@byzloey
|
Uzun zamandır bölüm gelmediğinin farkındayım, şehir dışına çıktığım için oldu bu lütfen kusuruma bakmayın normalde böyle yapmam biliyorsunuz ama telafi amaçlı size uzun tatlı bir bölüm bıraktım. Fazla oyalamadan sizi bölüme uğurlayayım... Lütfen okurken oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın, yorumlarınız çok değerli ve hepsini okuyorum.^^ Keyifli okumalar. Instagram : Byzloey 7. Bölüm | Hayatın İki Yüzü We Go Down Together, Dove Cameron - khalid Madalyon simgesini ilk gördüğümde bunun neye dayandığını çok merak etmiştim. Anlamını öğrendikten sonra bunun iki yüzlülük olduğuna ve hayatı yansıttığına karar verdim. Tüm insanların, hayatın ve simgelerin iki yüzü olduğuna inandım. İnsanların iki yüzü, hayatın ve simgelerin iki yüzü iyi ve kötüydü. Ama madalyon simgesinin anlamı bir bana uğramıyordu. Yıllardır uğramamıştı. Aileden yana yarı yarıya şanslıydım, arkadaşım ya da kalbimi tekleten bir çocuk olmamıştı. Bu sebeple kendimi madalyonun sadece kötü tarafına layık görmüştüm. İnsan kötüye alıştıktan, iyiliği unuttuktan sonra iyiyi kendine layık görmüyordu çünkü. Bu yüzden ben de birçok duyguyu unutmuştum. Bir yanım kendini iyiliğe layık görmüyordu. Bende inanmıştım ki madalyonun sadece kötü yüzü bana dönüktü, sadece bana uğramıyordu bu anlam. Geçen yıllar boyunca bunu kabullenmiştim. Ama bir insanın gelip tüm doğrularınızı değiştirebileceğine inanmadığım için afallamış takılarak yere sertçe kapaklanmıştım. Çünkü hayalimde elimde tuttuğum o madalyonu parmaklarım çevirmişti. Artık kötü yüzü değil iyi yüzü bana bakıyordu. Madalyonu çeviren parmaklarımın sızladığını hissettim, paramparça bile olsa o madalyonu çevirebileceğimi biliyordum. Çevirdim de, canımın yanmasını göze alarak çevirdim. Artık inancım bir kez daha değişmişti. Şimdi hayatın güler yüzü bana bakacak insanların iyisi bana denk gelecekti. Buna inanıyordum, inanmak başarmanın yarısıydı ve ben yeni hayatımda, hayatıma birilerini almayı başaracaktım. Okulun önünde durup attığım ilk adımı düşündüm. O an madalyon benden habersiz iyiye dönmüştü aslında. Tibet'i ilk gördüğümde, Dağhan, Zeyd ve diğerleriyle ilk tanıştığımda madalyonun iyi yüzü bana dönüktü ama ben bunun farkında değildim. Sonra bir rüzgâr esti ve madalyonu tekrar çevirdi. Madalyonun kötü tarafı bana bakıyordu, ben madalyonu çevirdiğimde ise parmaklarım öyle keskin ve netti ki ona dokunduğumda resmen cansız varlığa kötü yüzünü dönmeyeceksin der gibi emir vermişti. Dokunuşlarım madalyonun iyi yüzünü bana mühürlemişti, esen rüzgâr bile şimdi onu etkilemiyordu. Elimdeki açık ateşi yanan zambak desenli çakmağı kapattım. Uyumadan gördüğüm hayal ve parmaklarımda dönen madalyon görüntüsü kayboldu. Etraf kendini gerçeğe bıraktı. Çünkü ilk kez gerçekler hayallerden güzeldi, sadece gündüzleri de olsa... Zil sesi duyulduğunda oynadığım çakmağı cebime attım ve kantinden dışarı izlediğim camın önünden çekildim. Kapıda duran motora baktım, içinden inen o buğday tenli kahve gözlü çocuğu izledim. Kaskını çıkarışını ve motoruna bırakıp saçlarını düzeltişini. Derin bir nefes aldım, adımlarını izledim ardından. Anahtarı cebine atarak ceketi yüzünü buruşturarak düzeltti. Ceket giymeyi sevmiyor görünüyordu. Gözleri banklarda gezindi, sonra terası gören kısma, yukarı çıktı. En son etrafta bulamadığını bulma umuduyla kantinin camına baktığında dudaklarında geniş gülümseme oluştu, adımları hızlandı. Aradığını bulmuştu. Ben de aradığımı bulmuştum. Gülümseyerek masanın üzerinde duran iki kahve bardağını aldım ve kantinin çıkışına yöneldim. ''Pşt, kız.'' Arkamdan gelen tanıdık ses ile kantinin kapısında duraksadığımda omuzumun üzerinden döndüğüm yüz Dağhan'ınkiydi. ''Evet.'' Diye mırıldandım kaşlarımı kaldırarak. ''Kahve kime?'' ''Niye?'' işaret parmağı ile orta parmağını birleştirerek bana gel işareti yaptığında geri geri yürüdüm. Bedenimle dönmeye üşenmiştim. ''Kahve bitmiş, diğer derse kadar gelmeyecekmiş. Önemsiz birininse versene.'' Tam önünde durduğumdan ötürü elini kaldırdığında kaşlarımı çattım. ''Tibet'in.'' Dağhan sırıtarak kahvenin birini elimden kaptığında dudaklarından ''İyi önemsiz bile olmayan birininmiş.'' Sözleri döküldü ve büyük bir yudum aldı. Ben şaşkınca ona bakarken bu yaptığı için ona bağırmaya hazırlandım ama arkamda Tibet'in olduğunu düşününce dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kaldım. ''Bana kahve borçlandın.'' Dağhan dudaklarındaki köpüğü temizleyerek bana baktığında onun da kaşları hayretle kalkmıştı. ''İstediğin kahve olsun yavrum.'' Boğazını temizleyerek kahvesinden bir yudum daha aldı. Söylediğinden kendi de bir an rahatsız olmuş gibiydi, belki de boşluğuna gelmişti. ''Bir daha böyle bir şey yaparsan diğer kahveyi başından aşağı dökerim haberin olsun.'' Dağhan sırıtarak dilini yine dudaklarında gezdirince öfkeyle nefes verdim. ''Bu arada, hareket hiç de havalı değil. Kusacağım şimdi.'' Arkamı dönerek kantinin kapısında bekleyen Tibet'le göz göze geldiğimde arkamdan sadece benim duyabileceğim kadar yüksek sesle Dağhan'ın sesi duyuldu. ''Sen o çocuğun yanında dura dura mideni eğitiyorsun merak etme.'' Eğer Tibet beklemiyor olsaydı muhtemelen Dağhan'ın kafasından aşağı şu an sıkmakta olduğum kahveyi boşaltmıştım. Kendimi sakinleştirerek kantinin kapısına vardığımda Tibet'in çatık kaşları Dağhan'ın üzerinde gezindi. Ne konuştuğumuzu bilmese de beni sinirlendirdiğini anlamıştı. Anlamamasına imkân da yoktu zaten. Dağhan Tibet'in onu izlediğini görünce kahveyi havaya kaldırıp gülümsedi. Derdi neydi? Tibet'i sevmiyor olsa bile böyle davranması gereksizdi. Ön yargılı davranıyordu. Aramızdaki bağı böylesine bir şey için zedelemek istemezdim, gerçi aramızda bir bağ var mı henüz ondan da emin değildim. Yine de bu yaptığı yüzünden gün boyu ona kötü bakışlar atacaktım, eğer bu umurunda olursa aramızda bir bağ olduğunu kanıtlardı eğer umursamazsa zaten bu benim genel halim olduğu için pek de bir şey fark etmeyecekti. Tibet elimdeki kahveye gözlerini çevirdiğinde bir elini belime yerleştirerek beni merdivene doğru çekmeye başladı. ''Kahve benim miydi?'' Kafamı aşağı yukarı sallayarak elimdekini uzattım. Gülümseyerek ona kahveyi uzatan elimi geri çekti. ''Kalsın, sen iç. İçin ısınır.'' ''Gerek yok, beraber içeriz diye kendime almıştım zaten. İçmeyi çok istediğimden değildi.'' Tibet kahveyi elimden alarak yanımızdaki herhangi birine verdiğinde dudaklarım aralanmış cevap bekleyen ifadeyle ona baktım. Belimden çektiği elini tekrar belime yerleştirerek yutkunup merdivenleri çıkmaya başladı. ''Beraber içmiyorsak, yalnız da içmeyelim.'' Merdivenleri çıkarken yüzümü yana çevirip gülümsedim. Böyle şeylere pek de alışkın olmayan biri olarak hoşuma gitmesini engelleyemiyordum. Yüzümü çevirdiğim merdiven boşluğundan çıkan Atilla ve Burçağı gördüm. Atilla'nın kaşları çatıktı, Burçağın bir eli onun omuzundaydı. Sanırım bir gerginlik olmuştu, Burçak'ın eli öbür taraftan Atilla'nın omuzuna atılan elle çekildiğinde Atilla'nın yüzü Dağhan'a döndü. Dağhan geldiğinde kaşları biraz da olsa gevşemişti. Dağhan cebindeki telefonu çıkarıp Atilla'ya bir şey gösterirken yüzümü önüme çevirdim. Sınıfın kapısı açıktı, hemen solumuzda kalan sınıfın da kapısı açık önünde dikilen iki kız vardı. Bu iki kızdan biri İkra'ydı. Öfkeli görünüyordu, neye öfkeli olduğu hakkında bir fikrim olmasa da bu hali beni huzursuz etmişti. Çünkü kapıda birini bekliyor görünüyor elindeki telefonu sık sık kontrol ediyordu. ''Aptal, öldüreceğim onu.'' Yanındaki kız İkra'nın beline arkasından sarıldığında İkra onu öfkeyle geriye ittirdi. ''Sırnaşma Bade çok sinirliyim ve iyi gelmiyor.'' Tibet açık kapıdan geçmem için işaret ettiğinde gözümü onlardan aldım. Sınıfa attığım adımda İkra'nın yüksek sesi yankılandı merakıma yenik düşerek yüzümü Tibet ile aynanda çevirdiğimde İkra'nın öfkeyle merdivenin başında duran kıza yürüdüğünü ve ona ''SONUNDA!'' diye bağırdığını duydum. Kız İkra'nın bağırışıyla ürkek bakışlarını çevirdi, Hemen arkamızdan gelen Atilla, Dağhan ve Burçak da İkra'ya bakıyordu. ''Sen niye ortalığı karıştırıyor suçu bana atıyorsun. Senin yüzünden uyarı aldım, hem de hiç suçum olmadığı halde ve okulun ilk haftasında.'' Kızı kolundan öfkeyle tuttuğunda Tibet ile bakışlarımız birbirine döndü. Burçak diğerlerinin aksine hala dikkatle İkra'ya bakıyordu. İkra kızı merdivenin başında kolundan tutarak silkelediğinde kız korkuyla merdivene tutundu. İkra bir anda herkesin onu izlediğini unutmuş gibiydi. Gözlerini etrafa çevirdiğinde derin bir nefes aldı, gözlerini yumdu ve kızı bıraktı. ''Bu yaptığını telafi edeceksin, yoksa günah benden gider.'' Bağırmaktan vazgeçerek sessiz söylediği bu sözlerin hemen ardından kimseyle göz teması kurmadı ve sınıfa girip kapıyı sertçe kapattı. Arkasındaki kız İkra onu bırakır bırakmaz ağlamaya başlamıştı. Ben de beni ilgilendirmediği halde merak duyduğum bu konudan kendimi alarak sınıfa girip sırama oturdum. Zeyd çoktan gelmiş sınıfta oturuyordu, kafası sıraya gömülüydü. Gözüm hemen sağımızda kalan sıraya kaydı, Defne de Samet'te yoktu. Zil çalmasına rağmen gelmemeleri bana beraber olduklarını düşündürmüştü. Farkında mısın Tuana, bu okula geldiğinden beri bir şeyleri merak etmeye, birilerini önemsemeye başladın. Farkındayım. Tibet sırasına geçerken bana göz kırptığında gülümsedim. Gözlerimi ondan gülümsememle beraber çekerken bana dikkatle ve hoşnutsuzca bakan iki göze denk geldiğimde bir an gülümsemem solacakmış gibi hissettim ama solmamıştı. Yan yana oturan Cem ve Tuna bana bakıyordu. İkisi de gözlerini kısmıştı. Cem kafasını sağa sola sallayarak önüne döndüğünde bu kez bakışları Tibet'e kaydı. Tibet ona nasıl bir bakış attı göremedim ama Cem bakışlarını anında önüne çevirmiş yanaklarını ısırmıştı. Bunu içine çöken yanağından fark etmiştim. Dağhan yanıma oturduğunda dikkatimi yandan çektim, Burçak kapıyı kapatarak Zeyd'in yanına oturdu. Omuzumun üzerinden görebildiğim kadarıyla elini omuzuna koymuştu. ''Ağrı kesici ister misin?'' Zeyd sessizce kafasını olumsuzca salladı. Bu sırada kapı açıldı ve içeri öğretmen girdi. Haritayı masanın üzerine bıraktıktan sonra bakışları beni buldu ve tahta kalemini masaya bırakıp bana yanına gelmemi işaret etti. ''Ben fotokopi çıkarıp geliyorum, sesinizi duymayayım.'' Öğretmen bıraktığı çantasının ardından sınıftan çıkarken masasına açtığı haritaya bakarak kalemin kapağını açtım ve dışardan içeri doğru haritayı çizmeye başladım. Öğretmen birkaç renk olan kalemlerin olduğu kalemliğini açık bırakmış bana kullanabileceğimi işaret etmişti. Çizgileri siyah kalemle yaptıktan sonra bölgeleri ayırt edebilmek için renklerle içinden birer çizgiyle daha geçmeye başladım. Tahmini on beş dakika sürmüştü bunu yapmam. Sınıfta kendi içlerinde konuşanlar olmuştu. Son bölgeye geçtiğimde ensemde bir nefes hissettim. ''yardım lazım mı?'' Tibet'in sesi kulağıma nefesi enseme çarparken belli belirsiz gülümseyerek omuzumun üzerinden Tuna'ya baktım. Ani çıkışları olan bir kardeş bir ablayı her zaman korkuturdu. ''Edebilir misin?'' ''Dürüst mü olayım yoksa kalmak için yalan mı söyleyeyim?'' Gülerek çizimi bitirecek son noktaları atmaya devam ettim. ''Resmin berbat değil mi?'' ''İnsan kusursuz değildir...'' kulağıma daha çok yanaşıp ''Sen hariç.'' Diye fısıldadığında kalem bir anda elimden düştü. Aynı zamanda kapı açıldığı için kalemi düşürmem kimsenin gözüne batmamıştı. Herkes kalemi açılan kapıdan korktuğum için düşürdüğümü sanacaktı muhtemelen ama Tibet ve ben biliyorduk ki o kalem fısıltısının içimde başlattığı kasırganın sadece bedenime vurduğu bir belirtiden ibaretti. Tibet anında geri çekilerek boğazını temizlediğinde öğretmenin ters bakışları onu buldu. Ardından da beni. Elindeki fotokopileri masaya bıraktığında gözleri benden tahtaya döndü, dudaklarında memnun bir ifade belirmişti. ''Güzel... çok beğendim. Eline sağlık.'' Kalemi masaya bırakırken Tibet'e bakmamak için direndim ve başararak yerime geçtim. Bu kez bakışlarım Dağhan'la kesişmiş sertleşmişti. Bunu fark etti, sırıtmasını genişleterek olduğu yerde durmaya devam etti. Kalkması için bekledim, öğretmen kağıtları ayarladığından şu anlık bizi fark etmiyordu. ''Geçeceğim Dağhan, izin verirsen.'' Son cümlemi bastırarak söyledim. ''Kalkacağım, bakışlarını düzeltirsen.'' O da son cümlesini bastırarak benim gibi söylediğinde ifadesine gülmek istedim ama kendimi tutuyordum. ''Bakışlarımın sebebini biliyorsun bence.'' Omuz silkerek bana bakmaya devam etti. Ardından ''Olabilir, yine de sıra arkadaşıma güvenmek ister onu korurum, o yüzden bana böyle bakması da hoşuma gitmez.'' Kaşlarımı hayretle kaldırıp ona baktığımda öğretmenin ''Ceyda neden hala ayaktasın?'' demesiyle Dağhan memnuniyetsiz şekilde kalktı. ''Dört ayağının üstüne düştün... kedicik.'' Gözlerini kısarak sırıtışına göğsüne vurarak karşılık verip yerime geçtim. Dağhan da yanıma oturduğunda bilerek bu kez sıraya geniş geniş oturdu ve beni duvarla kendi arasında sıkıştırdı. ''Üşütürsem sen de kaparsın yalnız.'' Diye mırıldandım. ''Benim bünyem sağlamdır, öyle herkesten hastalık kapmam.'' Öğretmen fotokopileri önümüze bırakmaya başladığında Dağhan'la karşılıklı konuşmamız kesildi. İkimizde sesini yükselten ve ilgiyi üstüne isteyen öğretmene dönmüştük. Öğretmen herkesin kendi arasında konuştuğunun farkındaydı. Bu sebeple sesini yükselttiğine emindim. Bizim sıramız bittikten sonra bizim gibi en önde oturan yan tarafımızdaki Samet ve Defne'nin boş sırasına geldiğinde duraksadı. ''Defne ve Samet'in neden gelmediğini bilen var mı çocuklar?'' Zeyd kafasını kaldırarak sıraya baktığında, gözlerinin kızarıklığını sadece göz ucuyla görmüştüm. Burçağa döndü, Burçak dudak büzerek omuz silktiğinde öğretmen Tibet'e döndü. ''Bir fikrim yok hocam, görüşmedik.'' Öğretmen bu kez Zeyd'e döndüğünde Zeyd ''Lavaboya gidebilir miyim?'' diye sordu. Öğretmen yüzünü inceledikten sonra ''Bir şey mi oldu Zeyd?'' dedi. ''Hayır sadece yüzümü yıkamam gerek.'' Öğretmen kafasını aşağı yukarı salladığında Zeyd duvar kenarından ayaklandı ve Burçağın kaydığı yerden geçip kapı kolunu tuttu. Bakışları öğretmene döndü, öğretmen önüne dönüktü. Cebinden telefonunu çıkardığında lavaboya gitme sebebinin Defne'yi aramak olduğunu anlamıştım. Kapı kapandı, öğretmen konuya giriş yaptı. Burçak da kafasını eğmişti, sağımızda kalan Atilla sıranın altından telefonu tutuyor diziyle de ritim tutuyordu. Dudaklarını ısırdığını görüyordum. Burçağa mesaj atmış olmalıydı. Bakışlarımı Tibet'e çevirerek Defnelerin sırasını işaret ettim. Dudaklarını hareket ettirdiğinde bakışlarım dudaklarına inmişti. 'Bilmiyorum.' Dedi ardından 'Öğrenirim.' Diyerek o da cebinden telefonunu çıkardı. Bakışlarımı sesini tekrar uyarı manasında yükselten öğretmene döndüğümde sadece günler geçmesine rağmen Defne'yi ne kadar önemsediğimi fark ettim. Çünkü ilk defa gerçek bir kız arkadaşın oluyor. Diye fısıldadı iç sesim. Onu duymazdan geldim. Öğretmene odaklanarak dersi dinlemeye koyulmak istedim ama sınıfta çoktan bir gerginlik olmuştu, iki tarafta da. Üstelik sadece iki genç okulu kırdığı içindi bu gerginlik. Tibet kafasını kaldırdığında yüzündeki ifade hoşuma gitmedi. Yüzünü bana döndü ardından kaçırdı, ben gözlerimi kısarak onu izlerken kapı çalınmıştı. Kirpikleri ıslak ve ellerinden su damlayan Zeyd içeri girdiğinde gerçekten yüzünü yıkamaya da ihtiyacı olduğunu anlamıştım. Şimdi gözleri çok daha kırmızıydı. Öğretmen yerine geçmesini işaret ettiğinde Burçak yana kaydı, Zeyd yerine geçti ve Burçağa ''Geliyor.'' Dedi. ''Neredeymiş?'' ''Söylemedi.'' sesi rahatsız olduğunu hissettiriyordu. ''Niye gelmemiş?'' Zeyd ellerini yüzüne geçirirken boğuk bir sesle ''Okulu kırmak istemiş.'' Diye mırıldandığında Burçak bir şey daha söyleyecek gibi oldu, sonra kafasını çevirip sinirle güler gibi bir ifade takındı. Konuyu uzatmak istememişti. Öğretmen konunun kalanını anlatmaya fotokopiyi bize doldurtmaya devam etti ama sınıfın çoğu derse olan odağını çoktan kaybetmişti. Bakışlarım ders arasında Tibet'e kaydı ama o bana pek de bakmamıştı. Sonunda zil çaldığında Dağhan'ın kalkmasıyla yerimden fırlayıp Tibet'in yanına gittim. Yanındaki çocuk kalktığından o kalkamadan onu sırada kıstırabilmiştim. ''Neden gözlerini benden kaçırıyorsun? Nereye gittiler?'' diye sorduğumda bir elini diğerinin içine aldı ve kurumuş dudaklarını yaladı. Gözleri alayla bana döndüğünde bedenimde ve sırada gezindi. ''Hep burada otursan ya, yanıma çok yakıştın.'' ''Konuyu saptırma Tibet. Nereye gittiler?'' ''Siz... Defneyle fazla yakınlaşmışsınız. Bu kadar kısa sürede...'' Birkaç dakika geçen sessizliğin ardından bunu anlamış gibi nefes verdi. ''Tamam... kızı yarışa götürmüş.'' ''Ne yarışı?'' Kaşlarım çatıldı. ''Ne motor yarışı neden bahsediyorsun sen, daha reşit bile değiller.'' ''Defne'yle ne alakası var bunun peki? Ayrıca iyi değilse kızı riske atıyor demektir.'' Dudak büzerek arkasını duvara yaslanıp yan oturdu. ''Sevgililer sanırım, ya da o yolda.'' Yüzüm daha telaşlı bir hal aldı nedensizce, Samet'te beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Defne için endişelenmekten kendimi alamıyordum. Tibet'in söylediği gibi ona fazla değer vermiştim. Ayrıca Samet motorda iyi değilse Defne yarışta bir anda arkasından düşüp yola savrulabilirdi. Buna rağmen nasıl giderdi ki? Kendi canını riske atıyordu. Dudaklarımı ısırdım endişeyle. En azından Samet iyi olsaydı endişelenmezdim ama kötü olması beni Defne konusunda daha da endişelendirmişti. Çünkü bu sadece yarışta başına bir iş gelmeyeceğini yolda da kazaya kurban gidebileceğini düşündürtmüştü bana. ''Buna sevinmen gerekmiyor muydu güzellik?'' ''Neden sevineceğim?'' diye mırıldandım dalan gözlerimi ona çevirirken. ''Samet benim arkadaşım, Defne senin.'' Gözüm yine sıraya dönüp daldığında Tibet'in eli çeneme uzandı ve yüzümü yüzüne çevirdi. ''Dalacaksan buraya dal.'' Ben ne dediğini algılayana kadar arkamda bir gölge belirdiğinde yüzümü yana çevirdim. Tibet'in çeneme uzanan eli yüzümü çevirmemle boşta kaldı. Cem hemen arkamda ayakta dikiliyordu. ''müsaade var mı?'' diye mırıldandı. Sorusu Tibet'e olsa da bakışları bendeydi. Nedense bunu bana sormuş gibi hissettim. Tibet bana döndüğünde ellerimi sıraya yaslayarak ayaklandım. Kalktığım yere Cem oturdu, ben de sıradan çıktığım gibi kolumdan tutulmamla kendimi Cem'in yerinde bulmuştum. ''Neler oluyor Tuana?'' Tuna'nın bir yandan meraklı bir yandan endişeli bakışlarını gördüğümde ''Bir şey yok, ne olacak ki?'' dedim. ''Sadece okulu kırmışlar ama ne bu telaş?'' Şüpheci bakışları gözlerimi yakaladığında ondan bir şey saklayamayacağımı bir kez daha anlamıştım. Hayatta yalan söyleyemeyeceğim, söylemeyi tercih etmeyeceğim biri varsa o da Tuna'ydı. ''yarışa gitmişler, Samet de sürüşte pek iyi değilmiş.'' ''Ne yarışı lan?'' yüzünü buruşturarak sorduğu sorunun ardından ''Motor.'' Diyerek yüzümü Tibet'e çevirdim. Hissetmiş gibi bana döndü, dudaklarında bir tebessüm yer almıştı. ''Şşş, yanımda yapma bari ya. Dalacağım şuna zor duruyorum.'' ''Ne zorunuz var onunla?'' dedim birdenbire Tuna'ya. ''Ne?'' diyerek sırada bana doğru kaydı. ''Ne zorunuz var, Dağhan da sende bir kin besliyorsunuz Tibet'e?'' dudaklarını yalayarak güldü. ''Çünkü canım ablacım, çocuk sana takıntılı gibi bakıyor. Psikopat gibi bir tipi var zaten. Kafayı takmış gibi, gözlerini senden almıyor ve bu beni korkutuyor.'' ''neden korkuyorsun, bana zarar vereceğinden mi?'' Kafasını olumsuzca salladı. ''Eğer benim tanıdığım Tuana olsaydı bundan korkmazdım çünkü o kendine zarar verilmesine izin vermez. Onun kırılmaz camları vardır ama karşımdaki Tuana o Tuana değil. Beni korkutan senin bakışların.'' ''ben nasıl bakıyorum ki?'' dediğimde kaşlarım yine çatılmış kalbim teklemişti. ''Onun gibi.'' Tuna'nın sözlerinin ardından dudaklarımı ısırdım. Öyle mi bakıyordum? Bunun farkında değildim. ''Ben ona takıntılı değilim.'' Diyerek kendimi savundum. ''Biliyorum... ama aklının karıştığını da biliyorum.'' Derin bir nefes alarak elini elimin üzerine koydu. ''En çok senin mutlu olmanı isterim bu Dünya'da, o yüzden ilk kez yaşadığın duyguların önünde engel olmak istemiyorum ama senin için endişe duyduğumu da unutma. Buna engel olamıyorum.'' Gülümseyerek elimin üstüne koyduğu elini diğer elimle tuttum. ''Benim için hep endişe duy, böylece kendimi bu Dünya'da yalnız hissetmem.'' Zil sesi duyulduğunda Cem Tibet'in sırasından kalktı. Ben de kendi sıramdan kalkarak kendi yerime geçtim. İkinci ders çok çabuk gelmişti. Bazı günler ders hiç geçmezken bazı günler ben anlamadan gün bile bitiyordu. Az önce geçen on dakika mesela, bana sadece birkaç dakika gibi gelmişti. Sırama geçip arkama yaslanarak elimi sıranın altına attım. Dağhan'ın ipi yine buradaydı. Alıp elime doladım, parmaklarım bazen sıkı sardığımdan iz tutuyordu ama umurumda değildi. Bana da en az Dağhan'a geldiği kadar iyi geliyordu. Sınıfın kapısından ipin sahibi Atilla ile girdiğinde yüzümü kaldırdım. Elini Atilla'nın omuzuna koymuştu. Atilla dudaklarını yiyordu, bakışları boştu. Onlar yanımdan geçerken burnuma gelen sigara kokusu Dağhan'ın yanıma oturmasıyla yoğunlaştı. Atilla yerine geçerken diğerleri de yavaş yavaş sınıfa giriyordu. Begüm ve Hazal en son sınıfa girdiğinde Hazal kapıyı örttü, Begüm sıramızın önünde Hazal'ı beklerken yüzünü Dağhan'a döndürdüğünde dudaklarında varla yok arası bir gülümseme yakaladım ama ben Dağhan'a bakana kadar Hazal ile sıralarına geçmişlerdi. Dağhan'a içeri giren öğretmene aldırmadan baktığımda hala yüzünde duran belli belirsiz gülümsemeyi fark ettim. Bu sınıfta herkes birbirine âşık oluyordu anlaşılan. İçeri öğretmen girdiğinde doğruca masasına geçti, bu sırada arkadan gelen sesler kesilmişti. Öğretmen yoklamayı almaya başladığında kapı tıklandı. ''Defne Hazin.'' Açılan kapıdan Samet ve Defne girdiğinde öğretmen arkasına yaslanarak yüzünü onlara döndü. ''tam da aradığım iki öğrencim.'' Defne ve Samet mahcup gibi öğretmene baktığında ''Neredeydiniz siz bakalım?'' diye sordu . ''Hoc-'' öğretmen elini kaldırarak ''Yalan söylemeyin, geçin yerinize. Birinci ders için yok yazıldınız.'' Dediğinde Defne Samet'e döndü. Samet bir şey yok der gibi gözünü yumup açtığında ikisi yerine geçmeye başladı. Bu sırada Defne'nin bakışları kaçamak Zeyd'e dönmüştü. Öğretmenin bu sert tavrı havada ki gerginliği daha da yükseltmişti. ''Kızacak mısın ona?'' diye sorduğunu duydum Burçağın. ''Gittiği için mi? Hayır. Haber vermeden gittiği için mi? Evet.'' Göz ucuyla onlara baktım omuzumun üzerinden. ''Onun için bende haşlayacağım.'' Dedi Burçak. İkisi de keyifsizce nefes vermişti. Öğretmen önümüzdeki fotokopinin arkasını çevirmemizi söyledikten sonra ayağa kalkıp iki fotokopi Defne ve Samet'in önüne bıraktı ardından yoklamaya devam etti. Yoklama okunurken fotokopiyi çevirip hafif öne eğilerek Defne'ye baktım. Elinin kenarı çizilmiş görünüyordu. Bakışlarım ayağının oraya kaydı, çorabı yırtılmıştı. Dikkatli bakılmadıkça fark edilmiyordu ama ben etmiştim. Bu görüntü karşısında yine huzursuz oldum. Dudaklarımı ısırarak arkama yaslandım. Dağhan bana çevirdiği bakışlarını az önce izlediğim Defne'ye çevirdiğinde bir nefes çekti içine derince. ''Merak etme yakında anlar.'' Diye mırıldandı. ''Ne?'' Fotokopisini çevirdikten sonra bana, daha doğrusu ipi doladığım elime çevirdi bakışlarını. ''Kadınlar diyorum... aşıkken hiçbir şey görmezler ama âşık oldukları kişinin yanlış kişi olduğunu da bilirler. Sonunda bunu anladığında ondan vazgeçer.'' ''Öyle mi dersin?'' diyerek yüzümü oynadığım ipe indirdim. Kadınlar diyorum... aşıkken hiçbir şey görmezler ama âşık oldukları kişinin yanlış kişi olduğunu da bilirler... Ben biliyor muydum? Yoksa âşık olduğum kişi yanlış kişi değil miydi? ''Kendinin ne zaman anlayacağını mı düşünüyorsun?'' dedi gülümseyerek. ''Yapma şunu, hoşuma gitmiyor.'' Dedim dürüst olarak. ''Seni düşündüğüm için diyorum, yoksa umurumda olmazdın.'' Dedikten sonra yüzünü fotokopiye çevirdi. Dudaklarımda onunkinin aksine belirgin bir gülümseme oluştu. ''Sende mi bakışlarından rahatsızsın Tibet'in?'' ''Pek tekin bakmıyor.'' Dedi bana hak vererek. ''Takıntılı gibi mi bakıyor?'' Derin bir nefes vererek bana döndü. Göz ucuyla arkasına baktığında Burçak ve Zeyd'in de istemeseler de mesafeden ötürü duyabileceklerini fark etti ama aldırmadı. ''Sana duyguları olduğunu hissediyorum ama kendisinin pek tekin olmadığını da hissediyorum. Sezgilerim kuvvetlidir, onları dinlerim. Senin için de onlara kulak veriyorum, seni onların sözleriyle uyarıyorum.'' Omuzum düşerken bu kez derin nefes veren bendim. Öğretmen uyarı mahiyetinde sesini yükselttiğinde konuşmaya devam etmedik. Dersin devamında öğretmen fotokopileri doldurtmuştu, dersin devamında aklım başka yerlerde olduğundan doldurduğum hiç bir şeyi anlamamıştım. Elimdeki ipi çözerek sıranın altına bıraktım. Zaman yine düşündüğümden çok daha hızlı geçmişti. Zil sesi kulaklarıma iliştiğinde fotokopiyi kenarı ittirdim. Dağhan yüzünü arkaya çevirip kafa işareti yaptığında öğretmen çıktıktan sonra Atilla ayağa kalkıp ''Çakmak versene.'' Diyerek baş ucumuzda durdu. Dağhan cebinden çakmağı çıkararak ona uzattığında Atilla arkasından çıkan Zeyd ve Defne'ye ve peşlerinden giden Burçağa göz ucuyla baktı. Çakmağı aldıktan sonra önden giderken ''terastayım gelirsin.'' Diye mırıldandı. Dağhan kafasını aşağı yukarı sallamıştı. Atilla önden çıkmasına rağmen çıkmadan önce yüzünü Samet'e çevirmiş ters bir bakış atmayı da ihmal etmemişti. Atilla sınıftan çıktıktan sonra Dağhan yüzünü bana çevirdi. ''gelsene sende bizle terasa.'' ''Ne yapacağım ki, hem tanışmıyorum arkadaşınla da.'' ''Tanışırsın, hem Zeyd'le ve Defneyle tanışıyorsun. Onların yanına geçeriz muhtemelen.'' Dağhan'ın ilk defa böyle bir teklifte bulunduğunu fark ettim. Bu teklifi geri çevirmek istememiştim. ''Olur.'' ''Lavaboya gideyim oradan gidelim.'' Ayağa kalktığında ben de onunla beraber kalktım. Tibet'te bana bakıp Samet'i kaldırarak sınıfın çıkışını işaret etmişti. Sanırım bu iki kaçak, arkadaşlarından sıkı bir azar işitecekti. Tibet Samet masadan kalkmadığın da onun yakasına birdenbire yapıştı, bu sesle tüm ilgi bir anda onlara dönmüştü. Ayağa kalkan Dağhan ve ben onlara dikkat kesildiğimizde Tibet'in bakışları bize döndü. Yutkundu, ellerini gevşeterek Samet'in yakasından ellerini çekti. ''Konuşacağız, bahçede.'' Diyerek sessizce mırıldandı. Öfkesi sessiz tonundan bile hissediliyordu, çenesi gergindi, kasılmıştı. Boynunda çıkan damarlar dikkatimi çekti. Neden bu kadar öfkelendiğini anlayamadım. Samet önden kapıya ulaştığında ''Paraya ihtiyacım vardı.'' Dedi sadece. Biz de arkalarından çıkmıştık, merdivene kadar onlardan gözlerimi almadım. Dağhan çatık kaşlarını gevşetmeden lavaboya yöneldiğinde duvara yaslandım ve merdivenden inen Samet ve Tibet'i izlemeye devam ettim. ''Sikerim ihtiyacın olan parayı.'' Dedi öfkeyle Tibet. Merdivende görünen sırtları görüş açımdan çıktığında kaşlarım çatık yaslandığım duvarın karşısındaki boydan boya cam olan kısma döndüm. Dışarıyı izliyor bir yandan da Tibet'in neden bu kadar öfkelendiğini anlamaya çalışıyordum. Bu kadar öfkelenmesinin sebebi sadece Samet'in okulu kırıp Defne'yi yarışa götürmesi olamazdı. Bunda başka bir iş olduğuna dair seziler içimde ses çıkarmaya başlamıştı. Ben kendi içimde merak duygusuyla beraber bunu tartarken lavabodan Dağhan çıktı. Bana yukarıyı işaret ederek gömleğinin kollarını yukarı doğru kıvırmaya başladı. ''Hava soğuyor sözde ama ben su içindeyim.'' Gözlerim ona döndüğünde söylenirken ki yüz ifadesine gülmeden edemedim. ''İçinde atlet bile yok. Nasıl terledin?'' dışarıda esen rüzgâra boydan boya cam olan kısımdan göz attım. ''Nereden biliyorsun olmadığını?'' dediğinde elimle beyaz gömleğini işaret ettim. ''Gömlek üzerine yapışıyor, atletin olsaydı altından kol kısmı belli olurdu.'' Dudak büzerek ''Mantıklı.'' Diye mırıldandı. Terasa vardığımızda kapıdan girer girmez karşıda ayakta dikilen Burçak, Defne ve Zeyd bizi karşılamıştı. Hemen yanlarında Atilla duruyordu ama üçünün birbirine olduğu kadar yakın da değildi. Duvara yaslanmış Defne'yi gözünü kırpmadan izliyordu. Bakışları yumuşaktı, gözleri yırtık çorabına inmişti. Bizim geldiğimizi fark ettiğinde duvarda doğruldu ve bakışlarını bana çevirdi. Beni beklemediğini biliyordum. Yine de bunu belli etmeden ''Hoş geldin.'' Dedi. Kafa sallayarak ona karşılık verdim. Zeyd ellerini cebine yerleştirmişti. Defne dudaklarını ısırarak ona bakıyordu. ''Özür dilerim, tamam bir daha habersiz bir yere gitmek yok. Söz.'' Burçak bir elini beline yerleştirerek bilmiş bir edayla Defne'yi süzdü. ''Eline ne oldu bakayım senin?'' Görünene göre başka bir şeyi fark etmemişlerdi. Burçak Defne'ye doğru bir adım attığında Defne korkuyla geri çekildi. Bu Zeyd ve Burçağın dikkatini çekerken bizim de kaşlarımızı bir kez daha çatmamıza sebep olmuştu. ''Bir şey yok, sürttüm.'' Diyerek elini diğerinin içine aldı. ''Tamam mı, azar saatiniz bittiyse acıktım bir şeyler alayım kantinden.'' ''Kahvaltı da mı etmedin sen?'' dedi Burçak azarlarcasına. ''Canım istememişti.'' Derin bir nefes alarak kafasını salladı. ''Düş önüme, alalım bir şeyler sana.'' ''Ben çocuk değilim Burçak kendime bir şeyler alabilirim.'' ''Paran var mı?'' dedi huysuzca. ''Var.'' ''İyi o zaman, bana da bir kahve al.'' ''Olur.'' Defne kapıya yöneldiğinde Atilla Dağhan'a döndü. ''Kahve içer misin?'' Bende gülümseyerek Dağhan'a döndüm. ''Alır alır, bana da kahve sözü vardı beyefendinin.'' O da bana dönerek sırıttı. ''Doğru, hanım efendiye bir kahve sözüm var. Alırız.'' Burçak ve Zeyd birbirine bakıyordu. ''Şu herifle mi konuşsak, Defne'de bir değişiklik var bak. Ergenlik falan değil bu kaptırmış kendini çocuğa.'' Zeyd yanağını içe gömüp 'Çı' diye bir ses çıkardı. ''Genç kız, hayatını mı engelleyeceksin?'' ''Hayır hataya düşmesini engelleyeceğim.'' Dedi abi edasıyla. ''Yasak olan şeyin yasak olduğunu ne kadar tekrarlarsan o kadar arzulamasına neden olursun. Müdahale etmemiz gereken nokta burası değil. Bırak biraz duygularını yaşasın.'' Burçak elini ensesine atarak ''İyi öyleyse.'' Diye mırıldandı. Bundan huzursuz olduğunu biliyordum, yüzünden belliydi. Zeyd'de bundan huzursuzdu ama bunu Burçaktan daha iyi kontrol ediyordu. Dağhan'a yüzümü döndüğümde bir an Atilla'nın üç bardağı nasıl getireceğini düşündüm. ''Ben Atilla'ya yardım edeyim, üç bardağı taşıyamaz belki.'' Ama ben Atilla'ya yardım bahanesiyle Defne'nin yanına gitmeyi planlıyordum. Bunu bilmediği için çözüm sunması saniyelerini almıştı. ''Gerek yok tepsiye.'' Diyerek ağzını açmasına kalmadan kapıya yöneldim. Merdivenlerden hızlı olmak adına ikişer ikişer iniyordum. Merdivenden inerken İkra'yla göz göze gelsem de bu kısa sürmüştü, hızla inmeye devam ettim. Bu sırada bana sadece tebessüm etmişti, ben de karşılık vermiştim. Kantinin kapısına vardığımda içeri adım atmak için dönmüştüm ki merdivenin arkasında kalan koridordan duyduğum tanıdık sesle yerime mıhlandım. ''Bunu o mu yaptı Defne?'' ''Hayır, kazayla oldu. Lütfen Zeydlere söyleme.'' Kantine dönen adımlarım durdu, arkama dönerek merdivenin arkasına yürümeye başladığımda Atilla'nın elini Defne'nin saçlarının arasında gördüm. Alnını biraz açmak için saçlarını geriye yaslamıştı kaşları çatık alnına bakıyordu. Alnındaki kesiği gördüğümde benim de ifadem Atilla'nın ifadesine büründü. ''Canın çok yandı mı?'' Sesi sakin çıksa da aldığı derin nefesleri çaprazında kalmama rağmen duyabiliyordum. Gergindi, omuzlarının da kasıldığını sıkı gömleğinden görebiliyordum. ''Hayır, lütfen bir şey söyleme Atilla. Olay çıksın istemiyorum.'' Onlara doğru bir adım attığımda sonunda Atilla omuzunun üzerinden bana dönmüş Defne gözlerini bana çevirmişti. ''Yarışta mı oldu bu?'' Onlara iki adımda vardığımda Atilla'nın açtığı alnından gözüken yara ve kırmızılık şimdi daha çok belliydi. Saçlarından ötürü fark edilmesi saçları örtülüyken zordu. Burçak ona doğru adım attığında Defne'nin çekilme sebebi şimdi ortadaydı. ''Ne yarışı?'' diye sordu Atilla çatık kaşlarıyla. Defne gözlerini yumduğunda büyük bir pot kırdığımı anlamıştım. ''Motor, motor yarışına gittik.'' ''Ne motoru kızım?'' Defne gözlerini açtığında Atilla'nın öfkeden yükselttiği sesinden ötürü eline vurdu. ''Sessiz ol.'' Zil sesi okulda yankılandığında Defne Atilla'ya onun karşısında bir aynaymış gibi aynı ifadeyle bakmıştı. ''Sen de gitmiyor musun araba yarışlarına?'' Atilla'nın kaşları çatıldı ve yüzünü korkutucu sertlikte bir ifade aldı, damarlarının çıktığını görebiliyordum. Defne'nin söylediği söz onu sinirlendirmişti. ''Ben acemiyken yanımda bir kızla yarışa girmem. Neden biliyor musun?'' diyerek bir adım daha attığında Defne geriledi. Atilla Defne'nin açtığı mesafeyi bir adım daha atarak kapattığında hemen burnunun dibindeydi. Elini duvara yasladı ve yüzünü Defne'ye doğru eğdi. ''Çünkü onun canı benimkinden değerlidir. Ben ölürsem gözüm açık gitmem ama yanımda bir kız varken o yarışta ona bir şey olursa gözüm açık giderim. Eğer ölmediysem de kendimi öldürürüm.'' Sesi de yüzü gibi sertti, Defne'nin sertçe yutkunduğunu gördüm. Bir an bu cümledeki kızın Defne olduğunu hissettim. Yine de bu hissim içimde kaldı, dışarı yansıtmadan onları izlemeye devam ettim. Atilla elini duvardan çekerek arkasını Defne'ye döndüğünde Defne derin bir nefes aldı. Atilla'nın yüzü bana döndüğünde dudaklarını yaladı ve yanımdan geçerken ''Kahveleri sınıfa getiririm.'' Diyerek merdivenin arkasından çıktı. Defne gerginlikten ellerini sıkıca yumruk yapmıştı. Ona doğru bir adım attığımda ''özür dilerim.'' Dedim mahcup bir ifadeyle. ''Pot kırdığımı fark etmemiştim.'' ''Sorun değil, saklamam hata farkındayım ama Samet'e güvenmiyorlar. Gitmeme izin vermezlerdi.'' Kafasını sağa sola sallayarak yüzünü eğdi. ''Güven vermiyor gibi görünüyor olabilir ama bana veriyor. Bana verdiği değeri güveni ben hissediyorum.'' ''ama zarar görüyorsun.'' ''insan hata yapamaz mı? Bir kez yaptığı bir daha yapacağı anlamına mı gelmek zorunda?'' dedi alacağı cevaptan korktuğunu belli ederek. Bakışlarından Samet'i korumak için böyle bir şey sorduğunu, kendini avutmak istediğini anlayabiliyordum. ''Bir daha yaparsa ne olacak peki?'' dedim bende onun duygularının farkına varabilmesini sağlamak için. ''Her insan ikinci bir şansı hak eder?'' dedi tek omuzunu kaldırarak ümitle bu kez de. Ya üçüncü olursa diye ısrar etmedim. Dağhan'ın da dediği gibi, kendisinin eninde sonunda farkına varmasını diledim. ''Sen iyi misin peki? Canın yanmadı mı yoksa Atilla'ya mı rol kestin?'' Gülerek kafasını geriye, duvara yasladı. ''Burçak ve Zeyd gibi abi kesildi başıma.'' Dedi alayla. ''Burçak ile aynı okuldan geldik, o okulda çok korurdu beni abilik yapardı bana. Orta okulda yani. Zeyd'de... ortak tanıdığımız vardı. O da abilik yapıyor bana.'' ''Peki sence Atilla da mı abilik yapıyor?'' dedim imayla. Dudağını ısırdı. ''Bilmiyorum.'' ''Bilmiyor musun, bilmek mi istemiyorsun?'' ''Kendimi bir denklemin ortasında bulmak istemiyorum. Sanırım sadece mutlu olmak istiyorum, bencilce de olsa.'' Dediğinde gözlerini yummuştu. Mutluluğunu bencillik olarak gören biri daha. Gördüğümde anlamıştım benim gibi yıkık dökük olduğunuzu. ''Peki madem...'' ikinci zil çaldığında Defne ''sen geç, birazdan gelirim.'' Dedi. Ben de onu yalnız bırakarak merdivenlere yöneldim. Yalnız kalmaya ve düşünmeye ihtiyacı olduğunu hissediyordum, onu anlıyordum da. Şimdiden bir denklemin içine düşmüş gibi hissediyor olmalıydı. Zarar görmesine rağmen günler kadar kısa süren birini kendinden çok sevdiğinden ne yapacağına karar veremiyordu, onu bu konuda çok daha iyi anlıyordum. Çünkü bu duyguları kendim de tadıyordum. Henüz ben zarar görmesem de, içimden bir ses yolun sonuna kadar bundan emin olmamam gerektiğini söylüyordu. Görünene göre bugün herkesin gergin günüydü. Önce İkra sonra Tibet, Atilla ve Burçak. Neyse ki henüz büyüyen bir olay çıkmamıştı, okulun bu kadar başında olan bunca şey yılın geri kalanının pek huzurlu geçeceğini göstermese de ilk defa bir okulu sevmiştim. İlk defa bir okulda var olduğumu hissetmiştim. Buna sebep olan kaos ise kaosu da sevmiştim. Sınıfımızın olduğu kata geldiğimde Atilla'yı sınıfa dönerken gördüm, elinde tepsi vardı. Hızlı adımlarla sınıfa girdiğimde bardağımı masama bıraktığını görerek ''Teşekkürler.'' Diye mırıldandım. ''Afiyet olsun.'' Tepsiyle beraber sırasına oturup, içeri giren öğretmene aldırmadan arkasına yaslandığında keyifsizliği bir kez daha gözler önündeydi. Tepsiyi camın kenarına bıraktı ve kahvesinden yudumlayarak bana çevirdiği bakışlarını benden de öğretmene çevirdi. Tam bu sırada Dağhan'ın izin verdiği yerden geçmiştim. Mis gibi kahve burnuma doluyordu. Kapı çalındı ve içeri Defne girdi. Samet ve Tibet yerlerinde yoktu, bu nedensizce dikkatimi çekti. Öğretmen çantasını masasına bırakarak yoklama defterini açtığında benim de bakışlarım herkes gibi önüne döndü. Kahvemi üşümüş parmaklarımın arasına aldım ve dudaklarıma götürdüm. Dersin ne olduğunu bile bilmiyordum, aklım başka yerlerdeydi. Dağhan da kahvesini alıp yudumladıktan sonra dudağını içe çekerek köpükleri temizlediğinde güldüm. ''ne gülüyorsun?'' dedi sessizce. ''yalamadan temizledin.'' ''Hiç havalı değil, kusacağım şimdi.'' Diyerek beni taklit ettiğinde bu kez neredeyse sesli gülecektim. ''Şakaydı şaka.'' ''şaka dediğin komik olur.'' Kahvesinden bir yudum daha aldı. ''ve seninki hiç komik değildi, kusacağım şimdi.'' Bu kez ikimizde sessizce güldük. Öğretmen yoklamayı aldıktan sonra defteri kapattı ve dersi anlatmak için ayağa kalkıp tahtanın önüne geçerek kaleminin kapağını açtı. Hiç ders dinleyesim yoktu, o yüzden arkama yaslanarak Tibet'in boş sırasına baktım ve düşüncelerimle hayal dünyam arasında bir yere sıkışmama izin verdim. Gözlerim açık olsa da kapalıymış gibi, sabahki madalyonun iyi tarafını izlemeye başladım. Kötü tarafa döner gibi oldu ama onu sıkı tutan ellerim izin vermemişti. Umuyordum ki o madalyonun kötü yüzü bir daha bana dönmesin ama bunun mümkün olamayacağını da biliyordum. Çünkü hayatın iki yüzü vardı ve her insan iyiyi gördüğü kadar kötüyü de görmek zorundaydı. * ''Anahtarın var mı, ben almamışım.'' Tuna önden kapıda dikilirken elimi çantamın ön gözüne attım. Anahtarım çantamın ön gözünde duruyordu, elimi anahtarın yuvarlağından geçirerek çantadan çıkarıp ucunu kavradığımda Tuna geri çekildi ve kapıyı açmamı beklerken ayakkabılarını çıkarmaya başladı. Okul günü yarı yarıya gürültülü yarı yarıya sessiz geçmişti ama ona rağmen başım ağrıyordu. Anahtarı çevirip kapıyı açtıktan sonra ayakkabılarımı çıkarmak için duvara yaslandığımda elinde alkolle koridorda bize dönen babamla göz göze geldik. ''Ooo evlatlarım gelmiş, geç kalmadınız mı siz?'' dedi ağzını yaya yaya gülerken. ''Trafik vardı baba.'' Dedi Tuna da önden içeri girip odasına ilerlerken. Ben de ayakkabılarımı içeri alarak kapıyı örttüğümde elimdeki anahtarı tekrar parmağıma geçirdim. ''Sen bak bakayım bana.'' Babam omuzumdan beni tuttuğunda dudaklarımı ısırarak ifademi değiştirdim. Her zamanki ifadem sabit olsa da babama karşı ifadem her zaman ürkek ve hayal kırıklığı dolu oluyordu. Çünkü bir baba evladın zayıf noktasıydı. ''Efendim baba?'' Alkol şişesinden büyük bir yudum adlıktan sonra elinin tersiyle ağzını sildi. ''Öyle önünü bağrını açacak şey giymedin dimi derste?'' Dudağımı içeriden sertçe ısırmaya devam ettim. Yalan söylemekten nefret ediyordum ama babama karşı söylemekten başka şansım olmuyordu. Sorduğu soru beden dersinde giydiğim atlet içindi bunu biliyordum ama ona doğruyu söyleyecek cesarete sahip değildim. ''Hayır baba.'' Kafasını belli belirsiz salladı. ''Yalan söylemiyorsundur umarım.'' ''Söylemiyorum.'' Burnunu yukarı çekip derin bir nefes aldıktan sonra alkol şişesini birdenbire arkamda kalan duvara fırlattığında olduğum yerde sıçradım. Elimdeki anahtar yere düşmüş cızırtılı bir ses çıkarmıştı ama bu bile benim korkuma korku katarken babamı hiç etkilememişti. ''geçen okul çıkışında kimle görüştün diye sorsam da yalan söyleyecek misin?'' Söylediği sözlerle aklımda az sonra olacak her şey canlandı. Beni saçlarımdan çekecek ve yüzümü duvara vuracaktı, kulağımın dibinde bağıracak tükürüklerini saçlarıma yayacaktı. Bunu biliyordum, çünkü bu öfkeyi tanıyordum. Bizi kimin görüp babama şikayet ettiğini neler söylediğini merak ettim, bir yandan da bunu söyleyen kişiye lanetler okuyordum. Midem şimdiden bulanmaya başladı ve stresten çalkalandı. ''Seni görmüş bizim arkadaşlar bir çocukla.'' Aramızdaki mesafeyi attığı büyük adımla kapatırken ellerini beline yerleştirmiş yüzüne öfkeli bir ifade yerleştirmişti. ''ben seni okula gönderiyorum, hatta bende değil çok bilmiş annen yolluyor. Bana kalsa çoktan girmiştin bir işe eve para getiriyordun. Şimdi ne yapıyorsun...'' elini kaldırarak saçımı kökünden tuttuğunda çığlık attım. Olacakları bildiğimi söylemiştim. ''Şimdi ne yapıyorsun Tuana!'' diye bağırdığında Tuna'nın kapısı açıldı. ''Baba! Ne yapıyorsun?'' koşarak babamın saçımı tutan elini çekmeye çalıştığında babam onu dirseğiyle ittirdi. ''Karışma sen bu işe, onu koruduğunu biliyorum. Ablam da ablam diye ölüp bitiyorsun şuna.'' Saçımı bir kez daha sertçe çekip yüzümü duvara çarptığında acıyla inledim. Saçlarımın acısıyla gözlerim dolmuştu, bir kez daha çığlık attım. Saçlarım kökünden kopuyor gibi hissediyordum, her tel tek tek çekiliyor gibiydi derimden. ''Baba bırak ablamı!'' Tuna babama bir kez daha asıldı, bu kez geri çekmeyi başarsa da çok sürmemişti çünkü babam bu kez de yüzümü ona dönmemle yakama yapışıp beni bir kez daha duvara çarptı. Bu kez acıyan saç köklerimle yüzüme, omuzum da katılmıştı. ''Versene cevap kızım.'' ''Baba sadece tatlı yedik.'' Diye fısıldadım, acıdan sesim bile çıkmıyordu. Ne kadar kendimi aklamak için dilimden sözler dökülse de, doğrular dökülse de bunların beni aklamayacağını ve babamın bu söylediklerimin hiç birini önemsemeyeceğini biliyordum. Bana karşı hiç dinmeyen kini ufacık bir hatamla cehennem ateşine dönüşüyordu. Babam ağzını yaya güldü ve çenesini bir kez daha elinin tersiyle sildi. ''Sen bana kendini mi öldürteceksin! Ha! Siz sadece tatlı yediniz peki sizi görenler inandı mı buna?'' Tuna aramıza girerek babamın elini yakamdan çektiğinde göz yaşlarımı sildim. ''Baba yeter! El alem konuşmasın istiyorsan kızının çenesini değil el alemin çenesini kapat.'' Babam Tuna'ya öfkeyle bakmanın yanında gözlerini de kıstığında onun da öfkesini körüklediğini anladım. İyi bir şey yapmaya çalışıyordu ama sanırım durumu çok daha vahim hale getirmişti. ''Sen benimle ne biçim konuşuyorsun? Sana kim veriyor bu akılları, erkek peşinde koşan ablan mı? İş peşinde koşan annen mi?'' Tuna babamı ittirerek ''Kimse vermiyor. Ablama vurma artık.'' Dediğinde elimi omuzuna koydum ve önüne geçtim ama ben geçer geçmez babam beni öyle bir ittirmişti ki çaprazıma, arkamda kalan ayna kırıldı ve biri bacağımın arkasına diğeri de enseme battı. Acıyla inleyerek yere düştüğümde bir parça da avuç içime saplanmıştı. Gözlerimden canımın acısıyla çok daha fazla yaşlar düşmeye başladı. O sırada gözümün önünün karardığını hissettim. Karanlıkta ayık olsam da gözümde canlanan hayalimde bana iyi yüzünü dönen o madalyon kötü yüzünü döndü. O sert parmak uçlarımın madalyonu tutuşu zayıflamıştı ve ufacık bir esinti iyi yüzü kötüye çevirmeye yetti. Tuna korkuyla yanıma eğilirken yüzünü babama döndü ve ''Senden nefret ediyorum!'' diye bağırdı. ''Çok da umurumdaydı.'' Dedi babam ağzını yaya yaya gülerken. Alkolün esiriydi, bu yüzden her zamanki halinden çok daha beterdi. En az onun kadar alkolden de nefret ediyordum. ''nefrette etsen, sevginden de ölsen benim çatım altında yaşıyorsun. Bunu unutma oğlum.'' Yüzünü Tuna'dan bana çevirdiğinde işaret parmağını cam kırıklarına doğrulttu. ''Bu sana ilk ve son uyarımdı. Senin hakkında kulağıma tek bir laf gelmeyecek.'' Babam söyleyeceklerini bitirdikten sonra tekrar mutfağa gitti dolaptan başka bir alkol şişesi çıkardı ve salona doğru yürümeye başladı. Elime batan cam parçası babamın kırdığı şişenin parçasıydı. Etiketinden bunu anlayabiliyordum. ''N...ne yapmamız gerekiyor çıkaralım mı yoksa nasıl müdahale etmeliyiz.'' ''Damarlara gelmedi hiçbiri, yavaşça çıkar.'' Dedim ağlayan sesimle. Tuna'nın gözleri dolmuştu, dudaklarını ısırarak önce avucumdaki sonra ayağımın arkasındaki sonra da benim söylememle ensemdeki cam parçasını yavaşça çıkardı. O çıkarırken ağlamam şiddetlenmişti. Ben sessiz olmak için kendimi ne kadar sıkıyorsam Tuna'da kendini o kadar sıkıyordu. Birden ayaklanmaya yeltendiğinde dolu olan gözlerimi silip ona döndüm. ''Bekle annemi arıyorum ne yapmamız gerektiğini söylesin hemen.'' ''Hayır arama, eve gelir şimdi olay çıkmasın.'' Tuna bana hak verircesine annemi tuşladığı ekranı kapattı ve telefonu cebine koyarak düşen anahtarı aldı. ''O zaman kalk Meryem ablaya gidelim.'' Kolumun altına girerek bana destek olduğunda diğer elimle komodine tutundum ve kalktım. Canım çok yanıyordu, batan cam parçalarının çıktığı yerden akan kan etrafın rengini değiştirmişti. Gri halının üzerine bulaşan kırmızılığa baktım ayağa kalkana kadar. Desenler arasında bir çizgi bir baloncuk şeklinde dağılmışlardı. Dışarıdan kandan çok grinin yanına uyum sağlamış bir desen gibi duruyordu, içimden güldüm. Kendi kanım bile dışarıdan kanmış gibi görünmüyordu. O bile alışmıştı akmaya, o bile alışmıştı damarlarımdan çok dışarı yayılmaya. Beni buna alıştıran, kanıma bunu alıştan ise babamdı. Bir kız çocuğunun kahramanı olması gereken baba, bir kız çocuğunun en büyük kabusu en büyük canavarıydı. Saç diplerim hala acıyor ve sızlıyordu. Elim de acımasa saçlarıma uzatabilirdim ama orası da acıyor ve sızlıyordu. Burnumu çekerek göz yaşlarımı yavaşça sildikten sonra Tuna'nın çıkardığı ayakkabıyı onun yardımıyla giydim ve uzattığı koluna girerek ondan destek aldım. Kapıyı sessizce örttü ve Meryem ablanın evine doğru yürümeye başladı. Meryem abla annemin çalıştığı hastanede hemşireydi, kendisi annemin en yakın arkadaşı olduğundan sık sık görüşür bir sorun olduğunda da ona giderdik. Bizi kendi çocukları gibi gördüğünden ona gitmediğimizde bize kızar gittiğimizde de ilgiyle bakardı. Kendi sokağımızdan dönerek Tuna'yla Meryem ablanın evinin önüne geldiğimizde Tuna diğer elini zile uzattı. ''Çok canın acıyor mu?'' Burnumu bir kez daha çekip gözlerimi sildim. ''Biraz.'' Acıdığını biliyordu ama asla acıyor demeyeceğimi de biliyordu. Söylediğim Biraz canımın acıdığını söylemenin üstü kapalı haliydi. Eğer canım acıyor dersem o zaman canım dayanılmaz acıyor demek olurdu ve bunu ben de Tuna'da çok iyi biliyorduk. Kapı birkaç saniye sonra ardına kadar açıldığında Meryem abla gülümsüyordu ama bizim yüzümüzü gördüğünde gülümsemesi yüzünde soldu. ''Ne oldu? Yine o şerefsiz babanız yaptı değil mi?'' Sorduğu soruya cevap bile vermeden bizi içeri çektiğinde yüzünü buruşturmuştu. Vücuduma yayılan kanı ve gözlerimin şişikliğini çoktan görmüştü. ''Yüzüne ne oldu, hafif morarır gibi.'' ''Cam battı birkaç yerime.'' ''Nerene?'' Meryem abla panik içinde bedenimi tararken salona girmiştik. Kenarda duran battaniyesini sererek beni üstüne oturttu. Kan olan arka bacağımı ve elimi gördükten sonra ''Bekleyin malzemelerimi alıp geliyorum.'' Diyerek salondan çıktığında koltuğa koyduğum elin üzerinde başka bir el hissettim. ''Çok acırsa sık.'' ''Acımaz.'' Dedim zor da olsa gülümseyerek. Acırdı, acıyacaktı ama o eli sıkmayacaktım. Benim acıma kardeşimin de ortak olmasını istemiyordum. Gördükleriyle yeterince ortaktı, o yüzden tüm acımı hissetsin istemiyordum. Bir abla olarak onu acılardan korumam gerekirken ona acımı vererek kendi yükümü hafifletmek istemiyordum. Meryem abla içeriden çantasıyla gelip pamuk falan çıkarırken bakışlarımı etrafa çevirdim. Artık iyileşmem için gördüğüm bu şeyler bende kusma isteği uyandırıyordu. ''Annenizin yine haberi yok sanırım.'' ''Yok.'' Tuna'yla aynanda verdiğimiz cevaba burukça gülümsedi. Kanlı yerlerimi sildikten sonra önce bacağımda bir yanma hissettim. Bir anlık gafletle inlemiş Tuna'nın elini sıkmıştım. Meryem abla bacağıma biraz üfledikten sonra eline avucumu aldı ve orada da aynı sızı baş gösterdi. Bu kez hazırlıklı olduğum için daha dayanıklıydım. Acımı dışarı vurmadım ama içimde yanan o ateş birçok duygumu yakıyordu. Kadınlar diyorum... aşıkken hiçbir şey görmezler ama âşık oldukları kişinin yanlış kişi olduğunu da bilirler. Sonunda bunu anladığında ondan vazgeçer. Bazı kadınlar geçmiyormuş Dağhan. Annem geçmiyormuş. ''Ensemde de var.'' Avucum bittikten sonra sağlam elimle saçlarımı çektim. Tuna kırdığı dizini düzeltip bileğimdeki tokayı aldı ve saçımı yukarıdan becerebildiği kadarıyla topuz yaptı. Ensemden aşağı akan kan kurumuştu ve rahatsızlığını hissediyordum. Meryem abla ensemi önce temizledikten sonra pamuğun ıslak yüzü enseme vurduğunda dişlerimi sıkarak gözlerimi yumdum. Birkaç göz yaşı daha diğerlerinin yanına gidiyordu. ''Yüzüne de krem sürelim bari, umarım hemen geçer. Çok da belli olmuyor ama yine de önlem alalım.'' Meryem abla batikonu kapattıktan sonra yapışkanlı bezleri çıkarıp enseme, bacağıma ve elime yapıştırdı. Ardından çantadan başka bir krem çıkarıp yüzüme özenle sürdü. Sürerken gözlerinde beliren ifade sağlam kalan sayılı kalp parçalarımı kırmaya yetmişti. ''Sana kıyafet getireyim, üstün hep kan olmuş.'' ''Meryem abla, eldiven de var mı?'' Kafasını aşağı yukarı sallayarak ''Getiriyorum kızım.'' Dediğinde gülümsedim. Elimi kimse böyle görsün istemiyordum çünkü bu halde eve dönmeyecek kafamı dinleyecektim. ''kendi telefonumu aldım sanıyordum seninkiymiş.'' Tuna'nın uzattığı telefonu cebime atarak sarılı elime ve bacağıma baktım. Kesiklere rağmen en büyük acı hala saç diplerimdeydi. Saç tutamlarım, saç köklerim acıyla çığlık atıyordu göz yaşlarım bu çığlığın en büyük göstergesiydi ama bu çığlığı benden başkası duymuyordu. Gözlerimden sessizce akan göz yaşlarımı izledim sessizlikte, bir süre sonra Tuna'nın aldığı derin nefesleri işittim. Sonra da Meryem ablanın gelişini. ''Al kuzum, seninle bedenlerimiz aynı neredeyse olur gibi.'' Meryem abla yüz olarak da vücut olarak da bakımlı bir kadındı, söylediği gibi bedenlerimiz neredeyse aynı olduğundan yirmili yaşlarının sonunda olsa da benimle yaşıtmış gibi bir görüntüye sahipti. ''Teşekkür ederim abla.'' Diyerek burnumu bir kez daha çektim. ''Size yemek hazırlayayım mı?'' ''Olur açım ben, sende açsın değil mi Tuana?'' dedi Tuna bana endişeli gözlerle bakarak. ''Hayır ben... sen ye ama.'' ''Sen yemezsen yemem.'' Bizim tartışmamızın ortasında Meryem abla ''hazırlıyorum ben yiyen gelsin o zaman, ısrar edip canınızı daha fazla sıkmak istemiyorum.'' Dedikten sonra mutfağa yöneldi. O gider gitmez bedenimle acıma dayanarak Tuna'ya döndüm. ''ben biraz dışarı da hava almak istiyorum, sen yemeğini ye söz hemen geleceğim.'' ''Nereye gideceksin bu halde?'' yüzümü yana çevirerek yine dolan gözlerimi sildim. Sadece kafamı dinlemek istiyor yalnız kalmak istiyordum çünkü Tuna'nın yanında yalnız kalmak mümkün değildi ama içimi boşaltabilmek, acımı kimseye yansıtmadan yaşayabilmek için yalnızlığa ihtiyacım vardı. Ama Tuna buna kolay kolay izin veren bir kardeş değildi. ''Nereye gittiğimi söyleyeceğim ama gelmeyeceksin, beni yalnız bırakacaksın.'' Derin ve gergin bir nefes verdi. ''uzakta dursam?'' ''Tuna.'' Uyarı dolu sesimle ona baktığımda tutamadığım diğer göz yaşım daha yanağımdan düştü. ''Tamam, söyle söz gelmeyeceğim.'' ''Karsu'ya.'' Evin ne çok yakınında ne de çok uzağında olan bir tepeydi Karsu. Bana iyi gelen tek yerdi, çünkü altında sonsuzluk yatıyordu. Oraya ne zaman gitsem ufacık bir hatanın bedellerini düşünürdüm. Çünkü orası bir tepeydi, ufacık bir hata hayatıma son verebilirdi. Bu da bana yaşamla ölüm arasında olduğumu her seferinde hatırlatıyordu. Yaşamak istiyorsam hayatımda olanlara katlanmam gerekenleri, ölmek istiyorsam da katlanmam gereken şeyleri gösteriyordu. Ben her seferinde yaşamayı seçmiştim. Her seferinde savaşmayı ve iyi günleri seçmiştim. İyi günlerin gelmeyeceğini düşünmeme rağmen, hayali bile yetiyordu beni ayakta tutmaya. Bazı hayaller de bu yüzden zararlıydı işte, hiç olmayacak şeyleri kurabilme özgürlüğüne sahiptiniz ve gerçeğe döndüğünüzde elinizde hayallerinizden hiçbirini göremezdiniz. Bu da sizi sonsuz bir umutsuzluğa mutsuzluğa sürüklerdi. Belki sadece hayaller bile binlerce insanı ölüme götürmüş olabilirdi, çünkü hayaller de ölümle yaşam arasında bizi tutan noktalardan biriydi. Ayağa kalkarak Meryem ablanın bıraktığı kıyafetleri elime aldım. ''Gidene kadar yar-'' Tuna'ya ters bir bakış attığımda Tuna çenesini kapattı ve fermuar çekti. ''Ben çıkayım sen giyin. Yardım lazımsa kalayım ama.'' Bana kuşkuyla baksa da bu kez sözümü dinleyerek odadan çıktı ve kapıyı örttü. Önce altımdaki eteği sonra da gömleği çıkardım. Yerine uzun kollumu giyerek altıma da eşofmanımı geçirdim. Meryem ablanın olan her şeyi kendim gibi gördüğümden onun olan her şey benim için rahattı. Eşofmanı giyerken elimle bacağım acısa da hala başımdaki sızıyı geçememişti. Göz altımı bir kez daha silerek eldivenleri elime geçirdim. Bu da canımı yakan bir diğer nokta olmuştu. Üzerimi giyindikten sonra okul kıyafetlerimi elime alarak mutfağa doğru kenardan destek alarak yürüdüm. Birazdan yürürken alacağım bir destek de olmayacaktı biliyordum ama yine de kendimi hemen zorlamak ve yormak istemiyordum. Mutfağa girdiğimde Meryem abla ocağın başındaydı, çorbayı karıştırıyordu. Çorbanın kokusu mutfağı o kadar güzel sarmıştı ki karnımın acıktığını hissettim ama midem hiçbir şeyi kabul etmeyeceğini bana şiddet gördüğüm an söylemişti. Yutkunarak Meryem ablaya ''Poşet var mı?'' diye sordum. ''ben yıkayayım kızım, yarın alırsınız.'' ''Yok evde yıkarız abla.'' Tuna dolaptan tabakları çıkarıp masaya yerleştirirken ''Ben alır gelirim.'' Dediğinde Meryem abla onu onaylayarak formaları elimden kaptı ve banyoya doğru gitti. Ben de konuşmama izin vermeden gittiği için başı boş bıraktığı çorbanın başına geçip karıştırmaya devam ettim. Mercimek çorbası, en sevdiğim. Tuna sessizce kaşıkları çıkarıp masaya koymaya başladığında Meryem ablanın ayarladığı çamaşır makinesinin sesi mutfağa geldi. O olmasaydı gideceğimiz hiçbir yer olmazdı. Ona çok şey borçluyduk, hayatımızda tanıdığımız en iyi insandı. Sanırım madalyonun iyiyi bana gösterdiği bir anda Meryem ablayla tanıştığımız andı. Gözümde tekrar kötü yüzünü iyiye dönen madalyon canlandı. Elim bir anda duraksadı, gözümün önü karardığında madalyonun iyiye döndüğünü gördüm bir anda ve onu döndüren parmaklarım değildi, rüzgardı. Anlamsızca gözlerimi kırpıştırdım, kendime geldim. Meryem abla mutfağa gelmişti. ''Sana kapatıcı vereyim mi ablacım?'' Elindeki kapatıcıyı telefonun yanındaki cebime koydum. ''Ben biraz hava alıp geleceğim.'' ''Yalnız kalmak istiyorsun...'' kafamı aşağı yukarı salladım. ''Dikkat et kendine, bir şey olursa anında beni ara. Bırakayım mı gideceğin yere?'' Ben kafamı olumsuz sallarken Tuna huysuzca ''bende sordum, reddetti.'' Dedi. Meryem abla beni anlıyordu, bunu bakışlarında görebiliyordum. ''Afiyet olsun.'' Diyerek yine belli belirsiz gülümsedim. ''Geç kalma bak.'' Meryem ablanın uyarısına kafamı sallayarak cevap verdikten sonra arkamı dönerek kapıya ilerledim. O sırada arkamdan gelen adım seslerini duyabiliyordum. Kapıyı açtığımda ellerini ayakkabıma uzatan Tuna bu adımların sahibiydi. ''Peki yanında başkasını ister misin?'' diye sordu içli bir sesle. Ayakkabılarımı giydikten sonra binanın dışına çıktığımda ''Kimseyi istemiyorum Tuna.'' Diye söylendim. Sesimden yorgunluğum acım her şey okunuyordu ve beni en iyi okuyan kardeşim bunu biliyordu. Arkamı dönerek karsuya doğru yürümeye başladığımda arkamdan ''Tibet'i de mi?'' diye sorduğunu duydum. Adımlarım durdu, aramızda dört adımlık bir mesafe olmuştu. Sorusu beni durdursa da bir cevap alamamıştı. İstiyor muydum? Hayır. İstemiyor muydum? Hayır. Ne istediğimi bende bilmiyordum. Cevap vermedim, duran adımlarımı devam ettirdim. Kapı ardımdan kapandı. Karsu'ya yürürken telefondan kısık sesle bir müzik açtım. Kendi evimizin önünden geçmemeye dikkat etmiştim. Bu yolun uzamasına sebep olsa da bacağımın daha çok acıyıp ağrımasına sebep olsa da umurumda değildi. Soğuk tenime çarpıyordu, üzerime bir şey almamıştım ama o da umurumda değildi. Tek umurumda olan başımdaki, saç tellerimdeki sızıydı. Elimde giydiğim eldivenin altındaki yaraydı. Çünkü umursayamayacağım kadar çok canımı yakıyordu. Gözlerimde yaş kalmadığından bunu artık dışarı bile vuramıyordum ve dışarı vuramadım her acı içime vurulduğunda daha çok yaralanıyordum. Yutkundum, boğazım kurumuştu. Karsu tepesine kadar bomboş bakışlarla yürüdüm, arkamdan sadece melodisi rüzgara karışarak anlaşılan bir müzik çalıyordu. Yanımdan arabalar geçtiğinde bazen melodisi bile duyulmuyordu ama önemi yoktu. Ben melodileri bildiğimden duyabiliyordum. Bacağımın acısından biraz sendeleyerek ve yavaş yürüsem de, bu yüzden çok fazla soğuk yesem de aldırmadım. Karsu tepesi uzaktan görünmeye başladığında dudaklarımda gülümseme oluşmuştu. Adımlarımı hissedeceğim acıyı göze alarak hızlandırdım. Çünkü birazdan o tepenin ucuna oturacak ayaklarımı sonsuzluğun üstünde sallandırarak hayatımı bir kez daha gözden geçirecektim. Nefes aldım, bir kez daha aldım, çok daha derin aldım. Yaşadığımı hissedebilmek için. Yaşadığımı sadece acılarımla değil aldığım nefesle de hissetmek istiyordum. Tepenin ucuna geldiğimde sağlam bacağımı kırıp elimi yere uzattım ve oturup ayaklarımı sarkıttım. Tehlikeliydi, çok tehlikeliydi ama umurumda değildi. Oturduğum yerde burnuma gelen o tuzlu deniz kokusu genzimi yaktı. Gözlerim esen sert rüzgarla yine sulanmıştı. Belki de içime yıkımın uğramaması için dışa vurmama yardım ediyordu. Gözlerimden yaşlar aktığında içimin biraz daha rahatladığını hissettim ama ne göz yaşı ne de başka bir şey tenimdeki acıyı azaltamıyordu. Derin bir nefes daha aldım. Acımın dinmesini istiyordum. Elimi toz toprak olan yere yasladım, yaralı olana çok daha dikkat kesilmiştim. Onu tam olarak yere değdirmemeye özen gösteriyordum. Biraz zaman geçti, rüzgâr muhtemelen akıttığı o kadar yaştan sonra gözlerimin kıpkırmızı olmasına sebep olmuştu. Bundan rahatsızlık duydum. Eldivenin birini çıkararak cebimdeki kapatıcıyı göz altlarıma sürdüm. Gözlerimdeki şişikliği kapatamayacağımı biliyordum ama en azından kızarıklığın gitmesini korkunç görünmemi engellemesini istiyordum. Kendimi böyle görmek gardımı indirirdi. İçimde kendime yenilsem de dışarıya bunu gösteremezdim. İlk gün de söylediğim sözü seslice tekrarladım. ''İçinde kendine yenilebilirsin ama dışarıda kimseye yenilme şansın yok.'' Biraz sonra ekledim ''babana bile.'' Derin bir nefes aldım, tekrar kendimle konuşmaya devam ettim. ''Şimdi yenilsen de gün gelecek yenilmeyeceksin. O evi terk edip çıkacaksın. Gün gelecek yenildiğin kimse olmayacak, çok güçlü olacaksın. Herkes seni taştan sanacak ama içindeki cam kırıklarını kimse görmeyecek.'' Kafamı geriye atarak gözlerimi yumdum. Rüzgâr krem sürülmüş darbe almış yanağımı nazikçe okşuyordu. Rüzgâr bile bana babamdan iyi davranıyordu. Gözlerimi yumarak arkada çalmaya devam eden melodiyi rüzgâr eşiğinde dinlemeye devam ettim. Ne kadar sürdüğünü bilmiyordum ama uzun sürdüğünü kararmaya başlayan havanın yumduğum gözlerimin önünde de de kararmaya başlamasından anlayabiliyordum. Muhtemelen dört ya da beşinci şarkı çalmaya başladığında arkadan gelen adım sesleri, küçük taşların çıkardığı tıkırtı sesleri müziğe ve rüzgâra karıştı. Geleni bilmesem de tahmin etmek zor değildi. Tuna onca uyarılarıma rağmen beni yalnız bırakmamıştı. Bu bir anda kabullenmeye başladığım acıları yine gün yüzüne çıkarmaya başlıyor gibi hissettim. Yalnız kalmak istemiştim. Sadece nefes almak istemiştim. Saç diplerimde, saç tellerimde hissettiğim acıya alışmayı beklemiştim ama buna bile izin yoktu. Yumduğum gözlerimi açmadım, yok saymayı yeğlemiştim ama duyduğum ses tüm düşüncelerimi ve duygularımı salise kadar sürede yok etti. Adım sesleri durdu ve yerini duyduğum o ses aldı. Gözlerimi açarak yasladığım eli geri çekerken aklımın bana oyun oynayıp oynamadığını hayal alemine dalıp dalmadığımı düşündüm. ''Tibet?'' Yüzümü arkaya döndüğümde ayaklarını kırışını ve benim gibi uca oturuşunu izledim. Üzerinde koyu bir kot pantolon beyaz bir kazak vardı. Bakışları anında ona dönen yüzümü incelemeye aldığında kaşları en az Samet'i öfkeyle sırasından kaldırdığı zamanki kadar çatılmıştı. ''Kim yaptı bunu?'' ''Sen nasıl...'' diye mırıldandığım sırada evden çıkarken ki Tuna'nın sesi aklımda canlandı. ''Peki yanında başkasını ister misin?'' ''Kimseyi istemiyorum Tuna.'' ''Tibet'i de mi?'' ''Çok sevgili kardeşin bir kadının Instagram'ından beni taciz etti. Beni onun bunu yapmasından çok yapmasına sebep olan şey korkuttu. Çünkü o beni çağırdıysa onun bile ulaşamayacağı bir şeyler olmalıydı sende. Benim ulaşabileceğim.'' ''Bir şey olmadı.'' Dedim yüzümü karşıya çevirirken. Tuna'nın bunu yapacağını anlamalıydım. Eğer iyi olsaydım anlardım. ''Öyle mi?'' dediğinde dizlerini kırıp ellerini etrafına sardı. ''Peki.'' Dudağını büzerek yüzünü bana döndü. ''Israr etmeyeceğim.'' İşte bu şaşırtmıştı. ''Ters psikoloji mi uyguluyorsun?'' ''Yemedin mi?'' dediğinde güldüm. ''Yemedim.'' O da güldü. Kollarını açarak ''O zaman farklı bir psikolojik baskı yapayım.'' ''Ne gibi?'' toz toprağa aldırmadan bana doğru kaydı. Açtığı kollarından birini sırtıma sararak beni kendine çekip göğsüne yasladığında sorumun cevabını almıştım. ''Bunun gibi.'' Diye fısıldadı. ''Ağlamak istiyorsan ağlayabilirsin, burada.'' Beni göğsüne daha sıkı yasladığında burada derken ki yeri göstermişti. Acıyan saç diplerimde yumuşak dudaklarını hissettiğimde gözlerimi yumarak dudaklarımı ısırdım. Tüm sızım bir anda merhemini bulmuş gibi hafiflemişti sanki. Belimi saran parmak uçları babamın sertçe çektiği koparırcasına eline doladığı saç tellerimde narince okşarcasına gezdiğinde gözümden bir yaş aktı. Bir babanın koparırcasına çektiği saçları bir çocuk şefkatle okşuyordu. Tüm bu duygu karmaşasında Defne'nin sesi zihnimde dolaştı. ''Güven vermiyor gibi görünüyor olabilir ama bana veriyor. Bana verdiği değeri güveni ben hissediyorum.'' Defne'nin hissettiği her şeyi içimde hissettiğimi fark ettiğimde kalbimin burkulduğunu hissettim. Çünkü dışarıdan Tibet'in de güven vermiyor gibi göründüğünü biliyordum ama ben bana verdiği güveni hissediyordum. Bu takıntıysa takıntıydı, başka bir şeyse de başka bir şey ama umurumda değildi. Bu şefkati kaybetmek istemiyordum, bu yaralarımı saran dokunuşları hiçbir şeye değişmek istemiyordum. Ağlamam istemsizce şiddetlendi, Tibet hala dudaklarını acıyan saç dibimden ve okşadığı parmaklarını saç tellerimden çekmemişti. Sanki biri ona bunları fısıldamış gibi anında bulmuştu yaramı. Kimsenin ona fısıldamadığını bildiğim için bu dokunuşları ömrüm boyunca unutmayacaktım. Tibet derin bir iç çekti. ''Sorun ailen mi yoksa başkası mı?'' diye mırıldandı. ''Hani ısrar etmeyecektin?'' dedim titreyen sesimle. ''O sen göğsümde bir kuş gibi titremeden önceydi. Şimdi kalkıp dünyayı yakasım var.'' Dudaklarımda bir tebessüm oluştu. Burnumu çekerek göğsüne daha çok döndüm. Ensem bir anda acıdığında dudaklarımdan inleme kaçtı. ''Ne oldu?'' ''Bir şey yok.'' ''Ceyda.'' Beni göğsümden çektiğinde gözlerimi sildim. ''Söylemek istemiyorum.'' Sesimi çıkarmadım. Yine derin bir iç çekti. ''Bir şey yapmayacağıma söz veremem o yüzden söyleme. Sadece bana yaslan ve yaralarını göster, gerisini ben hallederim.'' ~ Defne
|
0% |