@byzloey
|
Aklıma öyle şeyler geldi ki, kurguyu alıp zirveye çıkaracağım... Yaniiii umarım. Visal 2'de bazı şeyleri değiştirerek yazacağımı söylemiştim eğer birinci kitapla alakasız bir kısım görürseniz bir akrabalık ya da başka bir detay lütfen takılmayın. Visal 2 bittikten sonra birinci kitabı ikinciye göre baştan yazacağım çünkü böyle olaylar ve Visal 1 olduğundan çok daha iyi çok daha güzel bir yere gidecek. Instagram: Byzloey Yorum atmayı unutmayın, özellikle de paragraf aralarını... Hepsini okuyor olacağım^^ Keyifli Okumalar! 46.Bölüm | Herkesten Kaçmak La di die | Nessa Barrett, jxdn Gerçekten bir çiçek mi temsil edecekti aşkı? Bir çiçeğin temsil etmesi çok mu anlamlıydı yoksa çok mu basitti? Ya ben? Onun gözünde fazla mı basittim yoksa anlamlı mı oluyordum? Bu anlamın Önünde sonunda ölen bir çiçek kadar mıydı ömrü? Olmamalıydı, bu kadar basit ve kısa olmamalıydı. Evet edebiyatta zambaklar aşkı temsil ederdi, evet birçok insan için anlamlıydı. Çünkü diğer insanlar aşka olan inancını kaybetmemişlerdi, hem de bu duyguyu yaşayıp hayal kırıklığına uğramalarına rağmen. Ya ben? Sorduğum soru bile gülmeme sebep oluyordu, çünkü ben aşkı yaşamadan inancını kaybedenlerdendim. Hayal kırıklığına uğramam için illa denememe ya da şans vermeme gerek yoktu, nasıl çiçekler önünde sonunda solarsa şans verdiğimiz insanlar da bizi yüz üstü bırakırdı. Bazen sözleri ve hareketleriyle, bazen de ölümleriyle. Ve ancak âşık olan insan yarı yolda kalacağını bildiği bir yola adım atardı. Ben ise bu durumlardan arkamı dönüp koşarak uzaklaşan ve aynada kendime baktığımda yanımda kimse olmadan sadece kendimi gören bir kızdım. Buna alışmış bir kız, kimseye alışamayacak ve kimseye ayak uyduramayacak bir kız. Küçük Tuana aşkın, ona ayak uyduracağını ve beni kendisine alıştıracağına inanırdı. Ama bu ailesini ve etrafındaki enkaza dönen aşkları görmeden önceydi. Artık o kız Tuana değildi, Ceyda'ydı. Ve Ceyda denilen kız kardeşlik duygusu hariç tüm duygulardan habersizdi. Elimdeki zambağı içeri giren Tuna'yla sıranın altına arkaya doğru ittirerek önüne çantam da ki kitabı koydum. Elindeki keklerle sıraya geçtiğinde sessizce masama bıraktığı keke bakarak yerime geri oturdum. Gözlerim hemen solumda kalan Tibet'e kaydı, gözleri üzerimdeydi ve öyle ağır ağır izliyordu ki sanki her anı kaydetmek ister gibiydi. Ona kaydığında kesişen gözlerimiz bir süre birbirimizin harelerinde takılı kalmıştı. Benim yeşillerim onun kahverengilerinde, onun kahverengileri ise benim yeşillerimde. Sahi, hangisi daha baskındı? Yeşil mi Kahverengiyi kendine karıştığında yok ederdi yoksa kahverengi mi kendine karışan yeşili yok ederdi. Belki de bu iki rengi yok eden sadece bir adet beyaz bir zambak olacaktı. Ders zili çaldığında gözlerimi Tibet'in gözlerinden çekerek tahtaya çevirdim. Gelen öğretmen hangi dersindi, nasıl biriydi hiç önemsememiştim. Çünkü içim de susturamadığım bir duygu fısıldamaya başlamıştı. İçimden bir ses fısıltıyla bile beni rahatsız etmeye başlayan bu duygunun zamanla sesinin yükseleceğini söylüyordu. Çünkü aklım bu sese şu sözlerle katılmıştı. 'İlk defa biri bu kadar güzel bakıyor sana.' Kafamı sağa sola salladığımda düşüncelerimden kurtulacağımı sandım ama sadece saçlarım savrulmuştu. Tanışma merasimine katılmadığım dersin zili çaldığında gözlerimi daldığım pencereden çektim, Tuna da bana bakıyor bu halimi kendince sorguluyordu. Bunu gözlerinden ve yüz ifadesinden anlayabiliyordum. Yine de bir dudaklarını aralamaması ve beni rahat bıraktığı anlamına geliyordu ve bugün ihtiyacım olan şey gerçekten sessizlikti. İlk günüm tam da lavaboda tanıştığım kızın söylediği gibi gergin ve kötü geçiyordu. Bu sınıf beni huzursuz etmişti, sınıf arkadaşlarımı sevmemiştim ve hepsiyle iyi ya da kötü irtibat kuracağım aşikardı. Ama ben iyi ya da kötü değil hiç irtibat kurmak istemiyordum. Tuna benim aksime sadece bir teneffüste bile arkadaş edinmişti, derste ara ara arkaya dönüyordu ve sohbetlere katılıyordu. Bazen ona özeniyordum.... Sadece bazen. Zil çaldıktan sonra boşalan sınıfta gürültüler yükseldiğinde ben de sıramdan ayaklandım, Tuna'nın gözleri sorarcasına bana döndüğünde omuzumun üstünden göz ucuyla Tibet'e bakmıştım. Sırasında yoktu, onun oturduğu sıra komple boş görünüyordu. Sınıfta tek kalan, en arkada oturan o kalıplı çocuk ve Hazallardı. ''Kütüphaneye ineceğim.'' Diye mırıldanarak Tuna'yı başımdan savdığımda gergince nefes alıp gömleğimin bir düğmesini açtım sınıftan çıkarken. Kütüphaneye gidecektim çünkü tek yalnız ve sessizlik içinde kalabileceğim yer orasıydı. Çünkü kütüphaneye sayılı insanlar giderdi, çünkü kitapların herkesten ve her şeyden daha iyi gelebileceğini sayılı insanlar bilirdi. Sonunda etrafta tur ata ata bulduğum kütüphanenin önüne geldiğimde cam kapıyı ittirerek sessizce içeri girdim. Yan yana dizili raflar ve geniş bir alan karşılamıştı beni girer girmez. Masalar sağ ve sol kenarlara doğru uzunca yerleştirilmişti, hepsinin önünde bilgisayar vardı. Girdiğim an birkaç kişinin, özellikle kapıya yakın olanların bakışları kısa bir an bana döndüğünde onlara aldırmadan rafların arasına yöneldim. İkinci ara boştu, boş bir yer bulabilmeme sevinerek elime rastgele bir kitap aldım ve yere çömelerek oturdum. Okuyacağımdan değildi, okuyabilmem için önce aklımı dolduran şeylerin üstünden çekim gücü en yüksek süpürgeyle bir kat geçmem gerekiyordu. Sadece olası bir durumda gelen kişi kitap okuduğumu düşünerek sessizliğini korusun ve beni rahatsız etmesin istemiştim. Rastgele aldığım kitabın yine rastgele bir sayfasını açarak aklımda sınıftaki anı ve kantindeki anı canlandırdım. Yani Tibet'i ilk tanıdığım ve ilk sesini duyduğum anı. Şu an baktığım sayfa da süt kahvesini andırıyordu. Sonuçta o da kahverengiydi, eğer koyulaştırırsak ortaya Tibet'in göz rengi çıkardı. Neden böyle bir şey düşündüysem! Onun gözlerinden bana neyse! Dudaklarımı ısırarak bacağımla ritim tuttuğum sırada kafama düşen bir cisimle oturduğum yerde sıçrayarak acıyla inleyip elimi başıma götürdüm. Tam kafa derimin üstüne düşmüş sert tarafı derime batmıştı. Acıyla inlediğimde rafın arkasından bir küfür duyuldu. ''Siktir.'' Adım sesleri git gide yakınıma gelmeye başladığında elimde ki kitap da kucağıma düşmüştü. Ben ise yüzümü buruşturmuş şekilde rafın başında görünen buna sebep olan kişiye dönmüştüm. ''Çok affedersin.'' Bana doğru adım atıp önümde eğilen çocukla gözlerimiz kesiştiğinde buruşturduğum yüzümü düzelttim. Bu okul kapısında çarpıştırdığım çocuktu, aynı sınıfta olduğum ve yoklamada adını dinlemediğim çocuk. ''Önemli değil.'' Diye mırıldansam da aynanda konuştuğumuzdan ötürü benim sesim onunkinin arkasında gölge gibi kalmıştı. ''Kitaplar sıkışıktı, aradığımı alırken diğerini düşürdüm.'' ''Anladım, önemli değil.'' Diye söylediğimi tekrar ederek elimi saçımdan çektiğimde doğrularak saç dibime kitabın düştüğü kısma baktı. ''Kanamıyor değil mi?'' ''hayır.'' Gözleri saçlarımdan kucağıma düşen kitaba kaydığında kaşları bir saniyeliğine çatıldı ve tekrar düzeldi. ''Okumaya değil kaçmaya gelmişiz ha?'' gözüm baktığı kucağımdaki kitaba döndüğünde ters olmasından dolayı gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. ''Elimden ters düşmüş olmalı.'' ''Tabi.'' Gözlerimi aralar aralamaz dudaklarında belli belirsiz tebessüm gördüğümde ona ters şekilde baktım. Bakışıma karşılık vermemiş mimik bile değiştirmemişti. Yere düşen kitapları ifadesizce yerine koymuştu. Bir şey söylemeden eğildiği yerden doğrulduktan sonra elinde tuttuğu kitap görüş açıma girdi. Kitabı yan şekilde belinin hizasında tutuyordu. Orhan Pamuk Kafamda bir tuhaflıktı elinde tuttuğu kitap. ''Sıkılmıyor musun okurken?'' Diye mırıldandım yüzümü buruşturarak. Edebiyat... fazla sıkıcı ve boğucuydu. En azından benim için. Etrafımda okuyan ya da ilgilenen birini gördüğümde derin bir hayrete kapılıyordum. Özellikle de yaşıtlarıma... ''Zil çalmadan sigara içeceğim, gel benimle.'' Elini uzattığında kısa bir bakış atmamın ardından uzattığı elini tutarak kalktım ve üstümü düzelterek peşinden kütüphanenin çıkışına doğru ilerledim. Gözleri sabah gördüğüm gibi şişik ve hafif kızarıktı, ağlamış görünüyordu. Neye ağladığını ve suratındaki bu ifadenin sebebini merak etsem de sormadım. Dinmeyen bir meraka sahiptim ama merakımdan ölsem de bir kere bile insanlara özel konuları hakkında bana açılmadan soru sormazdım. Eğer benimle rahat konuşurlarsa o zaman ben de onlarla rahatça konuşur merak ettiklerimi sorardım, çünkü bu karşımdakiyle samimiyet kurmaya başladığımı gösterirdi. Kütüphaneden çıktıktan kısa süre sonra iki kat yukarıda kalan Terasa çıkmış terasın en ücra köşesine pufların çaprazına geçmiştik. Terasta Tibet ve arkadaşları vardı, o sarışın ve yanındaki esmer çocuk. Bir de tam arkamda oturan soy adlarının aynı olduğu Cem Orçun. Tibet onu izlediğimi anlamış gibi bana döndüğünde kaşları çatıldı, gözleri benden yanımdaki çocuğa döndüğünde yutkundu ve gözlerini kısarak kurumuş dudaklarını yaladı. Nedense bu görüntü bana avını izleyen bir hayvanı anımsatmıştı. Onun ardından Cem denen çocuğun da bakışları Tibet'in bakışlarını takip ederek beni bulduğunda gelen sesle gözlerimi onlardan ayırdım. ''Kullanıyor musun?'' sigara paketini cebinden çıkartıp bana uzattığında bir anlık tereddüt etsem de gerginliğimi alabilir düşüncesiyle içinden bir dal aldım. Bağımlısı değildim, arada bir içerdim ama birinin yanında içmek zevk veriyordu. Yeşil gözlü çocuk çakmağıyla kendi sigarasını yakarken ona yaklaşıp tek ateşte onunkiyle beraber kendiminkini de yaktım. ''Öğretmenler görmeyecek mi? Ya da kamera?'' ''Burayı görmezler, merak etme haberim sağlam yerden.'' Gözlerini kısarak bana bakmasına karşın onu taklit ederek gözlerimi kıstım. Saçlarından varla yok arası bir şampuan kokusu geliyordu, bakışları yorgun görünüyordu. Ellerinin dış kısmında daha önce dikkat etmediğim şimdi sigara içerken gözümün önünde kalan yaralar vardı, kemik kısımları kabuk bağlamıştı. Yakasından birkaç düğme açıktı, o da sanki benim gibi nefes almaya çalışıyordu. Serçe parmağında ince bir gümüş yüzük vardı, dümdüz bir yüzük. Omuzları da hafif genişti, cılız bir yapısı yoktu ama bu yapıya rağmen beli inceydi. Zayıf görünüyordu ama yapısının zayıf olmadığını anlamak çok zor değildi. ''Edebiyattan sıkılmıyorum... Çünkü kendimi bulduğum cümlelere rastlamak daha fazla cümle aramama sebep oluyor.'' Diyerek sorumu cevapladığında kaşlarım hayretle kalktı, bir yandan da sigaradan derin bir nefes çekiyordum, o da benim gibi derin nefes çektiğinde yanakları içe göçtü. Gözleri şişikten ötürü kıstığında hafif kapalı gibi görünüyordu. ''Ya sen? Kimden kaçıyordun?'' diye mırıldandı gözlerini arkamda kalan Tibet'e kaydırırken. ''Şu çocuktan mı?'' Çenesiyle işaret ettiği Tibet'e bakarken sigarasından bir nefes daha çekmişti. Az ama sağlam nefesler çekiyordu. ''Kaçarsam herkesten kaçarım, kimseye özel bir duygu oluşturmam. Kaçıyorsam herkesten kaçıyorumdur.'' ''yani o da herkesin içinde.'' Dediğinde belli belirsiz kafa sallayarak bir nefes daha aldım. Zil çalmıştı ama derse girmektense burada olmak daha çok hoşuma gitmişti. Çünkü sanırım rahat rahat konuşabildiğim sayılı insanlardan birine rastlamıştım. ''Ben kaçıp kitaplara sığınıyorum, ya sen nereye sığınıyorsun?'' dediğinde sigarayı dudağıma uzattığım parmağım duraksadı. Ben nereye sığınıyordum? Şimdiye dek sığındığım bir liman olmuş muydu? Hiç sanmıyordum. ''Herkesin sığınacak bir limanı olmuyor. Bazen insan sığınmak yerine sağa sola savrulmak zorunda kalıyor.'' Diye mırıldandım sigarayı söndürürken. O da son nefesini çektikten sonra dudaklarını yaladı ve sigarasını benim gibi söndürdü. ''Belki seni savuran şey hayat değildir, sen bir şeylerden kaçarak kendin savruluyorsundur. Hiç duraksamayı ve etrafına bakmayı denedin mi?'' dediğinde kaşları kalkmış sorgular şekilde bana dönmüştü. Kolunu yasladığı terasın demirinden çekerken çıkışa yönelmesiyle ona ayak uydurarak terasın çıkışına yöneldim. ''Koştuğun bir yer yoksa, belki de koşmayı bırakmalı ve biraz dinlenmelisin.'' Merdivenlerden inerken derin nefes alarak yüzümü ona dönmüş merakla bakıyordum. ''İşe yarıyor mu?'' ''Bilmem, henüz durmak istediğim bir nokta hiç olmadı. Aradığım ne ya da kim bilmiyorum ama bulduğumu hissettiğimde bir daha hareket etmeden durup sadece dinlenmek istiyorum.'' Dudaklarımda belli belirsiz tebessüm oluşurken gözlerimi onun üzerinden çektim. Belki de edebiyat sandığım kadar sıkıcı değildi, onun da dediği gibi kendini bulduktan sonra edebiyat değerli geliyordu. Sınıfın önüne vardığımızda elini kapının kulpuna uzatacağı sırada yüzümüze açılan sınıf kapısıyla geriye doğru refleksle adım attık. Eğer bir saniye gecikseydik, kapı çocuğun suratını koparırcasına çarpacaktı. ''Buyurun, geçin hoca gelmeden.'' Bakışlarım sesin sahibi, kaşlarını çatmış burnundan soluyarak bize bakan Tibet'e döndüğünde ben de karşılık olarak kaşlarımı çatmıştım. Dalga mı geçiyordu? Çocuğun burnunu kırabilirdi. ''Bir daha kapı açma zahmetine girme.'' Tibet'e ters bakış atarak içeri giren az önce tanıştığım adını bilmediğim arkadaşımın peşine sınıfa girdiğimde kapı hemen ardımdan kapanmıştı. Sırama geçtiğimde Tibet'te sırasına geçmişti ve bakışları benimkilerin onun üzerinde olduğu gibi üzerimdeydi. Sessiz geçen bu öfkeli bakışlarımız kulağıma gelen mırıltıyla bile kesilmemişti. ''Yeni arkadaş mı edindin sen?'' ''Bilmem, sanırım.'' Diye mırıldandım Tuna gibi. Gözlerim hala Tibet'teydi. ''Okuldaki ilk arkadaşını buldun ha? Sanırım anneme anlatacağın hayali bir arkadaşa gerek kalmayacak.'' ''Bilmem, sanırım.'' Diye tekrarladım bir kez daha önemsemeden. Sınıfın kapısı açıldığında erkek öğretmen içeri girdi ve kimseye bakmadan masasına ilerledi. Bugün derslerin yarısından çoğu tanışma faslıyla geçiyordu, çünkü herkes okula yeni gelmişti. Kalan kısmı ise yıl boyu izleyeceğimiz planlar hakkında özetlerle geçiyordu. Bu derste tam olarak o şekilde ilerledi. Önce yoklama alındı, bu kez az önce edindiğim ilk arkadaşımın adını öğrenmiştim. Zeyd Vuran. Hemen yanında oturan Defne'yi ve hem okul sahibi hem de Zeyd'in arkadaşı olduğunu öğrendiğim Burçağı da aklıma kazımıştım. Defne sıcak kanlı görünen güler yüzlü bir kızdı, etrafa neşe saçan türlerden. Burçak ise etrafa bir soğuk bir sessiz bakıyordu. Birkaç ders önce yanındaki Atilla denen çocukla olan samimiyetini hatırladığımda onu da çözmüştüm. Yabancılara soğuk ama sevdiğine sıcak bir karaktere sahip olmalıydı. Zeyd'de sanırım ona adım atılması yeterdi ama bu adım sadece konuşmada mı kalırdı yoksa zamanla dostluğa mı dönerdi orası bilinmezdi. Aralarında en kara kutu gibi duran o gibi görünüyordu. Ayrıca eliyle gözlerinin halini de hala merak ediyordum. Gözlerimi onların üzerinde fazla tuttuğumu fark ettiğimde önüme döneceğim sırada arkamdan birinin fısıltısı kulaklarıma ilişti. Dikkatim dağılmıştı, derse katılmamıştım ve görünene göre bunu yaparken hem sınıfa hem de öğretmene yakalanmıştım. ''Herkes sana bakıyor Tuana.'' ''Benden önce sınıftakileri tanıdığını tahmin ediyorum Ceyda ama benim ismimi söylediğim kısmı dinledin mi?'' Dudaklarımı belli belirsiz ısırdığımda arkamda oturan Tibet'in neyi olduğunu bilmediğim çocuk kısık sesle güldü. Ardından ''Adı Mehmet.'' Diye fısıldadı. ''Dinledim hocam...'' diye mırıldandığımda kaşları hayretle kalktı. Zeyd ve yanındakiler bu aptallığıma gülümsüyordu, Tibet'in bakışları ise Cem ve benim aramda gidip geliyordu. ''Neymiş adım?'' dediğinde ''Mehmet?'' diye mırıldandım. Öğretmen derin bir nefes aldı ve giydiği takımı düzelterek kafasını salladı. ''İyi madem.'' Derin bir nefes bırakarak bana bakan Tuna'ya döndüğümde o da arkamızda oturan Cem'e ters bir bakış atmış tekrar önüne dönmüştü. Sessiz kaldığına göre o da öğretmeni dinlememişti, aynı kardeşi gibi. Öğretmen solumuzda kalan sıralara döndüğünde arkama doğru yaslanarak ''Teşekkürler.'' Diye fısıldadım. Gözlerim omuzumun üzerinden ona kaymıştı ama tek gördüğüm omuz silktiğiydi. ''Tibet'e edersin.'' diye bir karşılık aldığımda bakışlarım ondan Tibet'e döndü. O ise ben ona döner dönmez önüne dönmüştü ve tırnak etlerini yoluyordu. Dudakları düzleşmişti, gözleri kısıktı. Kirpikleri yandan ne kadar da uzun görünüyordu öyle? Öğretmenin boş muhabbetleri bittiğinde bileğindeki saatini kaldırıp kontrol etti. ''Beş dakika kalmış. Öyleyse tanıştığıma memnun oldum çocuklar. Ben çıkıyorum, zil çalmadan çıkmak yok.'' Uyarısını yapar yapmaz kapıya yöneldi ve içeride sessizlik yemini etmiş sınıfın kapısını kapattı. Evet, şimdi içeride birbirini pek tanımayan ve tanışmaya da pek gönüllü görünmeyen sınıfta yalnız kalmıştık. Ta ki orta sıradan kalkıp Tibet'e doğru ilerleyen Hazal'a kadar. ''Sen Yavuz Orçun'un oğlu musun?'' Tibet belli belirsiz kafasını sallayarak kaldırdığında Hazal'ın başında dikildiğini yeni fark etmiş gibi kaşlarını çattı. ''Sen nesi oluyorsun?'' işaret parmağını Cem'e uzattığında Cem ''Amca oğlu.'' Diyerek kısa kesti. Hazal ''yaa...'' diye mırıldandığında ellerini sıraya yaslamış hafif ona doğru eğilmişti ama Tibet'in tek yaptığı arkasına yaslanarak aralarına mesafe koymak olmuştu. Bu hareketi nedensizce gülümsememe ve rahatlamama sebep oldu, tamamen nedensizce. O sırada Hazal'ın gözleri kısıldı ve yanağına gamze çıkartır gibi yana doğru dudağını büzüp 'Çı.' Diye bir ses çıkararak ellerini sıradan çekti. Sınıfta resmen tur atıyor kimin kimden olduğunu soruyordu, şaka gibiydi. Bize doğru geldiğinde hemen önümüzdeki masadan yoklama kağıdını aldı ve göz gezdirdi. ''Sen...'' bu kez kurbanının kim olduğunu merakla beklerken kâğıdı indirir indirmez benim arkama bakması bir an bana bakmış gibi hissettirmiş afallatmıştı. Neyse ki seçtiği bu kurban ben değildim. ''Sen... Yusuf Kıran'ın oğlu musun? Şu Begümlerin şirketiyle ortak iş yapacak en ünlü şirketlerden birinin sahibi?'' Tuna'yla aynı anda arkamıza döndüğümüzde en arkada oturan o esmer, yapılı çocuk keyifsizce Hazal'a baktı. ''Ne yapacaksın? Kütüğümüze mi geçeceksin?'' Bu cevabı sınıftakilerin gülmesine ve Hazal'ın yüzünün düşmesine sebep olmuştu. Tuna ise bana yaklaşarak ''benim bile canım acıdı.'' Diye fısıldamıştı. ''Soruyorum, cevap vermekten bile aciz misin?'' ''Soru sormamaktan aciz misin?'' diyerek karşılık verdiğinde Hazal sinirle dudaklarını ısırdı. Sanırım Dağhan olduğunu hatırladığım çocukla daha fazla uğraşamayacağını anlamıştı ki birkaç kişiye daha döndü ve en son gözlerini Burçağa dikerek dudaklarını yaladı. ''Eh seni okulda tanımayan yok, malum okul sahibinin oğlusun.'' Burçak sabır çeker gibi yüzünü ondan çevirdiğinde zil sesi sınıfta yankılandı. Sanırım bu ders herkes zil sesine bizi Hazal'dan kurtardığı için şükrediyordu. ''Öğle arası mı?'' Tuna sorumu onayladığında bileğimdeki saatten tekrar kontrol ettim. Karnım acıkmıştı ve çok sıkılmıştım. Tuna ile sıramızdan aynanda kalkarken o yediği kekin poşetini avuçlamış çöpe attıktan sonra adımlarını hızlandırarak bana yetişmişti. Hemen önümüzde Zeyd'ler yürüyor arkamızdan da Tibet'ler geliyordu. Herkes kendi arasında konuşuyor koridoru gürültü çemberine çeviriyordu ki önümüzdeki sınıfın kapısı birden açıldı, tüm sesler kesilmişti çünkü içeriden bir kız düşer gibi savruldu. Ben kapının güm diye açılmasıyla sıçramışken kapı Burçağa çarpmış onu geriletmişti, koridorda bir küfür yankılandı ve yalpalayan kızı belinden yakaladığında onunla beraber duvara tosladı. Kızın yüzü tanıdıktı, gülüyordu ve kapı açıldığında ''Oha yavaş ya.'' Diye arkasındaki arkadaşına bağırmıştı. Arkasından çıkan kız da gülüyordu. Tuvalette adının İkra olduğunu öğrendiğim kız Burçağın kollarından ayrılırken ''Çok özür dilerim, arkadaşımın patavatsızlığı.'' Diye mırıldandı mahcupça. Burçak ise birkaç kez kirpiklerini kırpıştırdıktan sonra sorun değil dercesine kafa sallamıştı. ''Demek öğrencilerin garipliği bizim sınıfa özel değilmiş.'' Tuna'ya döndüğümde gülümseyerek kafa salladım ve diğerlerinin önüne geçerek onunla kantine giriş yaptım. Sanırım az önceki ders için birine gerçekten teşekkür borcum vardı. Üçlü bir erkek grubu Tuna'yı çağırdıklarında bu fırsatla Tuna'nın onlara katılacağını söyleyerek onu arkadaşlarının yanına doğru ittirdim. O arkadaşlarının yanına gitmeliydi ki ben de az önceki derste beni kurtardığı için Tibet'le Cem'e teşekkür etmeliydim. ''Kızım tek mi yiyeceksin?'' ''Hayır annemin söylediği gibi arkadaş edineceğim. Keyfine bak.'' Diye fısıldayarak onu sandalyeye omuzlarından baskılayarak oturttum. ''Afiyet olsun.'' Gözlerim Tuna'dan etrafa kaydığında kalabalıktan cam kenarına oturan Tibet ve Cem'i zor da olsa seçebilmiştim. Öğle tabağımı aldıktan sonra parasını vererek tabaklı iki tatlı daha alarak yanlarına doğru ilerledim. Tibet'in gözleri onlara döndüğüm andan beri üstümdeydi, ona attığım her adımda kirpiklerini daha hızlı kırpıyor biraz daha arkasına yaslanıyordu. Yanına gittiğime inanamıyor muydu? Hiç sanmıyordum. Ama buradaydım işte, tam yanında ayakta dikiliyordum. ''Oturabilir miyim beyler?'' Tibet sandalyeyi geriye çekip eliyle işaret ettiğinde tabağımı bırakıp eteğimi düzelterek oturdum ve tabağımın kenarına koyduğum tatlıları onların tabağına bıraktım. ''Ders için teşekkür etmek istedim.'' Beğenmemiş miydi? Yoksa gerçekten kendini bana karşı öfkeli olabileceği bir konumda mı sanıyordu? Sadece bana güzellik dedi diye ve gözünü benden ayırmıyor diye bana âşık olduğunu düşünecek kadar aptal değildim, umurumda da değildi. Çünkü bu sözleri başkasına da söylüyor olmalıydı. Sonunda dayanamayarak ''Neden açmıyorsun?'' diye sorduğumda cem bitirmek üzere olduğu tatlısını kazırken bize döndü. ''Tibet o tatlıyı yeme- '' Cem lafını tamamlayamadan Tibet tatlıyı açmaya başladığında Cem'in tatlı tabağını kazıyan eli durdu, bakışları Tibet'e döndü. ''Yiyecek misin?'' ''Yiyeceğim.'' Tatlıdan ufak dilimler alarak yediğinde gözlerim kısıldı. Neden böyle bir konuşma geçmişti ki şimdi? Tatlı yediğini gördüğümde belli belirsiz gülümseyerek bende tabağımdaki yemekten yemeye başlamıştım. Zeyd'ler hemen çaprazımızdaydı, onların hemen önünde de İkra ve sınıftan gülerek çıkan arkadaşı oturuyordu. Tibet ufaktan öksürdüğünde bakışlarımı onlardan çevirdim, Cem suyun kapağını açmış ona uzatıyordu. ''ne oldu?'' Cem dudaklarını cevap vermek için araladığında Tibet ''Boğazıma kaçtı, seni kızdırdığım için haram ettin herhalde.'' Diye cevap vererek onu susturmuş alaylı gözlerle yüzüme bakmıştı. Ardından ensesini ve boğazını hafif kaşıyarak derin bir nefes aldı, kaşıdığı yerler kızardığında gözüm oraya takılmıştı. Alaycı ifadesiyle örtmeye çalışırken bir yandan boğazlarından çıkan damarı fark etmemle elimdeki çatalı bırakarak önündeki tatlıyı kendi önüme aldım. Söylediği tamamen yalandı, karşısındakini aptal mı sanıyordu? ''Alerjin varsa neden yiyorsun?'' Sesimde biraz kızgın biraz da huzursuz bir tını vardı. Gözleri Cem'e sonra bana döndüğünde dudaklarını yaladı ve önündeki sudan büyük bir yudum daha aldı. Gerçekten alerjisi olmasına rağmen neden ben bunu yiyemem demek yerine yiyordu? ''Israr ettin.'' ''ısrar etmedim sordum.'' Diyerek cümlesini düzelttiğimde yine o hoş ama kuşku bırakan gülümsemesi dudaklarında yer aldı. ''Yemeğini yemen için on dakikan kaldı.'' Lafı çevirerek bana yemeğimi işaret ettiğinde kurumuş dudaklarımı yaladıktan sonra ısırıp çatalımı patates kızartmasına batırdım. Evet yemek yiyordum ama gözüm yemeğimde değil çaprazımda oturan ve gördüğümden beri garip şekilde yüzü aklımdan çıkmayan çocuktaydı. O sessizce yemek yerken beni izliyordu, ben de sessizce yüzüne ve boynuna daha dikkatli bakıyordum. Boynunda bir kolye asılıydı, ucu görünmüyordu. Kolyenin hizasında küçük küçük birkaç tane ben vardı ama dikkatli bakılmadığında belli olmayacak cinstendi. Bir tane de yanağında vardı ama hiç dikkat çekmiyordu ve yüzünü tamamlıyor gibi görünüyordu. Sonunda bu sessizlik onu germiş olmalıydı ki boğazını temizleyerek ayağa kalktı. ''Geliyor musun?'' bakışları Cem'e dönmüştü. ''Tüttürmeye mi?'' Tibet kafasını salladığında eli cebine gitmişti, sigarasını cebinde mi tutuyordu? Bu ne cesaretti? Bakışlarım hayretler içindeydi ama o etrafını kolaçan ettiğinden benim bakışlarımı görmemişti. Cem ''Sen git.'' Dediğinde kafasını sallayarak sandalyesini geriye çekti ve bana döndü. ''Suların bitti mi? Alayım mı bir tane daha?'' Gözlerimi kısarak ağzımdaki lokmayı yavaşça çiğnedim ve yuttum. ''Sen kendine al suyu, maazallah bir alerji daha tutar hık diye gidersin.'' Dudakları yukarı kıvrılırken kafasını belli belirsiz salladı ve yanımdan öylece kantinin çıkışına doğru geçip gitti. Şimdi masa da Cem ile yalnız kalmıştık, gözlerinin üzerimde olduğunu hissediyordum ama henüz ona dönüp bakışlarına karşılık vermemiştim. ''Yanlış adamın sözlerine gülümsüyorsun.'' ''Anlamadım?'' ağzımda lokmayı çiğnerken bu kez direk bana yönelttiği cümle dolayısıyla ona dönmüştüm. Çünkü söylediği cümlenin nedenine ve saçmalığına tam olarak anlam verememiştim. ''Tibet'ten bahsediyorum. Bugün gülümsüyorsun ama bu gülümseme yarına kadar sürmez.'' ''Eğer her önüne gelen kişiye böyle davrandığını ima ediyorsan cümle kurmayı bilmeyen çocuklar gibi lafı dolandırma. Ben insanlardan ümit beslemeyi öğrenmedim o yüzden bahsettiğin şeyin ne olduğundan haberim yok. Herkese mi yapıyor, yapsın. Bana mı yapıyor, yapsın. Keyfi bilir. Benim de bugün ona gülümsemem yarın da gülümseyeceğim anlamına gelmiyor.'' Verdiğim cevapla sandalyesinde doğrulurken yüzünü yüzüme yaklaştırmış tepsiyi kenara ittirmişti, gözlerinde garip bir bakış vardı, henüz adını bilmediğim ve daha önce görmediğim bir bakış. Oyuncak almaya gelmiş bir çocuk heyecanına mı benziyordu yoksa uzun zamandır görmediği bir mücevher görmüşe mi benziyordu tam olarak karar veremiyordum. Ama garip bir beklenti ve hayranlıkla baktığını anlayabiliyordum, yani sanırım. ''Aslında düşündüğünün aksine, Tibet her gördüğüne yanaşan tiplerden değil. Laf olarak takılır belki ama gerisi gelmez. Çünkü Tibet sevmeyi bilmez, senin için söylüyorum. '' Gözlerim pencereye kaydığında Tibet'in okula doğru yürüdüğünü gördüm. Gözleri yere bakıyordu, kafası eğikti ve elleri cebindeydi. Sigarasını ne ara içmişti? ''İki sevmeyi bilmeyen insan... zaten birbirini nasıl sevebilir ki?'' Yüzümü ona döndüğümde burun buruna geldik, yüzünü ilk defa bu yakından görüyordum. Onun da teni buğdaydı, saçları Tibet'ten uzun ve uçları dalgalıydı. Çene yapısı fazlasıyla keskindi ve gözleri aynı Tibet gibi kahverengiydi. Dudakları oldukça dolgun, yanakları gülmese bile geniş gamzeli gibi içe çöküktü. Açıkçası bu kadar yakışıklı olduğunu hiç fark etmemiştim. Zil sesi duyulduğunda yüzümü yüzünden çekerek ayağa kalktım. Arkamdan bir sandalye sesi daha duyulmuştu, Tuna çoktan arkadaşlarıyla kaynaşmış görünüyordu. Gözü bana kaydığında ona gülümsedim. Beni gördüğünde ayaklanacaktı ama kafamı olumsuz sallayışımla duraksadı. Böyle anlarda en sevdiğim şey sözümü ikiletmemesiydi. Sanırım ablalığım sadece burada geçerliydi. Çünkü Tuna'nın bu davranışlarının sebebi benim onu öyle alıştırmamdı. Ben bir şeyi kesin söylediğimde anlardı, ısrar etmez aksini yapmazdı. Bazen de normal söylediğimde ona ihtiyacım olduğunu yalan söylediğimi anlayarak koşarak gelirdi. Bunu nasıl anlıyordu bilmiyordum ama anlıyordu işte. Doğru zamanı da, doğruyu yalanı da anlıyordu. Onu arkamda bırakarak kantinden çıktığımda ilk gördüğüm kişi kapıda beni bekleyen Tibet olmuştu. Gözleri benden arkamdaki Cem'e kaydı. Bakışlarını ilk defa ona karşı sert olarak görüyordum. Sanki bana bir şeyler söylediğini anlamış ya da tahmin etmiş gibiydi. Gibi değildi, etmiş olmalıydı. Bir şey söylemeden öylece bakmaya devam ettiğinde Cem omuz silkerek merdivenlere doğru yöneldi ama Tibet'in sesiyle attığı ikinci adım havada kalmıştı. ''Gelsene, konuşalım biraz.'' Ben ise Cem'in arkasından merdivenlere yönelmek için döneceğim sırada bundan vazgeçerek Tibet'e bakmaya devam etmiştim. ''Olur... konuşalım kuzen.'' Cem attığı iki adımdan geri inerek bana kısa bir bakış attığında bunun az önce konuştuklarımızla ilgili olduğuna emin olmuştum. Bana bakışlarıyla gülümsemişti ama bu içimi hiç rahatlatmamıştı. Onlar okulun çıkışına yürürken birinin belime sarılmasıyla kendime geldim, gözüm kapının çıkışında takılı kalmıştı. ''Kimin yollarını gözlüyorsun bebek.'' Arkamdan sarılan Tuna'yı ittirmeye çalıştığımda üstüme daha çok yapışmasıyla oflayarak onu ittirmeyi kestim. ''Kimseyi beklemiyorum Tuna, hadi sınıfa çıkalım.'' ''Bana bak, görmedim sanma şu orangutan suratlının yanına gittiğini. Hiç gözüm tutmadı şu herifi haberin olsun.'' Elimi omuzumun üstünden yüzüne çarparak kafasından onu geri ittirdiğimde bir anlık gafletle ellerini belimden çekmişti. ''Gözlerin bozuk senin ondan tutmamıştır, zil çaldı hadi doğru sınıfa.'' Tuna'nın verdiği cevaplar kulağıma uğultu olarak gelmeye başladığında gözlerim merdivenlerden çıkarken bile okulun kapısındaydı. Cem duvara yaslanmıştı, önünde duran Tibet'in arkası dönüktü. Cem'le gözlerimiz kesiştiğinde dudaklarında bir tebessüm belirdi, son merdiveni çıktığımda ise bu tebessüm bakış açımdan çıkmıştı. Bu Orçun'lu iki erkeğin garip havasından çıkarak önüme döndüğümde Tibet'in ne söylemiş olabileceğini ya da neden korktuğunu düşündüm. Sevmeyi bilmediğinden bahsetmesinden mi korkmuştu? Hadi ama... Cem Tibet'in sadece iki üç kez takıldığı kıza gelip de böyle ciddi konuşacak birine benzemiyordu. Sadece birkaç söz ve birkaç bakıştı, o kadardı. Sınıfa girdiğimde Tuna'nın peşinden sırama oturdum ve sıra altına koyduğum kitabı çıkardım. Çıkarırken elim bir kâğıt parçasına çarparak ufak bir hışırtı çıkarmıştı. Tuna arkasını dönmüş Dağhan'ın hemen önünde oturan çocukla konuşuyordu. Elimi sıranın altına uzatarak gazeteye sarılmış zambağı dizlerimin üstüne koyduğumda az önce söylediğimin tamamen yalandan ibaret olacağını biliyordum. Sadece birkaç sözle ve bakışla kalmayacaktı, bu zambak devamı olacağının sadece bir mektubuydu. ~Tibet Orçun
|
0% |