öğrenemediniz. Güven benim için her şeydi, siz bana yalan söylediniz. Sevdiğim insanı, en yakın arkadaşımı bana karşı kullandınız. Beni arkamdan bıçakladınız, beni buraya bu delilerin...'' İçeriden bir çığlık daha geldi, sabırla nefes aldım ve kurumuş dudaklarımı yalayıp cümleme devam ettim. ''Beni buraya tıktınız. Ben bundan sonra size güvenir yardım eder miyim?'' ''Anlıyorum seni, haklısın. Sen sadece yaptıklarımızı görüyorsun ama sebebini de görmelisin. Her şeyi seni sevdiğimiz için seni korumak için yaptık...'' ''Sakin ol lütfen. Eğer senin istediğin gibi olsaydık, bu kadar kısa da bu hale gelmişken ileri de tamamen bedenini kaybederdin. Vaha senin ruhunu emiyor, bu bedeni istediği için seni kendine katmaya çalışıyor. Bak bu hastalığın önü kesilmezse çok daha fazla ilerleyecek Mabel. Yeni kişilikler de çıkacak ve her kişilik seni ölüme daha da yaklaştıracak. Bedenini kullanamayacaksın, bedenin de bir sürü farklı insanlar olacak. Bununla başa çıkamazsın, bunlar olmadan iyileşmek zorundasın.'' Ellerimi dizime geçirdim ve ağlamamak için gözlerimi yumdum. Başka kişilikler... Birden fazla Vahadan başka insanlar... Aynı bedende birden, ikiden fazla ruh... Olamazdı, Vaha buna fırsat vermezdi. Vaha tüm bedene hükmetmek istiyordu. Benden başka biriyle daha bedeni paylaşmayı kabul etmezdi. ''Vaha böyle bir şeye izin vermez.'' Dedim ve gözlerimi açtım. Artık sık sık ama az az ağlamaktan gözlerim acımaya başlıyordu. İdil hanım söylediğime karşın sadece güldü. Hatta öyle eğlenerek güldü ki, sanki tüm planları gerçekleşmiş istediği sonuca ulaşmış zafer kahkahaları atıyor gibiydi. ''Sen nasıl bedeninde başka bir ruhun olmasını engelleyemediysen, başka bir ruhta yeni bir ruhu engelleyemez Mabel. Onları var eden sensin, senin var ettiğini Vaha yok edemez. Yeni bir kişilik doğar, bir beden de birçok kişilik olabilir. Kişilikler ancak doktor yardımıyla zamanla öldürülebilir, yok olabilir.'' ''Siz de beni buraya Vahayı öldürmek için getirdiniz.'' Dedim aklımdaki yapboz parçalarını birleştirerek. ''Ben buraya seni iyileştirmek için getirdim. Maalesef gelebileceğin tek burası vardı, seni hastanelerin çoğu kabul etmedi.'' ''Nasıl kabul etmedi?'' ''Diğer kişiliğinin öldürme meyilli olduğunu belirtmem gerekliydi, bu sebeple seni zorunlu olarak sadece bu hastane kabul etti. Burada da iyileşmen düşündüğümden daha uzun sürebilir.'' Aklımda Vahanın kahkahaları yankılanırken elimi şakaklarıma götürdüm ve ovmaya başladım. Yeni geçen baş ağrım tekrar kendini göstermeye başlıyordu ve burada bir de onunla uğraşmak istemiyordum. ''Daha fazla konuşmak istemiyorum.'' Diyerek oturduğum koltuktan kalktım ve kapıya doğru ilerledim. 'Dur.' Ne oldu? 'Doktora Atlas ile görüşmek istediğini söyle. Bana Atlas'ı getirmeli.' Atlas mı? Hayır Vaha Onu görmek istemiyorum. 'Sen değil, ben göreceğim. Buradan çıkmak istiyorsan dediğimi yap.' Derin bir nefes verdim ve boynumu kütlettim. Atlas'ın yüzünü görmek, sesini bile duymak istemiyordum ama diğer kişiliğim beni çıkaracaksa bunu yapmak zorundaydım. Ne yaparsam yapayım burada kalmaktan daha iyiydi. ''Bir sorun mu var?'' ''Sorun değil, sadece sizden son bir isteğim var.'' Omuzumun üzerinden hafifçe yüzümü çevirdim. ''Atlas'ı son kez görmek istiyorum, ona son bir sözüm var.'' ''Doktorunla konuşur görüşme ayarlarım.'' Kafamı aşağı yukarı salladım ve kapıyı açtım. ''Seni ziyarete geleceğim Mabel, tedavi sürecini bizzat ben gözlemleyeceğim. İyileşmeden buradan çıkmayacaksın.'' ''Ya da ölmeden...'' diye mırıldandım ve kapıyı çarparak odadan çıktım. Eğer Vaha dediğini yapamazsa bu gidişle buradan sadece ölüm çıkacaktı. Böyle bir yerde aklımı kaçırmadan kalmamın imkânı yoktu. Boynumun dünden sonra hala ağrıdığını hissetmeye başladım. Elimi boynuma attım ve ovalayarak kendi odamın olduğu yere doğru ilerledim. ''564,565,566...'' Gözüm hala kafa atan adama döndüğünde derin bir nefes verdim. ''BEN NE BİÇİM BİR ANNEYİM... BİR ANNE NASIL ÇOCUĞUNU KORUYAMAZ...'' Bir çığlık daha koptuğunda adımlarımı hızlandırdım ve odama girip kapıyı hızlıca kapadım. Güneşin ışığı yavaş yavaş azalırken yatağımın çaprazındaki küçük saate baktım. Öğleyi çoktan geçmişti, yatağın kenarına oturdum ve sırtımı yatağa yasladım. Ayaklarım buz kesmişti, pencerem kapanmıştı ama içerisi oldukça soğuktu. Yataktaki yorganı aldım ve üzerime serip ayaklarıma doladım. Ardından dizlerimi kendime çekip kafamı dizlerime yasladım. ''Sen gelmeden önce hayatım çok güzeldi... En azından şimdiye göre...'' 'Tedavi olmak mı istiyorsun?' ''İstemiyorum, ama böyle de olmak istemiyorum. Artık kaldıramıyorum, kimseye güvenemiyorum. Hayatımın hiçbir değeri yok. Sevenim yok, yanımda olan da yok.'' 'Rüveyda var, Setenay var.' ''Setenay benden habersiz, Rüveyda da başta bana ihanet etmişti.'' 'Ben hayatına yeni dahil olmadım Mabel, yıllardır seninleyim. Sadece sen hatırlamıyorsun.' ''Öyleyse neden yıllardır cinayet işlemedin, neden hiç şu an yaşadığım şeyleri yaşamadım.'' 'Çünkü yaşadığın yeri keşfettim. Tüm ara yolları, tüm kameraları, tüm kör noktaları ve cinayet için uygun yerleri. Neden bunca yıl bekledim sanıyorsun?' Aklıma polislerin beni hiç yakalayamadığı ve ip ucu elde edemediği geldiğinde her şey daha bir kafama oturur oldu. Bu yüzden kimse onun hakkında bilgi sahibi olamıyordu, görüntüsü yoktu, arkasında bıraktığı bir delil yoktu. Bunca yıl kendini geliştirmişti. Her şeyi planlamış planlı ilerlemişti. 'Tek plansız cinayetim son cinayetimdi.' ''Parçalayıp M harfi oluşturduğun adamdan mı bahsediyorsun.'' 'Adam deme, adamlara hakaret ediyorsun.' ''Haklısın.'' Diye mırıldandım. Acıyan gözlerim ve ağrıyan başımdan dolayı gözlerimi yumdum, gözlerim hala acıyordu. Benim daha fazla konuşmaya mecalim kalmamıştı, Vahanın da sesi kesilmişti. İşte yine Mabel dendiğinde akla ilk gelen şey olmuştu, yalnızlık. Şimdiye kadar yanımda olan insanlar olmuştu elbette ama hiç kimse benim yalnızlığımı aşamamıştı. Kalabalığın içinde bile yalnız hisseden insanlar olurdu. Yalnızlık bazen tek kaldığınız için hissedilmezdi, kimse sizi anlamadığı için hissedilirdi. Ben de öyleydim. Yalnızdım, ̶D̶e̶ğ̶i̶l̶d̶i̶m̶, Yalnızdım, ̶D̶e̶ğ̶i̶l̶d̶i̶m̶, ̶Y̶a̶l̶n̶ı̶z̶d̶ı̶m̶, Değildim. Buruk bir şekilde gülümsedim, benim yalnızlık hissimi aşan tek bir insan vardı. Hatta insan değil, tek bir ruh vardı. 'Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür.' Dedi fısıltıyla. ''Çöldür...'' diyerek tekrar ettim onu fısıltıyla. İki saate yakın yerde üzerimde yorganla oturdum, İki saatin yarısında Vaha ile konuşmuş diğer yarısında ise boş boş duvara bakmıştım. Düşünmüştüm, ağlamıştım bazen de hiç düşünmemiş öylece bom boş bakmıştım. Bom boş sessiz oda da birçok kez gelen saatin yelkovan sesi bir kez daha duyulduğunda gözümü saate çevirdim. Hava kararmaya başlamıştı, ne hikmetse çığlık sesleri kesilmişti. Belki de benim odama ses gelmiyordu. Yerde oturmaktan belim ağrıdığında yorganı kucakladım ve yatağa uzanıp üzerimi örttüm. Uykum yoktu, sadece karnım açtı. On dakika daha boş boş döndükten sonra sıkıntıyla ayağa kalktım ve kapımı aralayarak çıkıp çıkmamayı bir kez daha kafamda tarttım. ''Daha ne olabilir ki? En kötü beş dakika sonra odama geri dönerim.'' Kendimi avutarak kapıyı tamamen açtım ve dışarı çıktım. Hala çığlık sesleri gelmediğine göre kadını sakinleştirmiş olmalılardı. Rahat bir nefes verdim ve içeri doğru ilerledim. Gündüze göre çok daha az kişi vardı. Cama kafa atan adam hala kafa atıyor saymaya devam ediyordu. ''1532,1533...'' Gözümü ondan çekerek etrafa bakındım. İki kişi yere oturmuş önlerinde hiçbir şey olmamasına rağmen oyun oynuyor gibi görünüyordu. Biri sevinçle güldü ve bir şey olmamasına rağmen elini karşısındakine uzattı. ''Hah! Tombala! Ben kazandım.'' Tombala mı? Ellerimi saçıma geçirip gözümü onlardan çektim ve boş köşeye doğru oturmak için ilerledim. Tekli koltuk hemen yanında da üçlü bir koltuk vardı. Üçlü koltuğun köşesinde bir kız oturuyordu, yaşı genç duruyordu. Kimseyle muhatap olmamaya karar vererek oturmak için eğildiğim sırada bir bağırtı duyuldu. ''Ne yapıyorsun! Orada Mila oturuyor.'' Bağırdığı kişinin ben olduğunu fark edince doğruldum ve şaşkınca ona bakmaya başladım. ''Eziyordun az daha o bir bebek cani!'' Boş olan tekli koltuğa bakıp sabır dileyerek sinirden gülmeye başladım. Harika, boş koltuklara bile oturamıyorum. Vallahi fevkalade... ''Herkes odasına geçsin lütfen, yemekleriniz dağıtılacak.'' Hemşirenin uyarısını duyar duymaz sevinçle odama doğru yöneliyordum ki birinin kolumdan tutmasıyla savrularak durmak zorunda kaldım. Kolumu tutan yaşlı bir amcaydı, gözleri bal rengiydi kaşları çatık bana bakıyordu, hatta bana değil sanki direk içime bakıyordu. ''Sen... Senin içinde bir ruh daha var... Hatta bir tane daha, içinde üç tane ruh var...'' ''Anlamadım?'' ''Üçü de birbirinden korkunç... Senin ruhun kanla kirlenmiş... Sen de kanla kirleneceksin...'' Karşımda bana korkuyla bakan adamdan kolumu kurtarmaya çalıştığım sırada kolumu koparırcasına daha fazla sıkmaya başlamıştı. ''B..Bırakır mısınız kolumu...'' artık canımı yakmaya başladığında yardım istemek için dönecektim ki hemşire benden önce davranarak yanımıza geldi ve amcanın elini kolumdan çekti. ''Bir sürü ölümler var gözlerinin arkasında.'' Hemşirenin biri zorla amcayı çekiştirerek benden uzaklaştırdığı sırada başka bir hemşire bana doğru geldi ve ''İyi misin?'' diye sordu. Kolumu tutup parmak izi olan yere bakıp kafasını sağa sola salladı. ''O amca kendini insanların ruhunu okuyan biri sanıyor. Dediklerini pek kale alma.'' Kafamı belli belirsiz sallayarak elimi çektim ve yemek yemek için koşar adımlarla odama ilerledim. ''Bence ben de burada delireceğim... Gerçi daha ne kadar delirebileceksem...'' odanın önüne gelir gelmez kapıyı açıp sanki kovalayan varmış gibi kapattım ve koşar adımlarla yatağıma oturup kenarı bırakılan yemeğimi aldım. ''En kötü ben de ortalıkta şeytanım diye gezerim, eh! Bir yanım gerçekten öyle aslında ama...'' 'Alınıyorum ama.' ''Alınmak mı?'' diye mırıldandım ve sulu köfteden bir kaşık ağzıma attım. ''Ben iltifat kabul edersin diye düşünmüştüm.'' 'Komik olmak için daha fazla çalışmalısın.' Kıkırdayarak bir kaşık daha aldım. Gerçekten kıtlıktan çıkmış kadar açtım, günlerdir adam akıllı yemek yemediğim için kaybettiğim gücümü iki kaşıkla bile toparlamış gibi hissediyordum. ''Kafandaki planın ne olduğunu bana söyleyecek misin?'' 'Buraya bizi sokan Atlas, bizi çıkartan da o olmalı.' Atlas'ın adını duyduğumda yediğim yemeği ağzımda biraz daha çiğnedim. Nedense bir anda gerçekten iştahım kesilmişti. İhanet açlığımı doyurmaya yetiyordu. 'Ona bir şans daha vermek ister misin?' ''Ne gibi bir şans?'' dedim ve yemeye yavaş da olsa devam ettim. Ne olursa olsun Atlas ile birkaç gün boyunca konuşmak ve görüşmek istemiyordum. Yaptığını sindirene kadar onu görmek sadece ihanetini tazeleyecekti. 'Buradan ölünün çıkacağını söylemiştin, eğer başka türlü çıkamazsan ölünün çıkacağını. Ona bir şans daha ver. Eğer seni yaşatmayı seçerse ihanetini telafi eder, ölmene müsaade ederse de değişmeyecek son için daha fazla acı çekmeyiz.' Elim de ki kaşığı tabağa bırakıp kafamı kaldırdım ve karşımdaki aynaya baktım. ''Dalga mı geçiyorsun? Ben intihar falan edemem... Çok istedim daha önce ama böyle bir şeye cesaretim yok...'' 'Senin yok.' Tam 13 yıldır, babam gittikten sonra yaşamaya çalışmıştım. İki kanadımdan biri eksilmişti beş yaşımda, yedi yaşımda da annem gitmiş diğer kanadımı kırmıştı. Yaşamak için yıllardır mücadele vermiştim. Asla pes etmemiştim ufacık bir şeyi bile yaşamak için kendime bahane olarak kullanmış yaşamak için kendime sebepler yaratmıştım. Şimdi tüm çabam, tüm çektiğim acılar boşa mı gidecekti? 'Bu acının üzerine başka acılarda mı eklemek istiyorsun?' Evet, eğer Atlas beni yaşatmayı seçmezse burada eninde sonunda ben de yaşayamazdım. Bunun farkındaydım ve bunu çok daha zor bir hale getirebilirdim. Hatta zamanla her şey burada çok daha zor gelecekti, buna emindim. Yine de ölüm fikrini kabullenecek cesaretim bile yoktu. ''Ya Rüveyda?'' dedim aynadan gözlerimin içine bakarak. İçerisi karanlık sayılırdı, içeri sadece dışarıdan gelen ışıklar aydınlatıyordu. Yine de bu karanlığın içinde yanan ateşi görebiliyordum. Etraf karardığında ateş kendini daha çok belli ederdi zaten, Vahada öyleydi. Her yer karardığında bir alev kadar kendini belli ediyordu. 'Atlatacaktır, o da bu kadar acı çekmeni istemez.' ''Ben neden bu kadar sakinim, yani kendimi kızgın hissediyorum ama kızamıyorum.'' Diye mırıldandım ve yemeğin kalanını bitirip tabağı kenara bıraktım. 'Sakinleştiricinin etkisi.' Ah doğru, yediğim iğneleri tamamen unutmuştum. Öfkem ne kadar yatışsa da boynum ve başım hala ağrı içindeydi. Elimi şakaklarıma götürdüm ve ovaladım. 'Gücünü toplasan iyi edersin, yarından sonra buna ihtiyacım olacak.' ''Gece çığlık falan duymazsam uyurum tabi...'' Aklıma toplanma alanındaki insanlar geldiğinde bir kez daha bedenimde titreme oldu. 'Azrail yokladı.' ''Rüveyda'nın tabiriyle.'' Diye ekledim ve gülerek yatağa uzanıp yorganı üzerime çektim. ''Sanırım bugün biraz erken uyuyacağım. Artık dinlenme sırası bende, savaşma sırası sende. Sana güveniyorum.'' Dudaklarıma bir tebessüm yaydım gözlerimi kapatırken. Tabi gözlerimi kapattığımda bir gerçek daha aklımda yankılanmıştı. Bu kadar sakin kalmamın tek sebebi sakinleştirici değildi, Atlastan yediğim ihanetti, artık yorulmuş olmamdı ve söylediğim gibi Vahaya güvenmemdi. Dudaklarımdaki tebessüm yavaşça silinirken saniyeler içinde kendimi uykuya teslim ettim. Uykuya teslim olmadan önce dudaklarımdan sadece bir cümle döküldü, bu son zamanlarımdan önce söylediğim ve hatırladığım tek cümle olacaktı. ''Umarım korktuğum karanlığa ömür boyu hapsolmam.'' 00
|
0% |