@byzloey
|
Hissetmek....Hissetmek, yaşadığının farkına varmaktı. Acıyı, sevinci, hüznü, aşkı ve yalnızlığı. O kadar çok his vardı ki adını bile hala bilmediğimiz, bizi farklı duygulara sürükleyen. Muhtemelen yıllar için de bir çok adı kullanılacak başka duygular keşfedilecekti. Ölüm bile, öldüğü halde yaşamaya devam ettiklerini söyleyenler bile yaşıyordu çünkü kendini ölmüş gibi hissediyordu. Ölmüş gibi yalnız, ölmüş gibi acı içinde, ölmüş kadar karanlıkta hissediyordu. Aslında benim hayatıma ne kadar uyuyor değil mi? ama hayır, kesinlikle buna inanmıyorum. Ben ölü bir insan değilim, ben ölümden korkarım. Ölüm kapıya geldiğinde ne yapacağımı şimdiye dek bir kere bile düşünmedim. Düşünmek de istemedim, ölü insanın hayalleri olmazdı. Benim hayallerim vardı, solmuş da olsa vardı. Bir çiçeğin açtığı gibi, bir küslüğün barışla sonuçlanması gibi, bir çocuğun yeşermesi gibi benim de hayallerim bir gün açacak, yeşerecekti. Buna inanıyordum. Bu inancım yer yer körelmişti, ama aşk tüm umutsuzluklarımı tepe taklak etmişti. Belki buna takıntı diyebilirsiniz, beş yaşında ki görüp çocukluk aşkın olan kişiyi nasıl hala aynı şekilde deli divane sevebilirsin de diyebilirsiniz. Haklısınız, şimdiye dek Atlas'ı zor da olsa bulup sosyal medyadan takip etmiştim, sevgilileriyle gördükçe buna dayanmamış bakmayı bırakmıştım ama onu hiç bırakmamıştım. O hala aklımda var oluyordu, ne kadar imkansız olsa da benimle yaşıyordu. Onunla bir gün olacağım düşüncesiyle yapmıyordum hiç birini, onu seviyor ve sadece nasip değilmiş diyerek yoluma bakıyordum. Şimdi ise geçen yılların aksine yanı başımdaydı, ama aşkım ne kadar büyük olsa da üzerimde ki kara bulutları çekemiyordu, güneşi kapatan kara bulutlar git gide büyüyordu. Şimdi ki gibi, yine karanlıktaydım kara bulutlar öyle hızlı dağılıyordu ki gökyüzüne, Atlas'ın hayatıma doğan güneşi sadece bana uzaklarda bir umut oluyordu, beni aydınlatamıyordu, karanlığımı aydınlatamıyordu. İyi değildim, iyi olamıyordum. Ne kadar çabalasam da olmuyordu, birinden yardım almam gerekliydi. İdil hanımdan olabildiğince almaya çalışıyordum ama işe yaramıyordu ya da ben yeterince kendimi ifade edemiyordum. Bu her neyse yaşanılacak gibi değildi, beni yakıyordu, beni donduruyordu. Bir dakika önce alev alev yanan vücudum bir dakika sonra buz tutuyordu, bu yeni değildi. Uzun zamandır oluyordu, bu beni tamamen savunmasız bırakıyordu. Yine ve yine alev alev yanan vücudum şu an buzlar içindeydi, üşüyordum. İçeri rüzgar esiyordu, tenimi okşamakla kalmıyor git gel şeklinde çarpıyordu. Üşüyordum, üzerim açık olmalıydı. Dudaklarım kurumuştu, boğazım da kup kuruydu. Gözlerim öylesine ağırdı ki bilincim yerine gelmesine rağmen gözlerimi henüz açacak gücü kendimde bulamıyordum. Sadece hissettiğim soğuk, esen rüzgar ve dudaklarımla boğazımda oluşan kuruluktu. İçeriye bir soğuk rüzgar daha esti. Bacaklarımı refleks ile kendime çekip biraz daha iki büklüm oldum ısınmak adına ama bir işe yaramamıştı. Kirpiklerimi dakikalar sonra hareket ettirebildiğimde gözlerimi araladım, henüz hava yeni aydınlanıyor olmalıydı çünkü odama süzülen ışık çok kısıktı ama karanlık değildi. Gözlerimi tamamen açabildiğimde bir çarpma sesi yankılandı odada, sıçramadım çünkü buz tutmuş gibiydim ama bir an için ürperdim. Boynumu çevirmek için bedenimi zorladığımda tutulduğunu fark edip acıyla inledim, elimi destek olması için boynuma yerleştirerek yüzümü çevirdim. Açık pencere rüzgarla duvara çarpmıştı, perde aralık pencereden dışarı savruluyor tüm rüzgarı boşluğundan içeri davet ediyordu. Gözlerimi pencereden çektim ve üzerime baktım. Tahmin ettiğim gibi üzerim açıktı, montum yorganla beraber yerdeydi. Şu an üzerimde sadece dün ki kazağım ve pantolonum vardı. Odamda göz gezdirirken kendime gelmişcesine yatakta doğrulup sertçe yutkundum. Dün eve gelirken bayılmıştım, evet hatırlıyordum yere öylece yığılmıştım. Sonrası ise tamamen karanlıktan ibaretti, sanki ben bayılmışım da hemen gün bitmiş, sabah olmuş gibiydi. Şimdi ise evdeydim odamda yatıyordum, anahtarım yoktu. Peki eve nasıl gelmiştim? ''Ne oluyor ya.'' yataktan hızlı adımlarla kalkıp odamda göz gezdirdim. Odam üst kattaydı, pencereye dayalı merdiven falan da yoktu. Anahtarsız girmeme imkan yoktu. Koşar adımlarla aralık kapımdan koridora doğru kafamı uzattım. ''Anne?'' belki annem gelmişti, belki de beni yolda bulmuşlardı ve annemi aramışlardı. Başka bir seçenek aklıma gelmiyordu. Evin içinde ki sessizlikle yutkunup, Koridorda ürkek adımlarla ilerledim merdivenden ağır adımlarla inip aşağıya da göz gezdirdim. Evde kimse yok gibiydi, ses yoktu, her hangi bir hareketlilik de duyulmuyor görünmüyordu. Derin bir nefes verip evde kimsenin olmamasına karşın rahatladım, ama aklımda hala eve nasıl geldiğim sorusu vardı. Telefonumu almak için odama döneceğim sırada gözüm bahçenin pimapen kapısına çarptı, gördüğüm görüntü ile adımlarım kesildi. Yere çivilenmiş gibi kaldım olduğum yerde. Pimapenin kilit kısmının hemen altında ki cam kırılmış, yere dağınık şekilde dökülmüştü. Anahtar kapıdaydı ama kilidi açılmıştı, camın alt kısmı oldukça büyük bir kırıkla içeri rüzgar alıyordu. Gördüğüm görüntü içime daha fazla korku eklerken koşar adımlarla odama çıkıp nefes nefese kapımı kapattım. Aşağının camının kırılmasının tek sebebi olabilirdi, eve hırsız mı girmişti? Ya da Hemen kötü düşünmemeliydim. Belki de bir hayvandı, köpek ya da kedi. Öyle olsa bile bahçeden içeri nasıl girecekti ki? Gözüm etrafta telefonu aradı, en son arananlarda Setenay'ı bulup telefonu kulağıma dayadım. Rüveyda'yı arayamazdım anında ortalığı ayağa kaldırırdı ayrıca korkudan tek başına gelemezdi. Üçüncü çalışta telefonu uykulu sesiyle açtı ''Hı.'' ''Setenay.'' dedim içimde ki endişeyi bastıramadan. O ise uykusuyla oldukça meşgul görünüyordu, ''Hıııı.'' dedi uykulu uykulu, saate bakmamıştım ama oldukça erken olduğu yeni aydınlanan havadan belliydi. ''Hemen bize gelebilir misin?'' Korkuyordum, çok korkuyordum. Ya evde biri vardıysa? Ya o katil işini bitirmek için geldiyse. ''Korkma.'' duyduğum sesle korkudan sıçrayıp elimde ki telefonu yere düşürdüm çığlık atarken. ''Lan! Mabel iyi misin? Ne oluyor?'' Setenay'ın bağırışı yerdeki telefondan sessiz odayı doldururken neredeyse korkudan ağlamak üzereydim. Evde tektim, cam kırıkları vardı ve içeri birinin girdiği aşikardı. ''İ..iyiyim ne olur hemen bize gel.'' yerdeki telefonu konuşurken alıp kulağıma yasladım. Korkudan bacaklarımın titrediğini hissediyordum. ''Tamam hemen geliyorum.'' telefon kapandı, kapanan telefonu cebime tıkıştırıp kapıyı kilitledim. Polisi mi aramalıydım? İçeri de biri var gibi durmuyordu ama yine de korkuyordum. Polisi ararsam başıma yine iş açılacaktı. Korkmak bir yana bir sürü soru soracaklardı ve ben hiç bir şey bilmiyordum. Eve kaçta geldiniz? dese bile verecek cevabım yoktu ki. Eve nasıl geldiğimi bile bilmiyordum. Dün okuldan sonra ne olmuştu, bu saate kadar niye hiç bir şey hatırlamıyordum bunu bile bilmiyordum. Ellerimi saçlarıma geçirip sıkıntıyla çekiştirdim. Setenay'a bunu nasıl açıklayacaktım, İdil hanımı arasaydım daha mı doğru olurdu? Aklım allak bullak olmuştu, ilk güvendiğim insanlardan birini aramıştım, mantıklı düşünememiştim bile. İdil hanıma söylesem bile benden bir şeyler saklıyordu ona neler olduğunu anlatsam da bana neyim olduğunu söylemiyordu. Ben öylece kendi kendime debelenip duruyordum. Dakikalar boyunca aklımda ki düşünceler birbirini yedi, rüzgar daha sert esti. Kalkıp pencereyi bile kapatmadım, Yerde ki montuma ve yorganıma baktım. İkisi de resmen savrularak atılmıştı yere, Çantam da masanın üzerindeydi, üzerim değişmemişti olduğu gibi aynıydı. Sadece kazağımın içine giydiğim atlet içimde yoktu. Boynumda ki kolyeyi kontrol etmek için elimi boynuma götürdüm, yoktu. İçimi daha çok endişenin kapladığını hissettim. Sırtımı yasladığım kapının tıklanmasıyla yerimde sıçradım, tam çığlık atacağım sırada ''Mabel.'' Setenay'ın sesi duyuldu, endişeli ve hala uykulu geliyordu. ''Setenay.'' hızlıca kapının kilidini açıp kapıyı açtım ve ona sarıldım. '' İyiyim... Sen nasıl?'' ''Demirlerden atlayıp kırık camdan bahçe kapısını açtım, sen öyle çığlık atınca aklım durdu. Aşağıda ki cam kırıkları da neyin nesi'' derin bir nefes alıp ona sıkı sıkı sarıldım. Şu an daha iyi ve güvende hissediyordum. Titremem azalmıştı. ''Evde kimse yoktu değil mi?'' onu çağırırken katilin ya da bir başkasının evde olabilme ihtimalini düşünmemiştim, korkudan aklım durmuştu. ''Yok yok, mutfaktan bıçak alıp kontrol ettim aynı korku filmlerinde ki gibi, hiç bir yere dokunulmamış her yer gayet derli toplu tabletin falan hep duruyor. Ne oldu anlat hemen. Hırsız falan mı girdi?'' Setenay Yatağıma doğru ilerlerken bende aralık kalmış odamı donduran pencereyi perdeyi içeri çekerek kapattım. ''Bilmiyorum, uyandığımda aşağıda cam kırıkları gördüm. Korktum direk seni aradım korkudan. Evde biri var falan sandım.'' Kaşları belli belirsiz çatıldı sonra gevşedi, ne diyeceğini bilememiş gibi duruyordu. ''Belki kedi falan ya da ne bileyim başka bir şey girmiştir.'' Bilmediğimi belli edercesine dudaklarımı büzdüm. ''Polisi aramalı mıyız sence?'' Eliyle çenesini kaşıyıp dudaklarını ısırdı. ''Eğer çok korkuyorum içim rahat edecek diyorsan ara. '' Eh öyle diyebilirdim, tabi eve nasıl gelip dün gece nerede olduğumu bilseydim.... ''Ama bence bu katil olayı bizi çok etkiledi ondan bu kadar panikliyoruz. Normalde olsa her şey yerindeyse sadece kilitleri değiştirirdik.'' ''Yo, yani çokta değil evde kimsenin olmadığını gördüysen gerek yok.'' diyerek yalan söyledim, korkardım ama artık polislerle sürekli görüşmek istemiyordum. Yeterince cinayet meselelerinden dolayı görüşmüştüm. Daha fazla onlarla irtibatta kalıp kendimi gergin hissetmek istemiyordum. Setenay anlayışla başını aşağı yukarı salladı. ''Rüveyda'yı aramamışsın iyi ki.'' dedi gülerek. Bende hafiften güldüm, Setenay geldiğinden beri içimin rahatladığını hissediyordum. Setenay kolay kolay korkan bir insan değildi, onun her konuda içi rahattı sadece şu an ki seri katilin bize zarar vermesinden korkuyordu ama seri katilin gelip camımı kırıp beni hayatta bırakacağını düşünmediği için içi rahat olmalıydı. Bu konu da bende öyle düşünüyordum, içim bu düşünceyle daha da rahatlıyordu. ''Yok yok aman, tam istediği aksiyon vardı burada gelse dilinden düşmezdi herhalde.'' Setenay bana hak verircesine kafasını aşağı yukarı sallayıp üzerimi inceledi. ''Sen kıyafetlerinle mi uyudun?'' bunu beklemediğim için üzerimi sözlerinden sonra şöyle bir süzüp ''Ha şey.. Evet öyle oldu.'' diye mırıldandım. Daha fazla sorgulamadı, terlemiş saç diplerime göz atıp ayağa kalktı ve omuzlarımdan tutup destek olurcasına sıktı. Kurumuş dudaklarımı endişeyle ıslatıp yemeye başladım. ''Ben kahvaltı hazırlayayım sen de duş al istersen.'' Setenay'ın gülümsemesine karşılık verip ''Çok iyi olur.'' diye bir itirafta bulundum. Terlemiştim, üstelik aklımda duyduğum olmaması gereken ses benim korkumun üzerine korku eklemişti. Beni korkutup sonra ''Korkma.'' diyordu. Setenay odamdan çıkarken Boynumu kütlettim ve banyomun kapısını açarak küvete ilerleyip tıpasını takıp içine sıcak suyu dolması için araladım. Üzerimdekileri çıkarıp kirliye fırlatarak banyo köpüğünü dolmaya başlayan sıcak suyun içine boşaltmaya başladım. Genelde aşağıda duş aldığım için odamın banyosunda ki kirlilere bakmazdı Neriman hanım. Genelde burdakileri doldurduğumda diğer banyodakilerin yanına atardım. Ona ek iş çıkmazdı, kendi banyoma girmesini oldum olası istememiştim çünkü hastalandığımda ya da özel eşyalarım olduğunda burda bulunduruyordum. Özelime karışmasını istemezdim. Elimde ki banyo köpüğünü yeterince döktükten sonra kenara bırakarak dolmaya devam eden küvetin içine girdim. Tenim sıcak suyla temas ettiğinde içimin ürpertisini hissettim. Kendimi kötü hissediyordum, iyi değildim. Kalbim dengesiz atıyordu, aklım benimle oyun oynuyordu. Olmayan sesler bile duyuyordum, bu deliliğin kanıtı değil miydi? Ya da şizofrenliğin belki? Küvet dolduğunda aralık suyu kapattım, tüm bedenim suyun altında soğumuş vücudumu sıcak su ile dengelerken küvetin başına yaslandım. Ben dün gece neredeydim? Hatta akşam ve gece. En son sadece Atlas ile konuştuğumu hatırlıyordum ama gerisi yoktu. Neden hatırlamıyordum? Kendimden mi geçmiştim? Rüveyda bir çok kez aramış olmalıydı, telefonumu elime aldığımda buna bile bakamamıştım. Nasıl olmuştu da Setenay'ı arayıp evime gelmemişti, ya da Setenay bana neredeydin diye sormamıştı. Bu aklıma soru işareti çalarken bedenimi küvetin içine kaydırıp gözlerimi yumdum, suyun altına tamamen girdiğimde nefes almadım, kapattığım gözlerimde oluşan karanlıkta sadece bıçakta gözleri görülen kabusumda ki kadın var oldu. ''Merak etme, yakında tanışacağız.'' Kafamı sağa sola çevirmeye çalıştım ama su yüzünden ağır biçimde sallamıştım, hayır onu görmek istemiyordum. Aklımda tekrar sesi yankılandı, ''Korkma.'' Tekrar kafamı salladım ama sözleri yankılanmaya devam etti, ''Değilsin.'' , ''Ben varım.'' Bana neler oluyordu böyle? Kalp atışımın git gide hızlandığını hissedebiliyordum, tüm bedenim nefessizlikle kasıldı, gözlerimin tekrar yandığını hissedebiliyordum. Gözümün önünde tekrar bir gece belirdi, sokak lambasının altında elinde bir bıçakla ayağında topuklu gitmiş bir kadın vardı, tamamen karanlıktaydı. Omuzunun üzerinden bana döndüğünde korkuyla Kafamı küvetten çıkarıp sesli şekilde derin bir nefes aldım. Nefes nefese kalmıştım, bu görüntü de neyin nesiydi? Tüylerim diken diken olmuştu. Ellerimle saçlarımdan ve yüzümden akan damlaları elimle sildim, ''Bu da neydi?'' sesim boş banyoda yankılandı, dizlerime kendime çekip ellerimle yüzümü kapattım. Doğru düzgün karanlıkta bile duramıyordum, bu benim cezam mıydı? Neyin cezasıydı? Cehennemi bu dünya da yaşıyorsam bu neyin cezasıydı? Düşünmemem lazımdı, belki de bu kadar çok düşündüğüm için bu kadar etkileniyordum. Düşünme Mabel, Düşünme. Kenarda ki şampuanı alıp avucuma döktüm, kıvırcık ıslanmış saçlarıma sürüp köpürene kadar saçlarıma yaydım. Düşünmeyecektim, hayır düşünmeyecektim. Aklımı dağıtacak en iyi şeyi yaptım, Atlas'ın bana gülümsediği anı düşündüm. Beyaz inci dişlerini ve küçük çukurumsu gamzelerini. Köpürttüğüm saçımı köpüğü akana kadar yıkadım aklımı meşgul edecek ne varsa yapıyordum. İyice köpükten arınana kadar yıkadım, ardından kenardan vücut şampuanıyla vücudumu da yıkayıp küvetin dibinden tıpayı çıkarıp ayağa kalktım. Vücudumdan akan sular ayağımı üşüten soğuk mermere dökülürken kenarda asılı bornozumu alıp kuşağımı sıkıca bağlayarak banyodan çıktım. Odam banyonun sıcaklığının aksine oldukça soğuktu, üşümüş ayaklarıma kenarda duran terliklerimi geçirerek odamdan mutfağa doğru indim. Setenay bir şeyler mırıldanarak kahvaltı hazırlıyordu, pişmiş sucukları ve yumurtayı tavadan alıp iki ayrı tabağa koyarken bakışları kapıda onu izleyen bana döndü. ''Saatler olsun.'' Boşalttığı tavayı lavabonun içine bırakıp tabakları masanın boşaltmış olduğu ortasına koydu. Peynir, salata, reçel, zeytin, çikolata ve doğranmış ekmek ile sofrayı donatmıştı. ''Saol şefim.'' dedim gülümseyerek. Ne kadar korksam da şu an daha rahat hissediyordum. ''Üstünü giyin gel hadi, üşüteceksin içerideki camdan soğuk giriyor.'' haklıydı, evin içi de soğuktu. Dışarıda ki sabah soğuğu içeri dolmuştu. İçerinin dışarıdan bir farklı kalmamıştı, dışarı da bornozla durduğunuzu düşünsenize? ''Haklısın.'' diye mırıldanarak arkama dönüp etrafımı kontrol ederek odama çıktım. Artık etrafımı deli gibi kontrol etmek alışkanlık olmuş gibiydi. Her an yine bir şey duymaktan ya da katilin pat diye ortaya çıkmasından korkuyordum. Odama girer girmez bornozu yatağımın üzerine atıp üzerime sıcak tutacak şeyler geçirdim, duştan sonra ısınmıştım, tekrar üşümek istemiyordum. Üzerime kalın şeyler geçirdikten sonra saçıma havlu sarıp tekrar dikkatli adımlarla mutfağa indim. Setenay çoktan başlamıştı bile, ikimize de dumanı hala üstünde tutan çayları doldurmuş ben içeri girdiğimde sucuğu ağızına atıyordu. Çaprazında ki sandalyeye oturup tabağımın yanında ki çatalı aldım. ''Biraz daha iyi misin?'' kafamı aşağı yukarı sallayıp açlıktan guruldayan karnıma şöyle bir baktım. Setenay güldü, çatalına aldığı yumurtayı ekmeğin arasına koyup üzerine peynir koyarak ekmek arasına sıkıştırıp büyük bir ısırık aldı. Bende Sucuktan bir çatal alıp ağzıma attım. ''Dur Rüveyda'yı arayalım. Uyuyordur şimdi şerefsizlik yapıp uyandırayım.'' Setenay telefondan Rüveyda'yı arayıp telefonu hoparlöre alarak masaya ikimizin arasında ki boşluğa bıraktı. Dördüncü çalışta telefon açıldı ''ölüm kalım yoksa sonra arayın.'' Rüveyda'nın uykulu sesi duyuldu telefonun ucunda. Setenay kıkırdayarak telefona doğru eğildi. ''Ne yapıyorsun?'' Rüveyda'nın yanından bir kaç hışırtı sesi geldi, ardından bir şeylerin düştüğü duyuldu bir de Rüveyda'nın küfürleri. ''Bu saatte insanlar ne yapıyorsa onu yapıyorum Setenay, saate bakıcam diye baş ucumdakileri de düşürdüm zaten.'' Setenay Rüveyda'nın bu haline gülüp ağızına zeytin attı. ''Mabel'e gelsene.'' ''Neden ne oldu sabah sabah rüyanızda beni mi gördünüz?'' Rüveyda'nın hala benim dün Atlasla konuştuklarımı sormaması oldukça dikkat çekiciydi uykulu olduğundan aklına gelmemiştir diye düşünerek sessiz kaldım, içimi merak duygusu kavursa da sessiz kalıp Setenay ile konuşmasını dinledim. ''Kahvaltı yapıyoruz.'' Rüveyda alıngan bir sesle ''Vaaay! Bensiz buluşma ha?'' diye konuşunca Setenay ile beraber sırıttık. Sofradakilerden karışık yerken sessizce dinlemeye devam ettim. ''Boş yapma gel hadi, kalmayacak bir şey sana yoksa.'' Tekrar hışırtı sesleri duyulurken Setenay göz devirip ''Kulağımı siktin.'' diye mırıldandı. ''Altı üstü yatağımdan kalktım Setenay. Neyse geliyorum hem dün neler olduğunu da Mabel'e sorup öğrenmem gerek öyle yarın konuşuruzlarla atlatamaz bu sefer.'' Setenay ile Rüveyda vedalaşıp kapatırken ne demek istediğini anlamadığım için kaşlarım çatıldı, 'yarın konuşuruzlarla atlatamaz bu sefer' de ne demekti? Sessizce yemeğimi yemeye devam ederken Setenay'a bunu sorup sormamayı düşündüm ama soracağı sorular beni çıkmaza sokabilir düşüncesiyle boğazımı temizleyip ''Odamdan telefonumu alıp geleyim.'' diye mırıldanarak banyoda bıraktığım telefonum için odama çıktım. Banyo ve odam şampuan kokuyordu, güzel kokuları her zaman severdim, özellikle de Oryantelleri. Banyoda bıraktığım telefonu alıp hızlıca açtım, aramalara girdim. Tahmin ettiğim gibi neredeyse elli kez aramıştı. Kırk yedi cevapsız aramadan sonra ise aramayı bırakmıştı, aramadan çıkıp mesajlara girdiğimde kaşlarım sertçe çatıldı. Gönderilen ; Kızılım Yorgunum, yarın konuşuruz. 19.08 Bu mesajı ben atmamıştım, saat yedi de nerde olduğumu bile hatırlamıyordum. Dört beş civarından sonrası bende yoktu nasıl yedi de ki olan şeyi hatırlayacaktım. Belki de ben yazmıştım, ama neden hatırlamıyordum. Gelen; Kızılım Yarın bunun acısını çıkaracağım biliyorsun değil mi çikolatam. 19.09 Tekrar yanıt vermemiştim, Rüveyda da başka mesaj veya arama yapmamıştı. Telefonun ekranını kilitleyip sıkıntıyla nefes verdim. Bu da neyin nesiydi, ben dün Rüveyda'ya mesaj falan attığımı hatırlamıyordum. Sıkıntıyla derin bir nefes verdim. Saçımdaki havluyu yatağın üzerine fırlatıp ellerimi saçlarıma geçirdim. Gerçekten eğer delirmediysem de artık delirmek üzereydim. Bu kadarı normal değildi, bunlar normal değildi. Ben iyi değildim! Pazar günü İdil hanımla olan randevumu hatırlayınca aklıma vuran gerçekle gözlerim irileşti. ''Lan ben Atlas'a da pazar günü....'' ellerimi yüzüme geçirip ''Hassiktir ya.'' diye mırıldandım. İkisi de acil bir olaydı, ya randevuyu kısa tutacaktım ya da İdil hanımdan başka güne çekmesini isteyecektim ama cevabını bildiğim için sormaya bile gerek yoktu. İdil hanım gayet düzenli ve düzenini aksatmayan bir kadındı. Hiç bir randevusunu düzensiz yapmazdı ve hafta içi tüm saatleri doluydu. Bunu biliyordum çünkü bana geldiği gün bile kendi izninde gelmişti, diğer günleri aksatmazdı. Haftaya erteleyebilirdim, ya da Atlas'ı bugüne çekmeliydim ama aklıma kırılan cam ve kızların bizde olduğu gelince bugüne alamayacağımı düşünerek vaz geçtim. Tarihi mekan bile araştırmamıştım ki. Derin bir nefes verip telefonu cebime attığım sırada zil sesiyle odamdan çıkıp merdivenlere yöneldim. Setenay benden önce açmış, Bahçe kapısının olduğu salonun yanındaki odanın kapısını da örtmüştü, Rüveyda'nın bizi soru yağmuruna tutacağını biliyordu. Aşağı indiğimde gözlerini ovuşturan Rüveyda ile gülümsedim, hala uyanamamış görünüyordu. Gözlerimi duvardaki saate çevirdiğimde daha yeni sekiz olduğunu fark ettim. ''Kızım hafta sonu ne derdiniz vardı da sabah sabah toplandınız. Hayır ben hiç bir şeyi uykudan önemli göremiyorum çünkü.'' Setenay Rüveyda'nın montunu üzerinden alıp kapıyı örterken ''Geç hadi geç söylenme.'' diye mırıldandı. Rüveyda ağzını aslan misali açarak esnedi ve mutfağa doğru ilerledi. Setenay ile birbirimize bakınca gülerek arkasından mutfağa girdik ve sandalyelerimize oturduk. ''Elini yüzünü mü yıkasaydın oturmadan.'' dedim Rüveyda'nın yarı açık gözlerine bakarken. ''Yıkadım aslında ama'' sözünü devam ettiremeden bir kez daha esnedi. ''Hafta sonu psikolojisi işte.'' Eline Setenay'ın yeni koyduğu çatalı alıp bulduğuna daldırarak ağzına atmaya başladı. ''Sen anlat bakalım, dün Atlasla siz öyle hayırdır?'' Setenay da çayından bir yudum alıp çay tabağına bırakarak ağzında ki lokmayı yuttu ve dikkatle bana döndü. ''Evet sen daha ilk günden yeni çocuğu ne ara ayarladın.'' İçtiğim çayı hafif dışarı püskürterek ''Ne ayarlaması be!'' diye azarladım. ''Kızım ne kusuyosun sofraya konuşma olarak falan dedim.'' Rüveyda yüzünü buruşturup ağzına atmaya yeltendiği sucuğa bandırdığı çatalını, açmış ağzına götüremeden masaya bıraktı. ''İğrençsiniz ya.'' Setenay onu gram duymazken kenardaki peçete uzatıp tamamen bana dikkat kesildi. Ağzımı burnumu temizleyip bardağı kenara ittirdim. ''Ya ödevi varmış bende yardım edeceğim işte.'' İkisi de kaşlarını hayretle kaldırıp birbirine baktı ve bana döndü. ''Sen, başka sınıftan birine, ödev için yardım edeceksin?'' Kafamı belli belirsiz salladım. ''Hangi ders için?'' dedi Rüveyda tekrar. ''Tarih.'' İkisi de gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken ''Tarih.'' diye tekrarladı Setenay. ''Sen tarih sevmezsin ki?'' dedi Rüveyda da çatılan kaşlarıyla. ''Evet ama Tarihim fena da değil.'' Setenay gülerken ağzını kapatıp ''Kopya çektiğinde değil evet.'' diye mırıldanınca koluna bir tane vurdum. ''Ya söz verdim çocuğa mecbur edeceğim artık.'' Setenay ''Tamam tamam.'' diyerek gülmeyi kesti ve elini ağzından çekip bardakları alarak ayağa kalkıp lavabonun yanına bıraktı. Temiz bardaklar çıkardı ve yeni bardaklara çay doldurmaya başladı. ''Ödev ne peki?'' Rüveyda'ya dönüp arkama yaslanarak önümü peçeteyle sildim. ''Tarihi mekan incelenecekmiş iki tane, aralarında bir bağ var mı varsa ne falan filan.'' Rüveyda dudaklarını büzüp ellerini çenesine dayadı, düşünür gibi gözleri etrafta dolanırken ''Beyler beyi sarayı ve kız kulesi olabilir belki. Kız kulesi zor olur diyorsan çinili hamama da gidebilirsiniz. Hem birbirine yakın zamandan tasarruf olur.'' Rüveyda'nın önerisini tam düşünecektim ki birbirine yakın olmasından bunu anında eledim, ben daha uzun sürmesini istiyordum. '' Beyler beyine en uzak tarihi yer nerde?'' Rüveyda kaşlarını çatıp ''Niye?'' diye sorunca umursamaz gibi omuz silktim. ''Bana uzak kalıyor ya o taraf ondan.'' Rüveyda neresi olduğunu düşünürken Setenay bardağımı önüme bırakıp ''Mübadele müzesi olabilir, çatalca bölgesinde arabayla Üsküdar'dan iki saate yakın ama otobüsle üç saati geçer baya uzak.'' bu fikir aklıma yatarken kızlara belli etmeden ''Tamam ona yakın başka yer falan bulurum ben.'' diye mırıldanıp yeni dolmuş üstünde dumanı tüten çayımdan küçük bir yudum aldım. ''Demek sen şimdi okulun yeni tatlı çocuğuyla ödev ayağına İstanbul turu yapacaksın ha?'' Rüveyda alayla gülümserken ''Ödev yapacağım.'' diyerek düzelttim. ''Tabi tabi.'' Setenay'a ters bir bakış gönderip çayımdan bir yudum daha aldım. ''Dün ödev için mi çağırdı seni yanına?'' Kafamı aşağı yukarı sallayıp çayı masaya bıraktım ve kenardaki şekerlikten küçük çikolata alıp ağzıma attım. ''Seni de biriyle bir görebileydik ölmeden.'' dedi Setenay imalı imalı, Rüveyda ise ondan çok ''Farkında mısın dört yıl oluyor neredeyse ve ilk defa Mabel bir erkeğe yakınlık gösteriyor. Gerçekten şoklardayım.'' hala şaşkınca bana bakıyordu. İkisini de duymazdan gelerek ''Hadi kaldırın sofrayı.'' diyerek sofradan kalkıp üzerimi silkeledim. Başka türlü bu konudan kaçışım yok gibi görünüyordu. ''Emredersiniz aşık hanım efendi.'' Setenay'a omuzumun üzerinden bakıp ''Setenay!'' diye uyarıyla seslendim. Dudaklarına fermuar çeker gibi yapıp sofrayı toplamaya başladı, Rüveyda da gülerek ona yardım etmek için ayaklandı. Ben ise salona geçerek hala toplamadığım yatak olarak kullandığım kanepeye oturup internetten camı tekrar taktırabileceğim yer bakıyordum, camı yeniden taktırıp gerçekten kilitleri değiştirmem gerekiyordu. Buraya yakın neresi varsa numaraları notlara yapıştırıp sırayla ararken kızlar mutfağı toplamış yanıma gelmişlerdi. Ben onlar gelince ''Hemen geliyorum.'' diyerek yanlarından kalkıp odama çıktım. Sanırım bugün kızlarla pek vakit geçiremeyecektim, bugün bu işleri halletmem gerekecekti. Aradığım ilk adam ile konuşup anlaşınca diğerlerini aramama gerek kalmadı, onun yerine bir çilingirle de görüşüp onu da halletim sonrasında direk kızların yanına indim ve kendimi kanepeme attım. Tekli koltukta yan oturmuş ayaklarını koltuğun kol kısmından sarkıtmış Rüveyda bana döndü.''Ne oldu?'' ''Kilitleri değişecekler de.'' dediğim sırada Setenay'a kaçamak bir bakış attım. Ne demek istediğimi anlamış gibi ellerini kıtlatıp eline aldığı çayından yudum alarak Rüveyda'ya döndü. ''Kanka biz bir şeyler alıp gelelim mi? Bugün burda takılırız, abur cubur falan alalım.'' Rüveyda'nın gözleri benimle Setenay arasında gidip geldi, kaşları belli belirsiz çatıldı. ''Evde yok muydu sanki vardı biz giderken.'' ben Setenay'dan önce davranarak saçma sapan güldüm. ''ben bitirdim ya, işte çikolata krizi falan derken yemişim.'' Rüveyda'nın belli belirsiz çatılan kaşları tamamen çatıldı, anlamamış şekilde ''Peki.'' diye mırıldanıp şaşırtıcı şekilde sorgulamadan ayağa kalktı. Bu durumu hala ayılamamasına yordum, bu durum işime yaramıştı. Rüveyda'ya bu durumu söylemememizin tek sebebi sadece onu endişelendirmemek değildi, onu korumaktı aynı zamanda. Çünkü Setenay da bende biliyorduk ki Rüveyda uslu durmayacak bunu da irdeleyecekti, belki de başına bela alacaktı. Bundan ikimizde korkuyorduk çünkü Rüveyda'nın aksine durumun ciddiyetinin farkındaydık. Rüveyda ve Setenay montlarını giyinirken bende onları yolculayarak salona ilerledim. Evde ses olsa daha iyi olacaktı, Televizyonun önüne gelip sadece kırmızı yuvarlak düğmeye basıp öylece kenara kumandayı fırlattım. Ne açtığımın önemi yoktu, ses olması yeterliydi. Kenarı da çalan telefona gözüm iliştiğinde kumandayı attığım yere doğru ilerledim. Telefonum koltuktaydı, ters duran telefonu elime alıp ekrana baktığımda bir an kalbim duracak sandım. Derin bir nefes aldım, yüzümde ki gülümsemeye engel olamadan telefonu daha fazla bekletmemek adına açıp kulağıma yasladım. ''Efendim.'' ''Mabel, nasılsın? Kusura bakma erken saatte aradım.'' Atlas'ın enerjik sesi kulağıma gelince kumandayı alıp televizyonun sesini kıstım ve kanepeye oturdum. ''Sorun değil uyanıktım, bir sorun mu var?'' bir kaç kişinin arkadan konuşma sesleri kulağıma ilişti, erkek sesleriydi. Ne konuştuklarını pek anlamıyordum sesler çoktu ve birbirine karışıyordu. ''Yarın buluşacaktık ya, erken saatte olmasa olur mu diyecektim. Bugün eve geç gideceğim musait olamam tüm gün diye erkenden haber vermek istedim.'' bu düşüncesi karşısında gülümsedim, erkekler bildiğim kadarıyla düşüncesiz oluyordu. En azından kızlardan özellikle Rüveyda'dan erkekler hakkında duyduğum en çok şey buydu. 'Düşüncesiz kıt kafalı.', 'Açık açık söylememe rağmen anlamıyor.' gibi gibi şeyler yakınırdı, Setenay da 'Anlamıyor değil işine gelmiyor. Eniştenden biliyorum.' diyerek Rüveyda'nın kendini avutmasını tamamen bozuyordu. Atlas ise.... bu sözleriyle bile kalbimi kütletmişti. ''Sorun değil, sana uygun vakitte gidebiliriz. Yarın bir zaman sıkıntın var mı?'' Atlas yanında ki arkadaşına ''Bekleyin.'' diyerek tekrar bana döndü. ''Yok yok tüm gün seninim.'' bu sözü hangi anlamda dediğini bilmeme rağmen gülümsememin kocaman olmasını engelleyemedim. 'Tüm gün seninim.' telefonu kapatıp şu an çığlık atmamak için oldukça zor duruyordum. ''Tamammm o zaman yarın görüşürüz.'' kendime engel olamamıştım, sevincim sesime yansımıştı ama umurumda değildi. ''Tamam, iki gibi falan okulun önünde görüşmek üzere.'' ''Görüşürüz, Atlas.'' ''Görüşürüz, Mabel.'' telefonu kapatıp kafamı eğerek dizlerimin arasına soktum ve bacaklarımı yere vurarak sevinç çığlıkları atmaya başladım. ''Yaaa Çok tatlı!'' İçimde öyle bir sevinç vardı ki kalkıp bilmediğim halde bale bile yapabilirdim. Zil sesi evin içinde yankılanınca ayağa kalkıp dans eder gibi hafifçe sallanarak bir müzik kafamdan uydurarak mırıldanıp kapıyı açtım. ''Mabel hanım değil mi?'' ''Evet lütfen buyrunnnn.'' karşımda yüzünde kırışıklıklar oluşmuş adam bana garipçe baktığında ona aldırış etmeden içeri davet ettim. Tabi ki bu sevincimin kaynağını bilmediği için bana deliymişim gibi bakıyordu ama kimin umurundaydı? Pazar 14.02 İstanbul soğuktu, her zamanki gibi. Genelde soğuğu sert geçmezdi kurak bölge olmadığı için ama bugünün soğuğu kutup soğuğuyla bile yarışsa beni üşütemezdi. Burnum muhtemelen ince giyindiğim için kızarmıştı, yanaklarım da al al olmuş olmalıydı ama önemi yoktu. Kalbim her zamankinden çok daha fazla çarpıyor, soğuğu bile hissetmiyordum. Yüreğim beni de bedenimi de ısıtıyordu. Atlas yolda olduğunu ve trafik yüzünden biraz gecikebileceğini söylemişti, tam on beş dakikadır okulun önünde tur atıyor onu bekliyordum. Hatta tur atıyorumdan çok hafif dans ediyorum desem daha yeriydi çünkü okulun etrafındakiler bana deliymişim gibi bakıyorlardı. Eh! Üzülerek söylüyorum ama kısmen öyle olmalıyım. ''Çok beklettim biliyorum, özür.'' arkamdan gelen sesle kafamdan kayan beremi düzeltip akan burnumu hızlıca çektim, içimde oluşan çocuksu heyecanı bastıramadan ona döndüm. ''Yo, aslında çok da beklemedim merak etme.'' Atlas yüzümü dikkatlice inceledi, gözleri önce yanaklarıma sonra dudaklarıma ordan da burnuma değdiğinde dudakları sola doğru kıvrıldı, ardından kurumuş dudaklarını ıslattı. ''Kızarmış yüzün pek öyle demiyor ama. Sen öyle diyorsan....'' ellerimi refleksle yanaklarıma atıp ''Yok ya şey, benim kansızlığım çok var ondandır yoksa yanıyorum ben.'' Saçmaladığımın farkına vardığımda yanağımda ki elimi kaldırıp sert bir tokat geçirmek istedim kendime, Atlas kahkaha atarak bana bakıyor üzerimdekileri inceliyordu. ''Öyle incecik giyinmene ve yüzünün soğuktan kızarmasına rağmen yanıyorsun ha?'' Belli belirsiz kafamı sallayıp rezilliğimi örtmek için ''Bence biz durağa gidelim.'' diye mırıldandım. Dudaklarını birbirine bastırıp eliyle bana önden yürümemi işaret etti. ''Nereye gidiyoruz öğretmenim?'' Bu kez sırıtma sırası bendeydi çünkü gram acımadan ona üç saat yol çektirecektim. Eh en demişler, son gülen iyi güler. ''Önce beyler beyi sarayı.'' Atlas kafasını aşağı yukarı salladı ''Orayı hep merak etmişimdir ama İstanbul'a yeni geldiğimiz için hiç gitmek nasip olmadı. Bugüneymiş demek ki.'' Benimle nasipmiş demek ki. ''Sevindim.'' diye mırıldandım, duymadı. Duymaması daha iyi olmuştu. Durağa yürürken ellerimi cebime koydum. Gözlerim Atlas ve yol arasında gidip geliyordu, ona baktığımı görsün istemiyordum ama kendimi ona bakmaktan alı koyamıyordum. Yıllarca onu beklemiştim, şimdi ise onu görmek için bir saniye bile kaybetmek istemiyordum. ''Diğer yer neresi peki?'' Yüzü bana döndüğünde bende temelli ona bakabildim, o da ellerini cebine koydu, üzerinde kot pantolon ve beyaz bir kazak vardı kazağının üstünde beyaz Montu ,Altında da beyaz bağcıklı botları vardı. Gayet sportif ve şık giyinmişti, şu an boyu 1.80 civarlarında duruyordu. Benim boyumda 1.65'di. Çok da aramızda fark yoktu ama benim kafam onun çenesinin hizasına anca gelir gibiydi. Bir an sarıldığımızı hayal ettim, benim kafam tam onun çenesinin altına yaslanmış şekilde... ''Mabel?'' bana seslenmesiyle kafamı yakalanmış küçük çocuk gibi çevirdim, boğazımı temizleyerek sorduğu soruyu hatırlamaya çalıştım. ''Mübadele Müzesi.'' Umarım uzak yer seçtiğim için fazla tepki göstermezdi, gösterse de anlayış gösterebilirdim ama umudum göstermemesinden yanaydı. ''Orası nerde kalıyor, beyler beyine ne kadar uzak?'' Durağa geldiğimizde, oturakların orta kısma oturdum. Atlas tam karşıma geçip ayakta dikildi, oturmadı. Ben oturunca boyu bana daha uzun gelmişti, bu otobüs durağı için biraz yürümemiz gerekmişti, çünkü benim eve giden durağımdan daha ilerideydi. ''Çok uzakta maalesef, yani iki üç saat kadar.'' dudaklarımı tepkisinden korktuğum için ısırıp ona kaçamak bakışlar attım, dudakları o harfini aldı. ''Vay anasını üç saat ha? Başka şehre mi gitseydik. En azından gezmiş olurduk.'' bu cevabına sesli şekilde güldüm. Ilımlı hatta alaycı yaklaşması beni rahatlatmıştı. ''Burada böyle maalesef.'' diye mırıldandım. O da gülüp ''Neyse, gideriz.'' diyerek botuyla önündeki taşa vurdu, kendi kendine oyun kurmuş taşla oynuyordu. Taş ayaklarımın dibine gelince iki bacağının arasında ki boşluğa doğru vurdum. Taş yola düştü, ''Bozdun ama oyunu.'' dedi gülerek. Bende gülerken gözüm yolda beliren otobüse döndü. ''Evet çünkü otobüs geldi.'' Ayağa kalkmaya yeltendiğimde Atlas bir adım geriye çekildi, otobüs önümüzde durdu. Atlas bana öncelik tanıdığında gülümseyip önden bindim, kartı basıp arkalara doğru ilerledim. Gerçekten Rüveyda'dan duyduğum erkeklerden sonra Atlas'ın gerçek olduğuna pek inanamıyordum. Normalde bile burda olduğuna inanamazken bu hareketleriyle daha çok hayal görüyor gibi hissediyordum. Otobüsün orta kısımda durup sırtımı geniş cama yasladım. Atlas da yanıma gelip önümdeki üst demirden tutundu, diğer eliyle bir anda beremi tepesinden tutup çektiğinde kaşlarım çatıldı. Saçlarım anında elektriklenmişti, bunu camın yansımasından görebiliyordum. ''Ya ne yapıyorsun?'' elimle hemen cam da ki yansımama bakarak saçlarımı düzeltirken arkamdan Atlas'ın güldüğünü gördüm. Sinirim bozulmuştu, şu an aynı kirpi gibi duruyordum, saçlarım indirmeme rağmen tekrar tepeye kalkınca arkamı dönüp Atlas'ın elinden beremi kaptığım gibi kafama tekrar geçirdim. ''E çarpmadın?'' Beni alaya alıp gülmeye başladığında gülmemek için oldukça direndim, gülmemem lazımdı. Komik değildi! ''Komik miydi yani?'' gülerken kafasını aşağı yukarı salladı. ''Güldüğüne göre komikti.'' ''Ben gülmüyorum.'' bana kaşlarını kaldırıp 'Emin misin?' adlı bir bakış gönderdiğinde bu anın bir kez daha hayal olup olmadığını düşündüm. Gerçekten şu an Atlas ile karşılıklı bu kadar samimi ve komik vakitler geçiriyor muyduk? Buna hala inanamıyordum. Bu anın gerçek olup olmadığına inanmak için yüzü soldan dışarıya doğru çevirmiş Atlas dışarıyı izlemeye başlamışken omuzuna küçük bir cimcik attım. ''Ah! Ne yapıyorsun?'' gerçek olduğuna tekrar emin olduğumda, hem sevinçten hem de Atlas'ın yüzünde ki ifadeden gülmeye başladım. ''Babanne cimciği de atmazsın yani.'' gülmeyi keseceğim sırada işittiğim sözleriyle tekrar güldüm. ''Bu yol ne kadar sürecek?'' diye sordu kolunu ovuştururken, ''Sanırım bir saate yakın.'' Kafasını aşağı yukarı sallarken cebinden kulaklık çıkarıp telefonuna taktı, Kulaklığı şaşırtıcı şekilde gayet açıktı, dolaşıklığı ve düğümü yoktu benimkinin aksine. Kulaklığın tekini beremin içinden sokup kulağımı eliyle ararken gıdıklanmanın verdiği huylanmayla kıkırdadım. Bir kaç oynatma sonucu kulağımı bulup kulaklığı düzgünce taktı. ''Kulağın da amma küçükmüş.'' kulaklığın tekini de kendi kulağına taktı. Kulaklıkların arası açıldığı için bana bir adım daha attı, şimdi oldukça yakındık. Yakınlığın verdiği heyecanla yerimde kıpırdandım. Sonra kendini önümden çekti ve hemen soluma kulaklığı taktığı yöne geçti. Kollarımız birbirine değiyordu, kafasını geriye cama yasladı ve gözlerini yumdu. ''Bu benim, geçmişimde anısı olan biriyle ortak şarkım.'' Müzik başlamadan söylediği sözlerin kalbime vurduğunu hissetmiştim, ama şarkı çalmaya başladığında şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Bu şarkı Atlas'ın babasının bize gitarla çalıp eşlik ettiği şarkıydı. -Atlas- 7.Bölüm burada bitmiştir... Uzun bir bölüm oldu ama umarım sıkılmamışsınızdır. Bu bölüm hakkında ki düşüncelerinizi lütfen buraya bırakın. Olayları çok hızlı geçirmiyorum çünkü oldukça gerçekçi yazmaya çalışıyor oldukça ağırdan alıyorum. Sıkılmanızı hiç istemiyorum, elimden geldiğince asıl olaylara gelmeden ılımlı şekilde bölümleri geçirmeye çalışıyorum umarım bu durumdan memnunsunuzdur ama merak etmeyin çok az kaldı. Sizce Mabel'in uyandığı anda kendini evinde bulması nasıl oldu? Sizce sonraki bölümde neler olacak? Bir de bu kitapta en sevdiğiniz karakter kim oldu? Bir sonraki bölümde görüşmek üzere hepinize ölümün peşinizde olmadığı günler diliyorum...
|
0% |