@byzloey
|
Lütfen okurken oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın, yorumlarınız çok değerli ve hepsini okuyorum.^^ Keyifli okumalar. Instagram : Byzloey 50.Bölüm | İlk Dans Delilah, Mikolas Josef – Mark Neve Sigara başlayan herkesi kendine bağlardı, insanlar ona bağımlı olurdu. Aynı aşk gibi, aşk da karşındaki insandan çok kendine aşık ederdi. Biz karşımızdaki insana aşığız sanırken aşka aşıktık aslında. Bu yüzden birçok âşık olduğumuz insandan vazgeçerdik, çünkü âşık olduğumuz şey onlar değildi onların bize duyduğu aşktı. O aşk bittiğinde bizim de ona olan aşkımız biterdi. Ama öyle bir aşk gelirdi ki karşımıza sonrasında, kendisini sadece bir kere görürdük çünkü bu aşk gerçek aşk olurdu. Bize aşk duymasa da ona âşık olurduk, bize duyduğu aşka değil ona aşk duyardık. Gerçek aşk dediğimiz şey de buydu zaten. O aşk bitse de ona olan aşkımız bitmezdi, ayrı kalsak da ayrı hissetmezdik. Birbirimize dönemeyecek olsak da aslında dönebileceğimiz tek kollar yine birbirimizin kolları olurdu çünkü bilirdik ki o kollar sadece bize açılırdı, sadece bize ev olurdu. O evin anahtarı sadece bizde olurdu. Tibet'in kalbinin anahtarı da tam olarak şu elimde duruyordu, zambak desenli çakmak. İçimden bir ses yakında başlayacağını söylüyor demişti sigara kullanmadığımı duyunca, asıl söylemek istediği şey sigara karşı olacak bağlılığım değildi, kendisine olacak bağlılığımdan bahsediyordu. Emindi, özgüvenliydi ve ona karşı duygularımı asla belli etmememe rağmen bunun farkındaydı ve bu çok tehlikeliydi. Çünkü benim söylediğim hiçbir yalana kanmayacak hiçbir ifademe kanmadan yaptığını yapmaya devam edecekti. Beni tahrik edecek, benim sınırlarımı zorlayacaktı. Çünkü içimde onu tanımaya başlayan bir ses bana bundan emin olduğunu söylüyordu. Tibet tehlikeliydi, ne yaptığını bilmesi ve kararlı olması tehlikeliydi. Bir erkeği her zaman çekici aynı zamanda tehlikeli kılan bir özellik varsa bu kararlılığı ve duruşuydu. Çünkü yolu yanlışsa bu yol ona da çevresine zarar verirdi ama önünde kimse de duramazdı, eğer yolu doğruysa onu yoldan saptırmak için bir sürü düşman edinecek yine zarar görecekti ama yine önünde kimse duramazdı. Zambak desenli çakmağı elimde döndürerek yaslandığım tüylü koltuğa daha çok gömülürken ben de tam olarak bundan dolayı korkuyor bir yandan da beni bu düşüncelerden kurtarması için zilin çalmasını bekliyordum. Çünkü o zilin çalmadığı her dakika bana ceza olarak Tibet'i düşünme zamanı kazandırıyordu. Evet bu cezaydı, cezaydı çünkü Zeyd bana durmamı söylerken ben koşmaya başlamıştım. Evet koşmalıydım ama ona doğru değil. Tüm yanlışlardan arkama bakmadan koşan ben, şimdi bir yanlışa doğru koşuyor kaçtığım tüm yollardan geri dönüyordum. Bu hiç doğru olmasa da buna engel olmaya çalışsam da hala ona doğru koşuyordum. Ve bunu sadece bir bakışıyla yapıyordum, bu yüzden ben de onun gibi tehlikeli birine dönüşüyordum. Çünkü onun bir bakışı bana bunu yaptırıyorsa bu duygunun derinliğini fark ettiğinde bana her şeyi yaptırabileceğini anlardı. Tehlikeli olduğumu anlarsa tehlikeyi kullanırdı. Elimdeki zambak desenli çakmağı dün yaptığı gibi elimde çevirip dururken parmaklarımın arasından düşürdüm kucağıma. Onun gibi hızlı ve çevik değildim. Sadece kendi kendime deniyor başarısız oluyordum. Her başarısızlığımda ise dün geceyi tekrar tekrar anımsıyor kendimi bir kez daha cezalandırıyordum. Dün beni kurtarmasının ardından fırtına öncesi sessizliği gibi sessizce beni evin yakınına bırakmıştı. Eve girene kadar köşeden ayrılmamış ben pencereden bakana kadar da arkasını dönüp gitmemişti. Köşedeki duvara yaslanmış sigara içerek pencereden beni izlemiş sigarası bittiğinde ise arkasını dönüp gitmişti. O tam dönerken Tuna'da evin köşesinden dönmüş onu görmüştü ama aralarında hiçbir konuşma geçmedi, Tuna sadece ters bir bakış attı Tibet ise önüne dönerek yokmuş gibi davrandı. Zaten sonrasında tüm gece babam evde olmadığından sakin geçmişti. Zil sesi sonunda okulun koridorlarında duyulduğunda yaslandığım tüylü koltuktan kalkarak kenarına bıraktığım çantamı omuzuma taktım ve merdivenlere doğru yürümeye başladım. Tüm gece uyku benden kaçmıştı, geldiğinde de fazla kalmadığından sabahın erken saatlerinde gözümü kendi kendime açarak hazırlanıp okula Tuna'dan önce gelmiştim. Annem nöbetten geldiğinden dolayı uyuyordu ve oldukça yorgun görünüyordu. Bende uyandırmak istemeyip yarım saatlik mesafeyi yürüyerek gelmiştim. Okula geldiğimde henüz ışıklar bile yeni açılmıştı, girişin arka kısmındaki tüylü koltuklardan birine gömülmüş raflara doğru dönerek cebime koyduğum çakmakla oynamıştım. Bunu yapalı tam iki saat oluyordu. Canım ne kahvaltı istemişti ne de başka bir şey, sadece düşünmek istemiş iki saat boyunca bunu yapmıştım ama tabi sadece düşünmek yine hiçbir işe yaramamıştı. Düşünceler harekete geçmediğinde sadece vakit kaybıydı. ''Günaydın.'' Merdivenlerden çıktığımda sırada arkamdan birinin omuzuma hafif çarpmasıyla sarsılıp arkama döndüm. Tabi ki onun hafif dokunuşu bile beni sarsardı çünkü bu hafif dokunuş Dağhan'a aitti. ''Pek keyiflisin bugün.'' ''Öyleyiz, Allah bozmasın.'' Diyerek sırıttığında son merdivene adım atmıştık. ''Âmin.'' Dağhan kısa süren koridorun sonunda kalan sınıfımızın kapısını açarak bana öncelik tanıdığında sınıfa girer girmez gördüğüm ilk güz o dün ki beni içine çeken kahverengiler oldu. O ince açık pembe dudakları düzken yukarı kıvrıldı masumca. Çektiği nefesin derinliğini bu mesafeden görebiliyordum. Dağhan'ın beni sırama doğru ittirmesiyle kendime gelerek sırama geçip çantamı arkama bıraktığımda Tibet ile olan göz temasım tamamen kesildi. Biz yerimize otururken sınıfa giren dörtlü kişinin gürültüsü sessizliği bastırırken aynı zamanda dikkatleri de üzerine çekmişti. Bu giren dörtlü Begüm, Hazal, Esel ve Samet'ti. Esel sürekli ismini unuttuğum Tibet'in esmer arkadaşıydı. Onların hemen arkasından da diğer dörtlü aynı düzeyde bir gürültüyle içeri girdiğinde sınıf dolmuş sayılırdı. Kalan herkes bizden önce zaten sınıfa gelmişti. İçeri giren dörtlüden biri olan Defne Samet'in yanına geçerken Burçak ve Zeyd arkamıza Atilla'da Cem ve Tuna'nın arkasına oturdu. Yanında sessizliğinden ötürü şimdiye dek adını duymadığım bir kız oturuyordu. Boş bulduğu ilk yere geçerek omuzundaki siyah çantayı sıraya atıp serseri gibi oturduğunda kurumuş dudaklarını yaladı ve göz ucuyla yanındaki kıza baktı. Ama kız Atilla gelir gelmez sırada biraz daha kaymıştı. Atilla bunu gördüğünde pervasız oturuşunu düzelterek sıranın ucuna doğru biraz daha kaydığında dudak ucuyla gülümsedim. Bakışları hissetmiş gibi çaprazında kalan bana kaydığında boş boş bir süre baktı ardından önüne dönerek boğazını temizledi. Bakışları anında Defne'yi bulmuştu ve bakışları değişti. Defne Samet'le gülüşerek konuşuyordu. Yüzünü cama doğru çevirdiğinde dudak içini ısırdığını yanağında oluşan o derin çukurdan anlamış sınıfa giren öğretmenle ona kenetlenen dikkatimi ondan çekerek öğretmene yönelterek ayağa kalkmıştım. Dağhan benimle beraber ayağa kalkıp öğretmenin el hareketiyle oturduğunda cebindeki ipi yine sıranın altına bıraktı. Ders coğrafyaydı, şahsen bu dersi severdim ama sadece diğerlerinden daha basit geldiğindendi. ''Çizimi iyi olan var mı?'' öğretmen kolunun altına sıkıştırdığı haritayı çıkarıp masaya bıraktığında Tuna ''Tuana'nın güzeldir.'' Diyerek beni ifşa etti. Küçükken resim dersinde her zaman çizimlerim beğenilirdi, o zamanlar koy evleri ve sisli dağlar çizerdim. Nedense bu tarz çizimler her zaman eğlenceli gelmişti ama o kadardı. Geçen yıl da sadece birkaç kez dövme modelleri çizerdim kâğıda, tamamen can sıkıntısındandı ama bu çizimimi güzel yapıyor muydu, sanmıyordum. ''Bir sonraki dersimizde, bu haritayı tahtaya çizmeni istiyorum Tuana. Performansına artı vereceğim. Çizersin değil mi?'' ''Olur, çizerim.'' Öğretmen memnunca kafasını sallayarak tahtanın üzerindeki çiviye haritayı asarken Dağhan'ın arkasına eğildim ve Tuna'ya baktım gülümseyerek. Bana göz kırparak karşılık verdiğinde gülümsemem genişlemişti. Ve Tuna önüne döner dönmez bende dönmeye yeltendiğimde bu kez o geniş gülümsememin yansıdığı parlak gözlerim Cem ile kesişti. Tebessümle beni izliyordu, kesişen bakışlarımızı önce o keserek önüne döndüğünde ben de eğildiğim yerde doğrularak coğrafya kitabımı çıkardım. ''Bugün ki dersimiz okyanuslar, soğuk ve sıcak akıntılar üzerine olacak. O yüzden önce deftere bu akıntı yönlerini ve hangi kıtalara yakın olduğunu çizelim, yerler gözünüzde yer edinsin.'' Herkes öğretmenin söylediğinin ardından defterini çıkarırken ben de mavi ve kırmızı kalemimi çıkararak okları rengine göre önce boş kâğıda çizip ardından kıtaları siyah kalemimle çizmeye başladım. Bu sırada öğretmen okyanuslar hakkında bilgi veriyor bir yandan da çizim bittiğinde bizim fikrimizi merak ettiğinden bahsediyordu. Herkesin çizimi yavaş yavaş bittiğinde ben de son kıtayı çizerek siyah kalemimi diğerleriyle beraber kalemliğime koyarak öğretmenin söylemi üzerine arkama yaslandım. ''Sudan korkan var mı, daha doğrusu denizden?'' ''Ben.'' Diye mırıldanarak yutkunduğumda öğretmen ilk önce bana döndü. Elbette ki korkuyordum, hem de deli gibi korkuyordum. ''Öyle mi? Neden korkuyorsun, bir travman falan mı oldu?'' ''Küçükken denizde yüzerken şiş yeleğim patlamıştı. O günden sonra yüzmedim, yüzmeyi biliyorum ama yüzmekten korkuyorum.'' Öğretmen anlayışla kafasını aşağı yukarı salladığında kollarını birbirine dolayarak sıraya yaslandı. O kahverengi gözleri koyuydu ve siyahı andırıyordu. Siyah saçlarını arkadan toplamış üzerine gri bir gömlek siyah bir pantolon giymişti. Sanırım boyu da 1.70'ti. ''Başka var mı korkan?'' ''Ben.'' Esel de elini kaldırarak öğretmeni kendine çevirdiğinde öğretmen nedenini ona da aynı kelimelerle sordu. ''ben de havuz kenarında gezerken kayıp içine düşmüştüm küçükken, o günden beri bahçemizdeki havuzu doldurtmuyorum. Asla giremem.'' Öğretmen anlayışla kafasını bir kez daha salladıktan sonra sınıfın diğerlerine baktı. Kimseden çıt çıkmıyordu ki, birden Zeyd'in sesi sessiz sınıfı doldurdu. ''Ben denizden değil okyanuslardan korkuyorum.'' ''Okyanuslardan mı? Neden.... Zeyd?'' adını hatırlamak için biraz duraksasa da ikinci dersten ismini öğrenmesi hafızasının güçlü olduğunu gösteriyordu. Zeyd'e merak içinde ben de döndüm, sadece önündeki sırasında çizili bir çift göze bakıyordu. Gözün içini maviye boyamıştı. ''Çünkü beni bir kere boğdu.'' Diye mırıldandı. Burçak boğazını temizleyerek onu duymayan öğretmene döndüğünde kaşlarımı çatarak onları izledim. ''Derin olduğu için hocam, keşfedilemiyor falan ya ondan.'' Öğretmen bunu onaylaması için Zeyd'e döndü ama Zeyd sadece sırasına çizdiği bir çift mavi göze bakıyordu. Sertçe yutkunarak ''Lavaboya gidebilir miyim?'' diye sorduğunda öğretmene kafasını kaldırmıştı, gözleri yine kıpkırmızıydı. Öğretmen kafa işaretiyle ona izin verdiğinde sınıftan çıkıp kapıyı sertçe kapattı. Çok geçmeden Burçağın bakışları bana döndü hemen ardından da sıraya çizili bir çift mavi göze. Gözleri gördüğünde dudaklarından derin ve gergince bir nefes çıktı. Eliyle yüzünü sıvazlamıştı. Elini yüzünden çektiğinden Dağhan'ın beni dürtmesiyle önüme döndüm. O beni dürtene kadar onlara bu kadar dikkat kesildiğimi fark etmemiştim. Önüme döndükten kısa bir süre sonra zil çaldığında Burçak da bunu tetikte bekliyor gibi hızla kalkıp herkesten önce sınıftan çıkmıştı. Defne de onun peşine dolan gözlerini silerek sınıftan çıktığında bende Dağhan'ı ezerek üstünden geçip Defne'nin peşinden sınıftan çıktım. Neler oluyordu bilmiyordum ama bu olan her neyse üçünü de oldukça etkilemişti. Defne lavaboya girip kapıyı sertçe örttüğünde kapısının önüne gelip nefes nefese durdum. ''Defne... iyi misin?'' Tam bu gürültü karmaşasında lavabonun kapısı açıldı. İsmini yanlış hatırlamıyorsam İkra'ydı kapıda dikilen. ''Defne...'' diye bir kez daha seslendim. İkra'nın bakışları aynadan bana döndü. ''Şey... çıkayım mı özelse?'' ''Gerek yok.'' Kapıya tıklatarak Defne'nin ses vermesini bekledim bir süre. Sanırım ağlıyordu ama bu kadar sessiz ağlaması beni korkutmuştu. İkra ellerini yıkayıp ensesine de su vurduktan sonra lavabodan çıktıktan kısa bir süre sonra Defne'nin kendini kilitlediği kapı açıldı. Gözleri kızarmıştı. ''Ne oldu?'' diyerek kollarımı ona uzatıp kendime çektim. ''Şey... biraz özel...'' ''Anladım... özel olan hiçbir şeyi söylemek zorunda değilsin gel buraya.'' Onu tamamen kendime çektiğimde bunu bekliyor gibi sıkıca bana sarılıp ağlamaya başladı. Bunları bu kadar enkaz altında bırakan şey neydi bilmiyordum ama derinden sarsan artçılarının devam ettiğini görebiliyordum. ''Geçtiğimiz iki yıl çok zordu.'' Diye mırıldandı. ''Çok sevdiğim bir insanı kaybettim.'' Elimi uzun kızıl saçlarına uzatıp sessizce okşamaya devam ettim. ''Tamam... hiçbir şey söylemek zorunda hissetme kendini. Bazen bazı sözler söylesen bile rahatlatmaz seni, o hep orada seni rahatsız eden bir iltihap kapmış yara gibidir.'' Kafasını aşağı yukarı sallayarak beni saran kollarını sıktığında bir tık nefessiz kalsam da sesimi çıkarmadım. Burnunu çekerek ağlaması yavaşlamaya başladığında lavabonun kapısı bir anda şiddetle açıldı. Bu şiddet sarılan iki genç kızı sıçratmıştı. ''Defne, iyi misin?'' ''Ne yapıyorsun kızlar tuvaleti burası.'' Kapıda dikilen Atilla'ya kaşlarımı çatarak baktım, içeri doğru girmiş kapıyı da örtmüştü. Onun peşine içeri giren kızların garip bakışlarını ve benim kızgın bakışlarımı hiç önemsemiyordu. ''Kör değilim biliyorum.'' Bakışlarını benden kollarını ayıran Defne'ye çevirdiğinde şaşkınca kızarmış yüzüne baktı. ''Çıkalım mı dışarı ister misin? Gel bir su iç.'' Defne yüzünü olumsuzca salladığında Atilla kızların ondan çıkmasını istediği için ters bir bakış atıp hayıflana hayıflana kapıya doğru yürüdü. ''Gerçekten çıkmak iyi gelebilir.'' Diyerek ne kadar yaptığını hoş karşılamasam da Atilla'ya hak verdim. Defne akan burnunu derin derin çekerek lavabolara ilerlediğinde şu an gitmek istemediğini anlamıştım. ''Zeyd nereye gitti gördün mü?'' Kafamı olumsuzca salladım ''Ben senin peşine çıktım, onları görmemiştim.'' O da kafasını benim aksime olumluca sallayarak açtığı suyu yüzüne çarptı. Eliyle ovalamadan sadece çarpmıştı. Buna rağmen göz makyajı bozulup aktığından aynada yüzünü inceleyerek kenardaki peçeteleri avuçladı ve göz makyajını temizleyerek burnunu sildi. ''Öcü gibi gezeceğim ortalıkta, harika.'' ''Hayır, makyajsız da çok güzelsin.'' Söylediğim yalan değildi, yüzü çok duruydu ve sadece renkli gözleri bile insanı içine çekiyordu. Sadece ten rengi fazla beyazdı, onu bir tık hasta gibi gösteriyordu ama farklı bir güzellik kattığını da söylemem lazımdı. Defne burukça gülümseyerek yüzünü sildiği peçeteyi çöpe attıktan sonra kapıyı açtığında onu benden sonra böyle gören ilk kişi duvara yaslanarak yere bakan Atilla olmuştu. Gerçekten kapıda mı bekliyordu? ''Sen gitmedin mi?'' kafasını olumsuzca sallayarak yüzünü dikkatle incelediğinde belli belirsiz dudakları aralandı. Bir şey diyecek gibi oldu ama Atilla'nın arkasında dikilen Burçak ''İyi misin Defne?'' diyerek araya girdiğinde Atilla'nın aralanan dudakları kapanmıştı. ''İyiyim... Zeyd o nasıl?'' ''Aşağıda sigara içiyor.'' Diye mırıldanarak kafasıyla gelmesini işaret ettiğinde Defne Atilla'yla bana döndü. ''Kusura bakmayın.'' ''Önemli değil.'' Atilla'yla aynanda kurduğumuz cümlenin ardından Burçak bana kısa bir bakış atarak Defne'yle merdivenden inmeye başladığında Atilla yüzünü onun gittiği yerden bana çevirdi. ''Olay ne, biliyor musun?'' Kafamı olumsuzca sallayarak ben de gittikleri yere bakmaya devam ettim. ''Hayır, insanlar bir şey anlatmazsa pek ısrar etmem.'' Atilla derin bir nefes alarak yüzünü tekrar yere eğdiğinde Samet koridorda göründü ve kızlar tuvaletinin önünde dikilen Atilla'yla benim yanıma geldiğinde duraksadı. Önce Atilla'ya sorgular şekilde baktı ardından bana dönüp ''Defne nerede?'' diye sordu. ''Bilmem, ara bul.'' Yüzüme boş boş baktıktan bir süre sonra kafasını sabır diler gibi çevirip merdivenlerden inmeye başladığında Atilla'nın bıyık altından güldüğünü görmüştüm yine de bir şey söylemedim ve koridorun boydan boya cam olan bahçeyi gören köşesine doğru yürümeye başladım. Samet'i sevmemiştim, Defne'ye yaklaşımından ötürü sevmemiştim desem çok daha doğru olurdu aslında. Belki de ön yargılıydım bilemiyorum ama sonuç olarak içimde bir yerlerde ona ısınamamıştım. Muhtemelen yakın olacağım arkadaşımı koruma iç güdüm ortaya çıktığından ona ısınmak zor olacaktı. Boydan cam olan pencerenin önüne geldiğimde yaslanarak gördüğü bahçenin arka kısmına bakındım. Okul duvarının hemen arkasında duruyorlardı. Duvarın arkasına yaslanıp bacaklarını uzattıklarını hem görünen saç tutamlarından hem de ucu görünen ayakkabılarından anlayabiliyordum. Üç tane. Defne, Zeyd ve Burçak. Arkamdan adım sesleri işittiğimde pencereden yansımasına bakmadan kokusundan kim olduğunu anladım. ''sen neden gitmiyorsun yanlarına, onlardansın sonuçta.'' ''Ben de insanlar bir şey anlatmadığında ısrar etmem, konuyu bana söylediklerinde o zaman yanlarında olurum.'' Pencereden yansımasına şimdi bakmaya başladığımda onun da arkasında dikilen başka bir beden durdum. Kahverengi gözlerini görmemle burnuma dolan vanilya kokusu bir olmuştu. Boğazını yalandan temizlediğinde Atilla omuzunun üzerinden ona baktı. Ardından fazla oyalanmadan arkasını dönüp sınıfa doğru koridora döndü. Onun az önce bulunduğu yere doğru yürüyen hatta iki adım daha fazla atarak tam arkama geçen Tibet'te benim gibi dışarı bakarken camın yansımasından yüzünü izledim. O yanak çukurları ve yüzünü kaplayan beni çok güzeldi. Onu izlemeyi seviyordum, habersizken verdiği duruş hoşuma gidiyordu. ''Akşam... seni dışarı çıkarabilir miyim?'' bakışları benim onu izlediğim camın yansımasına kaydığında gözlerimiz birbirine değmeden buluştu bir cam parçasında. ''Yiyemediğimiz o tatlıyı yemek istiyorum ama gönül rahatlığıyla.'' Hemen arkamda durduğundan ötürü etrafımı saran o kokusu benim kararımı etkilerken gözlerimi yumdum. Ellerimi yumruk yapmak istiyordum ama bunu yaparsam gözlerinin anında elime kayacağını ve ona karşı güçsüz kalmaya başladığımı anlayacağını biliyor bu yüzden bunu yapmamak için elimden geldiğince direniyordum. ''ne yiyeceğiz ki?'' diye mırıldandım zaman kazanmak ister gibi. ''Muhallebi sever misin? Ya da en sevdiğin tatlı neydi?'' ''Sana aldığım tatlı da alerjin olan şey neydi?'' bir elini camın hemen solunda, benim de solumda kalan duvara yaslayarak göğsünü sırtıma yasladığında çok daha yakına gelmesi aklımı tamamen bulandırmaya başladı. Çünkü yüzümü çevirip yüzüne ve o kahverengi gözlerine bakmamak için verdiğim savaş kendi adıma gördüğüm en zor savaşlardan biriydi. ''böğürtlen.'' Dudaklarımda varla yok arası buruk bir gülüş oldu, gözlerimi açarak pencereden dışarı bakmaya devam ettiğimde Zeyd'in diğerlerinin ardından duvardan atlayarak bahçeye girdiğini görmüştüm. Tam bu sırada zil çalsa da öğrenciler geçip gitse de Tibet duruşundan taviz vermemişti. ''Benim de en sevdiğim tatlı böğürtlenli panna cotta ama muhallebiyi de severim.'' Gözüm camın yansımasından bir daha Tibet'i buldu. Gözlerinin içiyle gülüyordu, bu ışıltıyı aramıza geçen cam bile gizleyememişti. ''Öyleyse... öğleden sonra?'' ''Öğleden sonra mı?'' yüzümü bir an yakınlığımızı unutarak ona döndüğümde ne kadar dip dibe geldiğimizi bir kez daha fark ettim. O ise bu hoşuna gitmiş de daha çok hoşuna gitmesini ister gibi yüzünü yüzüme daha çok eğmişti ama ben onun beklediği gibi geri adım atmamış sırtımı bir yere yaslamamıştım. Çünkü bu kız dik durmayı öğreneli çok olmuştu. Beni geriletebilecek bir kıvama henüz getirmemişti. ''Öğleden sonra ders yok, matematikçi rapor almış o yüzden...öğleden sonraki bir ders olan felsefeci de bir sonraki dersi iki saat işleyerek telafi edeceğini söyledi.'' Cebinden telefonu çıkararak açıldığını tamamen unuttuğum ve konuşulanlara asla girip bakmadığım sınıf grubuna girerek ekranı bana çevirdiğinde öğretmenlerin mesajları gözümün önüne düştü. Felsefeci öğleden sonraki en son ders onun olduğundan ve bu yüzden bizi bekletmemek için bugün işlemeyeceğini yazmıştı çünkü kendisi de öğle arasında gidecekti. ''Peki madem... öğleden sonra.'' Öğretmen zili çaldığında Tibet memnunca gülümseyerek kafasını salladı ve yüzünü yüzüme çok daha fazla eğerek neredeyse burun buruna geldiğimizde ''Dakika sayacağım.'' Diye fısıldayarak yasladığı kolunu eğdiği yüzüyle aynanda burnumun dibinden çekti. Bir insanın bu hayatta en büyük yeteneği artık bana göre kalbinin atışını da kontrol etmekti ve ben en büyük yeteneği az önce keşfetmiş bu atışın sabit kalmasını sağlamıştım. Bunu nasıl yaptığımı bilmiyordum ama umarım bunu birden fazla kez yapabilirdim çünkü ihtiyacım olacağını hissediyordum. Tibet'in arkasını dönüp gitmeye başlamasıyla merdivenden çıkan Zeyd, Burçak ve Defne'yi gördüm. Üçü de biraz daha toparlamış görünüyordu. Zeyd elindeki suyun kapağını açıp cebine atarken cebinden bir ağrı kesici çıkardı ve ağzına atıp suyu kafasına dikledi. Onlardan önce ben de koridora girerek sınıfa yöneldim. Defne Zeyd'in koluna girmişti, Burçak da yanlarında telefonuyla ilgileniyordu. Sınıfa girip köşeye geçen Dağhan'ın yanına bu kez sıranın ucuna oturduğumda sınıfa son giren Zeyd'de kapıyı kapatarak sırasına geçmişti. Kapanan kapının ardından Kafasını duvara yaslayarak telefonuyla oynayan Dağhan'a kısa bir bakış atarak elimi sıranın altına attım. İpi parmaklarıma dolarken bir yandan da Dağhan'a bakıyordum. Bana dönmeden ''Niye suçlu kediler gibi bakıyorsun?'' diye sorduğunda sırıtarak ona baktım. ''Alıyorum.'' ''Al.'' ipi doladığım parmağımı sıranın altına çekerken içeri giren coğrafya öğretmeniyle ayağa kalkıp hareketiyle geri yerime oturdum. Sınıfın çoğu kalkmaya yeltenmemişti bile ama önde olduğumdan göze batacağımı düşünerek böyle aptal bir girişimde bulunmuştum. Neyse ki bu aptallığı Defne de yaptığı için tek başıma komik duruma düşmemiştim. Dağhan dudaklarını bastırarak gülmemek için kendisini kasarken ''Sakın...'' diye fısıldadım. Eğer gülerse elimdeki ipi boğazına dolayabilirdim. Göz ucuyla Tibet'e doğru dudaklarımı ısırarak baktım. Her zamanki ifadesiyle gülümseyerek izliyor gibi görünüyordu, asla ifadesini değiştirmiyordu. Masanın altında duran telefonum titremeye başladığında ipe doladığım ipi bozmadan parmak uçlarımla hafifçe bacağıma doğru çektim telefonu. Mesaj Tuna'dan gelmişti, Tibet'in bakışlarından rahatsız olup olmadığımı soruyordu. Telefonu geri sıranın altına iterek Tuna'ya döndüm. Bakışları Tibet'ten bana dönmüştü, Cem de elinde duran telefona bakıyordu. Aptal çocuk telefonu ortalarında tutuyor bunu asla fark etmiyordu. Başımı varla yok arası olumsuzca sallayarak öğretmenin sesini yükseltmesinden aldığım uyarıyla önüme döndüm. Dönerken gözüm arkamda ellerini kafasının etrafına sarmış Zeyd'e çarpmıştı. Kötü görünüyordu. İkinci ders bakışmalarla ve oynadığım iple son bulduğunda öğretmenin anlattığı hiçbir akıntı bilgisi aklımda yoktu, o kadar kopuyordum ki derslerden sınıf içinde, odaklanarak anlamak mümkün değildi. Çalan zille beraber çantamdan cüzdanımı alarak ayaklandım Defne kafasını sıraya gömmüştü, Zeyd hala aynı duruyor Burçak ise Atilla'yla bakışıyordu. Elimdeki cüzdanla sınıftan çıktığımda öğretmen de hemen önümden merdivenlere doğru topuklusuyla sessiz koridorda yürüyordu. Biz merdivenlere ulaşana kadar hiçbir kapı henüz açılmamıştı. Merdivenlerden hızlı adımlarla inerek öğretmeni arkamda bıraktım. Öğle arasına iki dersimiz kalmıştı, o iki dersin nasıl geçeceği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Çünkü kafam şimdiden doluydu ve aklım dersleri almıyordu. Aklımda sadece ilk ders çizdiğim o akıntı yönleri vardı o kadar, diğer detaylar kulağımı teğet geçmişti. ''İki kahve alabilir miyim?'' Cüzdanımdaki parayı kantinci ablaya uzatarak Nescafe'yi işaret ettim. İki karton bardağı çıkarıp birini makineye koyan abla diğer eliyle parayı alıp kasaya atarken arkamdan bir ses ''Üç olsun.'' Diyerek elindeki parayı doğruca kasaya koydu. Ardından yüzünü bana çevirerek o haylaz gülümsemesini gösterip ''iki kahve yetmezse diye.'' Göz kırparak vücuduyla bana döndü. ''Aynısı mı olsun?'' Tibet kantinci kadına dönüp gözleriyle onay verdikten sonra bana döndüğünde o kirpiklerini iki kez kırpışının tatlılığını düşünmemeye çalıştım. Çünkü düşünürsem bunu fark ederdi. ''Yine Tuna'ya mı ikinci?'' ''Aslında ikisi de benim değil.'' Diye mırıldandım kantinci ablanın uzattığı iki kahveyi sıcak olmasına aldırmadan elime alırken. ''Kime?'' Tibet'te ona uzatılan kahvesini alarak yanımda yürümeye başladığında merdivenlerden inen Defne ile Samet'i gördüm. Defne yanımdan beni görmeden geçerken ona aldığım kahveye şöyle bir baktım. Samet'in de onun da omuzunda çanta asılıydı. Samet'in elinde iddia sonucunda aldığı anahtar duruyordu. İkisi okul kapısından çıkarken açılan kapıdan bahçenin köşesinde duvara yaslanmış Atilla ve Dağhan göründü. Dağhan duvara yaslanmıştı, Atilla da karşısında elleri cebinde dikiliyor belli belirsiz gülümseyerek onunla sohbet ediyordu. Onların hemen çaprazında Tuna'yı görünce kahve içmek istemediğim için elimdekini ona götürmek adına okulun kapısına yürüdüm. Tibet olduğu yerde dikiliyordu, sanırım ne yapacağımı izliyordu. Okul kapısından çıktıktan hemen sonra gözlerim onların yanında Zeyd'i aradı ama yoktu. Sanırım hala sınıftaydı. Kahvenin birini ona birini Defne'ye almıştım ama görünene göre sadece birini sahibine verebilecektim. Tuna'nın yanına vardığımda gözlerimi Defne'den almadan kahveyi ona uzattım. Samet, Atilla ve Dağhan'ın yanından geçerken ikisine öyle bir bakış atmıştı ki aralarına saldığı gerilim bu mesafeden bile titretiyordu. Atilla'nın vücudu onlara doğru döndü. Samet durmadan okulun güvenliğine yürüyerek bir şey söylediğinde çıkmalarına izin verildi ve okulun kapısında duran o güzel Porsche'nin kilidi açıldı. Samet Defne'nin kapısını açtığında Atilla onlara doğru bir adım attı ama Dağhan omuzuna elini koyduğunda bu yeltenişi anında kesilmişti. Defne arabaya bindiğinde ve Samet kapısını kapatarak Atilla'ya piç gülüşü attığında iğrenç bir şekilde de göz kırpmıştı. Atilla'nın yüz ifadesini göremesem de kafasını yana yatırarak kütlettiğini anlayabilmiştim. Gerilmiş olmalıydı. Samet arabayı binip Defne'nin camını açtığında kafasını eğdi ve Atilla'nın da benim de görebileceğim şekilde bize doğru çevirdi. Uzak olduğum için ne dediğini tam duyamasam da dudağından okuyabildiğim kadarıyla araba için teşekkür etmişti. Atilla ona mı bakıyordu yoksa Defne'ye mi bilmiyordum ama Defne gözlerini kaçırdığı için ona baktığını tahmin ediyordum. Araba sesi duyularak okulun önündeki görüntüsü kaybolduğunda Atilla elini ensesine atarak arkasına, yani bana döndü. Dudaklarından çıkanın küfür olduğuna emindim. Porsche'nin sesi okulun etrafından uzaklaşmış olmasına rağmen uzaktan da olsa hala geliyordu. Atilla Dağhan'ın omuzundaki elini savurarak okulun içine doğru yürümeye başladığında Tuna'yla birbirimize baktık. Sanırım bu ikilinin arası yıl sonuna kadar bu okulu yakacak kadar kızışacaktı. Umarım bu ateş bize sıçramazdı. Okulun zil sesi bahçe de duyulduğunda elimdeki soğumak üzere olan kahveye bakıp Tuna'yı arkadaşlarıyla bırakarak Atilla'nın peşinden okula girdim. Tibet hala kantinin kapısında duruyordu. Elindeki kahveden yudumlarken ben içeri girdiğimde gözlerini yanından öfkeyle çıkan Atilla'dan bana çevirdi. Benim hemen arkamdan da Dağhan içeri girmişti. ''Bir dakika.'' Beni belimden kenara çekerek Atilla'nın peşinden yukarı çıkarken Tibet'in gözleri bir saniyeliğine gözü Dağhan'ın dokunduğu belime kaydı ardından gözlerini kısarak Dağhan'a baktı. ''Bu hallerinin seninle alakası yok sanırsam.'' Merdivenlere aynanda yöneldiğimizde kafamı olumsuzca salladım. ''iyi.'' Elimdeki kahveye bir süre baktı, artık dumanı üzerinde tütmüyordu. Bu yüzden adımlarımı hızlandırıyordum. Tibet'te bana ayak uyduruyordu. Umarım vereceğim kahve sahibi yüzünden beni yanlış anlamazdı, anlamayacağını bilsem de aklımda bunun olmasını istemeyen yanım tereddütle kalmıştı. Hem de etmemesi gerekirken. Sonuna kadar açık sınıf kapımızdan içeri girdiğimizde Zeyd'i tam da tahmin ettiğim gibi aynı şekilde otururken bulmuştum, Burçak sınıfta yoktu. Atilla sırasına geçmişti Dağhan da yanında olmayan kızın yanına geçmiş ona bir şeyler söylüyordu. Elimdeki kahveyi boş sırama otururken arkamda kalan Zeyd'in masasına bırakmadan önce tahta kalemimi çıkararak üzerine ~ bir kahve iyi gelir diye düşündüm. Yazarak kahveyi arkamdaki masanın üzerine bıraktım. Ben kahveyi koyduktan hemen sonra başının etrafına yasladığı ellerini ensesine düşürdü. Derin bir nefes bırakmıştı, hatta öyle derindi ki ensemde bile hissetmiştim. Saçlarımın arasından sızacak kadar güçlüydü. Burnunu çekerek ''Teşekkür ederim.'' Diye mırıldandığında göz ucuyla bardağı aldığını gördüm. Tam bu sırada biyoloji öğretmeni içeri girmiş, Dağhan da Atilla'nın yanından kalkarak yanıma gelmişti. ''Rica ederim.'' Diye mırıldandım ayağa kalkarken. Ben Zeyd'in önünü kapattığımdan o kalkmasa da bu belli olmadı. Kapı öğretmenin ardından tıklanırken öğretmen tıklatılan kapıyı ne gördü ne duydu. Burçak sınıfa girip kapıyı örtüp ağır ağır yerine geçmişti ama öğretmen omuzuna astığı çantayla ilgilenmekle o kadar meşguldü ki ne bunu görmüştü ne de bize oturmamızı söylemişti. Birkaç dakika herkes ayakta birbirine bakarken öğretmen çantasından aradığını bulduğuna dair mırıltılar çıkardı ve burnuna düşen gözlüğü düzelterek bize döndü. ''Otursanıza.'' Kıvırcık beyaza dönen saçları ve gri gözleri ile sempatik görünse de duruşuyla biraz ters bir öğretmene benziyordu. Herkes sırasına geri oturduktan sonra o da sandalyesine oturup kalemini çıkardı ve yoklama defterini önüne çekti. Bu sırada Zeyd'de Burçağa ''Defne nerede?'' diye sormuştu. ''Samet iti götürdü. Aradım hava almaya sahile götürdüğünü söyledi.'' Burçağın söylediğinin ardından Zeyd'de aynı Atilla gibi boynunu kütletti. Sanırım bu onların öfkeli halinin göstergesiydi. '' Gözüme fazla batmaya başladı.'' Burçak Zeyd'in söylediğinin ardından ''Motorla gidelim istersen dersten sonra?'' diye sormuştu. Dinlememem gerektiğini biliyordum ama aklımın oraya gitmesine engel olamıyordum. Zeyd 'çı.' Diyerek kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra ismini duyduğunda ''Buradayım.'' Diyerek bardağı masaya bıraktı. ''Bırak kafa dağıtsın, birazdan ararım onu.'' Burçaktan bir cevap gelmeyince sonunda derse odaklanabilmeyi başardım. Ben bunu başarsam da Dağhan'ın yüzü sürekli arkaya dönük olduğundan o pek başarmış görünmüyordu. Göz ucumla Atilla'ya bakmak istedim, Elinde bir ip vardı. Sıranın altına baktığımda ipi bulamadım, sanırım Dağhan zihin kontrol taktiğini Atilla'ya da öğretiyordu. Göz ucuyla ona bakarken Burçağın da Dağhan gibi Atilla'ya döndüğünü görmüştüm. Sınıfta yoklama bittiğimde bir sürelik oluşan sessizlik bir kız sesiyle bozulduğunda bizim yerimize deftere bakan öğretmen de yüzünü sınıfa dönmüştü. ''Yer değişelim isterseniz, boynunuz kopacak böyle.'' Burçak ve Dağhan kendilerine yönelen cümle için Hazal'a döndüğünde sınıfın kalanı da sanki kendilerine söylenmiş gibi ikisinin ardından ona dönmüştü. Buna bende dahil. ''Bir sorun mu var çocuklar?'' Öğretmen burnuna düşen yuvarlak gözlüğünü bir kez daha çektiğinde Hazal itici bir şekilde gülümsedi. ''Yok hocam, arkadaşları düşünüyorum boyunları kopacak diye uyarmak istedim. Gerçi ben konuşmamaktan acizim değil mi?'' Bakışları Dağhan'a döndüğünde gözlerini kısmıştı. Bu laf onaydı, ilk gün Hazal'a verdiği cevabı Hazal oldukça aptal bir yolla ona çarpmaya çalışıyordu ama şiddeti düşük olan hiçbir ses uzaktan duyulmazdı. Dağhan sinirle gülümseyerek önüne döndüğünde Hazal'ın kale alınmayan ifadesi komiğime gitti. Her zamanki formunda mor pembe karışık yüzükler takmıştı bugün de yüzünde yapışkanlı taşlardan takılıydı. Ayakkabısının içinden uzun çorap giymişti Eteği benimkiyle aynı boydaydı. Tek fark ben diz kapağına uzanan çoraplar giyiyordum o ise bileğine uzanan çoraptan giyiyordu. Burçak da Dağhan gibi ters bir ifadeyle gülerek önüne döndüğünde Hazal'ın öfkeyle baktığı bakışları öylece duvardan duvara sekti ama bunla duracak gibi görünmüyordu. Öğretmen araya girdiğinde Tırnaklarını avucunun içine bastırdığını görebiliyordum. ''Yeter çocuklar. Bu anlamsız laflarınızı teneffüste kullanırsınız.'' Öğretmen eline tahta kalemi alarak ayaklandığında sınıfta her zamanki sessizlik belirdi ve gözlerim yine bana bakan Cem'e döndü. Bugün fazla sessizdi. Bu sessizlik nedensizce beni ürkütmüştü. Öğretmenin elindeki kalemi tahtaya değdiğinde insanı tilt eden bir ses çıkardı. Birçok kişi bu sese yüzünü buruşturmuştu, öğretmen de dahil. Neyse ki çizimi çok uzun sürmediğinden bu sese maruz kalmamız da uzun sürmedi. Tek tek mikroplar üzerinde duracağından ve onlar hakkındaki bazı detayları bize ezberleteceğinden bahsederek kırk dakikayı geçirmişti. Hatta öğleden sonra dersimiz olmadığını bildiği için teneffüsümüzü de almıştı. Bu sebepten sınıftakilerin çocuğunun nefretini kazandığından emindim. Çünkü o çoğunun içinde ben de vardım. İkinci kırk dakika da tahtadakilerin hepsini bize deftere geçirerek büyük bir işkence etti. Hem yavaş hem de oturtarak ilerliyordu bu güzeldi ama yine de beni kendine gıcık etmişti. Sonunda öğle teneffüsü çaldığında son yazdığı kısımları yazmadan kimseyi çıkarttırmayacağını söyledi. İkinci nefret sebebi. Öğle arası başlayalı on dakika geçmesine rağmen sınıftan kimse çıkamadı, on dakikanın sonunda ben yazdığımı bitirerek defterimi kapatmış parmaklarımı kıtlatarak gerinmiştim. Parmaklarım iki derstir yazı yazmaktan uyuşmuştu ve ağrıyordu. Kapattığım defteri çantama koyarak Dağhan'dan geçmek için izin istedim. Onunki de bitmek üzereydi. Ben sınıftan çıkarken birkaç kişi daha benimle ayaklandı. Kimin ayaklandığına pek bakmadım, çünkü yanına gittiğimde haber vermeyi unuttuğum kardeşime dışarı çıkacağımı haber veren bir mesaj yazıyordum. Merdivenlerden inerken yazdığım mesajı Tuna'ya yolladığımda ayağım açık bağcıklarıma takıldı. Düşmemek için merdivenin kenarından refleksle tutunmuştum ki belimde sert bir dokunuş hissettim. Ben zaten tutunmuş düşme tehlikesini atlatmıştım ama beni tutan her kimse yine de tutmakla iyi yapmıştı. ''Bu kadar heyecanlanacağını düşünmemiştim.'' Merdivenlerden düşen telefonum koridora doğru fırladığında kulağımda duyduğum sesten sonra onun için üzülmeyi düşünemedim. ''Neden bağcığın açık geziyorsun?'' Tibet'in kolları sarıldığı belimden çekildikten sonra sımsıkı tutunduğum merdivenden ellerimi çekerek ayağıma baktım. Ben bakana kadar Tibet iki merdiven basamağından atlayarak önüme geçmiş dizini kırarak açık bağcıklarımı bağlamaya başlamıştı. ''Fark etmedim.'' ''Doğru, sen hiçbir şeyi fark etmiyorsun.'' Diye mırıldandı bağcığın diğerini de hızla bağlarken. Arkasında kalan telefonu alarak ekranına baktığında yüzünü buruşturmuştu. Normalde bunun için biraz tutuşmam gerekliydi çünkü bunu babam gördüğünde ağzıma tükürecekti. Telefonu alırken bile anneme bir ton bağırmış erkeklerle konuşmam için mi aldığını sormuştu. Ona göre kardeşimin telefonunu kullanabilirdim ihtiyacım olduğunda ama neyse ki annem onun gibi değildi. Annem en az Tuna kadar telefonumun olmasına gerek olduğuna ve bunun ona karar veremeyeceğine inanıyordu, bunu da korkusuzca babamın suratına bağırmıştı. Hatta kendi parasıyla aldığı için o telefon üzerinde tek bir söz hakkı olmadığını da söylemişti ama bir insan yedisinde neyse yetmişinde de oydu babam asla değişmiyordu. Annem öyle dese de hala kendi bildiğinden şaşmıyor arada ben uyurken telefonumu karıştırıyordu. Tibet'in yüzünü buruşturarak baktığı telefonu elime aldığımda camın büyük bir kısmının gitmiş olduğunu gördüm. ''Altına geçmiş midir?'' Üstündeki koruma ekranını çıkarırken sorduğum sorunun cevabının geçmemiş olması için dualar ediyordum. Tibet içimi okumuş gibi ''geçmemiştir.'' Dediğinde açtığım koruma ekranının altı ter temiz şekilde göründü. İçimden derin bir nefes vermiştim çünkü üstüne cam taktırmak kolaydı. O kadar merdivenden yuvarlanarak ileri fırlaması beni korkutmuştu, altına geçtiğine emindim ama sanırım şansım bugün yaver gidiyordu. Tibet'le beraber merdivenlerden inmeye başladığımda elimdeki parçalanmış koruma ekranını büzüştürerek merdivenin ucundaki çöpe attım. Arkamızdan sınıftan çıkan diğer öğrenciler de iniyordu. Tibet cebinden bir anahtar çıkardığında okulun kapısından çıkmıştık. ''Motora biner misin?'' ''Motora mı?'' kafasını aşağı yukarı sallayarak okulun bahçesinden çıktığımızda bana solunda kalan siyah motoru işaret etti. Bu motor bile değildi, bildiğiniz canavardı. Gözlerim nasıl parladı bu görüntü karşısında bilmiyorum ama Tibet önüme geçmiş kaşlarını çatmıştı. ''Böyle bakarsan taksiyle gideriz.'' ''Hayır.'' Hemen önünde durduğumuz motora binip koluna asılı kaskı bana uzattığında ikinci bir kaskı gözlerim aradı. ''Tak hadi, ikinci yok.'' İkincinin olmadığını zaten görmüştüm diye içimden mırıldanarak kaskı kafama geçirdiğimde Tibet'te anahtarı takmış motorun kilidini yukarı kaldırmıştı. ''Ellerini nerede tutacağını biliyor musun?'' Arkasına binerken omuzuna koyduğum ellerime omuzunun üzerinden şöyle bir baktı. ''Biliyorum.'' Tuna'nın daha önce arkadaşlarında gördüğüm için bindiğindeki tutuşunu görmüştüm. Onların motoru daha eski modeldi ama yine de eğlenceli görünüyordu. Binmek istesem de kimseden rica etmek istemediğim için şimdiye kadar hiç binmemiştim. ''Senin nasıl motor ehliyetin var? Yaşın kaç?'' ''Aslında tam on yedi yaşındayım o yüzden ehliyetim var, bir yıl geç yazıldım ama motor süreli yıllar oluyor.'' ''Ama nasıl...'' ''Ehliyetsiz sürerken yakalanmadım.'' Bana yandan bir gülüş atarak okulun olduğu sokaktan çıktığında beline sardığım kollarımı daha sıkı sardım. Bilerek hızlandığını ve bunu yapmamı beklediğini biliyordum ve bir şeyi fark etmiştim. Bu ona ilk sarılışım olmuştu. Cebime koyduğum telefon titrediğinde gelen mesajın Tuna'dan olduğunu bildiğim için kim olduğunu merak etmedim. Tibet kırmızı ışıkta durana kadar hızla sürmüş birçok sokaktan girerek gittiğimiz yer hakkında kafamı karıştırmıştı. ''Çok mu uzak gideceğimiz yer?'' biraz daha öne eğilerek gözlerimi kapatan camı yukarı çektim. Tibet ''Geldik sayılır.'' Diyerek yeşil yanan ışıktan yine oldukça hızlı geçtiğinde tam arkamızdan güçlü bir sesle motor neredeyse uçtu. Şaşkınca yüzümü o tarafa çevirmiş arkasından baka kalmıştım. Motor hakkında tek görebildiğim detay arasından geçen ince kırmızı ışığı ve plakasıydı. 34 BE 819. Onun hemen arkasından en az onun kadar hızlı bir motor daha geçtiğinde arkaya bakmaktan boynumun kırılacağını hissettim. Bu motorda da Mavi çizgiler vardı, onun plakasını bile görememiştim çünkü artık gerçekten önüme dönmek zorunda kalmıştım. Tibet motoru yavaşlatarak bozuk kaldırım taşlarının üstünden tatlıcının göründüğü yere kadar bu hızda sürdü. İleride mavi beyaz ana teması olan bir muhallebici görünüyordu. İçeride tavandan yansıyan ışık doğruca muhallebinin üzerine döktükleri çeşitleri aydınlatıyor gibi görünüyordu. Üstelik şansımıza muhallebicinin tam karşısında da bir genç çocuk keman çalıyordu. Keman kutusu önünde yerdeydi, içi para doluydu. Aşk-ı Memnuyu çalıyordu. Birçok kişiyi kendine esir etmişti. Herkes ona doğru dönmüş dikkatle onu dinliyordu. Acemi bir kemancı olmadığı belliydi. Tibet'in de yüzü bir an benim gibi kemancıya döndü, kısa sürmeden yüzünü tekrar önüne çevirdiğinde motoru durdurmuş anahtarı çıkartmıştı, o kilidi indirirken bende kaskı çıkararak onu uzattım ve omuzlarından destek alarak motordan inip çantamdan cüzdanımı çıkardım. Sokağı sevmeme neden olan iki şeyden biri hayvanlar diğeri de sanatçılardı. Ben çıkardığım yirmiliği keman kutusuna bıraktıktan hemen sonra Tibet'te cüzdanından iki yüz lira çıkarmış bir elini belime koyarak diğeriyle de parayı kutunun içine atmıştı. Çocuk kafasını eğerek gülümsediğinde, biz de karışık olarak eğdik ama benim dikkatim çocuktan çok Tibet'in belime değen elindeydi. ''Aslında benim sadece getirdiğin tatlıya değil, birçok tatlıya alerjim var. Sadece çikolata ve muhallebi yiyebiliyorum.'' Beni muhallebiciye doğru itelerken bir yandan da onun hakkında sayılı olarak bildiğim şeylere bir yenisini daha ekliyordu. ''Yani sen dünyanın bu güzelliklerinden mahrum mu kalıyorsun?'' dediğimde içeri girdiğimiz muhallebici ablaya elini kaldırarak selam verdi kocaman gülümseyerek. Ardından önüne dönerek benim için sandalyeyi çekti, ben de kasanın öteki tarafında duran yüzü kırışıklıklarla dolu kadına gülümseyerek Tibet'in çektiği sandalyeye oturdum. ''En güzelinden kalmıyorum, gerisi önemli değil.'' Söylediğini anlamam beş saniye sürdü, anladığımda sanırım hayatımda ilk defa buz tutmuştum. Ben genelde şaşırdığımda yanmaktan çok buz tutardım, neden böyle olduğum hakkında pek bir fikrim yoktu. Fikir yürütmemiştim de zaten. Tibet'in ettiği iltifattan sonra sessizce önüme konan menüye baktım. Sadece benim önüme menü konmuştu ki Tibet ''Böğürtlenli.'' Diyerek önümdeki menüye göz ucuyla baktı. Ben menüye bakarken kadın onay istercesine bana dönmüştü. Genelde çeşitler birbirine benzediği için bende beklediği onayı vererek menüyü ona uzattım. Kadının bakışları benden çok Tibet'teydi. Benden menüyü alırken ona göz kırpmıştı. Keşke benim de onu gördüğümü ve hala burada olduğumu unutmasaydı. Kadın Tibet'in siparişini almadığına göre onunki çoktan belliydi. Dizlerini masaya yaslayarak ellerini birbirine kenetledi. Bakışları yüzümde geziniyordu, ben de ona bakmıyor solumuzda kalan kemancıya bakarak onu dinliyordum. Şimdi adını bilmediğim başka bir parça çalıyordu. ''Sever misin?'' diye mırıldandı o da göz ucuyla gördüğüm kadarıyla kafasını benim baktığım yöne çevirirken. ''Evet, çok severim.'' ''Ben de çok severim.'' Kaldırdığı ellerini masaya yaslayarak bana doğru uzattığında göz ucuyla masaya baktım. Benimkiler çiçek olur gibi birbirine dolanmış masaya yaslıydı. Onunkiler de uzun olduğundan masanın yarısını geçmişti, zaten masa da fazla büyük değildi. Ben de uzatsam ellerimiz birbirine değecekti. Genç çalışan bir çocuk önündeki formasına ıslak ellerini silerek yan masadaki küllüğü bizim masamıza bıraktığında Tibet çocuğa göz kırptı. ''Favori mekân ha?'' Tibet çantasının gözünden sigarayı çıkarıp masaya bırakırken ben de cebimde sakladığım zambak desenli çakmağı çıkardım. Elini uzattığı çantasından çekerken gülümseyerek gözlerimin içine baktı. Ardından sigarasından bir tane çıkarırken ''Rahatsız olur musun?'' diye sordu. Kafamı olumsuzca salladım. ''Ya içer misin?'' kafamı bir kez daha olumsuzca salladım. Sigarayı dudaklarına yerleştirdiğinde elimdeki çakmağa uzandı ama ben hem onu hem de kendimi şaşırtacak bir hareket yaparak çakmayı yakarak masada ona doğru eğildim. O da kafasını çevirerek bana doğru eğilmiş, sigarasının ucunun yanmasını beklerken aramızdaki ateşin yansımasının vurduğu gözlerini benimkilere mühürlüyordu. Saniyeler boyu kirpiğini bir kere bile kırpmamıştı. Aramızda eğer çakmak ve sigara olmasaydı öpüşecek yakınlıkta sayılabilirdik, hatta belki de arkamızdan bakan biri öyle sanırdı. Bu düşünce değişik bir şekilde içimi kıpırdatırken Tibet yandıktan sonra bile durmaya devam etti pozisyonu bozarak geri çekildi ve içine çektiği o büyük dumanı yüzünü çevirerek yana bıraktı. Sanırım dumanı çekecek bir yer kalmadığındandı çekilme sebebi. Çünkü benim de baş parmağımın yanmasına rağmen ben de geri çekilmemiş zorunda olmasam da çekilmeden de öyle durmaya devam edecektim. O geri çekilir çekilmez çakmağın kapağını kapattığımda yanan elimi masanın altına çektim. Biraz sızlıyordu, Tibet'in gözleri sıranın altındaki elime kaydığı sırada önümüze konan tatlıyla dikkati dağıldı. Ben de o fırsatta çakmağı cebime atarak kaşığı aldım ve getiren yaşlı kadına teşekkür ederek muhallebiye daldırdım. Tibet sigarasının yarısını oldukça hızlı içmiş tatlısına sadece göz ucuyla bakmıştı. Ben ise ilk kaşığı ağzıma atmıştım bile, Tibet henüz bitmeyen sigarasını küllüğe bastırarak masaya doğru eğilip altındaki elimi kendine çektiğinde yediğim muhallebiyi zor yuttum. Ani hareketi beni korkutmuştu ama elimin gözünden kaçmadığını biliyordum bu yüzden korkum hemen geçmişti. ''Yandığını bile bile neden tutmaya devam ettin?'' ''Alerjin olduğunu bile bile neden tatlıyı yemeye devam ettin?'' ''Aynı mı?'' diye sorduğunda kaşlarını kaldırarak bana baktı. Aynı mı diye sorduğu şey verdiği acı değildi, yapma sebebimizdi. Ben cevap vermediğimde ''Aynı mı?'' diye tekrarladı sorusunu. Duymak istiyordu, onunla aynı duyguda olduğum için onunla aynı davranışları sergilediğimi duymak istiyordu, beden bir itiraf alamayacağını bilse de itirafa çekebileceği bir cümle bekliyordu, bunu biliyordum. Benden cevap alamayacağını anladığında yüzünde ufak bir düşme oldu aynı zamanda gözlerini benden çekip çalışan çocuğa çevirmişti. ''Yanık kremi var mı?'' ''Büyük bir şey değil Tibet.'' ''Sen öyle san, gece boyu sızladığında anlarsın büyük mü küçük mü.'' Çocuk başını sallayarak getirmeye gittiğinde parmağımın şimdiden fazlasıyla kızardığını yeni fark ettim. Galiba gerçekten de kötü yakmıştım ama şu an öyle bir acı hissetmiyordum. Sadece kulağıma gelen Kemanı duyuyor Tibet'in elimi tutan elini hissediyordum. O da benim gibi soğuktu. Sadece bakan o kahverengi gözleri sıcaktı, sıcak ve parlak. Çocuk bir süre sonra personel odasından çıkarak elinde yanık kremiyle geldiğinde Tibet elimi bırakmadan krem kapağını diğer eliyle açıp üzerine fındık büyüklüğünde krem sıkıp kenara bıraktı. ''gece yatmadan bir kere daha sür.'' Kafamı aşağı yukarı sallayarak birbirine değen ellerimize baktım. Sürdüğü o ufacık yanık kıpkırmızı duruyordu ama hala canımı tam olarak yakmamıştı. Elimi elinden ayırarak tatlı kaşığını tekrar elime aldım. Tibet'te kapağını kapattığı kremi çalışan çocuğa uzatıp teşekkür ederek kaşığını eline almıştı. İlk kaşığını dudaklarına götürürken yüzü benim gibi yan tarafta çalan kemancı çocuğa döndü. Kaşığın soğukluğu elime iyi gelmişti. Kremin bulaşmasını pek de önemsememiştim. Az önce kaşığı diğer elimle tuttuğumdan ötürü Tibet eğer anlamasaydı da o görüntü sonrasında anlardı. Kemancı bu kez Lovely şarkısını çalmaya başladığında kafasını gülümseyerek aşağı indi, yüzümü son kaşığımı yerken Tibet'e döndüğümde çocuğa göz kırptığını görmüştüm. Aralarında geçenin ne olduğunu tam anlayamasam da önemsemedim ve ilk defa oldukça hızlı bitirdiğim muhallebi tabağına baktım. Gerçekten yediğim en güzel muhallebi sayılabilirdi, özellikle de kremalı tatlı seven biri olarak buna kesinlikle emindim. Tibet ağzının tadını gerçekten biliyordu. ''Bitirdiysen kalkalım mı?'' diye mırıldanırken son kaşığı ağzına attı, bir yandan da benim çoktan bitirdiğim tabağıma bakarak sırıtıyordu. Sanırım böyle bir görüntü göreceğine gelmeden bile emindi, çünkü ben şaşkın bir yüz ifadesi bekliyordum ama o sadece her zamanki gülümsemesini göstermişti ve bu gülümseme beni her geçen saniye daha da kötü bir yola sürüklüyordu. Onunla geçirdiğim zamanlar sürüklemiyormuş gibi. ''Bitti.'' Sandalyeme bıraktığım çantayı omuzuma takarken onun da cebinden çıkardığı iki yüzü masaya koymasını izledim. ''Bir sonrakiler benden.'' Söylediğim söze karşılık kalkarken kaşlarını bugün ikinci kez hayretle kaldırdı. ''Bir sonrakiler?'' ''Altta kalmayı sevmem diyelim.'' Dudaklarını büzerek ''eğer bu ikinci randevu için gerekliyse istediğin kadar şey alabilir, ısmarlayabilirsin.'' Gülerek çıktığım muhallebicinin önünde Tibet'in duraksamasıyla bende duraksadım. Şarkının ortalarıydı, Lovely şarkısının o hoş ince melodisi içimi huzurla dolduruyordu. Tibet bir elini bana uzatarak bir ayağını arkaya uzattığında yaptığı reveransa bu kez kaşlarını kaldırarak hayretler içinde bakan ben olmuştum. ''Dans etmeyi sever misin peki?'' Uzattığı eline bakarken uzatmak için yanıp tutuşan yanımı bastırmak için oldukça direndim ama ben... Ceyda Tuana Maral ilk defa kendi içimde kendime karşı yaptığım bir yarışa bile isteye yenilerek o eli Tibet'e uzattım. İlk defa bastırma duygusunu hissetmemek istedim. İlk defa duygularıma yenilmek istedim. Çünkü hoş bir melodiyle, bu kadar güzel bir hava da ve yerde aynı bir film, kitap sahnesi gibi kötü ya da iyi sonuçlanacak bir hikayesinin ilk anılarını yaşamak bana yaşadığımı hissettirebileceğimi düşündüğüm tek şeydi. Benim de bir hayatım olduğunu hissettirebilecek tek şeydi, her günümden ve saatimden farklıydı. Her anımdan güzeldi ve her duyduğum melodiden çok daha eşsizdi. Tibet tuttuğum elden beni kendine çektiğinde eli bunu bekliyormuşçasına belime yerleşti, benim de bir elim göğsüne diğeri de elimi tutan eline yerleşmişti. ''Sen sever misin peki, dansı?'' ''Senden önce sevmezdim.'' Fısıltısıyla yüzüme çarpan nefesi kendi gibi hoş kokuyordu. Sigara kokusu hoş nefesine karışsa da beni rahatsız etmemişti. ''Yani artık seviyorsun?'' diye mırıldandığımda kemancı çocuğa yanaşmıştık ve az önceki göz kırpışma nedenlerini şimdi çok daha iyi anlamıştım. Sadece bunu bir bakışıyla çocuğa nasıl anlattığını oldukça merak ediyordum. Yine de anın büyüsünü bozmamak için meraklı yanımı bastırarak ana odaklandım, bir aşk hikayesinin ilk güzel anlarına. Belki kendi kendime inanıyordum buna, belki de bir yalana doğru yürüyordum. Varsın yürüyeyim diyordum kendime, çünkü hayat artık yalanlardan ibaret bir yer. Sen bu yalandan ibaret dünyanın içindeki en güzel yalan olursun. ''Sadece seninle olanları.'' ''Daha ilk dansımız?'' diyerek kaşlarımı kaldırdım, dudaklarımda dişlerimi gösterecek kadar büyük bir gülümseme vardı. ''İlk ama son değil.'' Dudaklarımı ısırarak geri çekilerek aramıza koyduğu mesafeyi izledim, saniyeler sonra ayrılmayan o ellerimizden beni kendine sertçe çektiğinde omuzumdaki çanta yere düştü. Alnım alnına değmişti, ikimizde gözlerimizi yummuştuk. İkimizde nefeslerimizi tutmuştuk ve müzik bitmişti. ''Şimdi ellerini bırakacağım.'' Diye fısıldadığında kapalı gözlerimi araladım. O da aralamıştı ve bakışları gözlerimde değil dudaklarımdaydı, az önce ısırdığımdan ötürü hafif kabarmış dudaklarımda. Kurumuş dudaklarını yalayarak yutkunup gözlerini oradan bana çıkardı. ''Ve sana hoşuna gidecek bir şey göstereceğim.'' Cümlesini tamamladıktan sonra bir süre yüzüme baktı. Kafamı aşağı yukarı salladığımda ellerimiz bacaklarımıza doğru ayrılmadan düştü ve elleri önce avuç içimde sonra parmak uçlarımda gezinerek yavaşça benimkilerden ayrıldı. Önce yere düşen çantamı omuzuma taktı ardından kemancı çocuğun yerine ilerleyip kemanı vermesini işaret etti. Kemancı çocuk ikiletmeden kemanı ona verdiğinde ''Bir dahakinde bir tık daha yukarda tut, böylece boynun şimdiki kadar ağrımaz.'' Diyerek bir uyarıda bulunarak profesyonellikle kemanı çenesi ile omuzu arasındaki yere yerleştirdi. ''Bu şarkı sana.'' Gözlerini kapatırken arşeyi yukarı kaldırmıştı ve arşeler kemanın tellerine değdiğinde Fairytale girişi duyulmaya başladı. Şaşkınlıktan yüzüme yerleşen aptal gülümsemeyi gözleri kapalı olduğundan ötürü göremiyor olmalıydı. Kemanı tutuşundan çalışına kadar sergilediği bu eşsiz usta tavrı gözlerimi kamaştırırken bir yandan da çaldığı bu parçanın sözleri aklımda canlanıyordu. Sözlerinin bize bu kadar uyması ve bunu bana dans eder etmez çalması üstü kapalı anlatmak istediği her sözü anlatırken beni kendine ne kadar bağladığı konusunda hiçbir fikri yoktu. Şarkının ortasına geldiğinde kapalı olan gözleri aralandı, ona nasıl baktığım hakkında bir fikrim yoktu ama nasıl baktıysam dudakları aralanmıştı ve çalarken hata yapmasına sebep olmuş kolaylıkla toparlamıştı. Gözlerini tekrar yumarak parçayı tamamladığında bitmeden alkışa başlayan ve alkışla sokağı inleten ben olmuştum. Benden sonra alkış çalan kimsenin sesi bu kadar çıkmamıştı ve benim elim alkıştan kıpkırmızı olmuştu. Tibet çenesi ile omuzu arasında duran kemanı indirerek arşe ile kemancı çocuğa uzattığında cebinden bir ellilik daha içine attı ve bana doğru geldi. ''Çok güzeldi.'' Aralanan dudakları benim atılmamla kapandığında nefeslenircesine güldü. ''Ne zamandır çalıyorsun?'' ''Ailem beni aldığından beri.'' Söylediği cümle ile kaşlarımı çatarak ona döndüm. Motorun önüne üç adımda varmıştık. Eline aldığı kaskı kafama geçirip camını yukarı kaldırdığında ''Aldığından beri derken?'' diye mırıldandım. ''yani beni sosyal hizmetlerden aldıklarından beri.'' Söylediği cümlenin hemen ardından bana binmemi işaret ettiğinde bir yandan onun evlatlık olduğu gerçeğini idrak etmeye çalışıyor bir yandan da söylediğini yapıyordum. Evlatlık olması anormal ya da utanılacak bir şey değildi, en doğal şeylerden biriydi ama benim idrak etmekte zorlandığım bunu hiç beklemeyişimdi. Bu genelde alışılmadık bir durum olduğundan duyduğumuz anda verdiğimiz o şaşkın tepkiyi hala atamıyorduk. ''Ne zaman...'' ''Sıkı tutun.'' Yaptığı uyarıyla belini geniş tutmayı bıraktım ve beline gelirken sarıldığım gibi sıkıca sarıldım. Bazen gerçek aileniz aile olmazdı size. Bazen öyle bir aileniz olurdu ki, iyi ki o ailem olmuş benim derdiniz. Ben mesela öyle bir baba isterdim ki bir göz yaşıma kıyamasın, onun gerçek ya da üvey olması önemli olmazdı. Bana babalık yapması önemli olurdu, bana baba şefkatiyle gelmesi önemli olurdu. Ama benim babam bile bunu yapmazken başka bir babanın bunu yapması bana oldum olası bir hayal gibi geliyordu. Tibet muhallebicinin olduğu sokaktan çıkarken git gide sesi kaybolan keman sesini son kez duydum. Aklımda artık keman sesi sadece Tibet'in çaldığı kadar çalacaktı, artık keman tutan her adam gözümde o olacaktı. Sokakta dans eden bir çift gördüğümde de o çift hep biz olacaktık. Tibet ve Ceyda olarak her zaman dans edemesek de başkasının bedenlerde sokaklarda dans etmeye devam edecektik çünkü benim gözüm onları hep Ceyda ve Tibet olarak görecekti. Tibet gelirken yaptığından biraz daha fazla hız yaparak sürdüğünde beline biraz daha sıkı sarıldım. Yaptığım korktuğumdan değildi, şu an ellerimi bile salabilirdim etrafa aslında ama Tibet'in tepki göstereceğini biliyordum çünkü bu ilk binişimdi. Şu an belini sıkma nedenim korku olmasa da onu uyarma amaçlıydı. Hızlı gidiyorsun, sakin ol ve yavaşla demekti. Verdiğim uyarıyı almış gibi hızını düşürdüğünde yediğim tatlının ağzımda kalan o eşsiz tadıyla gülümsedim. Bugün yıllar sonra ilk defa gülümseyerek batmak üzere olan güneşe baktım ve ilk defa saf mutluluğu tattım. Bugün hiç bitmesin istedim bencilce... evet bencilce. Çünkü benim için bu bile bencillik olabilecek kadar imkansızdı. Ve imkansızlığa inanan bir kız bugün bir şey öğrenmişti. İmkansızlar imkân olduğu halde yapamadıklarındı. Yapmanın mümkün olmadığı şeyler değil mümkün olmasına rağmen yapamadıklarındı. Bugünden itibaren imkansızlığa olan inancım yıkıcı bir depremle çöktü, bugünden itibaren inancım imkânsız denilenin yapılmamış olması. Aşk mı imkânsız, yaşayalım. Para mı imkânsız, kazanalım. Hasta mıyız, iyileşeyim. Ölüyor muyuz, yaşayalım. İmkânsız denilen birçok şey aslında imkânsız değildi; ölüyor denilen birçok hasta kurtuluyor, param yok diyen insanlar bir gün zengin oluyordu bu dünyada. Bunun nedeni sadece tek bir cümleye dayanıyordu. İnsanlar bu dünyada onların sözünün geçtiğini sanıyordu, bize söz hakkı veren tanrıyı unutarak. ~ Tibet Orçun
|
0% |