@byzloey
|
Sizi sandığınızdan çok seven yazarınız. I: Byzloey M : The Score • Legend ♾️ Yıllar, sadece bir adım ötemde. Sen Deniz Aras, sen benim yüz yıllar sonramsın. Her başlangıcın bir sonu vardır, bazı sonlar başlamadan bellidir. Bu kitap ve bu yaşam da sonun başlangıcı. Aynı bir kader gibi, bir yazgı ve yaşam çizgisi gibi. Alnımıza yazılmasa da bedenimizde izi olmasa da bizim olan hayatın bize ait çizgisi duruyor önümüzde. Onu şimdilik göremeyebilirsiniz, çünkü yüz yıllar sonrasına henüz gelmediniz. ''Profesör.'' Arkamdan gelen sesler aklımın uğultularından sıyrıldı. Üniversitenin boş koridorunda yankılanan ayak ve gençlerin sohbet seslerinin arasından öğrencimin bana seslenişini işittim. Gözlerim kendi yarattığım sonsuzluktan zihnim hapsolduğu kara delikten çıktı ve bedenimle arkamı dönebildim. Gevşek tuttuğum kitapların ucu dakikalardır tenime derin bir nokta izi bırakıyordu, farkında değildim. Bu fark edemeyeceğim kadar alıştığım bir durumdu. Hepsi aklımda yazarken kitabın dışının tenime batması ne kadar alışılmadık bir şey olabilirdi ki? ''Evet.'' Dedim gömleğimin yakasını düzeltirken. ''Konuşmanız çok güzeldi, bana ilham verdiğinizi söylemek istedim.'' Nazik tatlı esmer genç kadın karşımda elinde bir yığın dolusu muhtemelen yarısını bile aklında tutamayacağı kitaplarla dikiliyordu. Boyu benden beş santim kadar kısaydı ama bunu ayağımdaki topukluya bağlıyordum. Onun ayağındaki spor ayakkabılar benim ayağımdaki ucu sivri lacivert topuklularla aynı boyda değildi. Kara gözleri büyük bir ışıkla bana baktı, belki de yanan ışık üniversitenin koridorlarında hava karardığı için yanan ışıklandırmaydı. ''Bilim ilhamla gelişen ve yola çıkılan bir şey değildir. Bilim merak ve cesaretle başlar deneylerle devam eder. İlham gibi sonu olan ya da sık uğrayan bir kelime değildir.'' Sesimdeki keskinlik kızı ürkütmüş olacak ki gergince dudaklarını ısırdı beni dinlerken. ''Haklısınız, içeride bahsettiğiniz gibi bilim sonsuzluktur.'' Kafamı salladım belli belirsiz. Bu sırada elimde tuttuğum telefonun titreşimi ikimizin arasına girmiş perde gibi tüm ilgiyi üstüne çekmişti. Arayana baktım ve sessize alarak öğrenciye döndüm. ''Profesör, sizce... kendi bedenini gelişmiş tıpla dondurmayı başaran biri ne kadar yıl uykuda kalabilir?'' ''Küpün içindeki sıvıya, bedenin durumuna ve dondurma sırasında yapılan tüm işlemlere göre bu cevap değişir. Kriyojenik Beden dondurma işlemi sık dokuma isteyen bir şeydir. Sadece yaptığın işin ya da kullandığın malzemelerin değil zamanın bile önemi vardır ve işin kötü yanı teknoloji yüz yıllar sonrasına gelmediyse zaman konusunda bir şey yapamayız. O yüzden yüz yıllar sonra yaşamayı göze almak isteyen biri ölümü de göze almalıdır. Ne kadar uykuda kalabilir ne zaman uyanabilir bunlar derin bir araştırmadan geçmeden cevap verilebilecek sorular değildir.'' ''Bir gün ben de sizin gibi olabilir miyim sizce...?'' Belli belirsiz gülümserken gözlüğümü çıkardım. Sertçe yutkunuşumla gözleri vücuduma indi, vücut dilim bile ona birazdan söyleyeceğim cümleye hazırlamak ister gibiydi. ''İnan bana... benim gibi olmak istemezsin, ne dilediğine dikkat etmelisin.'' Söylediğimden hiçbir şey anlamadığı yüzünden belliydi. Bu haline aldırmadım çünkü anlamasını bekleyerek söylememiştim. Benim de kötü yanım buydu insanlar anlamayacak diye kelimeleri değiştirmez onlarla irtibatta kalabilmek için kendimi salak hale getirmezdim. Bu yüzden dünyayı saran aptallığın dışında yalnızlığımla baş başa kalıyordum. ''Bence siz kendinizin farkında değilsiniz profesör, Hazel Alvers konuştuğum herkesin dilinde ve size yapılan haksızlığı herkes konuşuyor. Daha üç gün önce bir hafta süren gündeminiz vardı. Herkes Hazal Alvers'e yapılan haksızlık diye tweet atıyordu.'' ''Sonu siyasete bağlanacak konuşmalar yapmıyorum.'' Dedim sözünü keserek. ''Doğru haklısınız, yine de sandığınız kadar kötü olmayabilirsiniz. Bir de bunu düşünün. İyi akşamlar profesör.'' Karşımdaki kızın saçlarını dağıtışını ve gözlerini kaçırışını dikkatle izledim sözlerine kulak vermemek için. Çünkü çok ince yerden damarıma basmıştı ve muhtemelen farkında bile değildi. Aylar önce laboratuvar çalışmamızın tam ortasında ekip arkadaşlarımızla bir baskın yemiştik, çalıştığımız ortak şirket usulsüz yollar kullandığından ve kara borsadan ilaçlar çalıp satma işine girdiğinden üzerimize kara bir leke yemiştik, düzeltmesi aylarımı almıştı. O aylar içinde birden fazla meslektaşım, gazeteciler, avukatlar ve siyasi bağlantılarımla görüşmüştüm. Geçen ayların ardından ise burada Çakra Tıp fakültesine bir konferans konuşmasındaydım. Bunu işimi çözen arkadaşıma borç bildiğim için yapıyordum ve açıkçası düşündüğüm kadar da sıkıcı geçmemişti. İlk defa tıp ve teknolojik bir gelecekle ilgilenen bu kadar kalabalık bir grup öğrenciyle karşılaşmıştım. Bu her bilim insanını edeceği gibi beni de mutlu etmişti. ''İyi akşamlar.'' Diyerek bir kez daha ısrarla çalan telefonumu yanımdan ayrılan öğrencinin hemen ardından açıp kulağıma yasladım. Bu sırada dakikalardır nokta şeklinde baskı yiyen tenimden ufak bir kırmızılık kitabın kenarına bulaştı. ''Evet.'' ''gözetim sürem bitti, elimde tuttuğum tutanak tarihi öyle söylüyor.'' Alya'ya gülerek ''Geçmiş olsun.'' Dedim. Bu sırada topuklumun sesi okul koridorunda yankılanıyordu. Çıkış kapısının önüne geldiğimde kapının kenarındaki iki genç çocuk kapıyı benim için açtı. ''İyi akşamlar profesör.'' ''İyi akşamlar çocuklar.'' Alya benim çalışma arkadaşımdı, benim gözetim sürem ondan önce bittiğinden ötürü bu gece burada yalnızdım ama duyduğuma göre bu son yalnız seminerim olacaktı. Açılan kapıdan çıkar çıkmaz yediğim soğukla ufacık, mini minnacık bir küfür mırıldandım. ''Ne diyorsun akşam bir kutlama yapmayalım mı?'' ''Bize geç öyleyse, şarapların yerini biliyorsun.'' ''Cık, bana viskilerin yeri lazım.'' Belli belirsiz yine gülerek geldiğim otoparkta gözüme çarpan arabamın kilidini açtım. Işıklar karanlıkta etrafa süzüldü, düzgün yanmayan sokak lambalarından daha çok aydınlık vermişti. Özel okul olmasına rağmen sokağının bu kadar sakat olması şaşırtıcıydı. ''İstediğini aç. Geldiğimde masa hazır olursa kendimi prenses gibi hissederim.'' ''Elbette prenses.'' Karşılıklı gülüşümüz kapanan telefonla son buldu. Kendimi arabanın içine attığımda titreyen bedenimden ötürü anahtarı takar takmaz ilk olarak elimi klimaya uzattım ve arabayı çalıştırır çalıştırmaz oyalanmadan park alanımdan çıktım. Eve gitmek için sabırsızlanıyordum çünkü tam altı saattir buradaydım. Buraya gelmek için çektiğim bir saatlik yolu da sayarsak oldukça yorgundum. Araba park alanından çıktıktan hemen sonra güvenlikle göz göze gelerek kafamı hafif eğdim. Aynı hareketle selamımı alıp önümü açtığında artık okulun dışındaydım ve klimadan üfleyen sıcak hava tenime ancak ulaşıyordu. Evin yolunu tuttuğum sırada radyo da açık kalan haber kanalından duyulan spikerin sözleri yolculuğuma eşlik etti. ''Geleceğimiz ekibi Çakra tıp fakültesinde okuyan üç öğrenci ile kurulmuş olup teknofest ödüllerine layık görülmüştür. Yaptıkları yapay zekâ çalışması ile ve yapay zekaya ekledikleri tarayıcı gözlerle yarışmanın en gözde çalışması oldu.'' Çakra tıp fakültesinde konuştuğum üç yarışmacı öğrencinin çalışması kulağıma geldiğinde gülümsedim. Bundan 14 yıl önce girdiğim bilim yarışmasında ben de kendi başıma katılmış o yarışmada ikinci olmuştum. Çalışmam insanları dondurmak hakkındaydı, o zamanlar ilgim o alana yönelik olduğu için bu konuyu tercih etmiş ufak bir böceği dondurma işlemi yapmıştım. Kapsülüm çok beğenilmiş kullandığım tüm yollar henüz yeni reşit olduğum için herkeste şaşkınlık yaratmıştı. O yarışma da birinci olacağıma emindim ama bir çocuk yarışmaya en son katıldığı halde elimden birinciliği almıştı. Yaptığı çalışma ise on dokuz yaşında olsa bile benim dudaklarımı uçuklatmaya yetmişti. Çalışmasının adını Asil koymuştu. Asil duyduğuma gören ölen köpeğinin adıydı, köpeğinin bedeninin içine robotik bir yapı oluşturmuş ona köpek sürümü yükleyerek robot halinde tekrar diriltmişti. Herkesin neye uğradığını anlayamadığı o surat ifadelerini bugün bile anımsıyor kahkahalarla gülebiliyordum. O yaşlar için ciddi mana da büyük başarılardı, bazılarımız gizli gizli katılmış bazılarımız ise yaşından ötürü daha avantajlı olmuştu. Yarışma sonunda aldığımız ödüllerle yarışma birinci ve üçüncüsüyle tokalaşmıştık. Aldığımız ödüllerle beraber üçümüzün bir fotoğrafı vardı, ben iki erkeğin arasındaydım. Boyum onlardan fazla kısa kaldığı için fotoğrafçı iki erkeğe de boylarını kısaltmasını söylemişti. Hala anımsayarak güldüğüm diğer anımda buydu. Sonraki hiçbir anım yüzümü bu kadar güldürmemişti. Kazandığım paranın üzerine ailem de ekleme yaptığında o paralarla özel üniversite yılımda yaptığım tüm harcamaları ve yurt dışı eğitimini tamamlamıştım. Harvard tıp fakültesinde karşılaştığım Türk bir profesör benimle Türkiye'ye dönmüş buradaki okula öğretmenlik için transfer olmuştu. Ben ise zorunlu görevle bir süre çalışmış sonrasında Alya ile deneyler yapmak için bir şirketle anlaşmıştım ama şirketin ne kadar ünü varsa o kadar suçu da vardı. Şimdi onlar lekesi çıkmayan bir parça kıyafet biz ise lekeden son anda kurtarılmış doktor önlükleri gibiydik. Bunu söylerken gömleğimin üzerine giydiğim beyaz önlüğe kısa bir bakış attım. Cebine takılı bir kalem vardı, gözlüğüm gözümü ağrıtmıştı. Saçlarımı arkadan gelişi güzel topuz yapmıştım. Yol bitene kadar ince bileğimdeki saate sık sık baktım. Trafiksiz geçen bir saatlik yolun ardından sonunda ışıkları açık evimin önüne geldiğimde garajın anahtarını aldım ve açma düğmesine bastım. İki katlı villamın ikinci katındaki ışık açıktı ve terasta hazırlanmış masayı belli belirsiz görebiliyordum. Garajın açılan kapısından içeri girip anahtarı kontaktan çıkardıktan hemen sonra arabaya bıraktığım çantamı ve telefonumu alıp kapıları kilitledim. Umuyordum ki Alya alkolün yanında atıştırmalık bir şeyler de çıkarmıştı, yoksa karnımın gurultusu tüm gece kutlamamızı alarm gibi bölerdi ve gecenin sonunda oluşabilecek kusmuk görüntüleri gözümün önündeydi, bu görüntüler de hiç hoş değildi. Garajdan çıkıp bahçeye geçtiğimde villanın etrafında yanan ışıklar her yeri aydınlattığı için çantamdan anahtarı kolaylıkla buldum, her ne kadar kapıya anahtarı taktığım anda açılan kapı bunu gereksiz kılsa da... ''Sen gelene kadar hamile gibi aş erdim.'' Kapıyı açan Alya ağzına çilek attığında ona ve ses çıkaran dudaklarına ters bir bakış attım. ''Umarım aş erdiğin için hamileler gibi kendine ve bana güzel bir sofra hazırlamışsındır.'' ''Elbette, bilirsin ki laboratuvarda da evde de masa kurmak benim işim.'' Belli belirsiz gülerek kafamı aşağı yukarı salladım. Çantayı astığım askılıktan ellerimi çektikten sonra önlüğümü de çıkarıp yanına astım. Alya bu sırada çoktan merdivenlere yönelmişti. Onun arkasından merdivenlere ilerlerken eteğime sardığım kemeri çıkarıp mavi gömleğimin yakalarını biraz açtım. Hava ne kadar soğuk olsa da arabadan sonra sıcaktan bunalmıştım. Otomatik ışığı yanan merdivenler benim adım sesimle önümü aydınlatıp terasa varmamla kapanırken Alya'nın yaktığı mumlar masanın ortasından aydınlık saçmaya başladı. ''Sevgilimiz yok diye romantik masada mı kurmayalım?'' Masanın kenarlarındaki küçük mumları da sigarasını yaktığı çakmağıyla yakmaya devam ederken ''Hem kim demiş romantik masanın sadece sevgiliye hazırlandığını, gelsin de onu da yatırayım buza. Otuzuncu yüz yılda falan uyandırırız.'' Diye söylendi. Buna sağlam bir kahkaha atarak masadaki pizzalı poğaçayı direk ağzıma attım. ''O kadar nasıl yaşayacaksın?'' ''Ben ölmeden onun da bir yolunu bulan olur diye düşünüyorum. Ne yani her şeyi de biz mi bulacağız?'' ''Haklısın.'' Yaktığı sigarasını küllüğe bırakıp kendini karşıma atarken eline aldığı viski şişesinin açılan kapağı yere düştü. Alya düşen kapağa ters bir bakış attıktan hemen sonra önemsemeden bardakları kendine çekip doldurmaya başladığında yuvarlak duran böreği de açlığıma yenilerek ağzıma attım. ''Ne zaman yedin en son?'' ''Sabah.'' ''Belli.'' Ağzıma attığım son börekten sonra bana uzatılan bardağı alıp ufak bir yudumu dilime ve dudaklarıma yaydım. Evet yemek ve alkol berbat bir ikiliydi ama aç mideniz sadece açlığa odaklı olduğundan bunu pek de önemsemiyordu. ''Nasıl geçti konferans?'' Büyük bir yudum aldığım bardağı Alya ile aynı anda masaya bıraktım. ''Senin şu birinciliği kapan adam kimdi ya yarış deyince aklıma geldi.'' ''Gözleri de ismi gibi mavi maviydi, ne yalan söyleyeyim yakışıklı bir yüzü vardı ama fazla zayıftı ve gözlüğü yüz hatlarına yakışmıyordu.'' ''Yarışmayı izlediğine emin misin?'' dediğimde gülerek kafasını olumlu şekilde salladı. ''Senin de fazladan kilon vardı ve saçların elektriklendiğinden tepende tavus kuşunun tüyleri gibi uçuşuyordu.'' ''Çünkü hemen arkamda vantilatör çalışıyordu!'' ''Her neyse, hepiniz ergendiniz.'' ''yaşımız on sekiz ve yirmi iki arasındaydı.'' Dedim gözlerimi kısarak. O ise umursamazca omuz silkti. ''Ergendiniz.'' ''Ah, peki. Haklısın.'' Bardağı masaya bırakıp ona doğru ittirdim. Önüne gelen bardağı tutarak bir daha doldururken bana ters bir gülümseme attı. ''ben her zaman haklıyım.'' Doldurduğu bardağı benim gibi masadan ittirerek önüme getirdiğinde parmaklarım soğuk bardağa refleksle sarıldı. Dışarısı da soğuktu esiyordu, Alya üzerine kalın bir hırka giymişti. Benim ise üzerimde ince mavi bir gömlek altımda beyaz bir kalem etek vardı. İkisi de ince olduğundan üşütüyordu ama bu sıralar yoğun düşüncelere maruz kalan aklım bedenime nerden geldiği belli olmayan bir sıcaklık yayıyordu. Damarımda akan kan sanki kandan ibaret değildi, ateş ve garip bir elektrikti. Sertçe yutkunarak bardağı kaldırıp dudaklarıma götürdüm ve bu kez yudumlamakla uğraşmayıp kafama dikledim. ''Yavaş.'' Yumduğum gözlerimi aralarken bardağı bıraktığım masadan yüksek bir ses duyuldu, bardağı koyarken elimin ayarı kaçmıştı. Gözlerimi araladım. Dudağımın etrafına yayılan alkolü temizleyerek karşımdaki koyu kahve gözlü arkadaşıma baktım. ''Ya da siktir et, kafaya mı dikiyoruz?'' elindeki bardağı kaldırıp benim gibi kafasına dikti. Buruşturduğu yüzü saniyesinde düzelirken elinin tersi ıslak dudaklarını silmişti. ''Dikelim, Bu gece dağıtacağız demiştik.'' ''Mümkünse bu mecazi anlamda kalsın. Temizlikçi işinden ayrıldı ben de kalkıp temizlik yapamam.'' Alya omuz silkerek ''Senin evin senin derdin.'' Dedi ve bir çilek daha alarak arkasına yaslandı. Ona sadece ters bir bakış attım. ''Eee yeni bir şirket arıyor muyuz yoksa birikimimiz bitene kadar senin alt katında çalışmalara devam mı ediyoruz?'' ''belirsiz.'' Diye mırıldandım. Çalışmalarımıza el konulup laboratuvarımıza mühür vurulduğunda Alya ile daha önceki her çalışmamızı farklı hesaplarda kayıt altına tuttuğumuz için büyük bir kayıp yaşamadan o zamanları atlatmıştık ama çalışmalara devam etmek evin içinde çok daha zordu. Her ne kadar salon kadar geniş bir odayı laboratuvara dönüştürsek de malzeme, elektrik ve yasal olması gereken birçok şey eksik kalıyordu. Bu yüzden belki de kat edebileceğimiz on yıllık yolun sadece iki üç yılını kat edebilmiştik. Farklı sıvılar, kapsüller ve formüller geliştirdik. Bunların hepsini bir daha el konulabilme durumu olursa diye önlem alma amaçlı birden fazla dille karıştırarak yaptık. Benim okul zamanımdan ve üniversiteden kalma ileri düzey Fransızca, Almanca ve İngilizcem vardı. Alya'nın ise akrabalarının tarafı olduğundan ötürü ileri düzey İtalyanca ve İngilizcesi vardı. Bunları karıştırarak formülleri yeniden kayıt altına almıştık. Bizden başkasının çözmesi oldukça zordu çünkü fazla kafa karıştırıcıydı. Bazen bizim bile kafamız karışabiliyordu. Kurumuş dudaklarımı yaladığımda ağzımın içine bir kez daha yayılan alkolün tadını aldım. Kafamı geriye yaslayıp ayaklarımı hasır koltuk takımının üçlü koltuğuna uzattığımda bakışlarım gök yüzündeydi. Derin bir nefes alıp aynı derinlikle geri bıraktım. Yorgundum, uykusuzdum ve yediğim iki lokma bile beni doyurmuş olduğum yerde uyuma isteğimi kabartmıştı. Üstelik daha sadece iki bardak içmiştim. Alya ağzını yaya yaya esnediğinde onun da aynı durumda olduğunu hissederek kafamı zar zor kaldırdım. ''Son bir bardak?'' dedi bana şişeyi sallayarak. ''Doldur.'' Kapağı aşağıda kayıplara karışan viski şişesi bir kez daha bardaklarla çakıştığında üşümenin verdiği titremeyle sersemledim. Elimi saçlarıma atıp serbest bırakarak kabarmasını engelledim. Sabah evden çıkmadan duş almam iyi olmuş gibi görünüyordu, aksi halde bu yorgunlukla yarın öğleden önce asla yıkanamazdım. ''Al bakalım.'' Masada önüme kayan bardağa bir süre baktıktan sonra kirpiklerimi ardı ardına kırpıştırıp bardağı aldım ve yarısını bir, kalan yarısında ikinci yudumda bitirdim. Alya da bana ayak uydurarak içtiği alkolü bulaştığı dudaklarından yine eliyle temizledi. Bende dilimle o görevi üstlenip ellerimi masaya yaslayarak ayaklandım. ''Üşüdüm.'' ''Ben televizyon izleyeceğim, uykum yok.'' Kafamı sallayarak elimi masadan çektiğimde belli belirsiz başım döner gibi oldu. Dengemi toparladıktan sonra ''Televizyonun kapanma süresini ayarla. Sabaha kadar çalışmasın.'' Diye mırıldandım kenardaki telefonumu da alarak. Alya hayatımda görüp görebileceğim uykusu en ağır insandı. Terasta uyusa ve çatıya bir helikopter inse yine de uyanmazdı. Buna, beraber laboratuvarda çalıştığımız zaman yan odada uyumasına rağmen içeride gerçekleşen patlama sesine bile uyanmadığında emin olmuştum. O an onu öylece gördüğümde patlamadan ötürü korkuyla uyanıp ona bir şey olduğunu sanarak çığlık çığlığa resmen üstüne atlamıştım. Onu deli gibi sarsana dek uyanmamıştı ve bir saniye daha geç açsa gözlerini muhtemelen orada cesede dönen o değil ben olurdum. ''Tamam.'' Alya arkamdan gelirken merdivenlerin kenarlarından destek alarak dış kapının hemen yanındaki koridora girip yatak odamın kapısını açtım. Alya'ya da bir oda yapmıştım ama o genelde televizyon karşısında salonda uyumayı tercih ediyordu. Başta bunun televizyon yüzünden olduğunu sanıp aptal gibi odasına koca bir televizyon da almıştım ama işin sırrı televizyonda değildi. Salondaydı. Aldığım koca televizyon duvara monte edildiğinden beri öylece asılı duruyordu. Odamın kapısı açılır açılmaz bozuk dengeme ve düşme ihtimalime aldırmadan bir ayağımı kaldırıp çıkardığım topukluyu kenara fırlattım. Onun hemen ardından diğer ayağımı da aynı şekilde kaldırıp topukluyu odanın diğer ucuna fırlattıktan sonra önüne geldiğim yatağa kendimi öylece attım. Hani gök yüzünde yıldızlar yoktu? Şu an beynimde lacivert bir gök yüzü içinde bir sürü yıldız dolanıyordu. ''Gökyüzü de insanlar kadar yalancı mı yani? Nasıl ya?'' diye mırıldandım kendi kendime. Ayıkken zeki sarhoşken aptal. Bulanan midem yüzünden bir elimi karnıma atıp yüz üstü yattığım yatakta ters döndüm. Şimdi sırtım soğuk nevresime yaslıydı. Yıldızlı ledleri astığım tavan karanlıktı, perdem ne kadar aralık olsa da ayın ışığına ters kalıyordu. Gözlerimi yumarak ellerimi yana attım, uyku çoktan alkol kadar etkili ve hızlı bedenime yayılmıştı. Kurumuş dudaklarımı refleksle tekrar yaladığımda son kez ağzıma gelen alkol tadı ve sarılan karanlığın beni derine çeken kolları bedenimdeydi. Sonrası ise sadece koca bir boşlukta uzayı anımsatıyordu. ♾️ 'Lütfen herkes yangından uzak dursun, kimse için geri dönmeyin ve canınızı kurtarın. Tekrar ediyorum Lütfen kimse için geri dönmeyin, bu bir tatbikat değildir. Yangın gerçek! Lütfen hemen yangın çevresinden uzaklaşın! Binaları terk edin!' Açık haber kanalından gelen seslerle ilerleyen adımlarım durdu. Annem sesi yükseltmiş endişeyle ellerini dudaklarına yaslamıştı. 'Aman Allah'ım!' annemin sesini duyan babam mutfaktan gelirken 'Ne oldu?' diye sormuştu masumca. Gözleri benim gibi ekrana döndüğünde ağlayan spiker kadın tekrar konuştu. 'İtfaiyeler olay yerine müdahale için geldi, iç Anadolu bölgesinde zapt edilemeyen yangından ötürü OHAL ilan edildi. Lütfen kimse evlerinden çıkmasın, yangından kaçan herkes güvenli bir yere sığınsın.' Nefesimi tutmuş izlediğim haberle yutkundum. Yarışma biteli sadece bir hafta olmuştu ve bugün reşit olduğum gün, doğum günümdü. Doğum günümde bir şehir bitkisiyle hayvanı ve insanlarıyla cayır cayır yanıyordu. 'Yapılan saldırının siyasi boyutu şimdilik ekranlarda gözükmeyecek.' Dedi bir spiker adam kadının dediği her ne ise ona karşı gelerek. Kadın göz yaşlarını silerek 'Lütfen itfaiyelerin yolunu açın ve hastaneleri yersiz meşgul etmeyin. On yedi bin yanık vakası hastanelerimizde ve yolda olan on dört bin yaralımız var.' Annem dolu gözlerini silip burnunu çekerken 'Allah'ım korusun.' Dedi. Babam ise şok olmuş vaziyette tamamen bilinçsiz şekilde annemin yanına oturdu. Ben ise köşede ayakta dudaklarım aralık haberi izliyordum. Bir şehrin kül oluşu sönmeyen alevlerin yükselişi ekrandaydı. Her yer toz dumana karışmış alevlerin gölgesi orayı cehennemin fragmanı gibi bir görüntüye dönüştürmüştü. ''Ne oldu oraya?'' dedim sonunda konuşarak. 'Dış devletler... füze atmışlar. Füzenin etkisiyle benzin istasyonu patlamış.' Dedi annem burnunu bir kez daha çekerken. 'Allah ıslah etsin onları.' Babam ona katılarak 'Beter olsunlar.' Dedi. Ekranda görünen alevlerin arasından çıkan köpeği, gök yüzünden yere düşen kuşu ve insanların çığlıklarını görüp duyuyordum. İçimin sızladığını hissettiğimde babam bana oturmam için yer açmıştı. Spiker kadının söylediğini artık duymuyordum. Tek duyduğum o bölgenin kalıcı olarak OHAL durumuna maruz kalacağı ve girişi yasaklı bölge olacağıydı. Bir hafta sonra haberlerde o bölge tekrar gösterildi. Şehir dümdüz olmuştu, koca binalar kum tanesine dönmüştü. Kafamızı kaldırsak belki kat kat yükseğimizdelerdi ama bir yangınla ya da depremle ayaklarımızın altında kalabilecek bir kum tanelerine dönüyorlardı. Dünya da böyleydi, bazen boyumuzu aşardı ama bir saniyeyle ayaklarımızın altında kalabiliyordu. Haberlerde görünen girişi yasaklı bölgenin etrafında aylar sonra buzullu söylediklerine göre kurşun geçirmez gök yüzüne uzanan camlar inşa edilmişti. O camlar nasıl rüzgârdan bile etkilenmeden gök yüzüne uzanıyordu ya da o şekilde etrafı kapsıyordu hiçbir fikrim yoktu ama yıllar geçmesine rağmen orası hala yasaklı bölgeydi ve inşa edilen buzullu o kalın camlar hala oradaydı, içeride ne olduğu görünmüyordu. Oranın ardında ne olduğunu ise kimse bilmiyordu. Düşen füzeye verilen karşılık da en az yasaklı bölge kadar bilinmezdi. Uzaktan gelen çığlık sesleri, alevin harlanışını duydum. Öyle derinden ve boğuktu ki anlamam zordu ama içimde hissettiğim o sızı beni kendime getirmişti. Ter su içinde korkuyla yatakta doğrularak ellerimi dengemi sağlamak için yatağa yasladım, sanki ateşlerin arasından kaçıp gelmiş kadar alevler içinde ve korku doluydum. O yangında duyduğum çığlıklar kulağımdaydı. O şehrin kül oluşu ve etrafını saran diğer şehirlerin etkilenişi dün gibi gözümün önündeydi. Titreyen elim kurumuş boğazıma gitti, gördüğüm kabustan beni uyandıran yanı başıma nasıl geldiğini bildiğim telefonumun titreyişiydi. Bir elimi gergin ve titrek şekilde yastığımın altında kalan telefona uzattım. Arayanın ismini net göremiyordum hem parlaklık çok yüksekti hem de gözlerim bulanık görüyordu. Görmeden açtığım telefona kurumuş boğazım yüzünden kısık bir sesle ''Efendim.'' Diyerek cevap verdim. ''Bu saate aradığım için üzgünüm Hazel ama acil olmasa inan aramazdım.'' Kulağıma gelen yaşlı kalın erkek ses tonu bana ayılmam için atılan bir tokat gibiydi. Elimi saçıma daldırıp yatakta daha dik oturdum. ''Tabi hocam buyurun.'' Asaf Yalıcı, benim Harvard tıp fakültemden buraya beraber geldiğim ve hep o olmak istediğim profesörüm. ''Sana bir iş teklifim var.'' ''Bu saatte mi?'' kaşlarım hayretle kalktı, profesör gülmüştü. ''evet bu saatte...'' derin bir iç çekişin ardından ''Aslında ben gitmek isterdim ama maalesef son zamanlarda sağlığım hiç iyi değil. Bu iş için uygun değilim.'' ''Dinliyorum.'' ''Bu iş siyaseti de kapsıyor ama endişelenme istediğin zaman bırakabilirsin. Yargılamadan önce beni dinlemeni istiyorum çünkü şartlar biraz zorlayıcı.'' Derin bir nefes alıp yüzümü sıvazladım. '' Çalışma alanını gittiğinde göreceksin, çalışacağın kişiyi de keza öyle. İş senin uzmanlık alanın, kendini donduran bir adamı uyandıracaksın. Bir bilim adamı, kendisini özel bir formülle uyutmuş. Onu uyandırmak isteyen bir adam seni getirtmek istiyor, eğer gidersen gittiğin yerden işin bitene dek dönemezsin. Sana bu teklifi eden adam çalışma şartları konusunda keskin sınırları olan başka bir bilim insanı.'' ''Neden ismini söylemiyorsunuz?'' dedim kuşkuyla yatakta doğrulurken. ''Sürprizleri severim bilirsin.'' Dedi sesinde alaylı bir tınıyla. ''Hocam...'' ''Bana güveniyor musun Hazel?'' ''Elbette, bu nasıl soru?'' Profesör memnuniyetle mırıldandı. Ardından derin bir nefes çekip korkutucu düzeyde öksürdü. ''Yanına gideceğin adam teklifi kabul ettiğin saniyede evine bir helikopter gönderecek, kendisi benim senden önceki öğrencimdi. Ona da en az sana güvendiğim kadar güvenirim.'' ''İşin neden aciliyeti var?'' ''orası ailevi bir mesele, detaylara girmeyi sevmem bilirsin.'' ''Elbette, profesyonellik işi bitirmeni sağlar duygusallık değil.'' Dedim üniversitede bana milyonlarca kez söylediği sözü aynı onun sesi ile taklit ederek. ''Evet aynen öyle, koşulları adamın yanına gittiğinde daha detaylı öğrenebilirsin. Şimdilik sadece görüşmek ve şartları konuşmak istiyor. Kabul ettiğin an evini uzun bir süre için kapatman gerekebilir.'' ''Nasıl yani bu saatte mi aldıracak beni evimden?'' ''Evet, helikopter hazırda bekliyor.'' Dudaklarımı ısırarak kalktığım yataktan lavaboya ilerleyip elime gelen havluyla terimi aldım ardından üzerimdeki gömleği çıkarıp yerine daha düzgün olan keten lacivert gömleğimi giydim ve eteğimin hayret edici şekilde bozulmadığını görerek onu değiştirmekten vazgeçip bir yandan da profesörle konuşmaya devam ettim. ''Kararı ne kadar çabuk verirsen o kadar iyi Hazel.'' ''yani kabul ediyorsun?'' ''Şartları konuşmayı mı? Elbette. İşi kabul etmeyi? Önce bir ortamı ve şu gizemli adamı göreyim, o zaman düşünürüm. Dediği gibi ihtiyacı varsa bana gözü gibi bakmalı.'' Alaylı kurduğum son cümleme keyifle güldü. ''Onunla çok iyi anlaşacaksınız.'' ''Neden aksi olacak gibi hissettim?'' gözümü etrafa çevirerek yere fırlattığım ayakkabıları ararken profesör bir kez daha güldü. ''Özlemişim seni.'' Sonunda lacivert topuklularımı bulduğumda sevinçle odanın ucuna koştum. ''Bende profesör.'' ''Orada kalma ihtimaline karşı kendine bir çanta hazırlamak isteyebilirsin. Hazırlıklı git.'' ''Tamam.'' Ayakkabıları ayağıma denge kurmak için uğraştığım yarım saatin sonunda geçirebildiğimde bu kez etrafta aradığım şey orta boy bir çantaydı. Çanta askılığıma giderken profesör ''geldiğini yaklaşan helikopter sesinden anlarsın.'' Dedi. ''Tamam öyleyse tekrar görüşürüz, profesör.'' Diyerek telefonu kapatmaya yeltendim. ''Görüşeceğiz.'' Telefonu kapattığım da kapanan ekran da çatılan kaşlarım belirmişti bu kez de. Görüşeceğiz? Her neyse. Çanta askılığımdan sonunda büyük omuz çantasını çıkardığımda yere devrilen diğer küçük çantalara ters bir bakış attım ve oyalanmadan dolabıma ilerleyip iç çamaşırlarımı beni idare edebilecek birkaç parça kıyafetle özel eşyalarımı dolana dek içine doldurdum. Sonunda saç tokamı da askısına taktığımda hazırdım. Boydan aynamın karşısına geçip üzerime bir göz attığımda akan makyajımı yeni fark edip panikle makyaj masamı darmaduman ettim. Her şeyi yığdığım masadan gerekli malzemeleri alıp aynada yüzümü düzelttiğimde uykusuzluktan ve alkolün sersemliğinden kızaran gözlerimi maalesef ki kapatıcıyla kapatamamıştım. Bu görüntüye neyse der gibi omuz silkip makyaj eşyalarımı masaya bıraktığımda kulağıma gelen bir hışırtıyla duraksadım. Hayır bu hışırtı değildi, bu bir rüzgâr uğultusuydu. Uzaktan her saniye yaklaşan bir uğultu. Boydan boya cam olan bahçe kapısına açılan kapıya doğru ilerleyip perdeyi sonuna dek araladığımda uzaktan yaklaşan helikopteri ve etrafına yaydığı ışığı gördüm. Adam ciddi ciddi bu saatte beni aldırmak için helikopter yollamıştı. Şaşkınlığımı sonraya bırakarak yatağın üstünde dolu duran çantamı omuzuma alıp odamdan çıktım. Bu sırada içeriden gelen televizyon sesi kısa bir an durmama sebep oldu, Alya'yı asla kaldıramayacağımın farkındaydım. Bu yüzden yanına doğru hızla ilerleyip bulduğum ilk kâğıt parçasını kopardım ve masanın üstünde her zaman duran kalemimi alıp ona durumunu özetleyen bir not bıraktım. Sözde hanım efendi televizyonun kapanışını ayarlıyordu, gözümü saate kaydırdığımda beşe gelmek üzere olduğunu gördüm. Helikopter sesi artık çok daha yakından geliyordu ve dışarıdan içeri yansıyan güneş gibi bir ışık mevcuttu. Işık doğrudan bana ve Alya'ya vuruyordu ama Alya körmüş gibi duyarsızdı. Ben ise gözlerimi kısarak açık televizyonu kapattım ve saatler önce Alya için kurduğum cümleyi anımsayıp içimden bu cümleye kahkahalar attım. Terasta uyusa ve çatıya bir helikopter inse yine de uyanmazdı. Evet belki terasta uyumuyordu ve belki helikopter de çatıya inmemişti ama durumun bundan pek de farkı yoktu ve Alya hala uyuyordu. Halbuki helikopterin bu sesi arada mesafe olmasına rağmen içimdeymiş gibi hissettiriyordu. Sanki o dönen pervaneler benim içimde dönüyordu ve sesi bedenimden çıkıyordu. Ufak bir titreme geçirerek askılıktan kabanımı aldım ve kapıyı kapatıp bahçenin arka kısmına geçtim. Topuklularım tok bir ses çıkarıyordu, giydiğim beyaz kabanın sıcaklığı tenime yayılırken kalkan yakasını düzelttim ve çantayı omuzuma daha sıkı çekip hızlı adımlarla helikoptere doğru yürümeye başladım. Siyah helikopter ileride duruyordu ve pervaneler hala dönmeye devam ediyordu. Sonunda yaklaştığımda helikopteri kullanan orta yaşlı adam kulağında kulaklıkla bana döndü. Dudaklarının hemen önündeki mikrofona ''Geldi efendim.'' Dedi. Birkaç dakika sonra helikopterin kapısı açıldı ve adam bana dönüp elini nazikçe uzattı. ''Hoş geldiniz Hazel Hanım.'' Uzattığı elden destek alarak helikoptere bindiğimde bana yanını işaret etti ve diğer kulaklığı bana uzattı. Taktığımda onun az önce konuştuğu adamın sesi gelir sandım ama adam ''Buradan çıkıyoruz efendim.'' Dedikten ne sonra ne de önce bana bir ses gelmemişti. Bu merakımı daha da arttırırken bunu saklamak için kendimi zorladım. Dudaklarımı ısırarak arkama yaslandığım sırada pilotun ''Kalkışa hazırız.'' Dediğini duydum. Bu sırada gözleri bana döndü. ''Lütfen kemerinizi takın Hazel Hanım.'' Uyku sersemi merak ve heyecan karışımı kapıldığım duygularla takmayı unuttuğum kemere bakarken ''Ah, tabi.'' Diye mırıldandım. Bunu söylerken ufak bir utanç yaşamıştım ama geçmesi kısa sürdü çünkü böyle şeyler sabahın beşinde çok normaldi. Derin ve gergin bir nefes alıp kemerimi taktım. Bu sırada havalanmaya başlayan helikopterin kapısı kapandı ve etrafta rüzgârın dalgaları dolaştı. Yükseldiğimizi hissedebiliyordum, gözümü etrafa çevirdiğimde her şeyin küçülmesi de bunun en büyük kanıtıydı. Sonunda yukarı çıkmayı kesip ilerlemeye başladığımızda ''Ne kadar yolumuz var acaba?'' diye mırıldandım. Adam gözlerini gök yüzünden ve kara bulutlardan ayırmadan ''Uyumak için soruyorsanız siz uykuya dalmadan varmış oluruz.'' Dedi. ''Gideceğimiz yer neresi?'' gözlerini yine yoldan ayırmadan gülümsedi. ''Zeki olduğunuzu biliyorum Hazel Hanım ama eğer bunu soruyorsanız gideceğimiz yeri bilmiyorsunuz demektir. Patronum size bunu söylemediyse bana söylemek düşmez.'' Pekâlâ, sağlam bir cevaptı. ''Haklısınız.'' Diyerek yüzümü ondan tekrar etrafı görebilmek için cama çevirdim. Yolculuk sessiz geçeceğe benziyordu, yanımdaki adam umuyordum ki patronuna çekmemişti. Aksi halde soğuk sessiz ve az konuştuğunda bile konuşmamış kadar olan biriyle çalışmak çok da eğlenceli olmazdı. Dışarıyı izlerken geçen sessiz yolculukta pilot sadece bir kere ''Yaklaştık efendim.'' Demişti. Bunu yola çıkmamızdan tahmini on beş dakika sonra söylemişti. Bunu söylemesinden tam on beş dakika sonra da ''İniyoruz efendim.'' Diyerek bana dönmüştü. ''aslında uyuyamayacağım kadar kısa da değilmiş.'' Diye mırıldandım. ''Uykunuzun hafif olduğunu duydum, patronuma haber verdiğim anlarda uyanırdınız.'' ''Uykumun hafif olduğunu da nereden biliyorsunuz?'' dedim helikopterin indiği alanı görmek için etrafa bakınmaya başlarken. ''Patronum sizi birkaç gündür araştırıyordu, sanırım profesörden bazı özel bilgiler edinmiş.'' Bunu duymazdan gelmeme sebep olan görüntüyü görüp idrak edebildiğimde helikopterin yere inişi ve etrafın toz duman oluşu gözlerimin önündeydi. Dudaklarım en son yangında bu kadar uzun ve geniş aralık kalmıştı. İkinci olarak aralık kaldığı bu zaman dilimi de yangından sonra yasaklı bölge olarak ilan edilen, etrafı buzullarla kaplı olan o şehrin önüne geldiğimizi gördüğüm zaman dilimiydi. ''Buraya neden geldik?'' dedim açılan helikopter kapısına bakarken. Etrafı aydınlatan ışıkta hala havada süzülen toz tabakaları uçuşuyordu. ''Burası yasaklı bölge değil mi ne işimiz var burada?'' Sabahtan beri bir kere bile ses gelmeyen kulaklık cızırdadığında irkildim. Cızırdama kesildi, yerini keskin ve nefes kesici güzellikle başka bir erkek sesi aldı. ''Sorularınızı yanlış kişiye soruyorsunuz, doğru kişi aşağıda sizi bekliyor Hazel Hanım.'' Pilot açık kapıya bakarken cızırtıyla kulaklığın kapandığını anladım, çantamı omuzuma sıkıca sardım ve kulaklığı çıkarıp çıkışa doğru eğilerek yürümeye başladım. Pilot topuklulardan ötürü yavaş ve dikkatli inişimi izledikten sonra etrafa bir kez daha yayılan toz tabakasına ardından bana baktı. ''çalışacağınız adam zor biridir... iyi şanslar Hazel Hanım.'' ''Benim kolay biri olduğumu düşündüren ne?'' diyerek tek kaşımı kaldırdığımda gülümsedi. Kurumuş dudaklarını yaladığında aklımda dudaklarımda hala alkol kalıp kalmadığı sorusu gezinmişti. Bunların benim garip fantezi rüyalarımdan biri olmadığını ve gerçekse de sonrasında ne olacağını anlamadan önce bir bardak alkol iyi giderdi. ''Düşünmedim, sadece sizi patronum kadar iyi tanımıyorum.'' Başımı aşağı yukarı hafifçe salladığımda pilot iki parmağıyla asker selamı verdi. Helikopter kapısı kapandığı sırada geri geri adımlar attım ve ilerideki buzullu cama doğru bedenimle döndüm. Helikopterin kalkışı etrafa yaydığı tozlardan ve rüzgârdan belliydi. Saçlarım savruluyor tozlar vücuduma çarpıyordu. Uğultusu kulaktan beynime uzanan bir ağrıya sebep oluyordu. Yüzümü ekşiterek gözlerimi kısıp kabanımın önünü kapattım ve buzullu camın önüne doğru ucu sivri topuklularımla yürümeye başladım. Sanırım yeni iş görüşmem için topuklular pek de iyi bir tercih değildi. Buruşan yüzümü düzeltip gözlerimi araladığımda rüzgârdan ve uykusuzluktan yanmaya başladığını hissettim. Saçlarım rüzgârdan uçuşup durmuştu ama bakamadığından bozulmamış ya da en azından cadaloza benzemediğimi umut etmek istiyordum. Buzullu camın önüne geldiğimde hemen solumdan bir ses geldi ve bu sesten önce hiçbir adım sesi duymadığıma emindim, buna yemin edebilirdim. ''Hazal Alvers...Hoş geldiniz. '' yüzümü sola döndüğümde kaşlarım çatıldı. Arkamdan gelmiş olmasına imkân yoktu, helikopter gittiği için sesini mutlaka bu ıssız yerde duyardım. Sağ veya soldan yürüyerek gelse uzaktan yürürken görmem gerekirdi. Ne yapmıştı bu adam bir anda yanıma falan mı ışınlanmıştı? ''Siz...?'' çatık kaşlarımın yanında işaret parmağımla onu ve etrafı gösterdim. Belli belirsiz gülümsedi. ''Her şeyi anlatacağım.'' Ellerini cebine koyarken gözlerim baştan aşağı yüzünde gezindi. Laciverte çalan koyu mavi gözler, siyah saç ve kirpikler, bir doksan boy ve orta halli bir vücut. Esen rüzgarla kendime geldiğimde soğukla bir kez daha irkildim. Etrafta sadece uzaktan gelen sokak lambalarının ışığı vardı. Buzulu camlar havayla uyumlu halde duruyordu. Ya içeride ışık yanmıyordu ya da bu camlar kurşunla beraber ışığı da engelleyebiliyordu. ''Buraya neden geldiğinizi biliyor musunuz?'' dedi bana doğru bir adım daha yaklaşırken. ''Evet.'' ''Güzel, öyleyse direk koşullara geçelim.'' Dediğinde bana bir adım daha attı. Üzerinde siyah bir gömlek altında gri bir pantolon vardı. Ayaklarında ise ucu sivri bir ayakkabı görünüyordu, adımları ses çıkardığına göre topuğu da vardı. ''Sadece üç şartım var, bir... buradan istediğiniz zaman çıkabilirsiniz fakat buradan çıktıktan sonra içeride gördüğünü hiçbir şey hakkında tek kelime edemezsiniz. Şayet bir gün çıkmak isterseniz kapıyı bizzat açarım ama çıktığınız an sanki buraya hiç gelmemiş gibi davranmalısınız.'' ''Peki ya...'' ''Üç maddeden herhangi birini çiğnemeniz durumunda ya sizi alı koyup kendi hapishaneme atacağım ya da... susturmanın en etkili yöntemini kullanacağım.'' ''Söylediğinizi doğru mu anlıyorum, şu an benden beni kendi eğlenceniz için kullanabileceğinizi ya da öldürebileceğinizi yazan bir sözleşmeyi imzalamamı mı istiyorsunuz?'' ''Hayır hayır, lütfen yanlış anlamayın. Kendi hapishanemden kastım normal hapishanelerle aynı, tek fark demir parmaklıklara kısıtlı kalmayacaksınız ve başkasının yanında değil benim yanımda olacaksınız. Burada olan biten her şeyi saklamanın tek yolu bu. Sizi öldürmek istemiyorum ama zorunda kalırsam... yaparım.'' ''Şu an beni tehdit ediyorsunuz?!'' artık inanıyordum, alkolün etkisini en şiddetli halde hissediyor ve görüyordum. Sadece merak ediyordum, alkollüyken hayalimdeki adam ve yer bu muydu cidden? ''Maddelerin devamını dinlemediniz.'' Dediğinde duraksadım. Şu an gülsem çok mu garip görünürdü? Muhtemelen. Ya da şu an gelen gülme isteği alkolden miydi? Muhtemelen. Ayrıca konudan sapmaya çalıştığının ikimizde farkındaydık, göğüs kafesimde öfkenin uyguladığı basıncı ve iç sesimin yüzüne bir yumruk yapıştırmak istediğini duyabiliyordum. Yine de sakinliğimi koruyarak ''Devam edin.'' Dedim. O an Asaf hocamın sözleri tekrar zihnimde yankılanmıştı ve beni sakin tutan tek şey o sözlerin kendisiydi. Profesyonellik işi bitirmeni sağlar duygusallık değil. ''İkinci koşul, size her odanın kapısını açabilecek izni vereceğim. Sınırlı bilgiler haricindeki her bilgiye ve imkana ulaşabileceksiniz ama bu yetkiyi kötüye ya da yanlışa kullanmaya kalkarsanız...'' ''Ölürüm.'' Diyerek sözünü kestim. ''Şanslıysanız yaşarsınız ama hapishanede.'' Çenemi sıkarak ''Üçüncü koşul?'' diye sordum. Kollarımı birbirine dolamıştım, yüzüm ne kadar ifadesiz kalmayı başarsa da bedenim yine aksini yaparak öfkemi belli ediyordu. ''Üçüncü koşul, dışarıdan hiç kimseye içeride olan biten hakkında bilgi veremez acil bir durum olmadıkça kimse ile görüşemezsiniz. İşinizin ne zaman biteceği size kalmış ama bitene kadar koşullar bunlar. Eğer işiniz bittikten sonra burada kalmak isterseniz o zaman sözleşme buradan çıkmayacağınız için geçersiz kılınacak.'' ''Eğer girişiniz kalıcı olursa dışarıda ailenizle görüşebilirsiniz ama buradaki hiçbir şeyden bahsedemezsiniz. Ayrıca girdikten sonra buradan çıkma isteğinizle kalma isteğiniz arasında büyük bir çelişki yaşayacağınızın garantisini verebilirim.'' Kurumuş dudaklarımı bir kez daha yaladığımda rüzgâr yine sert esti, önümü daha sıkı örtündüm. Ben bu halde donarken bu adam nasıl gömlekle üşümüyordu? Dudaklarımı yaladığımda alkol tadı gelmesini bekledim. Lanet olsun ki gelmedi, halbuki şu an deli gibi ihtiyacım vardı. Bakışlarım buzulu cama döndüğünde dudaklarımı içten ısırdım. Onun aldığı nefes havaya karıştığında oluşan beyazımsı buharı göz ucuyla görebiliyordum. Elleri hala cebinde duruyordu. Bu kadar iddialı konuşmasına sebep olan şeyi deli gibi merak ediyordum ve bu merakı baskılamak diğer tüm duyguları bastırmaktan daha zordu. Bu zorluğu hissetmiş gibi benden bir şey beklemeden sözlerine devam etti. ''İş bittiğinde size açık çek vereceğim. Gözü aç bir kadın olmadığınızı biliyorum. Mal mülk konusunda da zenginsiniz. Bu yüzden Hak ettiğiniz parayı kendinizin belirleyebileceğini düşünüyorum.'' Bakışlarım buzul camdan tekrar ona döndüğünde yüzü bu kez aydınlıkta gibi geldi. Ben fark etmeden bana bir adım daha yaklaşmış olmalıydı, aramızdaki mesafeye baktığımda bu düşünceme daha da yaklaştım çünkü ayakkabılarımızın ucu neredeyse birbirine değecekti. ''Bahsettiğiniz üç madde yapılması zor şeyler değil, iş ahlakı içeren şeyler yalnızca karşılığında verdiğiniz cezanın ağırlığı aklımda koca bir soru işareti bıraktı.'' Gözlerimle yüzünü dikkatli incelerken bir anda duraksadım. Çünkü konuştuğum için gözleri dudaklarıma inmişti. Kendimi toparlayarak yüzünü izlediğimde garip bir tanıdıklık sezdim. ''Bu soru işaretini giderebilirim. Size bir tolerans göstereceğim. Üç maddenin karşılığında neden bu kadar ağır bir koşul koyduğumu içeri girdiğinizde anlayacak ve bana hak vereceksiniz. Eğer vermezseniz bu koşulu tamamen ortadan kaldıracağım.'' Kaşlarım kuşkuyla kalktı. ''Çantanız omuzunuzu ağrıtmadı mı?'' dedi acele etmemi ima ederek. Gülümsedim bu sorusuna. ''Taşımak ister misiniz?'' Bir an bu soruma güler gibi oldu ama kendini tuttuğunu apaçık belli ederek gülmedi. ''Ağırsa verebilirsiniz.'' Uzattığı ele baktım, bakışlarım elinden gözlerine çıktığında ''değil.'' Diye mırıldandım. ''Eee, kabul ediyor musunuz?'' ''Eğer girdiğimde size hak vermezsem sözleşme geçersiz sayılacak?'' onaylamak için tekrar sorduğum soruya ''Evet.'' Diyerek onay verdi. Merak bilime başlama nedenimdi, şimdi de merak başıma gelecek her şeyin sebebiydi. ''Peki, nerede kâğıt imzalayayım.'' Bu söylediğim gayet normal bir şey olmasına ve buna az önceki komik soruma gülmemesine rağmen gülümsedi ve beni tam bir aptala çevirecek kısa bir bakış attı. ''Victoria.'' ''Efendim?'' gözümü kısarak ona baktım, gözleri bendeydi ama seslendiğinin ben olmadığımı hepimiz anlamışızdır diye düşünüyordum. Victoria mı? ''Buradayım.'' Buzulu camda mor bir ışık parladığında korkuyla yerimden sıçradım. Kulağımın hemen dibinde mor bir ışık ve ince bir kadın sesi belirmişti. ''Korkmayın, o sadece bir yapay zekâ.'' Gözlerimi korkuyla çevirdiğim adamdan mor ışıkta beliren yapay zekanın robot yüzüne döndürdüğümde aralanan dudaklarımdan giren soğuk içimde bir titreşim yarattı. ''Merhaba Hazel Hanım, ben Victoria.'' ''M...merhaba Victoria.'' Gördüğüm görüntüye alışmayı beklerken bir adım farkında olmadan geriledim. Eğer topuklumun sesi bu karanlık ıssız sokakta yankılanmasa imkânı yok geri adım attığımı anlamazdım. ''Konuştuklarımızı duydun mu Victoria?'' diye sordu önümde duran siyahlar içindeki adam. Hala ismini de sormamıştım, uykusuzluk ve sarhoşluk bir daha yapmayacaklarım listesinde bir numaraya yükselirken Victoria ''Duydum efendim.'' Dedi. ''Saydığınız üç maddenin çiğnenmesi durumunda Hazel Hanım canından ya da hür iradesinden vazgeçmiş olacak. Eğer anlaşma imzalandıktan sonra koştuğunuz şartları haklı bulmazsa sözleşme geçersiz sayılacak.'' Tek kaşımı kaldırarak yapay zekaya bir bakış attım. ''Bu kadar etkilenmeyin, daha marifetlerimi görmediniz.'' Küçük dil neredeydi? Eğer hatırladığım yerdeyse sanırım onu yutmuştum. ''Victoria, sözleşme.'' Dedi adam tok bir sesle. Buzulu camda beliren mor ışık yerini mor yazılara bıraktı. Cama yaklaşıp yazılara göz attığımda bunların sözleşme maddeleri olduğunu gördüm. Victoria görüntü olarak olmasa bile ses olarak hala bizimleydi. ''Hazel Alvers, yerinize imza yetkinizi kullanmama ve sözleşmenin altına imzanızı atmama izin veriyor musunuz?'' opaklığı düşük imzam ismimin altında yanıp sönmeye başladığında şaşkınca cama baka kaldım. Birkaç dakika algılamama yeter diye düşünüyordum ama beş dakika olmak üzereydi ve aklım daha yeni yeni yerine geliyordu. Bu adam yapay zekâ geliştirmişti. Geliştirdiği zekâ benim kimlik bilgilerime kadar ulaşabiliyordu ve onay verdiğimi söyler söylemez muhtemelen yanıp sönen imzam sönmeyi kesip yanar halde karşımda belirecekti. Yutkunarak göz ucuyla siyahlar içindeki adama baktım. Sabırla beni bekliyordu. İmzamı benden habersiz attırabileceği halde seçimi bana bırakması kötüyü seçebilecekken iyiyi zorladığını gösteriyordu. ''İçeride bana zarar verecek bir şey var mı Victoria? Yardıma muhtaç olabileceğim bir durum ya da canıma kastedilebilecek bir şey?'' Yapay zekalar tasarımcısı tarafından yapıldığı için onların yönlendirmesine göre hareket edebilirdi ama önceden yalana programlanmayan bir yapay zekâ yeni doğmuş bir bebek gibi yalandan habersiz doğruları öterdi. ''Eğer yaşayacağınız şok anı, kalp hızı yükselmesi ve akıl sorgulama gibi psikolojik durumun sizi öldüreceğini düşünmüyorsanız canınızı tehdit eden bir durum olmadığını söyleyebilirim.'' Derin bir nefes alıp kafa karışıklığıyla cama baktım. ''Peki o zaman...'' göz ucuyla tekrar ona baktım. Sertçe yutkundu ve gözlerini benden ayırmadan o da buzulu cama döndü. ''İmzamı kullanmana izin veriyorum.'' ''Sayın Hazel Alvers, imza yetkinizi kullanmama izin veriyor musunuz? Bu son ikazımdır, imzanızı kullandıktan sonra bir mesuliyetimiz bulunmayacaktır.'' ''İzin veriyorum, mesuliyeti de kabul ediyorum.'' Victoria yanıp sönen imzayı altına çakıp yanar halde bıraktığında ''Nereden geldiğimi merak ediyordun.'' Dedi o tok ses. Bana dönüp bir adım daha attığında lacivert ucu sivri topuklu ve siyah ucu sivri ayakkabı burun burunaydı. Kafamı ayaklarımızdan yüzüne kaldırdığımda aramızdaki boy mesafesine baktım. Gerçekten uzun bir adamdı ama neyse ki benim de topuklularım vardı. Victoria'nın mor ışığı yüzümüze yansırken nefesini fark etmeden yüzüme üfledi. Sertçe yutkundum. Dudaklarını yalarken yanağını içe göçürmüştü. ''Sağından ya da solundan gelmedim profesör. Yasaklı bölgenin içinden geldim.'' Kaşlarımın çatılışını izlerken keyiflendi, dudakları belli belirsiz kıvrılmıştı. ''Yıllar sadece bir adım ötende.'' Diye fısıldadı yine nefesini yüzüme çarparak. Gözlerimi yumup rüzgârı hissederek onu dinlememek için kendimi zor tutuyordum. Ses tonu garip bir vaziyette kulağıma en sevdiğim müziği ilk dinleyişim kadar huzur veriyor mutlu ediyordu. ''Buna hazır mısın profesör?'' nefesi üçüncü kez tenime çarptığında derin bir nefes almamak için kendimi zar zor tuttum ve gözlerine kararlılıkla baktım. ''Hazırım.'' Kafasını kaldırıp tekrar dudaklarını yaladığında gözlerim dudaklarına kaydı. Yüzüne yansıyan mor ışık keskin çenesine vuruyordu. ''Victoria, kapıyı aç.'' Dedi bir adım geri çekilirken. Hemen ortamızdaki boşluğun önünde olan buzulu cam bir anda kenara doğru oval şeklinde perde gibi aralanmaya başladı. Kirpiklerimi hızlı hızlı kırpıştırdım. Buzulu kurşun ve ışık geçirmez cam nasıl oluyordu da ortadan ikiye illüzyon gibi ayrılıyordu? ''Önden girmek istediğinizi düşünüyorum.'' Kaldırdığı eline baktığımda henüz kendime gelememiştim ama bunu fark ettirmemek için kendime gelmeyi beklemeden adım attım. Yıllar sadece bir adım ötende. Sesi zihnimde yankılanırken attığım adımla olduğum yere öylece çakıldım. Ayaklarım buradan öteye bir süre gidemezdi, geri de çıkmasına imkân yoktu. Attığım bir adımla yıllardır yasak olan o şehrin içindeydim. Burası yasaklı ilan edilmişti. Burası tozla duman olmuştu. Burada yaşam bitmişti. Şimdi ise yıllar belki de milyarlar sonranın yaşamı gözlerimin önündeydi. Yutkunuşum seslice gerçekleşti. Bedenim bir an bayılacak gibi oldu, dengemi sağladım ama gözlerimi ardı ardına dört beş kez ovalamaya devam ediyordum. Her ovalamam da görüntü aynıydı. Önümde gök yüzünü delen illüzyona benzeyen binalar, etrafta gezen birkaç robot, gök yüzünde garip şekiller çizen araba yolu ve uçan ne olduğunu bile bilmediğim birçok alet duruyordu. Ona nazaran gök yüzünde beliren illüzyon olup olmadığını sorguladığım büyük görseller vardı. Mesela gök yüzünde kuzey ışıkları dolanıyordu ama coğrafi açıdan bunun mümkün olmaması gerekiyordu. Gök yüzünde uçan uzay gemisine benzettiğim bir alete kaşlarımı çatarak bakarken çenemin yere düşüp düşmediğini kafamda tartıyordum. Her yerden süzülen mor mavi ışıklar etrafı sarmıştı, yollar ve binalar bile rengarenkti. Bazısından yeşil ışıklar bazısından Victoria gibi mor ışıklar bazısından ise mavi ışınlar geçiyordu. Uçan uzay gemisi metal renk olsa da altında dönen yeşil ışıklı tekerlekleri vardı. Ben aklımı mı kaçırmıştım yoksa gerçekten bir adımla yüz yıllar sonrasına mı gelmiştim? Bir köpek havlama sesi duyduğumda başta onu da hayal sandım ama ayağımın üstünde zıplayan küçük bir köpeğin varlığını hissettiğimde rüyada olmadığıma bir kez daha emin olmuştum. Gözlerimi zar zor önümdeki şehirden alabildiğimde yerdeki koyu kahve tüylü köpeğe baktım. Boynunda bir tasma takılıydı ve üstünde Asil yazıyordu. ''Kargaşa da ismimi sormayı unuttunuz ama önemi yok çünkü biz zaten tanışıyoruz profesör.'' Dedi hemen arkamdan. Göz ucuyla baktığımda az önce perde gibi aralanan buzulu camın kapandığını gördüm. Victoria'nın mor ışığı da camdan kaybolmuştu. ''Ben Deniz Aras. 14 yıl önce düzenlenen teknoloji yarışmasının birincisi.'' Ona dönüp yüzüne aptal aptal bakmaya başladığımda dudağının altında küçük bir gamze belirdi. ''Sizi istedim çünkü yer yüzünde benden başka işinin en iyisi olan biri olmadığını zannediyordum. İşinin en iyisi olan bir kadını gözden kaçırmışım. Neyse ki benim kaçırdığımı başkası yakalamamış.'' Önümde on dört yıl önce yarışma birincisi olan adam, Arkamda milyarlar sonrasında oluşacak teknolojik bir şehir. Ben deli olmalıyım. Hayır deli bile bu kadar kafayı sıyıramaz. Ben ölmüş olmalıyım. ''Şehrime hoş geldiniz profesör.'' Hazel Alvers '
|
0% |