Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@byzloey

Instagram : byzloey
İyi okumalar '

V A L E N S

10. Bölüm | Mavi ve Yeşil'in Eşsizliği

Some Say, Amanda yang

Yıllarca etrafıma taktığım o pembe gözlüklerin ardından baktım. Benim için herkes iyiydi, herkes beni severdi. Sözleri iyiliğimi düşündüğü içindi ama aslında değildi. Aslında herkesin gözlüklerimin arkasından bana baktığı o nefret, kin ve haset bakışlarından habersizdim. Sahi benliklerinden şikâyet edip maske takıyorlarsa neden hala böyle olmaya devam ediyorlardı, bunu seviyorlarsa neden gizleniyorlardı?

Seversen severdin sevmezsen sevmezdin, bunun bir denklemi ya da formülü yoktu. Bunun için atalarımız bir söz bırakamazdı arkasında, bunun için belli bir zaman geçmesi gerekmezdi. Bu o an olurdu ve olmaya devam ederdi. Nefret bir var olup bir gitmezdi, sevgi de bir gelip bir gitmezdi. İkisi de gelir içinize yerleşirdi. Bakışlarınızın önüne bir perde gibi inerdi ve gözlüğü takan sizler gözlüklerinizin ardından karşınızdaki insanı daha farklı görmeye başlardınız.

Karşımda gözlerine perde çekmiş iki adam duruyordu. İkisi de kahve gözlere ve saçlara sahipti. Biri acı bir kahveyi andırırken diğeri içine süt katılmış kahveyi andırıyor kendini daha masum gösteriyordu ama masum değildi. Birbirlerine sardıkları kolları şimdi birer yılan kuyruğuna dönüşmüştü. Taktıkları nefret gözlükleri birbirlerine attıkları bu nefret dolu bakışların sahibiydi.

''Buna emin misin, kuzen? Çünkü şu an kısıldığı kapandan kaçmaya çalışan bir fareye benziyorsun.'' Koridorun diğer ucundan kalabalığın ardından beliren dalgalı saçlar, elleri cebinde duran erkek bedeni buraya doğru gelirken dudaklarında varlığı yokluğu belli olmayan o gülümseme yanaklarındaki çukuru ortaya çıkarmıştı. Keyfi yerindeydi, soğumuş intikam yemeğinden aldığı bir kaşık ona güç vermiş görünüyordu.

''Sen...'' dedi Tibet gözlerini kısarak. ''Sen mi yaptın lan bunu?'' sesi de en az gözleri kadar kısıktı ama etkisi kısıldıkça artmıştı. Kırılan telefona gözüm kaydı. Orda öylece duruyordu. Murat ve Hazal ortada yoktu ama burada onların ortaya bıraktığı bomba patlıyordu.

Arada kalan sadece Tibet olmuştu, en azından şimdilik.

''Ben senin yerine nasıl böyle bir şey yapabilirim ki?'' dedi Edis bize doğru yürürken. Öğrenciler kenara çekilmiş Edis'e bakarak yüksek gürültüde fısıldaşıyordu. Herkesin bakışları Edis'in üzerindeydi ama bu bakışların altında geçen duyguların hiçbirinde masumiyet sezmiyordum.

Ceyda'nın önünden geçerken Edis'in adımları duraksadı. Belli belirsiz ona dönerek göz ucuyla baktığında Ceyda'nın rahatsızca kıpırdandığını hissettim.

Tuna hemen arkamdan bir küfür mırıldandı, gözleri kırılan telefondaydı.

Edis bize doğru ilerlemeye devam ettiğinde aramızda iki adım kala önüme bir beden geçti. Burnuma dolan sandal ağacı kokusu beni olduğum yerden koparmak için direniyordu ama bedenim ona izin vermemişti. Hala olduğum yerde dikiliyor kendimi kaybetme dürtümle savaşıyordum. Bu koku bu kadar etkili olmamalıydı.

''Kız arkadaşımla arama geçmen için önemli bir sebep olsa iyi olur.'' Dedi Edis önüme geçen Zeyd'e bakarak. Zeyd çok hafif kenara kaydı, hala tam önümde duruyordu ama İzel'in az da olsa kapattığı alanı açmıştı.

İzel yalan bir gülümsemeyle onun elini beline sarmasına izin verdi. ''Buraya sadece kız arkadaşımı almaya geldim ama siz bana cephe kuruyorsunuz, garip gerçekten.'' Dudaklarındaki alaylı gülümseme içime korku tohumları ekti.

Evet yüzü güzeldi ama güzellik tehlikeye karıştığında korkutucu oluyordu.

''Kız arkadaşını aldın, şimdi gidebilirsin.'' Zeyd'in sesi içimi kavurdu. Gözlerimin içindeki okyanus yanıyordu. Gözlerimi ovuşturdum. Işıklar gözlerimi yakıyordu ve dengesiz ruh halim ağlamaya yer arıyordu.

Burası ise hiç sırası değildi.

''Gevşe Zeyd, estetik çok pahalandı sonra maddi bir çöküşe uğrarsın.'' Edis'in sözlerinin ardından belli belirsiz gülüşler kulağıma doldu. İzel bana baktığında sorun olmadığını ifade eder şekilde kafamı salladım. Tuna arkamdan gömleğimi çekiştiriyordu, gergindi ve beni korumaya çalışıyor gibi görünüyordu.

''Kıyamet dediğin bir kere kopar, ben neden bu başlangıç gibi hissediyorum?'' diye mırıldandım Tuna'ya doğru. ''Sonunun gelmesini istemeye korkuyorum.'' Dedi o da bana karşılık.

Ceyda Tibet'e diktiği gözlerini Edis ve İzel'e çevirdikten hemen sonra gülerek merdivenlere ilerlediğinde Edis ve İzel'in çıkmak için oldukça yavaş hareket ettiklerini gördüm. Bunun nedeninin burada daha uzun varlıklarını göstermek olduğunu biliyordum.

Rahat bir nefes vererek önüme dönen bedene gözlerimi diktim, yeşil gözleri anında mavilerimi buldu ve derine baktı. En derine.

''Seni alı koyduğum için özür dilerim.'' Dedi gayet düz bir sesle, hiçbir tonlama yapmadan. ''Neden alı koydun, arkadaşımla gidebilirdim.'' Dedim aynı şekilde karşılık vererek. ''Gitmek isteseydin seni durdurmazdım ama sende istemiyordun.''

''Sevgilileri yalnız bırakmak istedim.'' Dedim beklemeden. Tuna arkadan tırnaklarını belime geçiriyordu ama ses çıkarmak yerine sessiz kalmasına seviniyordum. ''Sevgililer mi?'' dudaklarına yaydığı o gülüşe bakmamak içi öyle bir çaba sarf ettim ki Tuna'nın bunu fark edip etmediğini merak ettim. Eğer fark ettiyse çok fena diline düşecektim.

''Bana oynama Vera, herkese oyna ama bana oynama.''
''ne demek istiyorsun?''

''Gerçeğini herkesin bildiği bir yalanı dinlemek en nefret ettiğim şeylerdendir neden biliyor musun? Sen yalan söylemiyorsun, üstü kapalı herkesin bildiği bir aptal olduğunu söylüyorsun ve ben aptal bir adam değilim.''

''Öyle bir şey söylemiyorum.''

''belki.'' Gözlerini kıstığında azalan kırmızı damarlara baktım.

Resim yeteneğim olsaydı da resmetseydim bu eseri. O yeşillerin içindeki her detayı, her çizgiyi öyle detaylı çizseydim ki hafızam silinse bile görür görmez anımsasaydım seni.

Ama ne ben ressamım ne sen benim ellerimden çıkan esersin.

''Lafları kendi istediğin yere çekiyorsun.'' Kıvrılan dudakları daha fazla yukarı kaydı. ''Her istediğimi mi?''

''Evet.''

''Öyle mi?'' kafasını hafif yana doğru eğdiğinde ağır ağır dik durmak için ayaklarımı yere tam bastım. Kendimi gerçekten saldığımın farkında bile değildim, üzerimdeki bu etkisi kendimi zayıf hissetmeme sebep oluyordu ve içimde kendimden nefret eden bir ses yavaş yavaş konuşmaya başlamıştı.

''En son sizden uzak durmamı istemiştin, ne bu sabır testi mi? Sen yakın duracaksın ben uzak mı?''

Bakışlarındaki duygu değişimini dikkatle izledim. Keşke unutmak denilen bu lanet şey olmasa, keşke her gözümde canlandığında bu anları da saniye saniye hatırlayabilsem.

Kafasını tekrar doğrulttu, dudakları aralandı ama ne diyeceğini bilmediği için olsa gerek ki tekrar kapanmıştı.

''Rolleri değişmek ister misin? Şimdi ben mi sana uzak dur benden demeliyim?'' gözlerini yavaş yavaş yumdu.

Büyük yalancısın Zeyd Vuran, beni kendinden mahrum ediyorsun. Beni o gözlerden mahrum bırakıyorsun.

Tuna'nın belimdeki eli ileri adım atmamla boşluğa düştü, fısıltıların ne zaman artıp tükendiğini bile fark etmediğim o koridordan hızlı adımlarla ilerledim. Merdivenin başına geldiğimde bir anda yok olan Tibet'i terastan inerken görmüştüm ama görmemezlikten geldim. ''Vera!''

''Siktir git Tibet.'' Arkamdan gelmeye yeltendiğini duyduğumda durup arkama döndüm. Koridorun sonunda dikilen Zeyd adım atacak gibi oldu ama gözlerimiz kesiştiğinde hiçbir şey söylemediğim halde onu ben engellemişim gibi durmuştu.

''Bak senin şu aşk edebiyatlarını hiç çekecek değilim, eğer çok kötü hissediyorsan ki bu ne kadar mümkün olabilir hiçbir fikrim yok. Beni rahat bırak, en azından bir süre.''

''Kendimi kötü falan hissetmiyorum çünkü ben bir şey yapmadım ve ben yalanı sadece kaybetmekten korktuğum anlarda söylerim sen kaybetmekten korktuğum o insanlar listesinde yoksun. Sana yalan borcum da yok.''

''Sen benim ne düşündüğümü önemsemiyorsun ki? Okulun ne düşündüğünü önemsiyorsun. Neden benimle konuşmaya çalışıyorsun?''

Bir süre yüzüme öylece baktı, merdiveni tutan elim bedenimdeki kasıntıya katılmış ağrımaya başlamıştı. ''Aslında okuldaki insanlar gerçekten zeki olsaydı bunda senin payın olmadığını anlarlardı. Çünkü eğer aramıza sen girip bizi ayırmış olsaydın intikam alır gibi okulu benim için cehenneme çevirmezdin. Ben senin gözünde zaten suçsuz olurdum.''

''yani benim yapmadığımı biliyorsun.'' Gözlerimi kısarak gülümsedim.

''Oyunu bana sen öğrettin, boynuz kulağı fazla mı geçmiş? Ondan mı göremedin benim seni geçtiğimi?'' yüz ifadesini bir saniye daha, bir saniye daha diye diye uzunca izledim. Uzun zaman sonra ilk defa bencilce de olsa karşılık verme duygusunun iyi geldiğini hissediyordum.

Çok canım yanmıştı ve hala acıyordu. Buraya geldiğimden beri kendimi psikolojik anlamda iyi hissetmiyordum. Bir yakın bir uzak oynayan bir grup insanın arasındaydım, bana her manada saldıran ve savunmama izin vermeyen üç dört insanın etrafımı sardığı bir çukurdaydım.

Kafamı olumsuzca sallayarak Tibet'in cevap vermesini izin vermeden merdivenlerden inmeye başladım. Saate bakmamıştım ama öğle arası olduğunu biliyordum ama Edis ve İzel'in nereye gittiğini, telefonumu nerde bıraktığımı bilmiyordum.

Umursamadan bahçeye çıktım, arka bahçeye koridordaki boydan boya cam olan kısmın görmediği kadar ileri yürüdüm. En arka köşeye sindim, yere oturup bacaklarımı uzatarak kafamı duvara yasladım.

İkra neredeydi, ona ihtiyacım olduğunu biliyor muydu?

Yoksa hala kendini düşünerek Burçağın kollarında ağlıyor bencillik mi ediyordu?

''Bunca yıl yoktun, şimdi gelmeni beklemek aptallık olurdu zaten.'' Diye mırıldandım.

Onu gerçekten incitmiş miydim? İncittiğim insanlar da beni böyle düşünüyor muydu? Hiç sanmıyordum.

Gözlerimi gök yüzüne diktim, uçan kuşlara baktım ardından belli belirsiz görünen bulutları izledim. Benim böylece durmamla kaç dakika geçmiş, kaç kuş göç etmişti bilmiyordum ama bacaklarımın uyuşacağı kadar zamanın geçtiğini anlayabiliyordum.

''Neredesin?!'' Uzaktan gelen bir bağırtı ile refleksle doğruldum. Bu bağırtıyı çok sık duyuyordum ama bu tını da ilk kez duymak iliklerime bir öfke yaymıştı. Haksızken kesilen bu haklı rolleri hayatımda gördüğüm en berbat rollerdi. Midemi bulandırıyor öfke duygusunun derinine inmeme sebep oluyordu.

''Neredesin diyorum?!'' ellerimi yere yaslayarak yara avuç içlerimle yüzümü buruşturdum ardından ayağa kalkıp ellerimi silkeleyerek seslenmek için dudaklarımı araladım ama o çoktan duvarın öteki tarafından buraya dönmüş beni görmüştü bile. Aralık dudaklarımı kapatarak ona baktım. Saçına ellerini geçirmiş olmalıydı ki saçları kabarmıştı ve gözleri etrafta öfkeyle fıldır fıldır dönüyordu.

Sanki aldatılan oymuş gibi.

''Ne var Hazal?'' kollarımı birbirine bağlayarak çatık kaşlarımın altındaki kızgın bakışlarımla ona baktım. Adımları hızlıydı ama bana yaydığı bu duygular arasında korku ucundan bile değmiyordu.

''Bizi ortaya çıkararak kendini de lekeledin aptal!''

''Ben yanlış bir insanı koluma süs etmekten başka hiçbir şey yapmadım.'' Benim de ona atmaya başlayan adımlarımı gördüğünde durdu. Ben de durdum. Aramızda tam üç adımlık mesafe kalmıştı.

''Bunu yaparak kendi ölüm fermanını imzaladın. Sen de İzel de.''

''Ortaya çıkmayacağını mı sandın? Ya da İzel'in hiç konuşmayacağını mı?''

''Eğer erkek arkadaşı olmasa tek kelime edemezdi. Onu susturmanın yolunu bulmak kolaydı.''

''ne yapacaktın?'' ona doğru bir adım daha attım.

Kaldı iki adım.

''Seni ilgilendirmez.''

Bir adım daha attım.

Kaldı bir adım.

''Ne yapacaktın dedim?''

Hazal'ın ani ruh değişimlerinden biri yine yüzünde belirdi. Gülümseyerek saç ucunu tuttu ve oynamaya başladı.

''Bilmem, belki halıda beyaz birkaç nokta kalmıştır.'' Gözleri arka kısımda kalan kırmızı halının olduğu yöne doğru döndü. Kan beynime sıçramıştı, ellerim buz tuttu.

Öfke duygusu neydi? Bu olamazdı, bu kadar yoğun ve damarlara yayılan şey için öfke fazla hafif ve fazla bilindikti.

''Onu hastanelik mi edecektin?'' diyerek kollarımı çözüp öfkeyle omuzlarından onu ittirdim. ''Ona şiddet mi uygulayacaktın? Ha?'' bir kez daha onu ittirerek üzerine geldim ama tek şiddete başvuran ben değildim. Ellerini kaldırıp o da beni ittirdiğinde aramızdaki mesafe yine üç adımda sabitlendi.

''Hâkim ol o eline ayağına!'' göğsüm içime çekmeye çalıştığım o nefeslerle şiddetle inip kalkmaya başladığında gözümün gerçekten dönmeye başladığını hissediyordum. Şu an o salık saçlara elimi dolayıp koparana kadar çekme isteği içimde kaynıyordu.

Beynim bana sakin olmamı fısıldasa bile ellerim titriyor avuç içim kaşınıyordu.

''Bu yaptığını inkâr edeceksin Vera.''

''Hah! Öyle mi?'' yüzüne gelen saçlarını geriye atarken bana doğru bir adım geldi.

Kaldı iki adım.

''Öyle.''

Ben de bir adım atarak karşısına dikildim.

Kaldı bir adım.

''Rüyanda görürsün.'' Sözlerimin hemen ardından boş otuz beş metre karelik alanda bir ses duyuldu. Bir tokat sesi en az kurşun kadar hızlı vücudumu delip geçti.

Sadece ses de değildi, yanağımda bir yanma hissettim. Gözlerim anında şelale misali doldu, yanağım sızladı ve çenem... o hala hislerine kavuşamamıştı.

Kurumuş dudaklarıma nemli bir sıvı yayıldı, yüzüm döndüğü yanda grafitili başka bir duvarın hizasındaydı. Dolu gözlerim deseni ayırt edemese bile aklım zaten bunu umursamıyordu. Kulaklarımda hala o tokadın sesi yankılanıyordu.

Yavaş yavaş hareket eden parmaklarım ağır şekilde yanağıma çıktı. Hazal'ın göğsü hiddetle inip kalkıyordu. ''Dediğimi yapacaksın!'' diye bağırdı.

Çenem sonunda kasılarak dişlerimin arasındaki boşluğu kapattı. Dişlerim birbirine değdiğinde yanağımın acısı baş gösteriyordu. Hazal'ın elini bir kez daha bana yöneltmiş olarak gördüğümde refleksle elimi yanağımdan çekip havadaki elini tuttum ve dizimi kaldırıp karnına dirseğimi geçirdim.

Dudağımdan içeri sızan kanın tadı o kadar iğrençti ki yüzümü buruşturmaktan alı koyamadım kendimi. Elim hala sızlıyordu ama yanağım kadar değildi.

Boğazımı temizleyerek bana tekrar yeltenen Hazal'ı tuttum. Kollarımı etrafına sararak onu öteye ittirdim. ''Kes şunu!''

Önemsemedi. ''Geberteceğim seni! Duydun mu beni?'' bana doğru koşmaya başladığında geri adım attım. Ne tepki vereceğimi bilmiyordum ama resmen deliye dönmüş olduğunu görebiliyordum.

''Sen yolumdan bir türlü çekilmiyorsun!'' üzerime geldiğinde ellerini tuttuğum ellerimden kurtularak beni arkamdaki duvara sertçe ittirdi. Üzerime doğru yürüdüğünü görünce korkuyla ona bir kere daha tekme atıp geriye yalpalamasına sebep oldum.

Yine de bu onu düşündüğüm kadar etkilemedi, üzerime gelerek kollarıyla beni hareket edemeyeceğim hale getirdi ama ellerinin titrediğinin farkında değildi. Dudakları da en az elleri kadar titriyordu ve dişlerinin takırtısını bu yakınlıktan titreyen dudakları kadar iyi duyabiliyor görebiliyordum. Ellerimden birini kurtarıp ona bana attığından sert bir tokat attım. Saçlarımın tutamını yakaladığı gibi kafamı duvara vurdu. Acıyla inleyip yanağımdan süzülen yaşları görmezden geldim ve saçımın acısına olabildiğince dayanıp yüzüne tırnaklarımı uzattım.

''Nefret ediyorum senden!'' diye bağırdı bir kez daha gözlerinden yaş akarken. Bedeni zangır zangır titremeye başlamıştı.

''Ben sana bayılırken mi?'' yanağını çizdiğimde eli saçlarımdan zangır zangır titreyerek düştü ve omuzlarımın üzerinde güçsüzce yer aldı. Bunu fırsat bilerek kurtulmaya yeltendim ama omuzlarımdan tutup duvara bir kez daha beni çarptı. İçinde deli güç vardı ve gözü göz değildi. Bunu bedeninin verdiği uyarıdan, gözlerindeki bakıştan anlayabiliyordum.

''Hazal, nöbet geçiriyorsun. Kendine gel!'' elinden kurtulmak için bir kez daha çırpındım. Normalde onu alt edebilecek güce sahip olduğumu biliyordum ama şu an çok daha fazlasıyla saldırıyordu. Sanki gerçekten deli gücü vardı ve şimdi sonuna kadar bunu kullanıyordu.

''Hazal!''

''Ben...'' diye mırıldandı. Elleri gücünü yavaş yavaş kaybediyordu. ''Senden nefret ediyorum...''

Nefes alışı sıklaştığında elleri yavaşça bedenimden kaydı gitti. ''Çünkü herkes senin...''

Bedeni bir anda üzerime yığıldığında çığlık atarak yere düştüm. İkimizde yerdeydik, o üzerimde titriyordu ben ise altında öylece kalakalmıştım.

''Hazal?'' korkuyla bağırdım. Gerçekten kimse duymuyor muydu? Kimse neden gelmiyordu?

Hazal'ı üzerimden yana çekerek doğruldum. Bedeni zangır zangır titriyordu. Yana devrildiğinde yüzüne gelen saçlarının kalanı etrafa yayıldı. Gözleri kapanmıştı ama bedeni uyanıktı.

Dudaklarından tükürük köpükleri çıkmaya başladı. ''Hazal? Beni duyabiliyor musun?'' ellerimle yüzünü tutup dizime çektim ve saçlarını yüzünden çektim. Gözleri yarı açık hale geldi ama beni görmediğine emindim.

Gök yüzüne bakıyordu ama ne görüyordu ne düşünüyordu bilmiyordum.

''Hazal? Hazal duyabiliyor musun beni?'' korkuyla etrafa bakındım, kimse yoktu. Buna rağmen panikle ''Yardım edin!'' diye bağırdım.

Şok anında ne yapacağım hakkında hiçbir şey hatırlayamıyordum. Nasıl müdahale etmeliydim ne yapmalıydım bilmiyordum. Bildiğim her şey bir rüzgâra fısıldanmış karışıp kaybolmuş gibiydi.

''YARDIM EDİN! YARDIM EDİN!'' Ellerimle tekrar Hazal'ın yüzünü tuttum. Bir eli bileğimi kavramıştı ve öyle sıkı tutuyordu ki kalkıp birini çağırabilecekmişim gibi hissetmiyordum.

''Hazal, bırak yardım çağırmalıyım.'' Elini üzerimden çekmeye çalıştım. Bilinci kapanmış yüzü yana düşmüştü. Bedeni hala titriyor ara sıra sıçrıyordu ama bileğimi tutan eli delicesine güçlüydü.

''Hazal!'' panikle titremeye başlayan ellerimle sonunda elimi kurtarabildiğimde ''Vera!'' diye bir bağırtı duydum uzaktan.

Bu ses hiç beklemediğim bir insanın sesiydi ama daha önce bu sesi duyduğuma bu kadar sevineceğimi hiç düşünmezdim.

''Edis! Edis çabuk gel!'' duvarın ardından iki yüz çıktı. İzel ve Edis beni yerde görür görmez koşmaya başlamışlardı.

Edis ''Ne oldu?'' diye sorduğunda kızarmış elimle kanayan dudağıma bakıyordu. ''Öfke nöbeti geçirdi sanırım bilmiyorum kavga ediyorduk bir anda üstüme... yığıldı.''

Edis Hazal'ın yüzünü elleri arasına alıp dudağını araladı ardından titremesine bakarak ''Bu sadece öfke nöbeti değil.'' Diyerek Hazal'ı kucağına aldığında İzel'e de ''Taksi bul çabuk.'' Diye bağırdı.

''N...ne demek sadece öfke nöbeti değil. Uyuş...'' gözleri gözlerime döndüğünde kafasını sallaması cümlenin devamını benim için getirmiş noktayı koymuştu.

Yutkundum ve gözlerimi silip Edis ile aynı hızda yürümeye başladım. ''Telefonumu çıkarsana cebimden.'' Elimi ön cebine uzatıp telefonunu çıkardım.

''Şifre iki beş sekiz sıfır. Tibet'i ara.'' Dediklerini yaparak şifreyi girdim ve Tibet'i aradım. İkinci çalışta açmıştı ve açar açmaz Edis ''Konum atacağım yere gel ve yılanlarını al başımdan.'' Dedikten sonra kapatmamı işaret etti.

Telefonu kapatarak İzel'in bulduğu taksiden Edis'in geçmesi için yardım ettim. İzel, Edis ve Hazal binerken ben de öne geçecektim ki Edis ''Sen gelmiyorsun.'' Dedi.

''Ne? Ne demek gelmiyorum?''

''Polis gelirse sorguya çekilmek zorunda kalabiliriz, senin orada olman sadece seni de tehlikeye atar. Okula dön Vera.''

''Ama...''
''Ben sana haber veririm.'' İzel camdan elimi tutarak ''Edis haklı Vera.'' Diye mırıldandı.
''Abi en yakın hastaneye gidelim, hemen.''

Taksici bana bir bakış attı ve araba çalıştı. Onlar giderken arkalarından öylece baka kaldım. Söylediklerinde haklıydı ama gitmem gerekirdi neden aptal gibi öylece kala kalmıştım.

Gözlerim titreyen ellerime kaydı. ''Neredeler?'' diye bir ses geldi arkamdan. Vanilya kokusu burnuma dolarken hemen önümde duran siyah motorun üzerindeki kaskı aldı.

''Ş...şimdi gittiler.''

''Durumu nasıldı?'' Motora binip kaskını taktı ardından anahtarı takarken bana döndü. ''Vera, Durumu nasıldı?!''

''Ş...şey ben... bilmiyorum.'' Tibet bana birkaç saniye bir şey demeden baktı ardından elini kafama uzatıp hayretle bana baktı. ''İyi misin?'' elini çektiğinde kafamdan gelen ufak tefek kanları görebildim. Sertçe yutkundum, acı eğer varsa ve yayıldıysa bunu hissedemiyordum. ''İyiyim... yani öyle sanıyorum.'' Sesli verdiği nefesle elini benden çekti. Sanki ilk günden bu yana birbirine diş geçiren düşmandan ziyade öylesine bir arkadaş muamelesi yapıyordu.

''Tuna'nın yanına git.'' Diyerek motorun kilidini kaldırıp okulun girişinden uzaklaşmaya başladı. Motor sesi kulağımdan uzaklaşana kadar öylece dikildim.

Neler olduğunu idrak etmeye çalışıyordum ama görüntüler aklımda kesik kesik beliriyordu. Hazal ile kavga etmiştik, birbirimize girmiştik ve o kavga uzun sürmediği halde üzerime yığılmıştı.

Yere düşerken ve Hazal beni duvara vururken acısını hissetmediğim başım şimdi acırken yanağımdaki sızı da kendini hatırlattı. Elimle kurumaya başlayan kanın üzerinde gezindim.

Canım gerçekten yanmıştı ama insan kalan yanım Hazal'ı merak ediyordu.

Elimi köprücüğüme uzatarak derin nefesler almaya çalıştım. Bu sırada gözlerim etraftaki kalabalıktaydı. Herkes ne zamandır beni izliyordu?

Karşıdan gelen Tuna ne zamandır bana doğru yürüyordu?

''Vera.'' Diye mırıldandı elini yanaklarıma koyarken. ''Siktir, ne oldu?''

''H...Hazal.'' Elimi taksinin gittiği yöne uzattım. Ellerimin hala titrediğini fark etmemiştim. ''Tamam siktir et o yılanı, gel buraya.'' Tuna kollarını belime doladığında yüzümü omuzuna bıraktım ve acıyla inledim. Yanağım acıyordu ve gözlerim acısıyla dolmuştu.

''O mu yanağındaki izi yapan?'' kafamı aşağı yukarı salladım. Bu sırada tam önümüzde bir motor durdu. Göz ucuyla bunu görebiliyordum ama sesi hemen önümde olduğunu kanıtlar nitelikteydi.

''Ne oldu?'' Burçağın ifadesizliği sese yansıtmayı bulmuş ses tonu kulaklarıma iliştiğinde omuzumda bir el hissettim. ''Vera, ne oldu?''

İkra'nın sesini duyduğumda yutkunarak yüzümü Tuna'ya daha çok gömdüm.

Geç kalmıştı, çok geç kalmıştı.

Gözlerimden akan yaşları zapt edemediğimi fark ettiğimde ellerimle Tuna'nın yakasını tuttum. ''Hazal ile kavga etmişler, Burçak şu kalabalığı dağıtabilir misin?'' Burçak sessiz kalınca kafasını salladığını hissettim.

''DÖNÜN LAN ÖNÜNÜZE!'' aniden kulağıma gelen bağırışıyla irkilerek gözlerimi Tuna'nın omuzundan hafif kaldırdım. Burçak eliyle etrafı gösteriyor ''GİDİN ARKA BAHÇEYE! KİMSE KALMAYACAK BURADA.'' Diye bağırıyordu. Bağırırken çıkan boyun damarlarını göz yaşlarım arasından görebiliyordum.

İkra'nın omuzumdaki elini indirmesi için omuz silktiğimde bunu anlamış gibi elini çekti.

''Öldüreceğim o yılanı. Nerede o?'' Tuna'nın omuzundan yavaşça yüzümü kaldırdığımda dudakları hayretle aralandı. ''Katil olmamı istemiyorsan bunu onun yapmadığını söyle.'' İkra'nın sesini duymazdan gelerek göz yaşımı sildim.

''Öyle iyi önemsiyor rolü oynuyorsun ki neredeyse inanacağım.'' Diye mırıldandım. Burçağın adım seslerini duyabiliyordum.

Yüzümü görmesine izin vermeden göz yaşlarımı olabildiğince silip okulun çıkışına yürüdüm. Anahtarımın ilk defa cebimde olmasına seviniyordum, ilk defa çantama bırakamamıştım ve bu şu an tam olarak ihtiyacım olan şeydi.

''Bekle ben de geleyim.'' Tuna'nın sesine karşılık duraksayıp kafamı olumsuzca salladım ve arabama ilerleyip cebimden çıkardığım anahtarla kilidi açıp arabama bindim. Bu sırada okulun çıkış kapısına yürüyen Zeyd'i uzaktan görmüştüm. Onun beni net görmesine izin vermeden ve kimseyle göz teması kurmadan arabayı çalıştırıp görüş alanlarından çıktım.

Hastaneye mi gitmeliydim? Yoksa yalnız kalıp kafa mı dinlemeliydim?

Telefonumun yanımda olmamasına bir küfür savurarak en yakın hastane olduğunu düşündüğüm hastaneye sürmeye başladım. Orada olmalarını umuyordum.

Arabadan gelen müzik sesini kapatarak göz yaşlarımı sildim. Aynadan yüzüme baktığımda yanağımdaki çıkan beş parmak izini görebiliyordum. Yanağım kıpkırmızı olmuş parmak izleri beyaz kalmıştı. Gözlerim kızarmış dudağımın kenarı kocaman yaraymış gibi kanamıştı.

Dudağımın bir tarafı kan kırmızısıyken diğer tarafı soluk pembe kalmıştı. Gözümü tekrar yola çevirdim, hızlı kullanıyordum ama Zeyd'in peşimden geldiği gün ki kadar da değildim.

Tahmini beş dakika sonra hastanenin önünde çapraz bırakılmış tanıdık motorla doğru yere geldiğimi anlayarak arabayı kenara çektim ve inip hızlı adımlarla hastaneye giriş yaptım.

Sekreter kızı diğer iki çalışanlarla konuşurken görüyordum. Ona doğru yürüdüğümü gördüğünde dikkatini bana verdi. ''Hazal Mahli, nerede acaba?''

Kadın ''Hemen bakıyorum.'' Dediği sırada yanındaki sarışın ''Az önce gelen genç kız mı? Üst katta yirmi yedi numara da.'' Dedi.

''Teşekkürler.'' Yüzüme attıkları o bakışı görmezden gelerek merdivenlere yöneldim ve ikişer ikişer çıkıp elimi acıyan kafama koydum. Yüzümü buruşturmaktan birçok çizgim oluşacaktı.

Birinci kata geldikten sonra kapılardaki numaralara baktım. Yirmi üç, yirmi dört... yirmi yedi.

Kapının kulpuna elimi attığım sırada aralık kaldığını gördüm. O aralığın hemen ardından içeri giren polislerden birini görmemle duraksadım.

''Peki çocuklar, arkadaşınız uyandığında ifadenizi doğrulayacağız.'' Buraya gelen adım seslerini duyduğumda hemen yan odalardan birine girdim. Girdiğim odanın kapısını kapatırken gözlerimi yummuştum, arkamdan gelecek bir tepki bekliyordum ama beni karşılayan bir sessizlikti.

Gözlerimi açıp arkama baktığımda boş oda olduğunu görmemle rahatlayarak odanın kapısını araladım ve polislere baktım. Merdivenlerden iniyorlardı.

''Arkadaşımı görmeye geldim de diyebilirdin geri zekalı.'' Diye mırıldandım kendi kendime. Sonra derin bir nefes bırakıp ''Bu yüzle gelmem çok normal olurdu gerçi.'' Diye ekleyerek Hazal'ın olduğu odanın kapısını araladım.

Kapının hemen önündeki koltukta İzel oturuyordu. Sedyenin hemen ucunda aralarında iki adımlık boşluk vardı. Edis ayakta Hazal'ın hemen yanında ayaktaydı, Tibet ise Hazal'ın diğer ucundaydı. O da ayakta dikiliyor Hazal'ın yüzüne gelen saçları kenara çekiyordu.

''Senin ne işin var burada?''

''O nasıl?'' Tibet'in sorusunu duymazdan gelerek Edis ve İzel'e döndüm. ''Sakinleştirdiler ama uyuşturucu kullandığını anladılar.''

Kapı tıklandığında Edis sözlerinin hemen ardından benim gibi kapıya döndü. İçeri güzel siyah saçlı yeşil gözlü üzerinde beyaz önlük ve boynunda stetoskop asılı bir kadın girdi.

İlk bakıştığı Tibet olmuştu ama ona öyle kinle bakıyordu ki kaşlarımı çatmama sebep oldu bu görüntü. ''Siz niye hala buradasınız çocuklar?''

Gözleri beni bulduğunda ilk baktığı yer yanağım ve dudağım oldu. ''Sana ne oldu kızım?''

''Bir şeyim yok benim, o nasıl?''

''Kötü, madde bağımlılarının iyi olduğu bir zaman olmaz.'' Kafamı aşağı yukarı sallayarak ona baktım. ''Her neyse. Polise gerekli bilgileri verdim ben, arkadaşınız uyandığında da ifadenizi teyit edecekler şimdi siz, doğru okula.'' Saatine baktıktan sonra bize kapıyı açtığında İzel ile bakıştık.

''Kızın ailesi birazdan burada olur bence burada olmak istemezsiniz.'' Edis ve Tibet'e baktım. Onlar da birbirine bakarak aynı anda kafa sallamışlardı.

İzel sandalyeden kalkıp koluma girdiğinde siyah saçlı kadın bana döndü. ''Yüzün için...''
''Gerek yok teşekkür ederim.'' Gülümseyerek ona baktığımda o da belli belirsiz gülümsedi. ''Peki, eğer müdahale edilmezse yaraya bağlı iz kalabilir.'' Bunu söylerken göz ucuyla Tibet'e bakması dikkatimi çekti.

Ardından Tibet'in elinin gittiği yara izine baktım.

Bu kadın ve bu yara ne alakaydı?

İzel beni odanın dışına sürüklediğinde onunla beraber diğer iki şahısla muhatap olmadan sessizce arabama indik. Bindikten hemen sonra gözüm saate kaydı.

Tibet motoruna biniyordu Edis ise bize doğru ilerledi. Tam solumda durduğunda camı indirdim. ''Sen iyisin değil mi?'' gözleri yüzümdeki izlerde gezindi. ''İyiyim, sağ ol.'' Diye mırıldandım. Ardından Tibet'in yanımızdan gelip geçmesini izledikten sonra ''Bırakalım seni de.'' Dedim ama sözlerimden isteksizliğim okunuyordu.

''Gerek yok, okula mı?'' İzel de onun gibi bana baktığında kafamı aşağı yukarı salladım.

''Eşyalarım orada kaldı.''

Edis de kafasını aşağı yukarı salladı ardından ''Dikkatli gidin. Bir şey olursa mutlaka arayın.'' Diyerek doğruldu ve camımı yukarı çekişimi izlerken cebinden bir sigara çıkarıp dudaklarına yerleştirdi.

Anahtarı çevirip arabayı okul yoluna doğru sürmeye başladım. Şu an tek istediğim sessizlikti neyse ki İzel neyi ne zaman istediğimi gayet iyi bilirdi.

Okula gelene kadar ikimizin de dilinden tek söz çıkmadı. İkimizde elimizi alnımıza yaslamış ara ara ovuşturuyorduk. Ben ara sıra yüzümü buruşturuyordum.

Canım yansa da bunu belli etmemek için üstün bir çaba gösteriyor bunu başarıyordum ama bundan yorulduğumu da kendime tekrarlayıp duruyordum. Artık rol yapmak yoruyordu, maske yüzüme ağır geliyordu. Artık ağlamamak için, canımın yanmasını istemediğim için o kadar çaba harcıyordum ki direncimi geliştirmiştim.

Bunun iyi bir şey olması gerekirdi ama benim için kötüydü.

Herkes için kötüydü, Zeyd'de kötüydü, bu olanlar da kötüydü. Her şey, herkes kötüydü.

Derin bir nefes alarak okulun girişindeki yerime arabayı park ettim. Herkes derste olduğundan gerek kimse etrafta görünmüyordu. İzel ''ben alıp geleyim eşyalarımızı.'' Diye mırıldandı.

Bu sırada zil sesi etrafa yayıldığında kapıyı açarak ben de onunla okula yürümeye başladım. İzel hemen yanımda yürüyordu, sessizliğini bozmak için beklediği anı gözlerinde görebiliyordum. Sürekli kaçırıyordu.

''Canın acıyor mu hala? Ah kendi bayılmasaydı da ben bayıltsaydım o sürtüğü.'' Sonunda sabredemediği kelimeler dudaklarından yavaşça dökülmeye başladı. ''Acımıyor.'' Diyerek yalan söyledim.

Yine.

Merdivenlerden çıkarken bana dönen yüzleri görmemek için ara sıra gözlerimi yumdum ara sıra merdivenlerin desenini inceledim. Ardından duvara asılı resimlerin hiçbirini görmek istemediğim için yüzümü ayaklarıma çevirdim. Bağcıklarımdan biri açıktı, ayrıca diğer ayakkabımın ucu kirlenmişti. Dudaklarımı ısırmak için araladım sonra kanayan yaramı hatırlayarak geri kapattım. Kapının önüne geldiğimizde gözümü hızlıca etrafta gezdirdim.

''Vera.'' İkra'nın sesini duymamla yüzümü o tarafa çevirsem de uzun sürmedi. Gözüm Zeyd'in sırasına kaydı, boştu.

Yutkundum. Burçak ve diğerleri bana dönmüştü ama hiçbiri ne diyeceğini bilmiyor gibi görünüyordu. İçeri karışmış şampuan parfüm kokuları dolmuştu. Bu kokuların arasından sandal ağacını aradım, yoktu. Sanki kokusu ve gözleri sadece o varken ortaya çıkıyordu, sanki bunlar sadece ona özeldi.

O, yeşil gözler ve sandal ağacı. Bunlar ondan başka herkese yasak olmalıydı. Belki de sadece Zeyd'e yasak olmalıydı. Çünkü bu sağlığıma zarar veriyordu.

Çantamı alıp elimi İkra'yı engellemek ister şekilde kaldırdım. Durdu, Dağhan'ın gözleri bana dönse de bir şey demedi. Arkamı dönüp gitmeye yeltendiğimde elimi tutan eliyle duraksayıp ona döndüm. Tuna ayaklanmış yanıma gelmişti bile.

''İyi misin?''

''Bugün herkesin tek derdi bu oldu.'' Dedim ters bir şekilde. Tuna Dağhan'a beni bırakmasını işaret etti. Söylediğim sözleri hak etmeyen birine söylediğim için pişman olarak ikinci adımımda durdum ve Dağhan'a döndüm. ''iyi olacağım, sağ ol.''

Başka hiçbir kelime etmedim, gözlerim aradığını bulamamış burnum aradığı kokuyu almamıştı.

Omuzlarımı düşürerek sınıftan İzel ile beraber çıktım. ''Bende size geleyim mi? Bugünü beraber geçirelim.'' Koridordan yürürken yine bakışlarımı ayaklarıma indirmiştim. Nefes alışımı sabit tutmaya çalışıyordum ama biri boğazımı sıkıyor gibi hissederken bu zor oluyordu.

''Gerek yok, dinleneceğim yine de teşekkür ederim.'' İzel sessizce merdivenlerden inerken beni izledi. Bana nasıl yaklaşacağını bilmiyor gibiydi.

''VERA!'' kafamı kaldırıp merdivenin başına baktım, bizim adımlarımıza yetişmek için ikişer ikişer atlayan Tuna saniyeler içinde nefes nefese yanımda durdu. ''Yalnız kalmak istemiyorsan bugünü beraber geçirelim mi?''

''Ben yaptım o teklifi canım. Kızı rahat bırak.'' İzel'in devirdiği gözleri göz ucuyla görüyordum.

''Seninle ben bir değiliz. Canım.'' Tuna da aynı ifadeyle İzel'e karşılık verdikten sonra bana döndüğünde gülmek istedim. Sanırım bu birkaç saat önce olsa kesinlikle gülerdim, hatta duygulanabilirdim bile.

Şimdi ise sadece bomboş ifadesiz bir bakışla olanları izliyordum. ''Teşekkür ederim, bugün sadece dinleneceğim sanırım.'' Tuna kollarını bana sarıp kulağıma doğru eğildi.

''Bir telefon kadar uzağındayım güzellik abidesi, anında kapında biterim. Pijama partisi falan istersen diye aklında bulunsun dedim.''

Gülmek istedim, gerçekten içten bir şekilde gülümsemek ve teşekkür etmek istedim ama sadece kafamı aşağı yukarı sallayabilmiştim.

Zil sesi tekrar duyulduğunda Tuna'nın elleri üzerimden ayrıldı. İzel ile birbirlerine ters bir bakış attılar, Tuna merdivenlerden çıkmadan önce son kez bana baktığında elimi kaldırıp salladım.

En azından bunu yapabiliyordum.

Tuna'nın merdivenden koridora gidişini gördükten sonra İzel ile aynı anda yürümeye devam ettik. İkimizin de içinde küflenmeye yüz tutan sorular vardı ama ikimizde bunu açığa çıkarmıyorduk.

Okuldan çıktıktan sonra karşıda görünen arabama baktım, park çizgisini geçmiştim ama bunu fark etmemiştim bile.

''VERA!''

Kendi ismimi daha önce bu kadar duymamanın verdiği huzursuzluğu bıçak gibi bölen ses tonu kulaklarıma iliştiğinde adımlarım duvara çarpmışım gibi durdu. Kalbimi saran o dallar şimdi içeri giriyordu ve uçları öyle sivriydi ki beni iki büklüm ediyorlardı.

''Murat şimdi sırası değil.'' İzel elindeki çantayı bırakıp önüme geçtiğinde Murat İzel'i öyle bir ittirdi ki İzel bana çarpmak zorunda kaldı. Neyse ki ikimizde düşmeden dengemizi kurabilmiştik.

''Ne yaptın Hazal'a?''

''Cehennemin dibine gönderdi puşt herif, çekil önümüzden.'' İzel Murat'ı ittirmeye kalktığında Murat tekrar onu engelleyerek aramıza girdi ve kolumu tuttu.

Canım acıyor demek istedim ama dilimden kelimeler çıkmıyordu. Sanki dilim buzlarla sarılmış, hareket etmesi yasakmış gibi çözülmüyordu.

''Ona bir şey olursa yemin ederim bu...''

''O cümleye devam etmemeni tavsiye ederim.''

Sertçe yutkundum. Arkamdan gelen her adım sesi kalbimin atışıyla aynı ritimdeydi. Bu beni korkutuyordu.

Kalbim, o seni duymuyor. Ona boşa ayak uyduruyorsun.

''Ne olur yoksa?'' Murat arkamda kalan o bedene yüzünü döndüğünde onu benden önce gördüğü için bile burkuldum. Bu lanet olası duygu insanı mahvedebilecek bir silahtı.

Bir adım geriye çıktım Murat ile aramdaki mesafeyi aşmak için.

Hayır, ona yaklaşmak için.

Yine aynısı oluyordu, Murat'tan kaçıyordum ve sırtım hep o göğse çarpıyordu.

Beni içeri sıkıştırdıkları bu kafeste canımın yandığını hala anlayamamışlardı.

Bir adım daha geri çıktım gözlerim İzel ile kesişirken. ''Yoksa seni de kız arkadaşının yanına yatırırlar.''

Bir duman saçlarımın arasına karıştı ardından bir botun yerde sürttüğünü duydum. Sigaranın dumanını görsem bile kokusunu duymuyordum. Tek duyduğum koku onunkiydi.

''Şu yalan artistlikleri geçelim burada konuşmak istediğim tek bir insan var o da siz değilsiniz.'' Gözleri Zeyd ve İzel arasında dolaştıktan sonra bana döndü. Aramızda son bir adım kalmıştı, o son adımı attım.

Sırtımı yasladığım göğsünün sıcaklığını hissedebiliyordum. Sabahtan beri kasılan her bir noktam o sıcaklıkta erimeye başladı. Onun varlığı bana nefes vermiyordu, onun varlığı bana tamamlanmış hissettiriyordu.

Sıcaksam soğuktu, soğuksam sıcaktı.

Varsam vardı, yoksam yoktu.

Kızarmış kolumun acısıyla gözlerimi bileğime indirdim. Murat'ta aynı Hazal'ın sıktığı noktayı sıkmıştı ve bileğimdeki kızarıklık açık hava da göz önündeydi.

''Konuşmak karşılıklı yapılan bir eylemdir, burada seninle konuşan yok kendi kendine konuşma süren de bitti.'' Murat Zeyd'e sıktığı çenesiyle öfkeli bakışlar da atsa artık içimde bir korku belirmiyordu.

Artık bedenim de zihnimde rahattı. Bazı susmak bilmeyen sesler aniden susmuştu.

Gözlerimi yumdum, ona yaslanma isteğimle ayakta kalma isteğim birbiriyle çarpıştı. Bir yanım ona kendini bırakmak ve tüm gün içinde olanları unutmak istiyordu ama diğer yanım bunu yapamayacağımı fısıldıyor tüm hayallerimin seri katili gibi peşimde dolanıyordu.

''Bana bak...''

''Murat, uzatma da o çok düşündüğün kız arkadaşının yanına git. Cevapları kendin ondan alırsın.'' İzel kolundan tutarak Murat'ı uzaklaştırmaya başladığında saçlarımın ensemde hareket ettiğini hissettim. Bir el kızarmış bileğimin üzerine dokundu, işaret parmağının tersiyle tenimi okşuyordu.

''Yüzünü bana dönmek ister misin?'' tenimi okşayan parmağı durdu. Ardından parmak uçlarıma dokundu. Tam tutmuyordu ama tutuyor gibi hissettiriyordu.

Yavaşça ona doğru döndüm. Yüzüm en son gördüğümde çok korkunç bir haldeydi ama yüzümdeki az bir makyaj kurtarır gibiydi. Bu halde görmesini ne kadar istemesem de bunun için elimden bir şey gelmeyeceğini kendime tekrar ettim. Göz yaşlarımı geriye ittirerek ona döndüm.

Gözlerinde yaşamı gördüğüm çocuğun bedeninde ölümü görmek beni bambaşka bir yaraya sürüklüyordu. Göz altlarındaki bu renkten nefret etmeye başlamıştım. Elini gözlerine uzatıp ovuşturdu, bu sırada derin derin nefesler alıyor çenesini hakimiyeti olmadan sıkıp rahat bırakıyordu.

Bu hareketlerden de nefret etmeye başlamıştım.

Sonunda bakışları düzeldiğinde bir elini yanağıma uzattı. ''Acıyor mu?''

Teninin sıcaklığı yanağımdan yayılmaya başladığında göz yaşlarım tekrar gün yüzüne çıkmıştı. Boş bahçenin kenarında öylece dikiliyor esen rüzgârın bedenimizden geçmesine izin veriyorduk. Bunun bana yaptığı en büyük kötülük saklayamadığım göz yaşlarımı akıtmama sebep olmasıydı.

''Acıyor değil mi?'' dedi bir göz yaşım elinden akıp giderken. ''Seni buradan götüreyim mi?''

''Eve gideceğim.'' Dakikalardır buz tutan dilim çözüldüğünde sonunda tepki verebildiğimi fark ettim. Baş parmağı yanağımı okşadı. ''Arabayla giderim.'' Diye ekledim başka bir şey söylememesine rağmen.

''Gidersin...'' bir eli elimden çekilip belime yerleştikten sonra beni kendine çektiğinde bedenim bunu bekliyor gibi kendimi kollarına bıraktı. Tüm gücüm bir anda çekilmiş gibi hissettim, ona yaslandığımda kendimi bir kuş gibi hissediyordum. Üzerimde hiçbir ağırlık hiçbir yük ve acı kalmıyordu. Hepsi bir anda hiç var olmamışlığa dönüyordu ve bu bana kendimi hatırlatıyordu.

''Birazdan...'' sözünü bitirdikten sonra kulağıma çarpan nefesi gözlerimi yummama sebep oldu. ''Çok kötüydü...'' diye fısıldadım. ''Birden üzerime yığıldı.''

Zeyd'in bedeninin yavaş yavaş kasıldığını hissettim. ''Böyle mi oluyor? Böyle yaşamdan kopup geri mi getiriyor insanları o toz taneleri?''

''Bazılarını geri getirmiyor.'' Diye mırıldandı bir elini yanağıma uzatıp mayışmama sebep olurken.

Ona çok şey sormak istedim. Sen de hiç kopup geldin mi demek istedim, gittiğin yer korkunç muydu demek istedim. Ya sende bir gün gelmezsen diye sorup tüm göz yaşlarımı akıtmak istedim.

Bazı yollar böyleydi. Önünüzde yürüyeceğiniz uzun bir yol görürdünüz ama o yolun yarısına bile gelmeden ışıklar söndüğünde aslında o gördüğünüz yolu yürüyemeyeceğinizi anlardınız. Ömrünüzün bu yolu yürümeye yetip yetmeyeceğini bilmezdiniz.

Bazı yollar böyleydi, o yollardan dönüşünüz olmazdı. O yollar sizin son yolunuz olurdu ve bunu ne siz ne de sizi yolcu edenler bilmezdi. Size veda ettiklerini, son yolculuğuna uğurladıklarını bilmezlerdi. Bilselerdi yine gülümseyerek mi el sallarlardı?

Aklımda birçok görüntü dönmeye başladı, bir gün bende İkra'ya ya da bir çift orman yeşili gözlere bakarken son kez baktığımı anlamasaydım sonrasında ne olurdu? Kötü düşünceler karabasan gibi üzerime çöküyordu.

Bunlar sadece senin kuruntuların, giden yok.

Kalan da yok.

''Ben gideyim artık.'' Diyerek kollarımı istemememe rağmen kollarından ayırdım. Tenimizin arası açılır açılmaz bunu bekleyen soğuk ikimizin de açtığı boşluğu doldurmuştu. Sıcak ve soğuğu daha önce bu kadar ayırt edebildiğimi hiç hatırlamıyordum.

Zeyd ellerini benden daha ağır şekilde üzerimden çektiğinde kafasını aşağı yukarı salladı. ''Sonunda ben söylemeden eve gideceksin ha?'' dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirmişti. Ben de de belirsin istedim o gülümseme ama ilk defa istesem de gülemiyordum. Bunu fark ettiğinde zaten belli olmayan gülüşü söndü. Derin bir nefes alıp arabamın önüne kadar bana eşlik etti.

Anahtarı çıkarıp arabayı açtığımda kapımı açıp kolunu üstünden sarkıttı.

''Seni bırakmamı ister misin?''

Daha önce birçok şiddet görmüştüm. Fiziksel ya da psikolojik fark etmeksizin birçok kuytu köşede bazense o beyaz ışıkların altında birçok insanın uğradığı şiddeti görmüştüm ama buna bizzat maruz kalmamıştım. Bu kadarına hiçbir zaman şahit olmamış içinde bulunmamıştım.

Şimdi anlıyordum bu insanlarla neden bu kadar ilgilenilmesi gerekildiğini, çünkü ihtiyaçları vardı.

Benim de ihtiyacım vardı ve ihtiyacımı karşılayacak birçok insan yarın bir gün olmayacak olsa da bugün yanımdaydı.

Ya kimsesi olmayanlar, yarın değil bugün yalnız kalanlar?

''İzel ile gideceğim.'' Yüzümü kapıya yaslanıp bizim konuşmamızın bitmesini bekleyen İzel'e çevirdim. Zeyd'e selam vererek arabaya bindi, telefonuyla mesajlaştığı kişinin ya Ece ya da Edis olduğunu düşünüyordum.

Onun hemen ardından bende arabaya bindim, binerken gözlerim kızarmış bileğimdeydi ama görmeyerek onu yok edebileceğim düşüncesine kanmayı seçerek anahtarı kontağa taktım. Zeyd kapımı örttü ve camın hemen önünde beklemeye başladı. Yüzümü yana çevirdiğimde gözlerini gölgeleyen camı indirdim. Şimdi çok daha iyiydi.

Arabanın sesi okul kapısında duyulmaya başladığında bir elimi kaldırıp görüşürüz manasında hafif salladım. Kafasını sallayarak gözlerini yüzümde gezdirmeye devam etti. Önüme döndüm, derin bir nefes alıp arabayı park ettiğim yerden çıkardım. Okul sokağının sonuna gelene kadar aynadan gördüğüm kadarıyla kapıda dikiliyor arabaya doğru bakıyordu.

Köşeyi döndüğümüzde o da güzel gözleri de kayboldu. İzel'in evi benden daha yakında olduğu için önce onun evine doğru saptım. Yol sessiz geçiyordu. Ne müzik açmıştık ne de konuşuyorduk. Ara sıra telefonuyla ilgilenmesi dışında İzel de benim gibi sessizdi.

Gözleri ara sıra bana kayıyordu ama sonra sessizce önüne dönüyordu. Evinin önüne geldiğimizde gözlerini yumup omuzlarını kaldırıp indirmesine sebep olacak kadar güçlü bir nefes verdi.

''O kız iyileşsin bir kere daha hastaneye postalayacağım.''

''Öyle bir şey yapmayacaksın.''

''Öyle mi? Nedenmiş? Şu yüzüne bir bak, başlarım bağımlı olmasına da yılan olmasına da.''

Yüzümü ona dönerek baygın bakışlarla gözlerine baktım. ''Bak durumu gayet iyiymiş, Edis'in söylediğine göre hastanedeki o kadın tanıdıkmış ve bu seferlik konunun üstünü kapatmış. Yani bir hastanelik etme hakkımız daha var.''

Biraz daha gülmek isteyip gülemezsem ellerimi yanaklarıma koyup gülümseyene kadar çekiştirmeyi düşündüm. Çünkü gerçekten bir tepki vermek istiyordum ama fiziksel yorgunluğun vücuduma kurduğu bariyerler buna izin vermiyordu.

''Ben sadece biraz dinlenip yaralarımın iyileşmesini istiyorum İzel başka hiçbir şey değil. Sadece yüzümden ya da kolumdan bahsetmiyorum. Bu okula geldim geleli çok yoruldum her şeyden, sınıf değiştirecektim ama İkra'nın bağımlı olduğunu öğrendim ve sen geldin. Şimdi o sınıfa mahkumum.''

''Bir daha bu şekilde davranamazlar sana.''
''Öyle mi? Edis bizi nereye kadar koruyabilir, bizi kullanmadığı ne malum?''

''Senden duyduğum ve sevdiğim bir söz var. Her şey karşılıklıdır.''

''Ha yani biz onu o bizi kullansın öyle mi? Nereye kadar İzel?''

''Şahsen ben sahte sevgililikten şikayetçi değilim, o da pek şikayetçi görünmüyor.''

Dudaklarımı yalayarak kafamı yasladım. ''O belli.''

Gözlerimi kısarak dudaklarıma yayamadığım imalı gülüşü gözlerimin içine yaydım.

''Sen beni çocukla evli mutlu çocuklu ilan etmeden önce ben gidiyorum, sende doğru eve. Dinleniyorsun hatta yarın da okula gelmiyorsun.''

''geleceğim İzel, Kaçmak bir çözüm değildir.''
''Kaçmak bir çözümdür... geçici de olsa çözüm çözümdür.'' Omuz silkerek kapısını açtığında belli belirsiz gülümsedim.

''Edis olmasa bile ben tek başıma yeterim diye düşünüyorum yani bunu dert etme. Hem... senin şu sarışında da bir korumalık sezdim.''

''O sarışın değil.''
''Sarının başka tonu olması sarı olduğunu değiştirmez.''

''Sen gidiyordun değil mi? Tutmayayım seni.''

''Şimdi kim kaçıyor?'' İzel'in kaldırdığı tek kaşına gözlerimi devirdim, bu sırada iniyor az önce gözlerime yaydığım sinsi gülüşü şimdi o hem gözlerine hem de dudaklarına yayıyordu.

Gerçekten arkadaşların beyne zarar verdiği bir nokta varsa o da tam olarak bu nokta olmalıydı.

Kapanan kapıyla içeri giren soğuğun farkına yeni vardım, ufak bir titreme hissetmiştim.

Arabayı evin önünden çekip ana yola çıktığımda elimi radyoya atıp kısık da olsa bir müzik açtım.

Eve gidene kadar tek yaptığım o kısık müziği asla dinlememek ve gözlerimi yoldan asla çekmemek oldu. Bedenimdeki sızılar tazeydi ama bir yandan da alışmış gibiydim. Karar verme algılarımın sağlam kalıp kalmadığına bir bakmak lazımdı.

Tabi buna ne zaman bakardım bilmiyordum çünkü şu an yapmayı düşündüğüm tek şey uzun bir duş ardından da duştan uzun bir uykuydu.

🌲

Aşk yetersiz hissetmektir.

Aşkın aşk olduğunu ne zaman anlarsınız?

Ben eksik hissettiğimde anlarım. Eksik hissetmek tamamlanmak istediğinizi ifade eder çünkü.

Karşınızdaki de eksik hissetmeli. Çünkü ancak iki eksik parça birbirini tamamlar. Önce eksik parçalar birbirine yaklaşır. Yaklaşır, yaklaşır ve birbirine kilit anahtar gibi uyar. Eksik tamamlanır, karanlık aydınlanır ve yalnızlık uykusunda uyuyan herkes o uykudan sonsuza dek uyanır.

Ben o uykudan uyanmak istemiyorum ama istemeden de olsa uyanıyorum. Biri baş ucumda fısıldıyor. Bir kadın benim zihnimde bende onun zihnindeyim diyor.

Gözlerinde yaşam var, bedeni ölmeye hazır görünse de o gözlerin en yakın olduğu çizgi yaşam çizgisi. Bana baktığında daha da yeşeriyor.

Bir an var, karanlıkta bir evin önündeyim ve araba hemen önümde duruyor. Uzaktan ise birden fazla motor sesleri var. O motor sesinin arasından bir rüzgâr esiyor ve bana bir koku getiriyor. Eskiden ve uzaktan. Sandal ağacı.

O rüyayı bir kere gördüm. Günlerce uyusam da bir daha aynı rüyanın yakınından bile geçmedim. Ondan başka hiçbir rüyam karanlık olmadı, hiçbirinde sandal ağacı kokusu geçmedi ve motor sesi bir daha hiç duyulmadı.

Bir rüyaydı ama o hatırlamadığım o rüya kalbimde yaşıyordu. Yeşil rengi öyle yerleşmişti ki kalbime, onu saran o karanlık dalları bile ondan sanıyordu. Kalbimi sıkmasına bir şey demiyordu ama beni ölüme yaklaştırmak için git gide sardığını bilmiyordu.

Sadece bir rüyaydı ama kalbimde yaşıyordu, bir dal ise yeşerip kalbimi sarıyor nefesimi kesiyordu. Yok etmek istediği ben miydim yoksa kalbimde yaşayan bu rüya mıydı?

''Biraz daha iyi misin?''

Önüme konan kahvenin dumanını bir süre izledim. Hemen solumda oturan İzel'in telefon tuş sesleri kulağımdaydı. Müzik melodisini andırmak üzereydi ve bunun için sadece bir tık daha hızlanmalıydı. Karşımda kendi önüne bıraktığı kahveden yudum alan Tuna'ya baktım.

Gözleri geçmeye başlamış yüzümdeydi. Bileğime sardığım saç bandanası kızarıklığı gizliyordu. Onu görmeye tahammül edemiyor gördükçe dünü hatırlıyordum. O yüzden kapatmak her manada iyi olmuştu.

''İyiyim.'' Diyerek ellerimi sıcak kahve bardağının etrafına sardım. ''Şu mide bulandırıcı iki madde olmadan okul ne kadar da huzurlu.'' Diyerek telefonunu masaya bıraktı İzel.

Tuna ile ona döndüğümüzde ''ne? Yalan mı? Ben diyorum bunlar her iyileştiğinde yatıralım yıl boyu yatsınlar onlar da bizde karlı çıkarız.''

''Seni çok sevmesem de hak verdim.''

''Niye sevmiyorsun?'' Ben de İzel gibi merakla Tuna'ya döndüm. ''Çünkü Vera'nın tek yakın arkadaşı benim sanıyordum sen benim için sonradan ortaya çıkan gayrı meşru çocuk gibisin.''

Dudaklarımı birbirine bastırarak gülmemek için sandalyeyi avuç içime aldım. Gerçekten buna gülersem İzel beni dilim dilim doğrardı.

''Pardon? Ben Vera'nın kaç yıllık arkadaşıyım burada gayri meşru varsa o da sensin.''

''İkinizde gayri meşru falan değilsiniz kesin şunu.'' Gülmemek için araya atlayan da kim?

Tuna kahvesinden yudumlamaya başlarken İzel de sandalyesine yaslandı ve yüzünü kapıya döndü. ''Geldi senin sarışın''

''O sarışın değil.''

''Ha senin olduğunu kabul ediyorsun?'' İzel sandalyesinde doğrulup bana otuz iki diş sırıtarak bakmaya başladığında sıranın altından ayağına sert bir tekme geçirdim.

''Neden bahsediyorsunuz?'' Tuna ikimize anlamamış gözlerle bakıyordu, İzel ile birbirimize baktığımızda ona kaş göz yaptım. Eğer şu an ağzını açarsa dilim dilim doğranan o olacaktı çünkü Tuna'nın diline düşmek şu saçma sayfa sahibinin diline düşmek kadar kötüydü.

''Hiç.''

Kapının girişine yüzümü çevirdim, kumral uzun saçlarından alnına düşen ince saç teli yine yerindeydi. Gözlerini ovuşturuyor dilini ağzının içinde döndürüyordu. Gözlerimi kötü düşünceler zihnimi esir almadan ondan çektim. Bu belirtilerden nefret ediyordum.

Bir dakika sonra dayanamadan gözlerimi tekrar ona çevirdim. Bana çapraz duracak bir şekilde oturmuştu, üzerine giydiği koyu gri uzun kollu kıyafeti bedenine yapışmıştı ve omuz anlamında gerçekten Dağhan'a yaklaşan bir yapıya sahipti. Nasıl oluyordu da giydiği ceket bunu bu kadar iyi saklayabiliyordu.

Elini diğer kolunun eklem kısmına koydu ve kafasını geriye yasladı.

İğne yapılan kısmı tutması dikkatimi çekmişti. Gözlerini yumduğunu ve derin nefesler aldığını görebiliyordum.

''Zeyd ile tarih ödevi yapacakmışsınız, neden seni seçti acaba?'' Tuna'nın ses tonunun altında yatan her ne imaysa onu düşünmeden düz bir şekilde ''Bilmem.'' Diye mırıldandım. Gözlerim Zeyd'deydi.

Hemen yanında Burçak oturmuştu ama o sadece saçlarını karıştırıyor muhtemelen ayılmaya çalışıyordu. Diğerleri ortada görünmüyordu.

Neden beni seçtiğini sormam için dünden sonra onu bir kez daha görmem gerekirdi ama görsem de konuşacak ne zamandı ne de yer.

İzel tekrar telefonunu alarak bir şeyler yazmaya başladığında Tuna sandalyesini ona doğru çekti. ''ne yazıyorsun kız yaz kızım gibi.''

''Bir şey yazmıyorum kıvırcık sadece haberlerde çıkan yazıyı okuyorum. Yani Esef ve Erdemli de.''

''Ne çıkmış?'' Tuna ile ikisi bir şeyler hakkında okumaya hatta tartışmaya başladığında kulağım onların sesini bir uğultu gibi duymaya başladı.

Etraf sessizleşmişti, sadece karşımda gözlerini yummuş biri vardı ve gerisi sadece bulanıktı. En azından benim için.

Zeyd'in gözleri hafif aralanır gibi oldu. Sandalyede doğrulup karşısında kalan boş duvara bakmaya başladı, gözlerinin açık olduğunu görebiliyordum. Kirpikleri ağır ağır kırpışıyordu, baktığı dümdüz duvardı ama gördüğü neydi bir fikrim yoktu. Bu nedensizce beni rahatsız etti.

Zil sesi duyulmaya başladığında etraftaki birçok öğrenci ayaklandı. Aynı anda kalkmaları etrafa bir gürültü yaymıştı. Tuna ve İzel de ayaklandığında Burçağın onu dürtmesiyle gözlerini duvardan alıp ayaklanan Zeyd'e baktım. Bu onunla dünden sonra düzgün şekilde konuşabilmek için tek fırsattı.

''Siz gidin, geliyorum ben.'' Tuna ve İzel beni kolumdan tutup ''Sen söylediklerimizi duydun mu?'' diye sorduğunda ''Evet evet.'' Diyerek onları geçiştirip kapıdan çıkmış Zeyd'e yetişip kolundan tuttum. ''Zeyd.'' Varla yok arası bir inleme sesi duyduğumda kaşlarım çatıldı.

Burçak ona baktıktan sonra bana döndü. Dudaklarını yaladı ve önüne dönüp bir şey söylemeden merdivenleri çıkmaya başladı.

Onunla aramız hala kötüydü, İkra konusunda ne yapılacağı hala bilinmez bir konuydu.

''Konuşmak istiyorsun.'' Dedi yüzüme bakarak, gözlerim tuttuğum koluna kaydı. Ardından fazla süren sessizlikten rahatsız olarak kafamı aşağı yukarı sallayıp gözlerimi onun gözlerine çevirdim.

Elimi kolunun üzerinden çeker çekmez kolunu belinin arkasına sakladı ve diğer eliyle okul kapısını işaret eti. Önden bahçeye çıkarken sessizce göz ucuyla arkasına sakladığı koluna baktım. Dudaklarımı ısırırken yaraya denk gelip canımı yakmıştım. Dişlerimi dudaklarımdan çekip bahçeye vardığım için ona döndüğüm sırada beni engelledi. ''Çıkışa.''

Kenarda duran Ceyda, Dağhan ve diğerlerini gördüğümde belli belirsiz gülümsedim. Atilla bana sırıtıp el sallamıştı. Diğerleri de selam verir gibi kafasını salladığı için gülümsemesem ayıp olurdu.

Okulun çıkışına geldiğimizde uygun bir köşe seçip oraya geçer geçmez ona döndüm. Gözleri boynumda olduğunu unuttum atkısına kaydı. Sahi ona verecektim ama aptal gibi yine boynuma takmıştım.

Dudaklarında hafif bir kıvrılma gördüğümde boğazımı temizleyip gözlerimi kaçırdım. Göz ucuyla duvara yaslandığını ve cebinden çıkardığı sigarasını dudaklarına yerleştirdiğini gördüm. Neden çıkışa beni sürüklediği şimdi belli olmuştu. Uyuşturucu, sık sigara... resmen ölüme paten üstünde ilerliyordu.

Belki de kaydırak, acaba daha önce birini sürmüş müydü?

Saçmalıyorsun.

''Alkol de kullanıyor musun?'' diye mırıldandım gözlerimi onunkilere çevirirken. Sigarasını dudaklarından çekip dumanı üflerken bana baktı. Kirpikleri sık sık kırpışıyordu. Güneşin açısı ona denk geldiğinde gözlerindeki rengin daha da açıldığını fark ettim.

Güneşin aydınlatamayacağı bir şey yokmuş bak...

''Hayır.'' Ona attığım ters bakışın aksine samimiyetle gülümsedi. ''Hayret.'' Diyerek ters bakmaya devam ettim. ''Tarih ödevi hakkında konuşacaktı-'

''Evet seninle yapmak istedim.'' Soracağım şey tam olarak bu değildi ama onu bozmadım. Sigarasından bir nefes daha çekmesini bekleyip ona bezgin bir bakış attım. Gözleri yarasını sakladığım bileğime indi. ''Orası mı kaldı?''

''Aslında yüzüm de tam olarak geçmedi. Makyajın kapatamayacağı yara yok.''

''var.'' Diye mırıldandı.

''Öyle mi?''

''İçeriye sızan bir makyaj henüz çıkmadı.''

''Pek de bilgilisin.'' Sesli şekilde güldü.

''Bilgili de değilim cahil de.''

''Bilmeseydin bu seni cahil yapmazdı.''

''Belki.''

Omuz silkerek dudağına tekrar sigarayı yerleştirdiğinde dudağımı ıslattım. Soğuk yüzünden bir türlü nemli kalmıyordu ve en kötüsü hemen yara oluyordu. Hassas ten ve cilt gerçekten başa belaydı.

''Ben ödev için beni mi istedin diye sormayacaktım aslında, kâğıtta zaten yazıyordu.''

''Evet, bu fazla saçma olurdu.'' Boynumdaki atkısını çözerek ona baktım, hareketlerimi izledi. İzlerken biten sigarasını yere atmış botuyla ezmişti.

Gözleri elimdeki atkıdan yola döndü, bir süre yolu izledikten sonra bana döndüğünde aldığı nefesle omuzları inip kalkmıştı.

''Seni isteme nedenim ödevi işleyeceğim yeri daha önce görmemiş olman. Uzaktan gördün ama içeriden hiç görmedin.''

''Nereden bahsediyorsun ve daha önce nereyi ne kadar gördüğümü nerden biliyorsun?'' Elimdeki atkıya bir kez daha baktı, ona vermeye yeltendiğim sırada ''Senin bizim hakkımızda, bu bataklık hakkında bildiğin her şey... buz dağının sadece görünen kısmı. Sana sadece uzaktan bu hayatın nasıl olduğunu göstereceğim, eminim sana yetecektir.'' Kızarmış burnunu ve ona eklenmeye başlayan yanaklarını izledim. Muhtemelen benim de yanaklarım ve burnum soğuktan kızarmıştı. Soğuk iç titretecek kadar fazlaydı. Dudaklarımı bir kez daha ıslatıp gözlerimi kıstım. Söylediği cümle hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kelime oyunlarını normalde de seven bir insan değildim, son günlerin ardından kellime oyunu bana iyi gelecek son şey bile değildi. Aksine beni daha da aksi edecek bir şey varsa o da bu kelime oyunlarıydı.

''Bir bok anlamadım ama gittiğimizde göreceğim gibi duruyor. Sadece şunu bil, düşündüğünden fazlasıyım.'' Dudaklarımdan ilk defa böyle asabi bir cümle duymak onu güldürdü. Yüzünde memnun olan ifadesiyle bana bakarken atkıyı ona uzattım. Atkıyı almak için bir yönelim bulunmaması dikkatimi çekmişti. ''Öyleyse atkı sende kalsın, eğer dediğin gibiysen senin olur. Eğer değilsen ve ben haklı çıkarsam o zaman alırım.''

Yaptığı saçma anlaşmaya anlamsız bakışlarımla karşılık verdim. Gerçekten mi? Bu muydu yani?

Zil sesi ardı ardına duyulduğunda ilk dersi kaçırdığımızı fark ettim. Zaman ne kadar da hızlı geçmişti öyle? Keşke yavaş geçseydi, keşke zaman çok yavaş geçseydi.

Zeyd'in bahsettiği anlaşmaya karşılık hala bir kelime etmedim ama zil sesi ile sessiz bıraktığım bu anlaşmayı elimde atkıyla okula dönmem kabul ettiğim anlamına geliyordu.

Ona arkamı dönmeden hemen önce kuruyan ellerine baktım, benimkilerde kurumaya başlamıştı. Şu an hala taş kesilmediyse sabah sürdüğüm krem sayesindeydi. Gözlerim tuttuğum koluna kısa bir an kaydı ardından önüme döndüğümde açımdan çıkan vücudu aklımda sekmeye devam etti.

O kolunu saklayışı, duvara bomboş bakışı ve kendinden geçişleri bedenimde huzursuz edici bir şeyler yaydı. Okula varana kadar huzursuzca yürüdüm, kırmızı halının önüne geldiğimde adımlarım durmuştu.

Belki halıda beyaz birkaç nokta kalmıştır.

Hazal'ın aklımda beliren sesi ile yumruklarımı sıkıp halıda gözlerimi gezdirdim. Gerçekten kalan birkaç beyaz nokta vardı. Gözlerimi yerden kaldırıp okula girdim ama yumruk yaptığım ellerimi hala çözmemiştim ve huzursuzluk hala eli kolu salık şekilde içimde dolanıyordu.

Merdivenleri hızlıca çıkıp sınıfın önüne geldim. Kapı kapalıydı ama içeriden sesler geliyordu. Kapıyı araladığımda sesler duruldu, içeri girdiğimde gördüğüm iki yüz hiç beklemediğim insanlardı. Beni gafil avlayarak kapının önünde heykel gibi dikti. Dün gözlerimin önünde film şeridi gibi hızla geçmeye başlamıştı.

''Vera, neden kapıda dikiliyorsun?'' Arkamdan gelen öğretmenin sesiyle kendime gelip sırama doğru ilerledim. Kaçamak bakışlarım hemen sağımızda kalan iki şahıstaydı. Öğretmenin hemen arkasından Zeyd'de içeri girip sırasına ilerlerken Dağhan'ın izin verdiği yerden sırama geçtim.

Hemen arkamda tek oturan İzel dirseklerimi dürterek ''Bizi dinlemedin değil mi geri zekalı. Sana bunu anlatmaya çalışıyordum.'' Diye mırıldandı ve sağımızda kalan Hazal ile Murat'ı işaret etti.

Daha dün hastanede yatarken bugün nasıl ayaklanıp okula gelmiş olabilirdi? Dünün aksine ikisinin de dudaklarında nasıl sinsi gülümseme yer alabilirdi?

Burası Esef koleji değildi burası bildiğiniz şaka okulu gibi bir şeydi. Her gün başka bir şaka potansiyelinde olaylar yaşanıyordu ve bu olayların hiçbiri akıl almazdı.

Yüzümü tam göremediğim iki kişiden çektiğimde Dağhan'ın Atilla'dan ne kadar daha kalıplı olduğunu fark ettim. Köşede oturduğumdan yan tarafta kalan kimse beni Dağhan'dan ötürü göremiyordu. Atilla onun yerine İkra'nın yanına geçmişti ve en öndeydi. Onları önümüzde kaldıkları için görebiliyordum.

Öğretmen çantasını masaya bırakıp ''Günaydın çocuklar.'' Diyerek ilgisini bize yönelttiğinde Hazal ve Murat'ın olduğu sıradan bir gülüşme sesi duyuldu ve Murat gayet keyifli bir şekilde ''Hiç aymadı hocam.'' Dedi.

Dağhan'ın yüzü hafif bana dönmüştü, göz ucuyla bana baktı. ''Neden?'' Murat'ın gevşek oturuşu ve alaylı sesi öğretmenin kaşlarını çatmasına sebep olmuştu. Genç ve asabi bir adama benziyordu.

Gözlerini Murat'a çevirdiğinde dudaklarını yalayıp oturuşundan yüzüne, yüzünden üzerinde dağınık duran okul kıyafetlerine kadar dikkatle inceledi. ''Bazı insanların saygısızlıklarıyla sabahı sabah ettik.'' Gözlerinin bana döndüğüne emindim ama Dağhan gibi bir barikattan o bakışlar geçmezdi.

''Sen bu şekilde saygısızca kimsenin sana saygı göstermesini söyleyemezsin. Şimdi çık dışarı.'' Eliyle üstünü başını işaret etti. ''Bir daha sınıfımda seni bu halde görürsem hiçbir derse giremez karnende de sıfırdan başka bir not göremezsin.'' Hayretle karşımdaki esmer tahmini bir yetmiş beş boylarında kara gözlü hafif Atilla'ya benzeyen erkek öğretmene baktım. Üzerine giydiği gri kumaş pantolonun üzerine giydiği açık gri gömleğiyle işini gayet ciddiye aldığı belliydi.

İlk defa bu derece otoriter bir öğretmen gördüğümden hayranlığımı gizleyememiştim. ''Diğer yeni gelen öğrenci kimdi?'' Murat'ın kapattığı sert kapıya ters bir şekilde baktı. Umursamadan tekrar sınıfa döndüğünde gözleri yüzümüzde dolanıyordu. Nedensizce elimi kaldırmaya çekinmiştim ama sonunda dudaklarımı birbirine bastırıp elimi kaldırdım yanımdaki İzel de benimle beraber kaldırmıştı. Bu sırada bende üzerimi inceliyordum ama gerek de yoktu çünkü düzgün giyinmiştim.

''Adınız... Vera ve İzel.'' Kafamı aşağı yukarı salladım. Bana işaret ve orta parmağını birleştirerek gel işareti yaptı. ''Gel Vera.'' Elinde cetvel olsa arkama bakmadan kaçar giderdim, küçükken bu adama benzeyen bir öğretmenim vardı ve elinde cetvel olmadan asla sınıfa gelmezdi. Ufacık bir hataya tahammülü olmadığından parmak uçlarımızı birleştirir acımadan vururdu. Küçüklük aklıyla bunu aileme hiç söylememiştim ama söyleseydim o adamı bir daha orada barındırmazlardı.

''Ben tahtaya yazılar ve çizimler yaparken yoklamayı al. Kimseye iltimas geçme.'' Yanına vardığımda gözlerimin içine ciddiyetle bakıp son cümlesine baskı yaptı. Kafamı tekrar aşağı yukarı salladım.

Masanın üzerindeki kalemleri alıp tahtanın önüne geçtiğinde işaret ettiği sandalyeye oturup tükenmezi açtım. Hemen önümde oturan Atilla ve İkra'nın bakışları üzerimdeydi ama ilgilenmiyordum.

Tek tek sınıftaki isimleri okurken yoklamanın yarısında görünen bir isimde duraksadım. ''Ceyda Tuana Halis.''

Ceyda'nın yoklamada hiç okunmayan Tuana ismini uzun zaman sonra ben ilk kez okuduğum için kafamı kaldırdığımda göz göze geldik. Gözlerini kaçırarak ''burada.'' Dedi ama sesi oldukça kısık çıkmıştı.

Defne'nin Ceyda'nın elini tuttuğunu gördüm. Ardından öğretmenin gözüne batmamak için yoklamaya devam ettim. Murat'ı okumamıştım bile, anında yok yazmıştım.

''Tuna Maral.''

''Burada.''

''Hazal mahli.''

''Burada.''

Hazal'ı okurken de gözlerim onunkilere dönmüştü, dünü bizzat yaşayan ben olmasaydım yaşananlara inanmaz bu kızın burada olamayacağını söylerdim ama karşımdaydı ve hiçbir şey olmamış gibi oturuyordu.

Yoklamayı bitirdikten sonra kalkıp Dağhan'ın izin verdiği yerden geçtim ve sırama oturdum. Öğretmen bu sırada kaleminin kapağını kapatmış bize dönmüştü.

Arkasında kalan tahtada köy gibi bir yer çiziliydi. Yeşille çizdiği yerler yeşilliği gösteriyor olmalıydı. Tek katlı evler ve aradan akan dere gibi yerler vardı.

''Burası neresi tahmini olan var mı?'' Sınıftan pek bir ses çıkmadı. Görüntüye tek benzettiğim bir yer vardı. ''Karadeniz mi?'' diye sordum. Öğretmen memnuniyetle gülümsedi. ''Evet Vera, burası Ayder yaylası. Benim köyümün en güzel yeri. Benim için.''

Kalemi tahtanın altına bırakıp sıraların arasında yürümeye başladıktan sonra kollarını birbirine doladı. ''Sizin de kendi köyünüzde en beğendiğiniz yerleri duymak isterim. Veyahut beğendiği başka bir yer de olur.'' Öğretmen rast gele birilerinden sevdikleri yerleri dinledi. İkra bizim küçükken tatil olarak gittiğimiz yeri söylemişti. Diğerleri de bilinen genelde şehirlerin en güzel yerlerini saymışlardı. Sıra Zeyd'e geldiğinde onun cevabına çok daha fazka dikkat kesildim. Gözlerim iki dudağındaydı. Arasından çıkacak cümleler merak duygumu körükledi. ''Birbirinden ayırt edemediğim iki yer var.'' Dedi öğretmene dönerken. Öğretmen devam et dercesine elini salladı. ''Meyus'u bilirsiniz. Eski adıyla Mavi şato. Tarihi eserdir.''

Öğretmen kafasını salladı. ''Orası benim için önemli ama oradan daha çok sevdiğim bir yer var.'' Gözleri bana döndüğünde dudaklarını ıslattı ve ''Okyanus.'' Dedi.

Okyanuslar değil, okyanus.

Sertçe yutkundum. Öğretmen anlamamış ifadeyle Zeyd'e bakıyordu ama Zeyd'in bakışları sadece bendeydi. Bu gerilmeme neden oldu. Eteğimin uçlarını kıvırdım.

''Neden kara da bir yer değil de su?'' Masanın altında kalan ellerini masanın üzerine koyup birbirine kenetledi. ''Edebiyata bağlamak istemem ama okyanusun bir tarafında dibi görürken bir tarafında ne kadar batsan da dibi göremiyorsun. Yani bir tarafı ışığın aydınlattığı o parlak kum taneleriyken diğeri karanlığın altında saklanan bir bilinmezlikten ibaret. Bu ilgimi çekiyor. Kara da bir yer bu yüzden cevabım olmaz çünkü karada birbirinden güzel eserler ve yerler var ama okyanusun rakibi yoktur. O eşsizdir.'' Cümlesinin sonuna doğru bakışlarındaki incelik dudaklarıma bir gülümseme yaydı.

Okyanusun rakibi yoktur, eşsizdir.

Dudaklarımı ısırıp sola doğru çekiştirdim. Yanağımda çıkan ufak gamzeye gözleri kaydı, şu an neden çığlık atmak istiyordum?

''Hoşuna gitti sanırım Vera, bu vesileyle seninkini de duyalım.''

Öğretmenin bedeni bana döndüğünde kirpiklerimi kırpıştırıp Zeyd'den gözlerimi aldım. Boğazımdaki atkı nedense beni terletmeye başlamıştı ama burnuma dolan bu koku çıkarmama engel oluyordu. Gözünden hiçbir şey kaçmayan öğretmene ve Zeyd'e apaçık yakalanmam ufak bir utanç duygusunu tetiklese de aldırmadım. En sevdiğim yeri düşünmem gerekti ama aklıma hiçbir yer gelmiyordu. Gerçekten bir yeri sevsem anında aklıma gelmesi gerekmez miydi? Benim neden aklıma sadece karanlığın içinde kol gezdiği ormanlar geliyordu?

''Ben ona katılmıyorum.'' Diye mırıldandım gözlerimi onunkilere çevirirken. Güneş olmadan karanlıkta kalan koyu yeşil gözleri nefes kesiciydi. Bana baktığında hareketlenen o hareleri ve büyüyen göz bebeği aklımı kaybettiriyordu. Boğazımı temizleyerek gözlerinin içinde bana yaşam sunan ormanlara baktım. Sevdiğim yeri aramama gerek yoktu, karşımdaydı. Baktığımda görebileceğim kadar yakınımdaydı. ''Herkesin sevdiği yeri sevmesi ve eşsiz kılması için bir sebep vardır.'' Dedim onunkileri sevme nedenim o olduğunu düşünürken. ''O okyanusu eşsiz bulur ama ben içinde yaşamın gizli olduğu ormanları eşsiz bulurum.''

Aynı onun gözleri gibi.

''Hmm, herkesin kendi eşsizliği var diyorsun yani. Sen ne düşünüyorsun bu konuda Zeyd?'' Öğretmen neredeyse dişlerini gösterecek kadar geniş gülümseyerek Zeyd'e döndüğünde dikkatimi ondan aldım. Kapılmak ne kadar da kolaydı öyle.

Öğretmenin sesinden keyif akması bizim bu karşılıklı atıflarımızın onu tatmin ettiğini gösteriyordu. Konudan bağımsız olan sınıfın yükümlülüğünü de onun için üstleniyorduk. Sanki kum tanelerinin arasında onun gözünde inci gibiydik. Üzerimize bu kadar titremeye başlaması bana böyle hissettirmişti. ''Belki.'' Dedi yine. Sonra gülümseyerek kaçırdığım gözlerimi kovalayarak sonunda yakaladı. ''Ben okyanusları ve onun maviliğini eşsiz bulurum. O ise ormanları ve onun yeşilliğini.'' Atilla ve Tuna'nın aynı anda çıkardığı ıslık sınıftaki sessizliği cam gibi kırarken yerimden sıçradım. Zeyd ile birbirimize öyle kenetlenmiş ve kaptırmıştık ki dış dünyadaki bu varlık beni ürkütmüştü. Önce Tuna'ya ardından Atilla'ya korkuttukları için ters bir bakış attım ama ikisi de beni önemsiyormuş gibi görünmüyordu. Bana bakmamışlardı bile. ''Ben sadece Mavi'nin yeşile karıştığı anı düşünüyorum. O zaman ikimizde ortak noktada mı buluşacağız?'' Sınıftan sesler yükselmeye başladığında aralık kalan dudağımı İzel'in dirseğiyle yediğim sarsıntıyla kapattım. Elimi kalbime götürmek istemiştim ama Dağhan bana yandan sırıtarak bakarken bunu yapmak kadar aptalca bir hareket daha olamazdı.

Bu çocuğun canıma kastı, sağlığımda gözü vardı.

Öğretmen susmayan öğrenciler için masaya vurduğunda herkesin sesi yavaşça kesildi. Seslerin arasında sessiz kalan Hazal, Tibet ve onların yanında kiler bana ters bakışlar atıyorlardı ama benden alamadıkları bu karşılığı Dağhan'dan alıp tekrar önlerine dönüyorlardı.

''Yeter çocuklar, sizin fikirleriniz merak uyandırıcıydı ama kalanının da fikirlerini duymak istiyorum.'' Sınıftakiler öğretmenin seçimiyle kendi eşsiz buldukları yerden bahsetmeye devam ederken sıraya iyice sindim ve kovalamaca oynamaya devam ettim. Ben bakışlarımı kaçırıyordum, Zeyd ise beni gözleriyle kovalıyordu.

Duvara sırtım tamamen yapıştığında sıraya baktım. Dağhan o kadar yer kaplıyordu ki onun tamamen sıraya oturabilmesi demek benim pastırma gibi ezilmem demekti. Gözlerimi arkamdan beni dürtüklemeye devam eden İzel'e ters bir şekilde çevirip dirseğini çektirdikten sonra arkasını dönerek bana imalı bakışlar atan Tuna'ya döndüm ve kafamı sağa sola umutsuzca çevirdim, dünden sonra gerçekten en istediğim şey iki yakın arkadaşımın bana kuracakları evli mutlu çocuklu hayalleriydi.

Dağhan'ın bana kaymasıyla daraldığım sıraya tekrar baktığımda iki büklüm kaldığımı fark ettim ve kolundan onu dürtükledim. Bana dönmesini tam beş dakikadır beklemiştim ama dürtüklememi hiç hissetmediğini anlayınca büyük bir şaşkınlıkla kulağına doğru eğildim. ''Kenara kayar mısın biraz?''

Sonunda onunla iletişim kurmaya çalıştığımı fark ettiğinde bana dönüp kaşlarını çattı. Ardından o da bana doğru eğilip ''kıçımın yarısı dışarıda mı kalsın? Hayatta olmaz. Sınıf aç gözlü kaynıyor, alır giderler.'' Diyerek doğruldu. Yüzümün nasıl bir hal aldığını görmeme gerek bile yoktu. Muhtemelen şaşkınlık duygusuna yeni bir boyut kazandıracak ifadeyle ona bakıyordum. ''Şaka gibi...''

Zil sesi duyulduğunda bahsettiği kadar büyük yer kaplayan totosuyla sıradan kalktı. Arkasından açılan koca alana doğru kayıp derin bir nefes aldım. Gerçekten bu çocuk ne yiyordu da bu kadar kalıplı ve... geniş totoya sahip olabiliyordu?

Arkasında bıraktığı boşluğa şöyle bir baktıktan sonra üzerimden atamadığım şaşkınlıkla kalkıp ayaklanan İzel ve Tuna'nın yanına gittim. ''terasa.'' İkisi de kafa sallayıp peşimden geliyordu. ''ne oldu? Zeyd mi çarptı?'' Tuna'ya ters bir bakış attım merdivenleri çıkarken. İçerisi öyle sıcaktı ki acilen hava takviyesi gerekliydi. Tuna'ya bu sırada kötü bakışlar atsam da keyifli gülüşünden gram ödün vermiyordu. ''Ben onun okyanuslarını eşsiz bulurum o ise benim ormanlarımı...'' İzel'in koluna vurup açılan terastan dışarı çıktım. ''öyle demedi İzel çarpıtma.'' Burnuma dolan havayı derin derin solurken Tuna ''Söylemek istediği oydu da... neyse.'' Diyerek son kelimesini uzattı ve imayla gözlerime baktı.

Tamam, aramızda çekim olduğunu bende biliyordum ve duygularım olduğunun da farkındaydım. Sadece bu okulda bunu dile getirmek normalden daha fazla zaman istiyordu ve olabilecek birçok ihtimal gözlerimin önünden geçtiğinde kelimeler dilimin ucundan geri kaçıyordu.

Tuna ve İzel ile her zamanki yerimiz olan köşeye geçip armut koltuklara oturduğumuzda terasın kapısı açıldı. Tuna ile aynı anda kapıya dönmüştük, İzel elinde telefon ile ilgilendiğinden gelenlerden bir haberdi.

Zeyd ve Ceyda etrafa bakmadan yürüyüp diğer köşeye geçtiğinde Ceyda yine korkuluklara yaslandı. ''Aşık insan lafın üstüne.'' Telefonunu kilitleyip bana doğru mırıldanan İzel'e ''Bak yine çarpıtıyor.'' Diye mırıldandım. Gözlerimi oradan alamadığım doğruydu ama almak istediğimi de kim söylemişti ki?

Zeyd cebinden sigara çıkarıp dudaklarına yaslarken paketi Ceyda'ya uzattı. Ceyda da paketi alıp dudaklarına yerleştirdikten hemen sonra cebinden gümüş bir çakmak çıkardı ve ortaya uzattı. İkisi de sigaralarını çakmağın yanan ateşine yaklaştırmıştı. Bu görüntü nedensizce hoşuma gitti, güzel görünüyordu. Tek ateşle ikisinin de sigarası yandığında geri çekildiler, Ceyda çakmağı kapattı ve geri cebine attı.

Bu sırada sınıfta aldığım yoklama anı gözümde canlandı. ''Ceyda'nın diğer adı Tuana'ymış. Neden onu kullanmıyor ki, bence Tuana daha güzel.'' Gözlerimi yanımda huzursuzca kıpırdanan Tuna'ya çevirdim. ''Bence de.''

İzel ''Bence Ceyda daha iyi.'' Diyerek bize katılmadı. Gözlerimi ikisinden çekip karşımdaki görüntüye çevirdim. Zeyd'in de gözleri bana dönmüş ortada bakışlarımız buluşmuştu.

Ben sadece Mavi'nin yeşile karıştığı anı düşünüyorum. O zaman ikimizde ortak noktada mı buluşacağız?

Gözlerimi yumup bu sesin kulaklarımdan gitmesini bekledim. Baktığımı görmesini pek istemiyordum ama gözümün ona kaymasını da engelleyemiyordum. ''Hazal nasıl oldu da böyle hızlı ayağa dikilip geldi? Nasıl dün hiç olmamış gibi davranıyorlar?'' Konuyu aklım dağılsın diye açmıştım ama merak ettiğimde bir gerçekti. Tuna'ya zar zor döndüm, İzel de Hazal'ın adını duyar duymaz yüzünü buruştursa da merakla benim gibi Tuna'ya dönmüştü.

''Onlar için... toparlanmak kolay. Malum.'' Gözlerini kısarak Ceyda ve Zeyd'e memnuniyetsiz bir bakış attı. Bahsettiği imayı anlamıştık ama etkisinin bu kadar hızlı olduğunu düşünememiştik. Boğazımı temizledim. Zeyd'in elinde tuttuğu sigaraya baktım. Normalde hep sağ eliyle içiyordu ama şimdi sol eliyle içiyordu. Sağ elini tuttuğumda ekşittiği yüzünü anımsadım. Eklem yerinden tutmuştum, tam da iğne giren kısımdan. Kantinde kolunun orasını tuttuğunu da anımsayınca elimi enseme attım. Kolunda yara falan mı vardı?

Gözlerim elinin üzerindeki kemik kısımlarına gitti. Ora bir zamanlar yaralar ve kızarıklıklar vardı ama geçmiş görünüyordu. Kimle kavga ettiğini de hala öğrenmemiştim, merak etsem de cevap alabileceğim biri yoktu. Merak ettiğim şeylerin yüzde doksanına cevap alamadığım için bunu çok da dertlenemiyordum.

Ortada hala dönen çok büyük bilinmezlikler vardı ama kimse bir şey söylemiyordu.

Bilinmezliğin ortasında yüzmeye çalışıyor sürekli boğulup kurtuluyordum. En kötüsü bunun nereye kadar gideceğini bilmemekti. ''Ne zaman anlatacaksın bana bildiklerini?'' diye sordum Tuna'ya dönerek. Bir anda bu şekilde dönüşümle yalpalamıştı. Şaşkın bakışları benimle İzel arasında dönüp tekrar bana kenetlendi. ''Seni bu işe sokmayı pek istemiyorum Vera. Zeyd'in haklı olduğu bir konu var ki onları bataklıktan çıkarma ihtimalinden daha yüksek bir ihtimal var ki o da senin batman oluyor. O yüzden işin içine gerçekten girdiğimizde her şeyi anlatacağım. Sadece şu an için ne kadarını kaldırabileceğinden emin değilim.'' Söylediklerinin içimi rahatlatmasını bekliyordum ama o beni daha da huzursuz etmiş daha da meraklandırmıştı. ''Peki, ısrar etmeyeceğim. Nasılsa söylemeyeceksin.'' Diyerek yenilgiyle omuzlarımı düşürdüm. İzel bu konunun hassasiyetini bildiğinden araya girmemiş Tuna'nın üzerine bu konu hakkında gelmemişti.

Tuna bana haklı olduğumu gösteren bir bakış atarak sessizliğine devam ettiğinde aramızdaki soğuk esintiye zil de katıldı. Tuna İzel ile bakışıp ayağa kalktı ve ellerini ikimize uzattı. Yine cevapsız kaldığım o soru dolu sohbete öyle dalmıştım ki karşımızda şimdi olmayan Zeydlerin az önceki varlığını tamamen unutmuştum. Tuna'nın elini tutarak İzel ile ayaklanıp üzerimizi silkeledik ve terasın çıkışına sessizce yürüdük.

Cebimdeki telefon sürekli titriyordu. Mesaj atan Ece'ydi. Dünden beri atıyordu çünkü İzel'den tüm haberleri alıyordu ama ona bir türlü dönüp uzun uzun konuşacak enerjiyi kendimde bulamıyordum. Bunu en iyi anlayan İzel olduğu için Ece'ye her şeyi anlatıyor benim başımdan onu alıyordu. Muhtemelen Ece her duyduğu şeyde gelmemek konusunda haklı olduğunu anlıyordu. Gelseydi muhtemelen Hazal'ın yanına bayılır bir günde iki kişiyi hastanelik etmiş olurduk.

Sınıfa girdiğimde Tuna sırasına geçti, İzel hemen arkamdan geliyordu. Masamın üzerinde tüten kahve dumanını gördüm. Oturana kadar bunu kimin bıraktığını düşünüp bulamasam da oturduğumda üzerindeki yazıyı görür görmez kimin olduğunu anlamıştım. 'Okul çıkışı, Meyusta.'

Kafamı yazısını okuduğum kahve bardağından kaldırdığımda Zeyd ile gözlerimiz kesişti.

Kafamı aşağı yukarı salladım, Zeyd'de aynı şekilde salladıktan sonra önüne döndü.

O önüne döner dönmez sınıfın kapısı açıldığında öğretmen geldiğini sanarak herkes susmuştu ama içeri giren Murat'tı. İçeri girer girmez kapıyı çekti ve önce Hazal'a ardından bana baktı. Bana bakarken ki bakışlarında sezdiğim bu kötü hisler kıpırdanmama sebep olmuştu. ''Sağlam bir fırça yedik iyi mi?'' Yüzünü sevgilisine çevirdikten sonra herkesi şok edecek bir şekilde dudağına bir öpücük kondurdu ve sonra gülerek özellikle bize doğru baktı. Ne yaptıklarını ne baktıklarını umursuyordum. Dudaklarıma kahveyi götürdüm, sıcaklığı içimi ısıtıyordu.

Sıraya oturma sesi geldiğinde göz ucuyla Hazal'ın sandalyesinin arkasına uzattığı kolu gördüm. Boğazını temizleyerek yüzünü benim tarafıma çevirdiğinde az sonra olacakları az da olsa tahmin edebiliyordum. ''yanıma gelmek istemediğine emin misin güzelim?'' Güzelim kelimesini öyle tükürürcesine ve tiksintiyle söylemişti ki içtiğim kahveyi tükürmek istemiştim. Sınıfın dikkati Murat'ın sesiyle bize döndüğünde gerginlikle duruşumu dikleştirdim. Ona bakmıyordum ama göz ucuyla onun dikkatinin bende olduğunu görebiliyordum. Benimle daha fazla uğraşmamaları için içten içe dua etmeye başlarken sınıfın kapısı yine açıldı ve içeri Dağhan girdi, onu görünce aldığım derin nefesi mesafeye rağmen Zeyd bile görebilirdi.

Dağhan yüzümdeki rahatlamayı görünce bakışları önce bana sonra da bana dönük olan Murat'a kaydı. Dağhan geldikten sonra bülbül gibi şakıyan Murat'ın sustuğunu görünce gülümsemeden edemedim. Dağhan da bunu fark edince yandan gülümsemiş kendini yanıma atmıştı.

''Yollarımı gözlediğini bilmiyordum yavrum.'' Kolunu sıraya kırıp yaslarken yüzünü bana döndü.

Bu sırada önüme gölge gibi geçip yanıma oturan Dağhan'dan gelen sigara kokusu etrafa yayılmıştı. İzel'in arkadan ''Şu parfümü az daha sık da sigaradan boğulmayalım.'' Dediğini duydum.

Dağhan ona omuzunun üzerinden kısa bir bakış atıp elimdeki kahveye baktı ardından tekrar bana döndü. ''ha ha ha, çok komiksin yavrum.'' Dedim onu taklit ederek. ''Yavrum mu? Ulan bir kız da özenti olmasın be.'' Kısa bir an kaşlarımı çattım ama şu an ki haline gülmek yerine kaş çatmak oldukça zor geliyordu. Çatık kaşlarım anında gevşeyip dudaklarıma bir gülümseme yerleştiğinde ''Bir erkek de aptal olmasın be.'' Diyerek daha çok güldüm. Gülerken gözlerim Zeyd'e kaymıştı. Buraya dikkat kesilmiş kaşlarını çatarak bizi izliyordu. Gözlerimi ondan huysuzca söylenen Dağhan'a çevirdim. Bir anda neden böyle bir samimiyete girmiştik tam olarak anlamasam da bu hoşuma gitmişti.

Sınıfa öğretmen girdiğinde etraftan gelen fısıltılar kesildi, eh böyle bir öğretmen olunca kimsenin götü yemiyordu. Öğretmen eline tahta kalemlerini gözlerini bize çevirdiğinde çizim için birini seçeceğini anladım. Bu ders zorsa sırf bu sebeple zordu.

''Hocam duydum ki Vera'nın çizimi oldukça güzelmiş. Siz uğraşmadan ona paslayın.'' Sabahtan beri sessizliğini koruyan Tibet'e çatık kaşlarımla karşılık verdim, bir şey yapacağı belliydi. Bana bakarak göz kırptı, dudaklarında yine o şerefsiz gülüş vardı. Bu kadar sessiz kalmasından şimdiye dek şüphelenmememiz hataydı zaten.

Öğretmen masaya kalçasını yaslayıp kollarını birbirine bağladıktan sonra Tibet'e döndü. ''Bu kadar ilgilisin madem, tahtaya seni alalım Tibetcim.'' Tibet'in bu şerefsiz gülüşü yüzünde solmaya başladığında sınıftan gelen gülüşe benimki de katıldı. İzel arkadan öne doğru sarkıp ''Bu hocaya âşık oldum sanırım.'' Diye mırıldandığında Dağhan da yandan sırıtmıştı.

''Güleni tahtaya alırım.'' Herkesin sesi öğretmenin uyarısıyla kesilirken elimi dudaklarıma götürüp gülüşümü bastırdım. ''benim çizimim berbattır hocam.'' Öğretmen kaşlarını hayretle kaldırıp birbirine doladığı kollarını çözerek kalemi ona uzattı. ''Ama çenen baya iş görüyor Tibet, bence elinde baya iş görebilir.'' Kafasıyla tahtayı işaret ettiğinde Tibet ayağa kalkıp sınıftakilere ters bir bakış attı ve öğretmenin elindeki kalemi alıp masaya serilen haritayı gerçekten de söylediği kadar berbat şekilde çizmeye başladı.

Çizmeye çalışıp ortaya çıkardığı berbat şey için gülmemeye çalışıyordum ki Dağhan ''Beş yaşındaki kardeşimi çıkarsam daha iyi çizer.'' Dediğinde dayanamadan güldüm. Öğretmen anında sessizliğin arasından bana döndüğünde ''Özür dilerim hocam.'' Diyerek mahcup şekilde ona bakmıştım ama işe yaramamıştı. Göz göze geldiğimiz anda gülüşümü kesmiştim. ''Bir daha ki derse sen çiziyorsun.'' Mağlup şekilde kafamı aşağı yukarı sallarken dirseğimle Dağhan'ı dürttüm. Bunu da hissetmese şaşmazdım ama şaşırtıcı şekilde hissetmişti. ''Senin yüzünden.''

Elimi çekip yüzüme bakmadan ''Sus kızım benim de başımı yakacaksın.'' Diye fısıldadı. Tibet'in yarısına geldiği berbat çizime dönerken öğretmenin bakışları da üzerimizden çekildi. Birkaç dakika daha Tibet'in resim çizmekle cebelleşmesini izledik. Öğretmen bile sıkıntıyla onu izliyordu.

Sonra diğer uçtan bir sıra sesi geldi. Ardından kısa topuklu botun adım sesleri tahtaya kadar duyuldu. Ceyda seslice nefes vererek Tibet'in elinden kalemi aldıktan hemen sonra ona ters bir bakış atıp kenara ittirdi ve haritaya uzun bir bakış atıp tüm tahtayı sildikten sonra baştan hızla çizmeye başladı. Öğretmen sessizce onları izliyordu, buna müdahale etmeyişi ya da bir şey dememesi garipti. Demek ki Ceyda'yı tanıyor ve onu diğerlerine göre kayırıyordu yoksa böyle bir şey bu öğretmenin gözünde dağ gibi büyümeliydi. Ceyda çizimi bitirdikten kısa süre sonra zil çaldığında çiziminin boşa gidişine üzgünce baktım. Gerçekten de haritayı olduğu gibi tahtaya geçirmişti. Renklerine kadar dikkat etmesine rağmen Tibet ile aynı anda bitirmişti. Tibet ise bu zaman diliminde henüz yarısını anca çizmişti.

Zil sesi kesildikten hemen sonra İzel ayaklanıp lavaboya gideceğini söyleyerek öğretmenle sınıftan çıktığında Tibet'in adımları bana doğru geldi ve önümde oturan çocuğun kalktığı yere oturup bana döndü. ''Yine geliyor öğle seansı.'' Diye mırıldanarak suratımda bezgin bir ifade ile Tibet'e baktım. Gözleri makyajla kapattığım yanağıma kaydı, sızısını bakışıyla tekrar hatırlatmıştı. Gözlerini yara izlerimden gözüme çevirdiğinde ''Nasıl bir bal şans var sende de ne zaman bulaşsam hep zararlı çıkıyorum?'' Kendimi tutamadan gülmeye başladığımda kaşlarını çattı. Bu okula başladım başlayalı psikolojimin kalmadığını fark etmemesi garipti. Artık karşısında gülmekten çekinmeyecek noktaya ulaşmıştım. Hele ki önümde bir yıla yakın bir zaman olduğunu varsayarsak yılın sonunda bürüneceğim yeni kendimi düşünemiyordum bile. ''E ilahi adalet. Belki bıraksan biraz rahat edersin?'' Gözlerini hafif irileştirip kafasını sağa sola salladı. ''Çı çı çı, bunu duymamış olayım. Benden bu kadar çabuk mu sıkıldın?''

Dağhan'a döndüğümde onun da bana baktığını gördüm, kendini tuttuğu ifadesinden belliydi. İkimizin de gözlerinde 'Bu çocuk ne saçmalıyor?' bakışı vardı. ''Hangi cevabı verirsem rahat bırakacaksın?'' dedim tekrar Tibet'e dönerken. Yılın sonunda kendimi Tibet gibi birine dönüşmüş halde görmekten korksam da istesem bile o kadar olamayacağımı düşünüp kendimi rahatlattım. ''Hiç biri ama sıkıldıysan daha eğlenceli şe-''

''Aman aman.'' Ani çıkışıma bir kahkaha atarak Murat'a döndü ve işaret parmağıyla beni gösterdi. ''bak, sıkılmamıştır demiştim.'' Eliyle çenesini sıvazlarken bakışlarını Murat'tan yanımdaki Dağhan'a çevirdi. Bakışlarında hafif bir ürkeklik sezmedim desem yalan olurdu. Belki de öyle olmasını hayal ettim.

''Ne o, bodyguardlık yapmaya mı başladın koca adam?'' Dağhan dudaklarını yalayarak arkasına yaslanıp kolunu sıradan sarkıtırken aynı Atilla gibi kendini yabancıya çeviren gülümsemesini dudaklarına yerleştirdi. Bu gülümsemenin adı tehlikeydi.

''Sana ne?'' şimdi yanımda beni güldüren çocuk değil dışarıdan göründüğü gibi soğuk bir çocuktu.

Tibet ellerini suçlu gibi kaldırıp dudaklarını büzdü. ''Tamam koca adam. Kızma, sadece merak ettim.'' Tuna ayaklanıp Tibet'e aldırmadan yanı başımızda durduğunda bakışlar bir anlığına ona döndü ama o aldırmıyordu. ''çıkalım.'' Diyerek bana baktığında Dağhan'ın kalkmasıyla bende sıramdan çıkıp Tuna ile gitmeye yeltenecektim ki Tibet oturduğu sıradan atlarcasına önümüze geçtiğinde ikimizde durmak zorunda kaldık.

''Nereye böyle? Konuşuyorduk.'' Tuna ona tiksintiyle bakıp aynı Dağhan gibi ''Sana ne.'' Dediğinde Tibet ellerini yumruk yapıp kaldırmaya yeltenmişti ki gözleri Ceyda'ya döndüğünde yumruklarını gevşetip eliyle Tuna'nın göğsüne hafifçe vurdu. ''Bak ben sorunlu bir insanım. Bana böyle şeyler yapınca kendimi bulaşmaktan alı koyamıyorum.'' Tuna Tibet'in elini savurarak dışarı yürümeye başladığında tuttuğu kolumdan ötürü bende peşinden sürüklenmeye başladım.

Açılan kapıda İzel ile çarpışmaktan son anda kurtulduk. Bana ne olduğunu sorarcasına baktığında ona sorun olmadığını işaret ederek Tuna ile koridorda yürümeye devam ettim. Ceyda'nın sınıftaki halini düşündüm. Tibet'in onu görünce hareketlerini frenlemesi, elini masaya kalkmaya hazır halde koyarak Tibet'e attığı o keskin bakışlar. Hepsi aklımda yeni bir soru inşa ediyordu. Cevap alamayacağım yeni bir soru.

''Biliyorum aklında tonla soru var yine.'' Dedi Tuna bahçeye vardığımızda. ''ama bu da sonra Vera, bu da sonra.'' Sonunda durduğumuzda kolumu çekip ona baktım. Yine bir sır ve gece boyu düşünülecek konu çıkmıştı. ''Sabrım taşıyor Tuna.'' Diyerek ona adım attım. Evet sabırlı bir insandım ama sabır sonsuzlukla kapışacak güce sahip bir kelime değildi.

Bana mahcup biraz da öfke ile dolan gözleriyle baktı. ''Farkındayım, sadece çok az bir zaman daha.'' Ona ne kadar kızmak istesem de buraya ayak bastığım ilk andan beri beraber geçen anılarımızı düşündüm. O burada edindiğim tek gerçek arkadaştı ve onun için bu kadarını yapabileceğimi biliyordum. O hem en yakın arkadaşım hem de her şeyi bilmeye yakın tek kişiydi. Ona kızmak istiyordum ama kızmamın bir işe yaramayacağının da farkındaydım. Mağlubiyet ile son kez başımı eğdim çünkü bir daha bu denli merak ettiğim cevapsız bir soruyu kabul etmeyecektim.

''peki öyle olsun.''

Zil sesi kulaklarımıza dolduğunda ikimizde sessizleştik. Yine aramızda ölüm sessizliğinin hakimiyet kurduğu bir zamandı. Aslında bu sessizlikte değildi, sadece bilinmezlik ve sırlardı. Belki bir gün aramıza sessizliğin giremeyeceği kadar dürüst bir arkadaşlığımız olurdu. O günün bir gün olacağını umarak bunu iple çekiyordum. Sınıfa girerken elimi cebime attım. Ağrı kesici arıyordum ama elime gelen tek şey sadece evimin anahtarıydı. Sabah babam arabayı alacak kişiye göstereceği ve expertize götüreceği için anahtarları benden almıştı. Bu yüzden araba anahtarım anahtarlığımdan çıkmış elimde incecik sadece ev anahtarı kalmıştı.

Arabamdan ayrılacağım için üzülsem de hayatım bundan kötü olamaz diye düşünüyordum. Elim sızlayan yanağıma gitti, dün kulaklarımda yankılanan tokat sesini tekrar duyuyor gibi hissetmiştim. Elimi yanağımdan çektim. Bileğim de hala acıyordu ama görmeden onun da yok olacağına inancım devam ediyordu.

Öğle arası ve sonrasında bomboş dersler ve ders arasındaki atışmalar devam etti. Birçok derste yine Zeyd ile birbirimizi izlemiştik. Gerçekten bu sıralar gözüm dilimden daha çok sözler taşır olmuştu. Bunun sebebi sessizlikte konuşmayı öğrenmeye başlamamdan mıydı yoksa konuşmaktan korkmam mıydı bilmiyordum ama bu günlerdir devam ediyordu.

Günün son zil sesi duyulduğunda çantamı omuzuma taktım. İçimde garip bir kıpırtı vardı, dışarıdan bunu göstermesem de içeri de değişik duygular baş gösteriyordu.

İzel onu almaya gelen Edis ile gideceğini ve okuldakilere kendilerini göstermek istediğini söyleyerek önden çıktığında ona sırıtarak baktım. Bana göz kırparak omuz silkip sınıftan çıkarken gülmüştüm. Dağhan'ın kalkmasıyla ayaklanıp bende sınıftan çıktığımda yanımda adım sesleri ve bir çift beyaz botlar belirdi. ''Ödev yapmaya gideceksiniz ha?'' diye mırıldandı merdivenleri inerken.

Onu onaylar şekilde mırıldandım. En son Tibet ile karşı karşıya gelmesinden sonra ikimizde günün geri kalanın da garip şekilde sessizleşmiştik. Şimdi ise Tuna'nın attığı ilk sessizlik kıran cümlesi kulağımdaydı.

Bahçeden okulun çıkıp kapısına yürürken bana dönüp sinsice gülümsedi. ''Siz şimdi, Zeyd ile baş başaaa-'' Kapıya vardığımızda omuzumda ki çantayı kaldırıp onun sırtına vurduğumda lafı yarıda kesilmişti. ''Tek bir söz daha edersen yemin ediyorum gırtlaklarım seni.'' Günün kalanında sessizdik demiştim ya? Unutun onu, size Tuna'nın beni çıkış hakkında imalı attığı bakışları ve imalı kelimelerini söylemeyi unuttum.

Ağzına fermuar çekiyor gibi davrandığında arkama baktım. Meyus'a gideceksek mecbur Zeyd'i bekleyecektim. Zeyd diğerleriyle okulun kapısından henüz yeni görüldüğünde Tuna ''İyi madem ben gideyim de siz de Zeyd ile-'' elimi kaldırdığım anda bunu bekliyor gibi yanımdan uzaklaştığında ''Tuna!'' diye bağırdım. Gülerek uzaklaştığı mesafeden bana döndü, omuzundan düşmeye başlayan çantasını düzeltirken bir elini dudağının kenarına koymuştu. ''ÖDEV YAPIN DİYECEKTİM FESAT SENİ!'' Bağırtısıyla dikkatini çektiğimiz insanlara göz ucuyla baktım. Gülüyorlardı, ben de kendimi tutamadan hafif gülmeden edemedim. Tuna da benim gibi otuz iki diş gülüyordu, el sallayarak önüne dönmeden hemen önce bende ona el salladım.

Arabasızlığın zor yanlarından biri sanırım bu soğukta durağa yürüyüp otobüs ya da dolmuş beklemek olacaktı. Sabah babam bana az buçuk bildiği otobüs numaralarını anlatmış duraklardan bahsetmişti. Elime verdiği kartta da aylık biniş ücretim doluydu. Yine de araba rahatlığını özleyecektim. Zeyd'in adımları bana yaklaştığında elini kaldırdığını ve diğerleriyle vedalaşıp hızla yanıma geldiğini gördüm. Gözlerim diğerlerinde gezindi. Hepsi bana bakıyordu ama birinde memnuniyetsiz ifade vardı. Benimkilere benzeyen bir çift mavi gözde.

Onun hakkında henüz düşünmeye ve mantıklı karar vermeye vakit bulamadığımdan bulana dek yüzüne bakmamaya karar vermiştim. Olurda devam ederse onda göreceğim belirtileri görmek istemiyordum. Diğerleri gibi dişleri takırdayacak, ovuşturmaktan gözleri kızarak, beden hakimiyetini kaybedip iradesini de onun gibi kaybedecekti ve bunu gördüğümde vereceğim tepkiyi ben bile kestiremiyordum.

''Meyusta buluşuruz sanıyordum.'' Diye mırıldandı ve ellerini cebine koydu soğuk havaya nefesini üflerken. ''Arabam yok, nasıl gidileceğini de bilmiyorum.'' Gözlerini kısıp yine o yüzümü inceleme anlarını tekrarladıktan sonra kafasıyla sağımızda kalan motorunu işaret etti.

''Gerçekten orası tarihi bir mekân mı? Hiç benzemiyor.'' Dedim arkasından motora ilerlerken. Diğerleri yanımızdan geçip çoktan motorlarıyla okulun sokağından çıkıyordu. Sesleri birbirine karışmış hala kulağıma geliyordu. Dağhan ve Atilla'nın bindiği arabayı arkadan hala görebiliyordum. Üstünü kapatmışlardı.

''Gidince görürsün.'' Diyerek çantasından çıkardığı parmağı kesik deri eldivenleri eline taktıktan sonra kaskı bana uzattı. Alıp kafama taktım ve onun hemen arkasından motora omuzundan destek alarak bindim. Motor sesi ben biner binmez duyulmaya başladı. Ayaklarımı yerden kaldırıp elimi belindeki kavisli bölgesine sardım.

Motor hızla okul sokağından çıkarken vücuduma çarpan soğuk havanın gerçekten ne kadar soğuduğunu bir kez daha anlamama sebep olmuştu. Arabam olsaydı şimdi sıcacık gidiyordum. Ah! Arabamı şimdiden özlemiştim.

Hızlı giden yolda etrafa bakındım, Zeyd'in beline sardığım elim ısınmıştı ama bedenim soğuktan titriyordu. Zeyd'in yüzü açıkta kaldığından nasıl üşümediğini düşündüm. Şimdiye gözlerinin dolmamış olmasına imkân yoktu. Ara sıra çektiği burnu beni haklı çıkarıyordu. Sonunda motor döndüğü aradan yavaşladığında gözüm ilerde duran üç katlı binaya kaydı. Bu kez kaç kat olduğunu net şekilde anlayabilmiştim. Yeri çok yüksek olmasa da alçak da değildi. Terk edilmiş eski binaları andırıyordu. Boydan boya camları olması ve dış tasarımı bir şatoyu andırıyordu. Meyus'un altında kalan karanlık kısma girdiğimizde motorun farları önümüzü aydınlattı. Burası park alanına benzeyen bölmeleri olan bir yerdi.

Motor köşede durduğunda Zeyd kilidi indirdi ve benimle aynı anda motordan inip gözlerini ovuşturdu. Kaskı çıkarıp motorun üzerine bıraktığımda etrafa yayılan karışık kokuyla yüzümü buruşturdum.

Kız parfümü, erkek parfümü ve sigara kokusu karışmıştı. Aradan sızan garip bir koku da vardı. Yemek miydi o?

''Mekânımız burası.'' Diye mırıldandı otomatik ışıklar yanmaya başladığında. Burnuma bu kokuları bastıran sandal ağacı kokusu geldiğinde kafamı belli belirsiz salladım. Burçak ve İkra'yı takip ettiğimde Burçağın motorunu bıraktığı yer burası olmalıydı. Zeyd'in attığı adım sesleri içeride yankılandığında sönen otomatik ışık tekrar yandı. Girdiğimiz yerin hemen üstündeki kepengi indirdikten sonra kilitledi.

''Giriş öteki taraftan değil mi?'' diyerek kaşlarımı çattım. Arabayla gelirken binanın kapısı ve önündeki merdivenleri arkasında kalıyordu. Burası binanın arka kapısı gibi bir şeydi. ''orası davetsiz misafir girişi.'' Diyerek bana ilerideki kapıyı işaret etti.

''Burası ev sahiplerinin girişi.'' Hızlı adımlarla kapıya ilerleyip cebindeki anahtarla kapıyı araladığında şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak arkasından ilerledim. ''Nasıl yani, anlamadım?''

''Anlatacağım, gel.'' Açılan kapıdan merdivenlere geldiğimizde ilk kata giren ışık yolumuzu aydınlattı. İlk katta sadece adım mesafesi kadar bir mesafe vardı. Kalan tüm alan yer yatakları ve battaniyelerle doluydu ve bazı yataklarda yatan insanlar vardı. ''Burası evsizler için.'' Dediğinde bana karşıda kalan girişten görünen merdiveni işaret etti. Tam karşımızdaydı ve merdiven sadece bu kata kadardı. Yukarı kat için bir merdiven yoktu.

Zeyd bu taraf ile ilk katın arasındaki mesafeyi bana gösterdi. Arasında geniş bir merdiven boşluğu vardı ve hemen önümüzde kilitli bir kapı daha duruyordu. ''Evsizler ve davetsiz misafirler için birinci kattan başka kata giriş yok.'' Cebindeki anahtarı kapıya takıp açtığında önden geçmem için eliyle işaret etti. ''yani sen burada yaşıyorsun. Tek başına?'' kaşlarım hayretle kalkmıştı.

Açtığı kapıdan yukarı çıkış merdivenlerini gördüm. Merdiveni çıkarken aldığı derin nefes sesi yankılandı. Adım seslerimizden başka bir ses duyulmuyordu. Merdivenin sonuna geldiğimde bir kapı daha vardı. ''O kilitli değil.'' Dedi.

Kapıyı açtığımda geniş alanı dolduran eşyaları görmemle duraksadım.

Burası... bildiğiniz... evdi.

''Ne kadar daha bekleyeceğiz kapıda?'' gülüşü kulağıma geldiğinde irkildim. Arkama ne ara gelmişti? Nefesini ensemde hissettiğimde yutkunarak içeri girdim. Zeyd'de hemen arkamdan girip kapıyı örtmüştü.

Odanın içi dörtten fazla köşeye ve bölmelere sahipti. Sanki içeride odalar vardı ve duvarlar kırılmış geriye onlardan sadece kirişler kalmıştı.

Sol taraftaki köşede üç adet deri koltuklar vardı. Bej, yeşil ve yeşilin farklı bir tonunda düğmeli bir koltuk takımıydı. Yeşilin yanında bir tane de yeşil tekli deri koltuk duruyordu. Köşede uzun düz bej bir lamba vardı. Yer beyazımsı parkelerle kaplıydı. Dümdüz ve desensizdi, kanepelerin ortasında orta boy bej rengi bir sehpa sehpanın hemen altında ise kadife koyu yeşil bir halı seriliydi.

Duvarlara baktım, duvarlarda bej rengi ama yeşil şeritler çekili haldeydi. Bazı yerlerde asılı yağlı boya tabloları vardı. Takımın hemen karşısında duvara monte olan büyük boy televizyon ve altındaki Playstation ince bir rafın üstünde duruyordu. Gözlerimi odanın öbür ucuna çevirdim. Her bir köşede bir yatak ve hemen yanında duran dolap vardı. Bir köşede geniş iki katlı yan yana üç tane askılık duruyordu. Birinde kız mont ve kabanları asılıyken diğer ikisinde erkek kaban ve montları asılıydı. Gözümü ışık gelen yere çevirdim. Duvarın ortasında kalan beş tane bilgisayar masası vardı. Üç tanesi renkli kasaydı ve oyun kulaklıkları bilgisayarın üstünde asılıydı.

Zeyd burada tek yaşamıyordu.

''Bunlar...''

''Evet, bizimkilerin. Burası onların katı.''

Her köşe kendine ait bir oda gibi görünüyordu. Bir tarafta geniş bir komodin vardı ve üzerinde makyaj eşyaları ile bakım eşyaları diziliydi. Bir tarafta duvara asılı boydan bir ayna vardı. Aynanın hemen arkasında boydan boya cam vardı ve camı örten tül güneşin olduğu gibi girmesini engelliyordu.

Bir rafta da boydan boya ayakkabılar görünüyordu.

Yüzümü tavana kaldırdım. Tavanın etrafına asılmış yapraklar ve ledler vardı. İçerisi gerçekten çok güzel dizayn edilmişti. Yataklara bakındım. Hepsi çift kişilikti. Bir tanesinde pembe nevresim takımı vardı, yatak başlığı beyazdı. Bunun Defne'nin yatağı olduğunu düşünmüştüm. İki tane nevresim ve başlık siyahtı. Bunun Atilla ve Dağhan'ın olduğunu düşündüm Bir tanesi gri başlık lacivert bir nevresimliydi. Bunun da Burçak olduğunu düşünüyordum. Son kalan kahverengi bir nevresim ve bej rengi başlık takılı yataktı. Geriye sadece Ceyda kalıyordu.

''Senin yatağın... ya da masan...'' gözümü etrafta gezdirdim. Burada Zeyd'i anımsatan hiçbir şey göremiyordum.

''Gel benimle.''

Kapının hemen kenarında dikiliyordu. Gözüm karşımda kalan kapalı iki kapıya döndü. ''Sağ lavabo, sol mutfak.'' Diyerek bana yanına gelmemi işaret ettiğinde adımlarımı ona doğru çevirdim. İçerisi yerden ısıtmalı görünüyordu çünkü sıcaktı ve petek falan da göremiyordum. Ayrıca ayağımın altı mayıştıracak kadar sıcaktı.

Zeyd hemen yukarıda kalan kat için merdivendeki diğer kapıyı sürüklediğinde onu gördüğüm kata çıktığımızı fark ettim. Buradaydı ve camın önünde sigara içiyordu. Merdivenden çıktığımızda bir kapı daha açıldı. Zeyd'in çıktığı bu katta hiçbir kapı kilitli değildi.

''Benim evime hoş geldin.'' Diyerek kapıdan çekildiğinde içeriye adım atarak heyecanla etrafa baktım. Burası Zeyd'e özeldi.

İçeri attığım adımla arkamdan kapanan kapının sesi içeride yankılandı. Dudaklarım aralık odanın ortasına doğru ilerledim. Her yer maviydi. İstisnasız başka renk yok denilebilirdi. Çift kişilik yatağının başlığı buz mavisiydi, nevresimi de aynı renkteydi ve siyah ince çizgili dalga deseni vardı. Duvarlar gece mavisiydi. Baş ucunda beyaz ikili bir çekmece diğer ucunda ise uzun bir aydınlatması vardı. Yatağın tam karşısı boydan boya raftı ve içi kitaplarla doluydu. İnce kalın karışık ve dağınık olan kitaplık gözüme fazlasıyla güzel gelmişti. ''Vay...'' diye mırıldandım içeri giren güneşin öteki tarafına geçerken. Tül kenara çekik olduğundan camın dışındaki ışık olduğu gibi içeri giriyordu ama çok sürmezdi çünkü bu batmak üzere olan güneşin bugün ki son anlarıydı.

''Bu kadar kitap...'' diyerek kitaplığın önüne geldim. Geniş duvarda en az yan yana beş kitaplık olmalıydı. ''Ölmeden önce yapmak istediğim şeylerden biri. Bu raftakilerin hepsini bitirmek istiyorum.'' Ellerimi kitapların üzerinde gezdirmeye başladım. Tırnaklarımdan gelen ses içerinin sessizliğinde ön plana çıkıyordu. ''her merak ettiğim kitabı rafıma yerleştiriyorum, muhtemelen ömrüm hepsini bitirmeye yetmeyecek.'' Dedi iç çekerken.

Kulağım onda olsa bile şu an ona dönemeyecek kadar meşguldü gözlerim. Kitapları inceliyordum ve çoğunluğunun edebiyat olduğunu fark ettim.

''Ne kadar hoş...'' elim bir kitapta takılı kaldığında kitabı aradan çektim. İnce ama zengin kaplamaya sahip bir kitaptı. ''Aşkına kavuşamadan ölen bir kadının feryadını anlatıyor.'' Bakışlarımı kitaptan arkamda dikilen Zeyd'e çevirdim. ''Aşkını kaybeden bir kadının feryadı bu kadar az olamaz.'' Ona karşı çıkmama gülümsedi. Yine dersteki halimize dönmüş gibiydik. Boğazını temizleyerek bana doğru bir adım attı. ''Sen içinde kıyametler koparken hiç gülümsemek zorunda kalmadın mı?''

Kaşlarımı hayretle kaldırıp elimdeki kitaba baktım. Demek istediğini anlamıştım, bu feryadı anlatmaya kalksa bitmez ve kitap olamazdı. Kadının yazdığı cümlelerin altında kıyametler kopuyordu.

Kafamı aşağı yukarı sallayıp kitabı yerine koydum ve bir alt rafta gezinmeye başladım. Bu sırada göz ucuyla odanın öteki tarafında kalan keten oturma takımını görmüştüm. Bu da yeşildi, bu takımı girince fark etmemiştim.

Mavi ve yeşilin dolduğu bir oda.

''Neden iki katta da oturma takımı var?''

Boğazını temizleyerek koltuğun yanındaki çekmeceye ilerledi. Tam altı adetti. ''Burası... bizim bataklığımız.''

''Nasıl yani?'' tekrar yutkunarak kollarını çözdü ve kanepeleri gösterdi. ''Sadece burada kullanabilirler, gözümün önünde olmaları için.'' Söylediği üstü kapalı sözcükler beynimde süzgeçten geçti. Ne demek istediğini yeni anlıyordum. Burası onların uyuşturucu aldıkları yerdi.

Burası bizim bataklığımız...

Bataklık yeşil bir kanepe miydi? Yoksa olduğun yeri istediğin yere dönüştüren şey miydi? Olmak istediğin yer neresiydi de olamıyor bataklığa sığınıyordun? Neydi seni karanlığa iten ve bataklıkta yürüten? Kimi özlüyordun, nerede olmak istiyordun?

''Ne demek gözümün önünde oluyorlar. Yoksa sen kullanmıyor musun?''

Bir umutla ona baktım, dilimden dökülmeyen yalvarışların gözümden süzüldüğüne emindim ama umurumda değildi.

Ne olur hayır de ne olur kullanmıyorum de.

''Diğerlerinden daha dirençliyim. Onlardan daha eskiyim bu yüzden o kadar dağılmıyorum. Dağılmamayı öğrendim. Kendimi ayakta tutmayı öğrendim.''

Aramızda garip bir sessizlik belirdi. O istemediği cevapları veriyor ben istemediğim cevapları duyuyordum. Dudağımı acıtmadan ısırıp ona arkamı döndüm. Gözlerim neden yanmaya başlamıştı ki? Kendimi toplamalıydım.

Rafa dolu gözlerim geçene kadar baktım. Ardından önüme dönüp odanın kalanını incelemeye devam ettim. Oturma takımının yanında çekmeceden başka bir şey yoktu. Tavan kenardan aydınlatmalıydı. Yatağının tam karşısında rafın yanındaki kirişte asılı tabloya baktım. Okyanus vardı, bir tarafına karanlık çökmüştü diğer tarafında ise dipte kum tanelerine çarpan güneş ışığı görünüyordu.

Gerçekten en sevdiği yer olduğu belliydi. Yutkunup duvarda duran klimaya baktım. Dikkatimi dağıtacak her şey ile ilgileniyordum. Sol taraf boydan boya dolaptı. Etrafta boş ya da dağınık hiçbir şey görünmüyordu. Bir diz üstü bilgisayar vardı, düz çok büyük olmayan masasında defterler ve ders kitapları görünüyordu. Tekerlekli sandalyesi masanın altına yaslıydı. ''Sen, siz neden burada yaşıyorsunuz?'' Cevap alabileceğimi düşündüğüm bir soru değildi ama sormak bu aralar yaptığım en sık şeylerden biriydi.

Aklıma Tuna'nın Zeyd için söylediği şeyler düştü. Burslu olduğunu söylemişti ama parası olmasa buraya sahip olamazlardı. Sahi tarihi mekânı nasıl olmuştu da almışlardı?

Yine mi o ünlü soy isimler istediğini yaptırmıştı insanlara?

''Ailem evinde bir keş istemedi.'' Dedi dürüstlükle. Ses tonundaki düzlük içimi soğuttu. ''Diğerleri için bu soruna yanıt veremem.'' Adımları tekrar üst katta duyuldu. ''Ne demek istemedi? Bir aile nasıl çocuğunu istemez?'' kendi ailemi düşündüm. Ben böyle bir duruma düşsem dahi bana asla sırtlarını dönmezlerdi. Ellerinden geleni yaparlardı ve aile dediğin böyle olmalıydı. Zeyd'in dudaklarında acı bir tebessüm yer aldı. Birileri için aile sadece kelimelerden ibaret olsa da birileri için can yakan bir yaraydı.

''Üvey babam beni zaten evde istemiyordu. Bağımlı olduğumu öğrenince de beni seve seve evden attı. Yaka paça.''

Yaka paça.

Yutkundum. Üvey babası ona bu şekilde davranabilmişti. Yardıma ihtiyacı olan bir çocuğa. Annesi neredeydi? Neden oğlunu üvey babaya bırakmıştı? Sormak için içimden delirdim ama böyle bir acıyı ona tekrar yaşatacağıma ömür boyu öğrenmemeyi yeğlerdim. ''Söylesene Vera, bir anne yabancıyı nasıl öz oğluna tercih eder?'' diye sordu sesinin titremesine mâni olamadan. Onun sesi titremişti ama benim içim parçalanmaya başlamıştı. Kendime hiç veremediğim cesareti ilk defa vererek sarılmak için ona bir adım attım ama attığım adım havada asılı kalmıştı çünkü o geriledi ve elini kaldırarak durmamı işaret etti. Sorduğu soruya cevap verebilecek bir insan yoktu bu yüzden ben de verememiştim.

''benim hakkımda merak ettiğin her şeyi söyleyebilirim ama diğerleri hakkında tek kelime edemem az önce de söylediğim gibi. Buraya geldik çünkü burası incelememiz gereken tarihi bir mekân.'' Bu konuda takılı kalmamak için konuyu değiştirmeye çalıştığını gözlerinden görebiliyordum. Onun daha fazla incinmemesi için yaptığına ayak uydurarak ''Gözlerini en son ne zaman kızarıklar olmadan gördün?'' diye sordum. Konuyu başka bir noktaya çekmek istemiştim ama cevabı aynı konunun üzerinden gelmişti. ''Evden atıldığım gün.''

Yüzünü başka tarafa çevirdiğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Bu konu hakkında başka soru sormak istemiyordum. Üzerinden ne kadar zaman geçtiğini bilmesem de o yaranın hala kanadığını görebiliyordum. Bazı kan zamanla durmaz, yara bandıyla kapatılmazdı. Bazı kan sen yaşadıkça akardı.

Zeyd aramızda geçen sessizliği boğazını temizleyerek kestikten hemen sonra yanıma doğru geldi ve kokusunu burnuma doldurarak masasının çekmecesinden birkaç kâğıt çıkardı. ''Bu yapının asıl adı Mavi şato. Eskiden iki aşık insan birbirlerine âşık olacaklarını bilmeden burada bulunmuşlar. Şato demesinin sebepleri muhtemelen yurt dışına özenmelerinden. O dönemlerde çocuk isimlerine kadar yurt dışına özenen belli bir kesim vardı. Mavi deme sebepleri de denizi görmesi.'' Bana camı işaret etti, denizi bu kadar yakından gördüğünü hiç fark etmemiştim. ''Yani burası hakkında bilgi sahibi herkes mavi olmasını bu sebeple anlatıyor ama bence değil.''

''Sence neden?'' diyerek ona döndüm. Merakım gözlerimden okunuyor olmalıydı. ''Burayı ilk evi yapan iki aşığında gözleri maviymiş. Birbirlerinin yokluğunda burada birbirlerinin gözlerine bakarlarmış.'' Bana doğru gelip elimden tutarak yatağın tam karşısında projeksiyon perdesi asılı kirişin önünde durdu ve projeksiyon perdesini kaldırdı. Açığa çıkardığı duvarda iki çift mavi göz resmi vardı. Bir mavilerin üstünde kalın koyu kahve kaşlar vardı, diğerinde ise ince kavisli kahverengi kaşlar çizilmişti.

''Çünkü yataklarının tam karşısına birbirlerinin gözlerini çizmişler. İkisi de başarılı ressamlarmış, adam çok zengin olduğu için burası sergi binası olmasına rağmen satın almış çünkü kadınla burada tanışmış ve ikisinin de resimleri bu binada ilk kez sergilenmiş.''

Küçük dilimi yuttuğumu nasıl anlayabilirdim?

''Büyülendin değil mi?'' gözlerini kısıp gülümsemesini gördüğümde kafamı aşağı yukarı salladım. Bu insanlar başarılı ressam değillerdi, bu insanlar büyücü olmalıydı.

''Alt katta bu iki insanın birçok resmi vardı ama Dağhan korktuğu için tabloların çoğunu kaldırttı, duvara yapılan resimleri de boya ile kapattırdı. Geriye sadece benim katımdakiler kaldı.''

''Dağhan resimlerden mi korktu?'' diye sordum gülerek. O da benim gibi güldü kafasını aşağı yukarı sallarken. ''Korkutucu hayvanlar vardı birkaç tane, Burçak ve Atilla da onu korkutup durunca hepsini ikna edip aşağıyı boyattı.''

Gülmeme engel olamadım, öyle bir çocuğun duvar resimlerinden korkması gerçekten kulağa komik geliyordu. Zeyd'de düşündüğümü anlamış gibi gülmeye devam etti. Beraber odanın diğer köşesine doğru yürümeye başladık. ''Peki siz bu binada nasıl yaşıyorsunuz?''

Sorunun doğrusu nasıl aldınız olmalıydı ama aptal olmanın ilk kuralı soruları yanlış sormaktı.

''Satın aldık.''

''Nasıl?'' bunu duyacağımı bilsem de şaşırmadan edememiştim çünkü üç katlı tarihi bir eserden bahsediyorduk ve bunu alan bir avuç gençti.

İnanması zor olan bir şey daha.

''Ucu ucuna param yetmişti, üvey babam hakkım olan paranın üzerine tamamen çökmeden yani. Diğerleri de eksikleri halletti. Hep birlikte tek tek içini baştan sona eve çevirdik.'' Gözlerinde o anlar canlanmış gibi tebessüm etti. Yere bakıyordu ama yeri incelemediğini anlamak zor değildi.

Geçmişten bahsetmek geçmişe dönmenin başka bir yoluydu. Bunu geçmişi anımsarken çok net anlıyordum. Geçmiş oradaydı, dönüp arkamızı yürümek elimizde olmasına rağmen biz ona her seferinde döner dururduk. O ise geçmişimizi çalmakla kalmaz bizi kendine hapsederek şimdimizi de çalardı.

''Arabamı satıp kart limitlerimi kullandım, böylece elimde hem para kalabilecekti hem de kendime yeni bir ev almış olabilecektim. İstediğim yerde, istediğim evi ve istediğim insanlarla.'' Gözlerimi bana çevirdiği gözlerine çevirdim.

Okulda söyleyip anlamadığım buz dağının görünen kısmını geçtiğimiz yer burasıydı. Buz dağının görünen kısmı onların bağımlı olmasıydı o kısmı geçtiğimiz kısım ise bu bataklığa nasıl saplandıklarıydı.

''Motoru kullandığım için zaten araba boşta duruyordu. Okula o kadar ödeme yapmaktansa burs kazandım ve paramı olursa diye geleceğime ayırdım.''

Olursa diye.

Daha önce birçok soru aklımdan geçmiş dilime dökülmemişti. Birçok şey içime oturmuş boğazıma yumru yapmıştı. Birçok korkacağım soruları sormak ya da düşünmek zorunda kalmıştım ama bu soruların hepsi bir noktada dilimin ucuna gelmiş geri dönmüştü.

Ya olmazsa? Sorusu ise boğazımdaki yumruyu geçemeyecek kadar bana zarar vermişti. Dilime yaklaşamayan tek soruydu.

Ya olmazsa?

''Yine de her şey çok güzel.'' Dedim yumruğunun boğazımı ve gideceği her yeri yırtacağını bile bile yutarken. ''Öyle.'' Dedi o da bakışlarını benim gibi yere indirirken.

Yatağının yanında durdum, gözlerimi duvardaki çizili iki çift mavi gözden onun yeşillerine çevirdim. ''Peki neden, neden güzel olan şeyleri mahvediyorsunuz?''

Harelerinin benimkilere bakışı derindi, çok derindi.

Gözlerinin içindeki yaşam olan ormanı görüyordum, nefes veriyorlardı. Sonra gözlerinden yüzüne ve vücuduna çeviriyordum bakışlarımı ve sadece ölümün açtığı yolda yürüyen bir erkek görüyordum.

''Mahvolunca güzelleştik.'' Sözlerinin taşıdığı üzüntü duygusu gözlerine yerleşti. Bana bakıyordu ama bakmakla kalmıyordu. Bana ihtiyacı varmış gibi bakıyor öyle hissetmemi sağlıyordu. Elimi boğazıma çıkardım, taktığım atkı bile o kokuyordu. Boynumda onun atkısını tenimde onun kokusunu taşıyordum ama bir adım atıp ona sarılamıyordum.

Gözleri içerisi sıcak olmasına rağmen üşümekten kızaran ellerime indi. Ardından ''Kahve?'' diye mırıldanıp az önce hiç olmamış gibi davrandı. ''olur.''

''Şöminenin yanında oturalım.'' Duvarın öteki tarafında olduğunu yeni gördüğüm şömine ve ikili koltuğa geçmemi işaret ettiğinde bej rengi tekli koltuklara oturup onun şömineyi yakışını izledim. Hemen solumda da küçük bir raf vardı. Hatta raftan çok orta sehpa gibiydi ama Zeyd burayı da kitaplarla doldurmuştu. En üstte duran arasında ayraç olan kitaba uzanıp sayfayı araladım. Birkaç cümle okurken içeriden gelen takırtıları duyabiliyordum. Muhtemelen bu katta da olan mutfağa girmiş kahveleri çoktan koymuştu.

Yanan şömine kararmaya başlayan havayla tek ışık kaynağım olduğundan göz almaya başladı.

Bir önceki sayfanın hafif altı çizili kısmı gözüküyordu. Önceki sayfayı açtığımda mavi kalemin altını çizdiği cümleyi mırıldanmaya başladım. ''Elmasın sertliği, saflığının da nedenidir. İçine ışıktan başkası girmez ve yansıttığı, aldığından fazlasıdır. Her şeyi kesebildiği halde hiçbir şey tarafından kesilemez.'' Bu cümlenin sonuna geldiğim sırada adım seslerine benimle aynı cümleyi tekrarlayan başka bir ses katıldı. ''Bir elmas ancak başka bir elmas tarafından kesilebilir.'' Bakışlarımı kitaptan kaldırdığımda elinde iki adet kahve ile önümde dikilen Zeyd'i gördüm.

''Güzel cümleymiş.'' Kitabı tekrar kapatıp aynı özenle yerine bıraktıktan sonra uzattığı kahveyi aldım. ''Seni anlatıyor.'' Dedi tam teşekkür edeceğim sırada. ''Nasıl yani?'' kitaba tekrar baktım. Nedense onun okuduğu her şeyi ve sevdiği diğer şeyleri merak etmeye başlamıştım ve bu merakımı durduramıyordum.

''Elmasın sertliği, saflığının da nedenidir.'' Diye mırıldandı kahvesinden bir yudum almadan hemen önce. ''İçine ışıktan başkası girmez ve yansıttığı aldığından fazlasıdır.'' Okuduğum cümleyi tekrarlarken dikkatle onu izledim, ellerim kupanın etrafına sarılıydı. Şimdi sadece içeriden değil dışarıdan da bedenimi ısıtıyordu.

''Seni elmasa benzetiyorum.'' Dedi koyduğum kitaba bakarken. Bu iyi bir şey olmalıydı değil mi?

Ne diyeceğimi bilemeyerek yüzümü kahveye eğdim. Neden aptal aptal gülümseyesim geliyordu ki böyle anlarda? Hiç mi iltifat duymadım ya da birinin iltifat etmesini istemedim?

Herhangi bir tepki vermemeye karar vererek sessiz kaldım. Eğer söylemek istediği düşündüğüm gibi iyi değilse ve ben öyle sandıysam rezil olurdum eğer iyiyse ve bunun karşısında utanıp komik bir tepki verirsem yine rezil olurdum.

''İçerinin fotoğraflarını çekebilirsin. Bende önceki halinin fotoğrafları var. Onları birleştiririz, ben tarihini yazarım.'' Masanın üzerine çıkardığı kağıtlara döndüm. O resimler Meyus'un eski hali olmalıydı. Meraklanarak ayağa kalkıp kahveyi kenara bırakarak masaya ilerledim. ''bende yazabilirim.'' Benim gibi ayağa kalkarak yanıma gelirken kafasını sağa sola salladı. ''Gerek yok, hallederim ben.'' Bana uzattığı kahveyi geri alıp diğer elimle masanın üzerindeki resmi elime aldım.

Eskiden duvarlar koyu kahverengiymiş, duvarlarda asılı bir sürü tablolar varken yerde halı yokmuş ve parke de duvar rengi gibi eski, koyu kahve rengindeymiş. Camlar kirli ve genelde açıkmış, tablo asılı olmayan duvarlarda insan, hayvan ve bitki resimleri varmış. Göze gelen nostaljik görüntü aşık edici görünüyormuş.

Diğer kağıtları elime aldığımda kahvemden bir yudum daha alıyordum. Bu görsellerin hangi kata ait olduğunu tek bir resimde tanımıştım. İki çift mavi gözle.

Keşke biri yeşil olsaydı, ikisinin ortak noktada buluştuğu o resmi merak ederdim.

Dudaklarımı ısırıp eski halini inceledim. Birbirine sarılan saçları ve gölgede kalan yüzleri hariç bir şey görünmeyen sevgili çizimleri vardı. Bir kadın tek duruyor karşısındaki duvara bakıyordu ve duvarda sadece bir çift mavi göz vardı. Bu anın bile resmini çizmişlerdi.

O resimleri görmeyi oldukça isterdim ama kalan resimler etrafta görünmüyordu. ''Duvarların yenilenmesi gerekliydi. O görsellerin sağlam kalması için elimden geleni yaptım ama elimde tek kalan iki çift göz.'' Kafamı aşağı yukarı sallayarak anlayışla kağıtları masaya geri bıraktım. Eskiler eskiden güzeldi sözüne inanan biriydim ama şu an yeni olan her şey de en az eski kadar güzeldi. Çünkü bugün bizim için yeni olan her şey bir gün eski olacaktı ve eskiler eskiden nasıl güzelse bugün de bugün güzeldi.

Etraf sessizleşip ıssızlaştığında duvara yansıyan ateşin gölgesine baktım. Hava git gide kararıyordu ve etraftaki tek ses ile görüntü ateşe aitti. ''Korkmuyor musunuz?'' diye mırıldandım giriş katı düşünürken. Elbette ki giriş çıkışları farklıydı ve buraya çıkmaları oldukça zordu ama yine de insanın içi ürpermeliydi.

''Birinci kattan bahsediyorsan yukarı katlar kitli kalıyor ve çıkabilecekleri bir alan yok. Kilitler kırılmaz. Genelde korkmamızı gerektiren pek durumda olmaz çünkü buraya gelen insanları artık tanıyoruz.'' Kahvemin son yudumunu içtikten sonra ''Anladım.'' Diye mırıldandım.

Evsizler için kurdukları bir düzen vardı, belki dünyayı değiştirmezdi ama birçok insanın dünyasını değiştirdiği kesindi. Dudaklarıma yayılan sıcak gülümsemeyle Zeyd'e baktım. Bu sıcaklık kahveden gelmiş olmalıydı. Bu ince düşüncelerin insanların zihninde olmadığı bir dönemde böylesine bir düşünceye rastlamak, elmas bulmak kadar değerliydi.

Gözleri dudaklarıma indiğinde sertçe yutkundu ardından bitmiş kahve bardağımı almaya yeltendi. Neden bana bakmıyordu ki? Gülüşüm yavaşça sönerken bardağı ona uzattım. Bardağı alırken sönmüş gülümsememe bakıp dudaklarını ısırdı. Hem söndürmüş hem de buna pişman mı olmuştu?

Bardaklarla az önce gittiği mutfak olduğunu düşündüğüm odaya ilerlerken bende telefonumu çıkarıp etrafı çekmeye başladım. Bu katı bitirmeme bir fotoğraf kaldığında yatağın olduğu yerden bir titreşim yayıldı. Boğuk gelse bile hala duyuluyordu. Yatağa ilerleyip sesin geldiği yere bakındım. Çekmeceden gibiydi, çekmeceyi açtığımda titreyen şeyin telefon olduğunu gördüm. Üzerinde numara yazıyordu, telefonu almak için elimi uzattığımda bir hışırtı duyuldu ve küçük bir poşet ışığa doğru kaydı. Ateşin aydınlattığı o küçük poşet küçük dilimi yutmama sebep olacaktı. Elim öylece dona kaldı. Olduğum yerde dikilirken bana yaklaşan adım seslerinden bile bir haberdim. Telefon önümden alındı ve çekmece hızla kapatıldı ama benim yüzümde mimik oynamıyordu. Kendimi hala küçük dilimi yutmak üzere gibi hissediyordum.

O poşette her şeyi başlatan lanet olası toz taneleri vardı.

Şimdi yere döksem saniyesinde kaybolacak kadar değersiz ama bunun için diğerlerinin ömrünü feda edecek kadar da değerliydi.

''Çıkalım mı?'' Zeyd'in sesini duyduğumda derin bir nefes alıp yataktan destek alarak doğruldum. Gözlerine bakmak istemiyordum, sadece o poşeti alıp paramparça etmek istiyordum. Bunun Zeyd'i ya da İkra'yı kurtarmayacağını bilsem de bu istek içimde kabarıyordu.

''Nereye gideceğiz?'' diyerek önden kapıya doğru ilerledim. Sürgülü kapıyı önüme geçerek açarken göğsünü indirip kaldıracak kadar derin bir nefes aldı aynı benim gibi. ''Aklında dönen başka bir soruya daha cevap vereceğim. Göstererek.''

Merdivenden indikten sonra ikinci katı geçtik, geçmeden hemen önce ben içeriyi çekmiştim ve Zeyd kapıları kilitlemişti. Birinci katta çok daha fazla insan vardı. Oradan da hızlıca aşağı indiğimizde aklımı gördüğüm o poşetten uzaklaştırmak için her şeyi düşündüm.

Garaj diye düşündüğüm yere geldiğimizde saçlarımı çekiştirerek motora yönelmiştim ama Zeyd oraya ilerlemedi. ''gel.'' Diyerek kepenge ilerledi ve kilidini açıp kaldırarak bana geçmemi işaret etti.

Kepengin arasındaki boşluktan dışarı çıktığımızda kepenk geri düştü ve Zeyd orayı kilitleyip önden bir sokağa doğru yürümeye başladı. Girdiğimiz aradan bir daha sağ yaptığımızda dar bir sokağa girmiştik, hava kararmıştı ama ileride yakılan ateşler yolu aydınlatıyordu. Zeyd ceketinin altında kalan kapüşonunu kafasına geçirdikten sonra bana döndü ve montumun şapkasını kafama geçirip parmak uçlarımdan avucuma elime uzanarak sıkıca parmaklarını benimkilere doladı. ''Bu sokaklar tehlikeli.'' Önüne dönüp tekrar yürümeye başladığında belli belirsiz gülümsememle ona baktım. Karşısına soğuk ve düz bir ifade ile bakıyordu, sokağı aydınlatan ateş gölgeleri gözlerini farklı bir renkmiş gibi göstermişti. Önüme dönerek ''O zaman beni neden getirdin?'' diye sordum. Yüzünde yine o belli belirsiz görünen soğuk gülümsemesini yaydı. ''Görmen için.'' Mırıltısının ardından yanından geçtiğimiz adam alkol şişesini kafasına dikti, yarısını üzerine boşaltıyordu ama bunun farkında olduğunu pek sanmıyordum.

Onun hemen çaprazında bir nefes sesleri işittiğimde yüzümü çevirdim. Sertçe yutkunarak Zeyd'in elini sıktığımda ''Sakin ol, burada sana kimse bir şey yapamaz.'' Dedi. Adamın nefesiyle içine çektiği torbaya göz ucuyla bakıp korkuyla önüme döndüm. Zeyd'in elini hala sıkı sıkıya tutuyordum. ''Nasıl bir bataklık bu görüyorsun değil mi?'' dedi sessizce. Köşede yatan ve gökyüzünü izleyen bir grup insanın yanından geçtik. ''Batan nasıl kurtulamıyor görüyorsun değil mi?'' hızlı adımlarımıza ayak uyduran nefeslerimiz buradaki tek sesti. Herkes fazla sessizdi ve bu korkutucuydu. Şimdiden ölüme alışmış gibi görünüyorlardı.

Yolun sonuna gelmek üzere olduğumuzda dayanamayarak şapkamı indirdim ve durup ona döndüm. O da bana ayak uydurarak durdu ve bana döndü ama ikimizin de elleri hala bir aradaydı. Ayırmaya ikimizin de gönlü yoktu. ''İllaki iyiyi seçenler vardır Zeyd, sen neden kötüyü seçtin?'' dedim ağlamamak için çabaladığım dirençle karşısında dururken.

Keşke dedim kendi kendime, keşke ben olsaydım o zamanlar yanında. Belki her şey farklı olurdu, belki adımını bile atmazdın bu karanlığa daha önce tanışsaydık. Belki gerçekler gördüklerinden güzel olurdu ve hiçbir rüya gerçek kadar güzel gelmezdi sana.

''Kanımda vardı.'' Dedi gözlerine hüzünler dolarken. Dili ben kötüyüm diyordu ama gözleri beni kurtar diye yalvarıyordu.

''İkra için Burçakla konuştuğumuz gün bana söylediklerini hatırlıyor musun? Onun için sizi de kurtarmamı ima etmişti.'' Dudaklarına yine o sevmediğim gülüşü yerleştiğinde yakınımızdaki ateşin gözlerine vuruşunu seyrettim. Soğuk vardı ama artık hissedemeyecek kadar sıcak doluydum. İçim duygu karmaşasıyla kavruluyordu. Şimdi burada bu insanları görünce Zeyd'i kurtarmak için her şeyimi feda edesim gelmişti.

Her şeyimi alsınlar ama seni almasınlar.

''Vera, sen aptal bir kız değilsin. Bizden artık gökyüzünü izleyerek yıldızları sayan çocuklar olmaz. İkra henüz batmadı, onu kurtarmak için başka bir yol bulmalısın.'' yine geri kaçmasından çekinsem de ona doğru bir adım attım. Bu kez geri bile gitse durmayacak devam edecektim. İkra'yı kurtarmanın başka bir yolunu bulabilirdim ama başka bir yol istemiyordum. Kendi inşa etmek üzere olduğum o rayı tekrar kırıp yenisini inşa etmek istemiyordum. Ben bu yolu istiyordum.

Elimi yavaşça çenesine koydum, gözleri hareketlerimi takip ederken nefesi kesikleşmeye başladı. Sanırım ödeşme zamanıydı. Elim soğuk çenesine değdiğinde yavaşça yüzünü kaldırmama izin verdi. Yüzünü gök yüzüne kaldırdıktan sonra kısa süre onu izledim ve bende gök yüzünde az da olsa görünen yıldızlar yüzümü kaldırdım.

''Görüyor musun?'' diye sordum fısıltıyla. ''Karanlık ama hala sönmemiş yıldızlar var Zeyd.'' Ona daha da yaklaştığımda nefesimin tenine çarptığını gördüm. Nefes alışı yavaşlamıştı, muhtemelen zamanın yavaş aktığı bu anda bana hissettirdiği bu heyecan duygusunu şimdi o da bu kadar yakından tadıyordu. ''Yıldızlar hiçbir zaman sönmez, sadece karanlık tarafından gölgede kalırlar. Sende karanlıktan çekildiğinde sana tüm yıldızları göstereceğim.'' Nefesimi tenine üfleye üfleye, sözlerimi içine işleye işleye cümlemi bitirdim. Yüzünü yavaşça bana doğru eğmeye başladığında elim çenesinden çekildi. Şimdi dudaklarımız bile birbirine değecek yakınlıktaydı ve kalbim maraton koşusunda gibi atıyordu. Dudaklarımızdan çıkan nefes birbirine değer haldeydi. Kalbimin teklediğini hissediyordum ama o benim aksime sakin ve üzgün gözlerle gözlerime bakarken dudaklarıma aynı ona yaptığım gibi üfleyerek fısıldadı.

''İkimizde aynı gök yüzüne bakıyoruz ama sen bir gün parlayan yıldızları görebileceğini düşünürken ben bir daha yıldız görebilir miyim diye düşünüyorum.''

Yıldızlar herkesin görmesi için gök yüzünde olmalıydı. Gök yüzü herkese serbestti. Herkesin görmeyi hak ettiği şeydi ama bazıları bir daha göremeyeceğim korkusuyla bakmıyor bakmak istemiyordu. Öyleyse zaten mahkumiyete daha erken başlamış olmuyorlar mıydı? Kendilerini ölüme, ölümün ne zaman geleceğini bilmeden hazırlamıyorlar mıydı?

''Senin için yaşamaya değer hiçbir şey yok mu?''

''Var ve bu ölüme bu kadar yaklaştığım için beni korkutuyor.''

Gözlerimin dolduğunu hisseder gibi oldum. Ölüme yaklaşmak, ölüme hazırlanmak ve yaşamdan vazgeçmek. Dudaklarımı sertçe ısırdım ağlamamak için, yaramı kanatsam da önemi yoktu. İsterse paramparça olsundu, iyileşirdi. Çünkü ben ölüme yürümüyordum ya ansızın ölecektim ya da yaşamaya devam edecektim ama ölüme yürümeyecektim.

Zeyd'in elini elimde tekrar hissettiğimde yüzümü yere eğdim. Göz yaşlarımı sonuna kadar saklayacaktım. Gerekirse içim şelale olup taşacaktı ama onun için onun karşısında ağlamayacaktım. ''Bataklık seni de boğmadan önce, seni evine bırakayım.''

Kafamı aşağı yukarı salladığımda yüzünü bana çevirdiğini göz ucuyla gördüm.

''Ben gök yüzüne bakmıyorum diye üzülme, gök yüzüne herkes bakar.'' Dedi elimi sıkıp beni kendi tarafına biraz daha çekerken. Gözlerimi ona çevirdiğimde baş parmağını kanattığım dudağıma götürerek eliyle kanı sildi. Ardından parmağını dudağına götürdükten sonra gülümseyerek tekrar dudaklarını benimkilerinin üzerine getirip duraksattı. ''Ben senin okyanuslarını görüyorum ve bu eşsizlik bana gök yüzünden daha güzel hissettiriyor.''

 

Atilla Altay ~

Atilla Altay ~

 

Loading...
0%