@byzloey
|
VAHA 'Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür.' Bunu saatler önce Mabel'e söylemiştim. Yalnızlığı çölüydü ama unuttuğu şey uzun zamandan sonra yalnız olmadığı, Vahası olmasıydı. Mabel, henüz sekiz yaşına basmadan önce çölünü Vaha'ya çevirmişti. Her şeyin başlangıcı ve bizim hikayemiz bir çölün Vaha ile taçlanmasıyla başlamıştı. Benim asıl ismim Vaha değildi, yıllardır o kadar bu isimle bağdaşmıştım ki kendi ismimi hatırlamaz olmuştum. Kendi ismimi Vaha kadar sevmediğim için de hatırlamak istemiyor olabilirdim tabi. Vaha beni tamamlayan ve Mabel tarafından beni yansıtan tek kelimeydi. O yalnızlığını çölü olarak adlandırıyordu, ben ise yalnızlığında ona arkadaşlık eden bir bitki gibi Vaha olarak adlandırılmıştım. Aynı bahçesindeki arkadaş edindiği çiçekleri gibi. Şimdi solmuş bitkisi yeniden hayat bulmuştu, hiçbir sakinleştirici hiçbir ilaç bu hayatın ömrünü kısıtlayamaz hiçbir su bu ateşi söndüremezdi. Çünkü W geri dönmüştü. Vaha küllerinden doğmuştu, kafamda kurduğum planlar bir süre uzak kalmama rağmen sorunsuz tıkırında ilerlemişti. ''Sana 'Sen sadece eğitmem gereken bir öğrencisin.' demiştim doktor, son dersine hoş geldin.'' Dedim aynaya bakarak. Dudaklarımda herkesi oynadığım oyuna inandırmanın zafer gülümsemesi vardı, bir yandan ise yarım kalmış ruhuma hissettiğim hüzünle bakan gözlerim birbirine zıt olmasına rağmen tek bir yüzde birleşmişti. Dediğim gibi zıtlıklar hayatın her zerresinde vardı ve sadece birbirlerini tamamlarlardı. Gözümü karşımdaki aynadan çektim ve saate çevirdim. Öğleni biraz geçmişti, kahvaltı sabah gelmişti gücümü geri topladıktan sonra biraz daha uyumuş duyduğum çığlık sesiyle gözlerimi şahin gibi açmıştım. ''Atlas'ın gelmesine son iki saat.'' Dedim kendi kendime ve yataktan kalkıp yatağımı düzelttim. Bugün hafta içi olduğu için Atlas okuldan çıkmadan buraya gelmezdi ve Atlas ile İdil hanımı tanıyorsam bugün Atlas Mabel'e gelecekti. Ama aradığı Mabel'i bulamayacaktı, sadece korktuğu Vaha ile daha doğrusu W ile karşılaşacaktı. ''Masum bir erkek olmasaydın eğer... ah ah çoktan seni yolumun üstünden kaldırmıştım.'' Diye mırıldandım. Hayatımda hiç masum bir adamı öldürmemiştim, masum bir adamı öldürmekte bana ters bir hareketti. Aynı bir kadını öldürmek kadar tersti. Eğer bir gün böyle bir şey olursa şimdiki gibi sarsıcı bir etkisi olurdu. ''Bir daha bu kadar zayıf düşmemeliyim.'' Düzelttiğim yatağa bir göz atıp baş ucumdaki bardaktan bir yudum su aldım. Günlerdir zayıflamış bir bünye yemek ve uykuyla bir günde toparlanmıştı. İşte en sevdiğim şey, uğruna savaştığım şey yine bedenimdeydi. Her zerremde hissediyor hissettikçe onun için daha çok savaşmak istiyordum. Bu duygu, güçtü. Bu duygu yaşama ve hayat kurtarma arzusuydu. Tabi bu arzu iki gün sonra değişebilirdi. Çünkü iki gün sonra saat çift sıfır olduğunda ya özgür olacaktım ya da ömür boyu bir daha özgürlüğü tadamayacaktım. Aynanın karşısına geçtim ve dağılmış saçlarıma bir rap mırıldanarak düzen verdim. Saçlarım oldukça kabarmış ve oldukça karışmıştı. Saçımı düzeltmem bittiğinde boynumu kıtlattım ve aynadaki yansımama dikkatle baktım. Çünkü o gözlerin arkasında korkak gözlerle küçük kızım bana bakıyordu. ''Neden korkuyorsun?'' altmış saniye kadar sessizce baktım, bir cevap bekliyordum ama cevabını vermeye bile korkuyor görünüyordu. ''Mabel?'' diye fısıldadım. 'Eğer buradan çıkamazsak, öldükten sonra bize ne olacak?' sorduğu soruyu daha önce hiç düşünmediğim için kaşlarım belli belirsiz çatıldı. ''Hiç düşünmedim.'' 'Eğer Atlas bizi buradan çıkaramazsa ve sen dediğini yaparsan... Ben de acı çekecek miyim?' ''Onu da hiç düşünmedim.'' Dedim derin bir nefes verirken. Gerçekten düşünmemiştim ve kolay kolay yalan söyleyen buna ihtiyacı olan bir insan da değildim. ''Ama bunu yapan ben olacağım için ve sen uykuda olacağın için senin bunu hissedeceğini düşünmüyorum.'' 'Atlas'ın bugün geleceğine nasıl bu kadar eminsin?' ''Eminim, çünkü kendini o kadar suçluyor ki ufacık bir yanlış daha yapmamaya özen gösterecek.'' Çünkü Atlas o kadar vicdanlı ve seni seven bir çocuk... 'Göreceğiz...' Gözlerimden korku dolu bakışların gittiğini gördüğümde ''Görelim...'' diye fısıldadım ve aynanın önünden çekilerek kapıyı açıp odamdan çıktım. Deli olan herkes zaten deli olmadığını söylerdi, o yüzden burada zorluk çıkarıp bağırıp çağırmak sadece onlara gerçekten deli olduğumuzu düşündürürdü. Onun yerine sakinlik, bir plan yapmak ve bu planı gerçekleştirmek için en iyi hareket olurdu. Odamdan çıktığımda bir çığlık daha koptu ve attığım her adımda kulağımı biraz daha kanattı. Ortak alana vardığımda elinde bebek oyuncaklarıyla oynayıp onlara insan muamelesi yapan kıza bir bakış atıp boş koltuğa doğru ilerledim. Şu an burada vakit geçirebileceğim tek aktivite delileri izlemekti. Açıkçası onları izlemek beni eğlendirecekti, en azından bana bulaşmadıkları sürece. Tekli koltuğa ilerleyerek oturacağım sırada kendi kendine konuşan kız bir çığlık daha attı ve önüme gelerek korkuyla kolumu tutup beni koltuğun önünden çekiştirmeye başladı. ''Ya seni daha kaç kere uyaracağım ben! Mila'nın canına kastın mı var senin? Görmüyor musun küçücük bebeği!'' Önümdeki kaşları çatık kıza bakıp boş koltuğa bir kez daha baktım. ''Aaa...'' diye mırıldanarak gülümsedim ve elimi ondan kurtarıp koltuğa kendimi rahatça attım. Karşımdaki benden küçük olduğu her halinden belli kız ellerini yanaklarına götürdü ve ağlamaya başladı. ''Katil! Katilsin sen!'' ayaklarını yere vurarak ağlaması şiddetlendiğinde onu görmezden gelerek hemen yanımdaki cam kenarında duran adama çevirdim bakışlarımı. ''1845,1846...'' bu kafasını cama vurarak belli bir sayı tamamlamaya çalışan deli olmalıydı. Gördüklerimi hayal meyal hatırladığım için gözümü ondan çektim ve baş ucumda yırtınan kıza döndüm. ''Git ötede ağla, baş ağrıtıyorsun.'' Hemşirelerden biri sonunda fark etmiş olmalı ki yanımıza geldi ve kıza kollarını dolayıp sürükleyerek götürmeye başladı. ''Senin ilaç saatin gelmiş gel benimle.'' Kız hala elleri yanaklarında bana bakıyor ve 'Katil' diye bağırınıyordu. Gülümseyerek ayaklarımı dizlerime doğru çektim ve etraftaki insanları izledim. Gencinden yaşlısına her yaştan her tene insan vardı. Erkekten kadına, beyaz tenlisinden koyu tenlisine. ''İşte bu yüzden ne ırk ne ten insanda ayrıma yol açmamalı.'' Diye fısıldadım. ''Tanrının ayırmadığını siz nasıl ayırıyorsunuz...'' Burada da dışarda da her tenden her yaştan insanın başına aynı şey gelirdi ama insanlar kendi içlerinde bir ayrım yapmaya başlamıştı. Saniyeler içinde bir çığlık koridorda yankılandığında zorla götürülen diğer kadına baktım. Olmayan evladının acısını çekiyordu. Bir annenin evlat acısı, cehennem acısına eşitti. En azından benim bildiğim öyleydi ve bu dünyada cehennem azabı çekmek ne demek iyi bilirdim. O kadını iliklerime kadar anlayabiliyordum. ''Benim erkek versiyonum yokmuş iyi ki de olsaydı sanırım bu dünyada cehennem azabı çekmeyen ya da cehenneme erkenden yollanmayan sayılı insan kalırdı.'' Diye mırıldandım. Ardından yaşlı bir adam gelip karşıma oturdu, gözlerini bana dikti ve gözlerini kısarak baştan sona beni süzdü. ''Sen kanlanmış diğer ruhsun...'' dedi ve oturduğu koltukta benden uzağa doğru kaydı. ''Anlamadım?'' ''Sen ve diğer ikisi o kadar kirli ki, temiz ruhun aranızda hayatta kalması mümkün değil.'' Sen ve diğer ikisi derken? ''Anlayamıyorum dediğinizi.'' Dedim oturduğum yerde doğrulurken. Bu adam neden bahsediyordu. ''Sen dün ki kız değilsin, o temiz ruh değilsin. Ruhun karanlık... Diğerleri gibi karanlık.'' ''Ne ded...'' ''Sen yine mi bu kıza dadanıyorsun.'' Dedi bir erkek çalışan ve yaşlı adamı kolundan tutup kaldırdı. ''Bir saniye, bu adamın hastalığı nedir?'' diye sordum ayağa kalkarken. Bana hala korkuyla ve tiksintiyle bakıyordu ama söyledikleri kafamda soru işaretleri oluşturmuştu. Benden başka iki kirlenmiş ruh ve bir temiz ruh mu? Erkek hemşire yaşlı adamı götürürken kaşlarım belli belirsiz çatık arkasından baktım. Ben kirlenmiş bir ruhtum, benimle iki ruh daha olduğunu iddia etmişti. Bir de temiz ruh olduğunu söylemişti, bu temiz ruh ancak Mabel olabilirdi. Arkasından baka kaldığım yaşlı adamın ardından kadın hemşire bana doğru geldi. ''Mabel sendin değil mi?'' ''Evet.'' Hemşire gülümseyerek ''Doktorun odasında seni bekleyen biri var.'' Dedi ve bana doktorun odasına kadar eşlik ederek kapımı açtı. Geldi seninki Mabel, ona iletmemi istediğin bir şey var mı? Odaya girdim ve stresten elleriyle oynayan Atlas'a bakış atarak karşısına oturdum. Yüzünü yere eğmiş, kaldırmadan elleriyle oynamaya devam ediyordu. Mabel'den bir ses gelmeyince gülümsedim. Söylediği gibi Atlas hakkında bir şey duymak istemiyordu. Hay hay ''M...Mabel ben çok özür dilerim. Ben sadece senin iyiliğini istiyorum.'' Atlas'ın çırpınışları başladığında bacak bacak üzerine attım ve arkama yaslanıp gülümseyerek bu halini izlemeye başladım. ''Bana kızgın olmanı anlıyorum ve evet kendini sırtından bıçaklanmış hissedebilirsin haklısın sonuna kadar ama sadece bunu senin iyiliğin için yaptığımı bil.'' Yüzünü sonunda yerden kaldırıp gözlerime baktığında kaşları çatıldı. Gözleri gözlerimden gülümseyen dudaklarıma ardından bacak bacak üzerine attığım oturuşuma döndü. ''Sen Mabel değilsin...'' diye fısıldadı. ''Mabel'in gerçekten seninle görüşmek istediğine inandın öyle mi?'' boş odada kıkırdayarak kurumuş dudaklarımı yaladım. Ardından Atlas'ın kaldırdığı yüzüne baktığımda çiziklerle dolu olduğunu gördüm. ''Yüzüne ne oldu senin?'' ''Sen buraya geldikten sonra Rüveyda...'' ''Sakın yüzümü tırnakladı deme?'' Atlastan bir cevap gelmediğinde kendimi tutamadım ve gür bir kahkaha attım. Ah dedektif kız... ''ben Mabel'in...'' Atlas bu konuyu tamamen es geçerek asıl konumuza döndüğünde gülüşümü kestim ve tekrar ciddi bir ifadeye büründüm. Beni öğrendikten sonra bile... ''Her şey senin yüzünden oldu, eğer sen olmasaydın o bu kadar zorluk çekmeyecekti.'' Dedi beni suçlayarak, kendini aklamak için yapmıyordu bunu sadece bir suçlu arıyordu ve ondan daha suçlu olduğum için öfkesini benden çıkarıyordu. Bunu gözlerinden ve hala mahcup olduğu için ellerini birleştirip utanç içinde olan oturuşundan anlayabiliyordum. ''Haklısın belki çekmezdi ama belki yalnızlığa daha fazla dayanamayıp hayatına son verirdi.'' Bu dediğimle beraber k9 köpeği gibi kulaklarını dikti ve kafasını kaldırdı. Nefes bile almamış bu ihtimalin gerçeğiyle sarsılmıştı. Lakin sözümde bir yanlış yoktu, Mabel gerçekten dayanamazdı. Şu an hayata tutunmak için aradığı bahaneler vardı. O bahanelerden bendim, Rüveyda'ydı, Atlastı ve hiç yaşayamayacağı huzurlu bir hayattı. ''Mabel'i bu duruma sokan ben olabilirim ama buraya girmesinin sebebi ve kaçıp saklanmak istemesinin sebebi sensin. Bizi buraya sen soktun ve sen çıkartacaksın.'' ''Ne? Ben bunu nasıl yapabilirim, ayrıca yapamam yapmam. Mabel iyileşmeli tedavi olmalı.'' Boş odada attığım kahkaha yankılanırken ayağa kalktım ve öfkeyle bedenime yayılmaya başlayan sıcaklık sebebiyle pencereyi açtım. ''Yapacaksın...'' diye mırıldandım. Pencereyi açtıktan sonra yerime geri oturup tekrar bacak bacak üzerine attım. Dik duruşumu ve sert bakışlarımı bozmadan bakışlarımı ona kilitledim. ''11 Mart'a girdiğimiz geceye kadar vaktin var. Eğer 11 Mart'a girdiğimiz gece hala burada olursam, bu Mabel'i son görüşün olmuş olacak.'' ''O..o da ne demek?'' dedi ağlamaklı bir sesle. Nefes alışı yavaşlamış ve azalmıştı, dudaklarıma öyle merak ve korkuyla odaklanmıştı ki ufacık bir kelimemde ağlayacak gibi bir hali vardı. ''Ya beni iki gün içinde buradan çıkarırsın, ya da Mabel'i doğum gününde ölüme terk edersin demek.'' ''Ne saçmalıyorsun sen, ö..öyle bir şey yapamazsın hem o ölürse sen de ölürsün üstel...'' ''Ordan bakınca ölümden korkan birine mi benziyorum?'' Atlas bu sorumla afalladı, muhtemelen saçmaladığının farkına yeni varıyordu. Ya da benim ciddi olduğumun bilincine yeni varıyordu. '' Sen seç. Yaşatmak mı, Öldürmek mi?'' ''Bunu... yapamazsın.'' '' Sevdiğin insanın hayatı üzerine kumar oynamak istiyorsan, Dene ve gör.'' Dedim ve ayağa kalktım. Ona söyleyeceğim kelimeler bunlardan ibaretti. Söyleyeceğimi söylemem yeterliydi, inanmayan her kes bu olduğunda pişman olurdu ama iş işten geçtikten sonra gelen pişmanlık hiçbir işe yaramazdı. Kapının önüne geldiğimde duraksadım ve omuzumun üzerinden ona döndüm. ''Ha ayrıca, Mabel ile düğüne gitme sebebinin annesinden aldığın imza olduğunu biliyorum. Ne kadar da alçakça bir davranış, senin gibi birine hiç yakışmadı...'' son sözümü söyledikten sonra kapıyı açtım ve arkamda ne yapacağını bilmeyen bir çocuk bırakarak odama doğru ilerledim. Ne yapacağını şu an bilmese de birkaç saat sonra bilecekti. İdil Hanım'a korkudan titreyerek gidecekti, o da ya beni bildiği için Mabel'i kaybetmeye göze alamayıp bizi buradan çıkaracaktı ya da bizi ölüme terk ederek ömür boyu bunun pişmanlığını yaşayacaktı. Üstelik bana olan nefretinin Mabel'e olan sevgisini geçtiğini de iş işten geçtikten sonra fark edecekti. Burada kalamayacağımızı ilk geldiğimiz günden itibaren anlamıştık, günler geçirmemize gerek yoktu. Ben de Mabel de buraya ait değildik. İnsan ait olmadığı bir yerde uzun süre yaşayamazdı, biz de yaşayamazdık. Değişmeyecek bir son içinde daha fazla acıya gerek yoktu, inanç olmayınca yaşama isteği de olmazdı. ''Bizim inanacağımız tek şey yine biziz Mabel. Sen bana, ben sana.'' IŞIKLAR PSİKİYATRİ KLİNİĞİ Yıllardır üzerinde kara bulut gibi gezen ağırlık artık hafifliyordu İdil hanımın. Çünkü kocasını kurtarmak için yapamadığı fedakarlığı kızı gibi gördüğü Mabel'e yapmıştı. Onu kendine değil başka bir doktora emanet etmişti. Sürekli onun hakkında bilgiler edinip takip altında tutsa da aynı hatayı yapıp onu kaybetmemek için bu kez onu tedavi etme işini kendi üstlenmiyordu. Bugün isteği üzerine Atlas'ı görmesi için Mabel ile ikisine bir görüşme ayarlamıştı. İdil hanım adı sanı bilinen bir doktordu, tabi geçmişindeki lekeyi yok sayarsak. Bu sebeple çok fazla doktor çevresine sahipti, üstelik doktorların çoğu onu bilir sayar ve sözünü dinlerdi. O sebepten Mabel'i emanet ettiği eller İdil hanımın yönlendirmesine uygun tedavi uyguluyor aynı zamanda her olan şeyi kesintisiz İdil hanıma iletiyorlardı. İdil hanım dün gelir gelmez kızının gözlerindeki hayal kırıklığını biraz da olsun telafi edebilmek için Atlas ile görüşmüş onu Mabel'in görmesini istediğini söylemişti. Atlas ise bunu yapamayacağını söylemiş onun yüzüne nasıl bakacağını sormuştu, tabi İdil Hanım insanın zayıf noktalarını ve hassas yerlerini çok iyi gözlemleyen ve o noktalara çok rahat basan bir kadın olduğu için Atlas'ın fikirlerini tamamen değiştirmişti. Görüşme saatinin üzerinden bir buçuk saat geçmişti. İdil hanım telefonda sesi endişeli ve korku dolu gelen genci elinde sigarasıyla bekliyordu. Gözleri dalgındı, içi huzursuzdu. İçinde kötü bir his vardı. ''Neden kazandığım halde, kaybetmiş gibi hissediyorum...'' diye fısıldadı kendi kendine. Aklında konuşan kocası ise 'bazen öyle olur.' Diye yanıtladı onu. İdil hanım gülümsedi. ''Bu hissi en son seni kaybettiğimde hissetmiştim. Korkmam mı gerekiyor?'' diye sordu tekrar. Lakin bu kez kocasından ses gelmedi. Dakikalar sonra sessizliği tıklanan kapıdan yankılanan ses bozdu. İdil hanım sigarasını söndürdü ve küllüğü çekmecesine kaldırıp ''Gel.'' Diyerek sandalyesindeki oturuşunu düzeltti. İçeri beklediği genç adam neredeyse ağlar vaziyette girdi. Eli ayağı titriyordu, onu birçok kez korkarken görmüştü lakin bu kadar korkmuş ve ağlayacak vaziyette hiç görmemişti. Kaşları belli belirsiz çatıldı. Yüzünde hala dün gördüğü çizikler mevcuttu. Hatta yanağındaki ile oynamış olmalıydı ki yanağında hafif kanama vardı. İdil hanım bunu önemsemedi ve oturmasını bile söylemeden ''ne oldu?'' diye sordu. ''Mabel çağırdı demiştin...'' diye fısıldadı ve titrer vaziyette İdil hanımdan izin bile almadan karşısındaki koltuğa oturdu. Mabel ile görüşmediği her halinden belli olan genci gördüğünde dudaklarını ısırdı ve toplu olan saçlarını salıp diplerini yolmaya başladı. ''Vaha mıydı?'' Atlastan bir süre ses gelmedi, İdil Hanım sorusunu tekrarlayacağı sırada Atlas yere eğdiği yüzünü kaldırdı. ''Beni tehdit etti.'' Dedi zorlukla. ''Mabel'in canıyla beni tehdit etti, hata ettik onu oraya yatırmakla.'' İdil Hanım gözlerini kıstı ve genci dikkatle dinledi. ''Ne söyledi?'' ''Bana Mabel'in doğum gününe kadar vakit verdi, eğer iki gün içinde onu çıkarmazsak...Bu Mabel'i son görüşümüz olurmuş.'' Atlas'ın cümlesinin ardından İdil Hanım güldü ve dik duruşunu bozarak arkasına yaslandı. ''Ah Vaha, asla pes etmiyorsun.'' Dedi ve bir kez daha güldü. Atlas ne dediğini anlayamadığı için ona anlamamış gözlerle bakmaya devam etti. İdil hanım ise onun bu halini görmezden gelerek kendi kendine konuşmaya devam etti. ''Oradan çıkmak için şimdide tehdit savuruyorsun...''Atlas İdil hanımın onu görmezden geldiğini anladığında boğazını temizlemek için öksürdü ve ''Ne demek istiyorsunuz?'' diye sordu. İdil hanımın bu rahat tavrı onu şaşırtmıştı. ''Onu oradan çıkarmamız için tehditler savuruyor. Kendine bir şey falan yapacak değil, o kadar ileri gitmez.'' ''Onun gözü kara bir katil olduğunu siz söylemiştiniz, ölümden korkacak biri değil bana bunu kendi söyledi üstelik... üstelik gözlerindeki o bakışı görmediniz. Mabel'i riske atamayız onu oradan çıkarmalıyız.'' İdil hanım endişeli çocuğu dikkatle inceledi. Ne derse desin onu kendi fikrine ikna edemeyeceğini anladığında ellerini birbirine kenetledi ve ''Peki, ben bununla ilgileneceğim.'' diyerek Atlas'ı başından savmak adına yalan söyledi. Çünkü İdil Hanım Vahanın kendine zarar vereceğine asla inanmıyordu. Vaha gözü kara bir seri katildi işi bitmeden böyle bir kumar oynamazdı. Ne kadar şimdiye dek yalan söylemediğini bilse de Vahanın öldüreceği çok adam olduğuna inandığını bildiği için böyle bir şeye kalkışmayacağını düşünüyordu. Bu sebeple Atlas'ı başından savurdu ve ona laf anlatmakla uğraşmamak adına ona yalan söyledi. ''İki gün içinde onu çıkarabilecek misiniz? 11'ine bağlanan gece çıkmış olacağım dedi. Yani onun da çıkmış olmalı.'' İdil Hanım Vahanın bu zekasına her zaman hayran olduğu için tebessüm etti. Mabel'in doğum gününü bahane ederek erkenden özgürlüğüne kavuşmak istiyordu. Ayrıca Mabel'in doğum gününde onu ölüme terk etmek vicdansızlık olacaktı ve Atlas vicdansız bir çocuk değildi, onun vicdanıyla oynuyordu. ''Peki öyleyse, ben sizi tekrar ziyarete gelirim. Eve gitsem iyi olacak.'' Atlas hala kendine gelememiş vaziyette ayağa kalktı ve İdil Hanım ile vedalaşıp klinikten çıktı. Aklında olan tek şey yaptığının pişmanlığıydı, çünkü Vahanın söylediği son sözler gururuna dokunmuştu. Mabel ile düğüne gelme sebebi İdil Hanımın ona gitmesi gerektiği ve orda annesinden imza alması gerektiğini söylemesiydi. İdil hanım için Atlas'ın gitmesi tamamen bir şanstı. İdil Hanım Atlas ile hastane işini konuştuğunda annesini arayıp durumun ciddiyetinden bahsetmişti, Annesi başta inanmasa da kızı geldiğinde buna karar vereceğini söylemişti. Annesi kızının her zamanki hallerine alışıktı ama kızının Vaha sayesinde oluşan cesaretini görür görmez İdil Hanıma hak vererek o imzayı atmış kızının ölüm fermanını imzalamıştı. ''Kendi ayağına sıktın Vaha...'' dedi İdil Hanım ve bir kez daha güldü. ''Bunca yıl, senden kurtulmak için yollar aradım. Yıllar sonra ise sen bu savaşta zaferi kendi ellerinle bana teslim ediyorsun.'' İdil hanım zafer gülümsemesiyle çekmecesindeki küllüğünü çıkardı ve bir sigara daha yaktı. Şu an sabırsızlıkla iki gün sonra gece on ikiyi bekliyordu, Vahanın kendi tükürdüğünü yalamasını izlemek istiyordu. Atlas'a gururla 'ben sana yapamaz demiştim' demeyi bekliyordu. Diğer sigarasını içerken aklına Mabel'in ona ilk anne dediği zaman geldi. Yıllar önceydi, Mabel yine bir gün düşmüş dizini ve ellerini yaralamıştı. Seansa o zamanlar şu an vefat etmiş komşusu getiriyordu. Mabel o kadar üzgün ve annesine muhtaçtı ki, İdil Hanım yaralarını sararken yine ağlamaya başlamıştı. İdil Hanımın her seansta içi gidiyordu ama işi gereği elinden de bir şey gelmiyordu. Tek elinden gelen şey yaralarını sarmaktı, o gün de yine yaralarını sarıyordu. O gün Mabel İdil hanıma 'Siz bana gönderilen bir meleksiniz.' Demişti. İdil hanım ise gelecekte olabilecek durumlara karşı Mabel'in kendini bu kadar iyi görmesini her zaman engellemeye çalışmıştı. 'Kimse melek değildir Mabel.' Demiş Mabel'i daha çok üzmüştü. Sonrasında ise Mabel ona sarılmış 'Size anne diyebilir miyim?' demişti. O soruya İdil Hanım hala bir cevap verememişti. Belki de yıllardır Mabel bu yüzden aralarındaki bağa rağmen resmiyetini bozmadan ona hep İdil Hanım diyordu. İdilhanım Vaha yüzünden Mabel'e karşı ne kadar mesafeli dursa da içindeki ona olanduygularını saklayamıyordu. Ölen eşi hep bir kızları olsun istiyordu, Mabel'iher seansta daha çok kendi kızı gibi sahipleniyor her seansta onun daha kötüyegidişini içi parçalanarak izliyordu. Yıllardır onun için yollar arıyordu ama hiçbiryol Mabel'i hayatta tutamıyordu. İdil hanım Mabel oraya yattığından beri içindeki kötü hissi bir türlü adlandıramıyordu, bugün duyduklarından sonra duygularını açıklayan tek cümlenin 'her hikâyenin mutlu ya da mutsuz bir sonu vardır.' Olduğuna karar verdi. Ardından gelen sondan önce yıllardır cevap veremediği soruyu tekrar kafasında hayal etti ve bu kez korkusuzca cevapladı. 'Size anne diyebilir miyim?' '' Bana anne diyebilirsin...''
|
0% |