Yeni Üyelik
51.
Bölüm

51. Bölüm

@byzloey


Lütfen okurken oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın, yorumlarınız çok değerli ve hepsini okuyorum.^^

Keyifli okumalar.

Instagram : Byzloey
Byzserileri

8. Bölüm | Kalpte Yanan Ateş

Bunker, Balthazar
Yaşlı amca, yakamoz güzeli

Görmemi engelleyen yaşları parmak uçlarımla sildim, avuç içimden parmak uçlarıma uzanan yaralarım vardı. Sadece damarlarımdan dışarı fırlayan kanlar ulaşmamıştı oraya yaralar da beraber. Önce ellerimde başlamıştı, Tibet'e dokunan ellerim kana bulanmıştı. Tenini hisseden parmaklarım uyuşuyordu, sızlıyordu. Tenimden hiç gitmesini istemeyeceğim dokunuşları kesen cam kırıklarım vardı.

Babam hislerimi yok etmekte günden güne ustalaştığı için, kalan ya da beni kurtaran duyguların da ne olduğunu görebiliyor beni tamamen yok etmek için de o duygulara saldırıyordu. Ben ise ilk defa babama karşı direniyordum. İlk defa direnecek gücü kendimde buluyordum.

Yaralı avuç içim yerine başkasının avuç içini kullanıyordum, gözlerim kardeşimindi, hırsım annemindi. Bu savaşta sadece kalbim bana aitti, babama bu savaşta yenilmemize tek sebep olan şey de bu kalpti. Ben bu savaştan çıksam babamın yenileceğini biliyordum. Kendisini maddi olarak anneme bağladığını zannediyordu. Ayrıldıklarında ikiye ayrılacak birçok mal mülkün bize yetmeyeceğini bunun için ona katlanmak zorunda olduğumuzu zannediyordu ama o da bu savaşta gözlerini kullanamıyor, onun yanında kalmamızın sebebinin ben olduğumu göremiyordu.

Ben de göz yaşlarımı silmeye ve gözlerime kavuşmaya çalışıyordum, bu savaşta kimsenin gözlerini, sağlam kalan ellerini ve hırsını kullanmak istemiyordum. Bu savaşın zarar veren ve zarar gören kişilerinin arasında geçen her şey ikisi arasında kalmalıydı. Eğer babamla savaşıyorsam karşısında sadece ben durmalıydım, bunun için olmadığım kadar güçlü olmalıydım ve bahsettiğim güç yaralara rağmen ayakta kalmak değildi. Hiç yara almamaktı.

Babamın karşısında direnmek yaralarımı gizlemek olmayacaktı, hiç yara almamak olacaktı.

O beni yaraladığını sandığı, yaralı olduğum için ona boyun eğdiğimi sandığı her an ona baş kaldırdığımı anlamayacaktı. Beni bu hale yavaş yavaş o getiriyordu ama getirirken bana gelen bu cesareti o vermiyordu.

Tibet veriyordu, annem veriyordu, Tuna veriyordu, Meryem abla veriyordu hatta Dağhan ve Zeyd bile veriyordu.

Kalbim o kadar yalnızdı ki bana iyi tek bir dokunuşu olan insanların bile onu sarmaladığını hissediyordum, o kadar bir başımaydım ki birinin sadece bakışlarıyla bile benimle konuştuğunu hissediyordum.

Bu yalnızlık uçurumunun hangi köşesiydi?

Ya da bu yalnızlık uçurumunun hangi köşesinde olursam olayım, kurtulma şansım var mı?

Gözlerimi yumarak kafamı arkamda kalan okul duvarına yasladım. Soğuk bedenime çarpıyordu ama pek de umurumda değildi, çarpması bana kendimde hissettiriyordu.

Eldivenli elimin açık kalan parmaklarının kızardığını biliyordum, üşüyordu.

Bu sırada üşüyen parmaklarımın sızlamasını tekrar hissettim, kendimi sadece Tibet'e dokunduğumu düşünerek sakinleştiriyordum.
Kapalı kutum açılmıştı, kalbimin tam ortası bir bahçe misali etrafa kokular yayıyordu ama bu kokuyu Tibet hala almıyordu.

Almaması iyi mi kötü mü bilememekle beraber bunu zamana bırakmaya karar verdim. Zaman diliminin anlaşılmadığı bir aşkın ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini bilemezdiniz.

Ben bunun olmasını istemiyordum. Sakince yumduğum gözlerimde sadece güzel olan anıları tekrar izliyor gelecekte olma ihtimali düşük yeni anıları hayal ediyordum.

Sonuçta gerçekler ne kadar yasak olsa da hayaller değildi ve gerçeği herkes görebilirken hayalleri tahmin bile edemezlerdi.

''Ne düşünüyorsun?'' diye bir ses duyuldu esen rüzgâra karışan. Hemen solumdan ve oldukça yakınımdan gelmiş bir sesti.

''Aşkı.'' Dedim yalandan gülümseyerek. Gözlerimi hafifçe araladığımda ben duvarda düz duruyordum, Cem ise bedeniyle bana dönmüş omuzunu duvara yaslanmış beni izliyordu. Gözlerimi kapatıcıyla yeteri kadar kapattığıma inanarak kızarıklıkları görmemesini umuyordum.

''Aşkın nesini düşünüyorsun? Aşk düşünülmez, yaşanır.''

Yine güldüm. ''Öyle mi dersin?''

Derin bir nefes aldı, gözünü gözlerime dikmişti ve yoğun bir ifadeyle bakıyordu.

''Sadece aşkının varacağı yeri bilmeyenler düşünür.'' Dedi bu kez de.

''Aynı Zeyd gibi konuşuyorsun.''

Güldü, Zeyd sınıfta elinde kitapsız gezmeyen tek kişiydi ve her derste ona yöneltilen soruyu anlamlı cümlelerle cevaplardı. Hepimiz bunu az çok anlamıştık, diğerleri Zeyd'den çok haz etmese de benim sınıfta yakınlık hissettiğim sayılı insanlardan biri olmuştu.

''Bunu iltifat olarak mı alayım?''

''Öyle al.'' Dedim ben de onun gibi kollarımı birbirine bağlayarak ona dönerken. ''Eee, cevabını bulamadığın soruyu bir de bana sormak ister misin? Belki benim bir cevabım vardır.''

Kaşlarımı kaldırarak ona baktım, okula erken saatte geldiğim için pek kimsenin olacağını düşünmemiştim ama Cem tüm bu sessizliğin ortasında karşımda duruyordu. Yalnız kalmak istemediğim anlarda ortaya çıkan insanlar beni şaşırtmaya başlamıştı ama beni bundan daha fazla şaşırtan bundan şikayetçi olmamamdı.

''Sence...'' diye mırıldandım. ''Hm.'' Dedi devam et der gibi.

''Bazı aşklar... zamanla değişir mi? Ya da âşık olan insanların zamanla aşka inancı biter mi? Yoksa artık inanmadıklarını söylemeleri yüzlerine taktıkları bir maske mi?''

Yüzünü tamamı ile kaldırdı, bu kez çok daha kısık gözlerle bakıyordu. Soruyu mu anlamaya çalışıyordu yoksa vereceği cevabı mı tartıyordu bilmiyordum ama bir süre beklemişti ve beklerken gözlerindeki bakışın birkaç kez değiştiğine şahit olmuştum.

'' Sence duyguların bittiği bir an var mı? Öfke ya da Mutluluk gibi?'' kafamı olumsuzca salladım. ''Bunlardan vazgeçen bir insan bunlara geri nasıl ulaşabilir?''

''Onları tetikleyen bir durum ya da kişi...''

Ona yönelttiğim soruya benim cevap vermemi sağladığını gördüğümde gözlerimi kapatarak güldüm. O da gülmüştü. Güzel taktikti.

''Bu cevap aşka olan inanç biter mi sorunun cevabıydı.''

''Ya diğeri?'' dediğimde kurumuş dudaklarını yalayarak yana doğru büzdü, gamzesi derinleşmişti ve çok daha göz alıcıydı.

''İçimden bir his bir gün bu sorunun cevabını kendin göreceğini söylüyor.'' Sesinin kısıldığını fark ettim, bunu bilerek mi yapmıştı yoksa boğazı ağrıdığı için mi anlayamadım.

Üstünde ince okul ceketi vardı, mont almamıştı ve esen rüzgârın onu çarpacağını anlamak zor değildi. Ondan bakışlarımı çekip kendi üzerimi süzdüm, benim de üstümde şişme bir mont vardı, ellerimde parmak kısımları kesik bir eldiven takılıydı. Yaramı kapatmak için kullandığım bir eldiven olduğu için parmaklarının açık kalışına dikkat etmemiştim, parmaklarım soğuktan kızarmıştı hatta acıyla bir sayıldığı için daha çok uyuşmuştu. Gözlerimi yaralı avucumda fazla oyaladığımı fark ettiğimde kafamı kaldırdım. Cem hala yaslandığı yerden bir milim bile kıpırdamadan beni izliyordu.

Bu sırada dakikalar yine hızlı geçmiş zil sesi kulaklarıma ilişmişti. Erken gelip bir süre kafa dinlemiştim, Cem'le konuşmamızdan hemen sonra zilin çalması bana saatleri dakikalar gibi hissettirdi.

Yaslandığım yerden doğrularak ellerimi montumun cebine koydum. Cem'de benimle birlikte doğruldu. Sessizce okulun girişine doğru yürümeye başladığımda bana eşlik ediyor bu sessizliği bozmuyordu. Okulun beyaz halısından geçtikten sonra bedenime çarpan sıcak havayı hissettiğimde gülümsedim. Bedenim soğuğa alıştığı için sıcağa geçene kadar bu kadar büyük bir fark hissedeceğimi düşünmemiştim.

Çalan zil sesinden ötürü içeri kalabalık ve gürültülüydü. Sese aldırmadan Cem'le merdivenleri çıktık, sınıfın kapısı açıktı. Girene kadar ikimizin de dilinden tek kelime çıkmamıştı. Konuşmanın aşağı da bittiğini ikimizde biliyorduk ama biriyle yan yana kalıp konuşmamak alışılmadık bir şeydi, garip geliyordu.

Sınıfa girdiğimde ellerimi cebimden çıkardım, içeride sadece Hazal ve Zeyd vardı. Zeyd'in kafası yine sıradaydı, Hazal ise el aynasını açmış dudaklarına parlatıcı sürüyordu. Biz içeri girdiğimizde aynayı kapattı ve dudaklarını birbirine değdirerek parlatıcısıyla beraber çantasına attı. Ben de ön sırama oturarak çantamı sıraya bıraktım ve montumu çıkardım. İçerisi sıcaktı ama eldivenlerimi yine de çıkarmayacaktım.

Ellerimin üşüdüğünü söylesem parmaklarımın açıkta kalmalarını sorgulayacaklardı, biliyordum ama yine de çıkarmak istemiyordum. En azından sargı bezi çıkana kadar birkaç gün eldivene sığınabilirdim.

Ayağımı çorabım, ensemi de saçlarım kapatıyordu. Elimde kalan tek çiziği de kendim kapatarak bu konuyu kendi içimde halletmek istiyordum.

Yaslandığım duvarla beraber bedenim karşıya dönük hizaya geldi. Dirseğimi yasladığım sıraya kafasını koymuş Zeyd'e baktım. Parmağıyla sessiz bir ritim tutuyordu. ''Başın mı ağrıyor?'' diye mırıldandım.

Kafasını kaldırmadan ''hm-hm.'' Diye mırıldandı. ''ama ritim tutuyorsun?''

''Zonklama ritmi tutuyorum.'' Dedi çıkan boğuk sesiyle. Kolları arasına sıkışan sesi dışarı oldukça boğuk ve kalın gelmişti. ''Kahve ister misin?'' dedim bu kez de. Cem karşıda bizi izliyordu ama dikkati bizden çok telefonundaydı. Onu da zaten göz ucuyla görüyordum, yanlış bile görüyor olabilirdim.

''Başı ağrıyan bir insana kahve mi teklif ediyorsun?'' kafasını gömdüğü kolları arasından kaldırdığında omuz silkerek ''Ağrı kesicim yok, kahve ile dikkatini dağıtıyorum.'' Dedim.

Bu dediğime güldü, kafasını kaldırarak elleriyle gözlerini ovuşturdu ardından kollarını birleştirerek sıraya yasladı ama kafasını arasına gömmedi. Kızarmış gözleriyle bana bakmaya devam etti, gözleri yüzümden eldivenli elime geçtiğinde ''Bu havada, eldiven?'' diye mırıldandı.

''Ellerim fazla üşüyor.''

''Bana avuç içlerin gibi geldi.'' Dediğinde cebinden çıkardığı ağrı kesiciyi sıraya koydu. Ardından bakışlarımla onu sorgulayacağımı anlamış gibi ''Az önce de içtim geçirmedi.'' Diyerek özet geçti.

''Hastaneye gitmen gerekmiyor mu?''

Derin bir nefes alarak çıkardığı suyun kapağını açtı, gözleri ağrı kesicideydi. ''Ne diyeceklerini biliyorum, bu pek hastanenin geçirebileceği bir şey değil. Her şey kafamın içinde.''

''Sesler susmuyor değil mi?'' dudağına götürmek üzere olduğu su havada kaldı, gözleri sudan bana döndü. ''Daha önce bu konuda benden tecrübeli biriyle konuşmamıştım.'' Suyu kafasına diklediğinde gülümsedim. ''bende bu konudan muzdarip biriyle konuşmamıştım.''

İçtiği ağrı kesicinin çöpünü benim karşımdaki çöpe attı, isabet etmişti.

Sınıf dolmaya başladığında kapıdan gelen kalabalıkla sıramda doğruldum. Zeyd'de dersin kitabını çıkararak sıraya koymuştu. İkinci zil çaldığında kapıdan önce Burçak arkasından da Defne girdi.

Eli midesindeydi, saçlarını ensesinde toplamıştı. Yüzüne baktığımda bize bakmadan sırasına oturması dikkatimi çekti, onun arkasından giren Dağhan'ın da bakışları Defne'den ayrılmamıştı. Yanıma oturduğunda kolunu çekiştirerek endişeyle ''Ne oldu?'' diye sordum. Sonuçta o onlarla daha yakındı ve bilme ihtimali çok daha yüksekti. ''Bilmiyorum ki, sabahtan beri terliyor. Uykusu varmış. Uyuyamadı herhalde.'' Dediğinde içeri giren vanilya kokusu tüm dikkatimi dağıttı.

Kapının hemen önünde oturduğuma sevindiğim sayılı anlardan biri olarak kokuyu duyumsadığımda gözlerimi Defne'den almıştım. Sırasına yürüyen Tibet kahve gözlerini gözlerime diktiğinde dudaklarında geniş bir gülümseme yer aldı. Sırasına otursa bile gülümsemesi devam etmişti, dikkatimi toparlamak için gözlerimi ondan ayırdım. Dün gece Karsu'da ilk kez birinin yanımda olduğunu hissetmiştim. Beni zorlamadı, bir şey söylemedim ama o duyuyormuş gibi sessizce dinledi. Tek kelime etmedi, sadece yanımda oldu ve bana sarıldı. Eve geldiğimde kokusunun üstüme sinmiş olduğunu fark ettim, en ihtiyacım olan gece de kokusuyla yanımda oldu ve mışıl mışıl uyumamı sağladı.

Yutkunarak kitabımı çıkardım, gözlerim avuç içime kaymıştı. Defne'nin kafasını sıraya koyduğunu gördüm göz ucuyla. Yüzü bize dönüktü ama sadece bakıyordu, gözlerinin dolu olduğunu fark ettim. Kaşlarımı çattım, bana bakıyordu. Dudaklarımı kıpırdatarak 'İyi misin?' dedim. Cevap vermedi, bakıyordu ama beni görmüyor gibiydi.

Göz ucuyla Zeyd'e ve Burçağa baktım. Burçak fark etmese de Zeyd fark etmiş olmalı ki huzursuzca kıpırdandı. ''Defne.'' Dağhan'ın sesini duydum. Elini yüzüne uzatmıştı, Defne'nin gözünden yaşlar dökülmeye başladı. Çok hızlı akıyordu ama inanılmaz sessizdi.

''Defne?'' dedim bende yüzümü eğerek. Bakıyordu ama görmüyordu.

''Didar.'' Dediğini duydum. ''Didar...'' dedi bir kez daha sesleniyormuş gibi. Bana bakıyordu ama gördüğü neydi bilmiyorum, Didar her kimse onu görüyor gibiydi.

Burçak ayağa kalkıp Defne'nin önünde diz çöktü. Elini alnına koydu, bakışları endişeyle Zeyd'e döndü. Zeyd dudakları aralanmış kızarmış gözleriyle Defne'ye bakıyordu. Buz tutmuş gibi hareketsizce öylece kaldı. ''Ateşin çıkmış, gel.'' Burçağın Defne'yi kucağına almaya kalktığını gördüm. Defne izin vermedi, kafasını sıradan kaldırarak kirpiklerini ardı ardına kırpıştırdı.

''Burçak?'' dünyaya yeni dönmüş gibi sınıfa ve Burçağa baktı. ''Hastaneye gitmek ister misin?'' Kafasını olumsuzca salladı. ''Hayır şey... bir rüyadaydım.''

''Defne.'' Burçak dudaklarını yalayarak ''Uyanıktın.'' Dediğinde Defne yutkundu, gözlerini Zeyd'e çevirdi. Zeyd'in sırasını ittirerek kalktığını ve sınıfı terk ettiğini gördüm.

Burçak arkasından baktı, ardından önünde duran Defne'ye baktı. Kimin yanında duracağını bilmiyor gibiydi. Sandalyeyi ittirerek Burçağa ''Ben giderim.'' Dedim ve Dağhan'ın izin vermesini beklemeden sınıftan çıktım. Hemen kapıda karşı karşıya geldiğimiz öğretmen dudaklarını aralasa da konuşamadan merdivenden çıkan Zeyd'in peşinden koşmaya başladım. Bir elini ensesine atmıştı, ben merdivenden peşinden gidene kadar terasın açık kapısına ulaştı. Kapanan kapıdan son anda geçerek ona seslenmeye yeltendim ama sesimin çıkmasıyla duvara fırlattığı sandalye kırılma sesi bir duyuldu. Sesimi bastırmış olduğum yerde beni sıçratmıştı.

Kırılan sandalyenin parçalarından biri ayağıma çarptı, nefesim korkuyla dışarıda titrek bir duman oluşturmuştu. Zeyd beni görmedi, sırtını terasın korkuluklarına yaslayarak yere doğru kaydı, oturduğu yerde ellerini ensesinde birleştirerek yüzünü yere eğdi.

Parçalanan bir parça da hemen onun ayağının dibindeydi.

Bunu o kadar çileden çıkaran şeyin ne olduğunu merak ettim, ağır adımlarla sessizce yanına ilerleyerek sandalye parçasını kenara çektim ve yanına oturdum. Oturduğumda varlığımı yeni fark etti, göz ucuyla bana baktığını gördüm.

''Soru sorma. Hiçbir şey sorma.'' Dedi.

''Sormam.'' Dedim.

Ellerini ensesinden çekerek kafasını sertçe korkuluğa vurdu. Yüzümü ona dönerek yüzünden akan yaşları izledim.

''Eldiveni yaranı saklamak için mi giyiyorsun?'' dedi birdenbire, kafasını dağıttığını düşündüm. Avuç içime baktım ufak bir kan bulaşmıştı ama yakınında olduğum için görmüş olmalıydı. ''Evet.''

Kafasını aşağı yukarı salladı. ''Her yaranı böyle gizler misin?''

''Gizlerim.''

''Bana da öğretir misin? Yarayı gizlemeyi.'' Yüzünü bana döndüğünde gözlerinden geçen acıyı gördüm. Yıkık dökük, canından can koparılan bir insanı tanırdım. Gözlerinden geçen acıda kendimi görürdüm.

''Acıyı her insan başka şekilde gizler, üzgünüm sen kendi yolunu kendin bulmalısın.''

Cebinden sigara paketini çıkardı, ardından dudakları arasına alarak çakmak aradı. Bulamadığında cebimde taşıdığım zambak desenli çakmağı çıkardım, kapağını açarak yakıp ona uzattım.

Sigaranın ucu yanıp rengini değiştirene kadar bekledi, gözleri yanan ateşi izliyordu. Baktığı o ateşte yandığını hissettim.

Ben çakmağı geri çekip kapağını kapatana kadar izledi, kapağını kapattığımda ise dudaklarından sigarayı çekip nefesi dışarı üfledi. Gözlerim çakmağı cebime koyarken kamera var mı diye etrafa kaymıştı. ''Müdür...''
''Bir şey demez, bu seferlik.''

''Torpilli misin?'' dediğimde güldü. ''Burslu öğrenciyim ben, torpilim var gibi mi sence?''
''Burslu mu?''

Kafasını aşağı yukarı salladı.

''Burçak sağ olsun, zorla beni buraya getirtti. Ben de başkasının parasıyla gelecek bir insan değildim.'' Dediğinde bende onun gibi kafamı aşağı yukarı salladım.

Soru sorma dediği için sormak istemiyordum, Tibet'in dün bana yaptığı gibi sadece yanında durarak destek olacaktım. Çünkü bazen en güzel yardım sadece yalnız olmadığını hissettirerek yapılan yardım oluyordu.

Zeyd sigarasını derince içine çektikten sonra telefonunu çıkararak mesaj yazdı, muhtemelen Burçağaydı.

''Dün hiçbir şeyi yoktu.'' Dedim kaşlarımı çatarak, Defne'nin sınıftaki halleri hala gözümün önündeydi.

''Dünden bu yana yirmi saat geçti, insanların ölümü saniyeler sürmüyor.'' Dedi ve titreyen telefonuna tekrar dikkat kesildi.

Bir şeyler daha yazarak ekranı kilitledi. Bir elini alnına uzatmış ovuşturuyordu. Bir şakağına baş parmağını diğer şakağına işaret parmağını bastırdı.

''Kahve teklifin hala geçerli mi?''

''Bulmuşsun.'' Dedim gözlerimi kısarak sorusunu duymazdan gelip. ''Neyi?'' diye sordu gözlerini bana çevirip elini alnından çekerken.

''Yaranı gizlemeyi, acıyla başa çıkmayı.''

Anlamamış ifadeyle bana baktı, kaşları çatılmıştı ve gözlerinde az önce sigarasını yakmak için yaktığım ateşin gölgesini görebiliyordum. O gölgeye acı yüklenmişti. ''Kaçıyorsun.'' Dedim sormadığı sorusunu derinlerimde duyarak.

''Düşünmemeye çalışıyorsun.''

''Ama aklımdakiler susmuyor.'' Gülümsedi.

''Belki de kaçmak yerine yüzleşmelisin, bana koşmak yerine durup dinlenmelisin demiştin daha önce, peki sen bunu denedin mi?''

''Dinleneceğim birini bulmadım.''

''Bulduğunu nasıl anlayacaksın, ya da o kendini nasıl anlayacak?'' dudaklarını büzdü, bilmiyor görünüyordu. ''Hissetmez miyim?''

''İlk görüşte mi, yoksa zamanla mı?''

Bitmek üzere olan sigarasını baş parmağı ve işaret parmağı ile tutarak bir kez daha nefes çekti ve söndürüp yanındaki çöpe attı.

''Fark eder mi? hisler zamanla oluşmaz.'' Bir an duraksadım, sözlerinin kendi doğrularımla uyumunu düşündüm. Zeyd gerçekten yaralıydı ve düşünceleri benim doğrularımın yolundan gidiyordu.

Onu anlayabiliyordum, nedense onun da beni anladığını hissedebiliyordum.

Birbirimize hiçbir şey anlatmamıştık ama o hiçlikte birçok şey anlatmıştık.

''Peki o kendini nasıl anlayacak?''

"Senin gözbebeklerin var ya kadın kadın gülen

İnsan insan bakan gözbebeklerin

Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta

Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder

Ne gelirse onlardan gelir bana

Çalışma gücü yaşama direnci

Mutluluk gibi kazanılması zor

Mutluluk gibi yitirilmesi kolay

Bir açarsın ki mutluyum

Bir kaparsın her şey elimden gitmiş"

Gözlerini karşısında asılı olan deniz resmine odaklamıştı, şiiri okurken ki tüm duygularını o denize döktüğünü hissettim. Bu şiiri daha önce hiç duymamıştım ama Zeyd'in ezberlemiş olmasına bakılırsa o bu şiiri birçok kez duymuştu. Belki kendi içinde belki başkasının dilinde ama duymuştu. ''Ona bu şiiri mi okuyacaksın?'' diye sordum. Gülümsedi, ardından ''Şuramda bir ateş var, sönüp sönüp yanıyor.'' Dedi elini kalbine koyarak. ''Ama acıyla yanıyor, üzerine su döküyorum. Söndürmüyor, birkaç saniye sonra o ateş tekrar yakıyor.''

''Söndürmek mi istiyorsun?''

Kafasını olumsuzca salladı. ''Kalpte yanan bir ateşi söndüremezsin, ancak başka bir ateşle bastırabilirsin. Ben dinlenmek istiyorum, ateşin içinde dinlenmek.'' Derin bir iç çekti.

Bu kadar öfkenin bu kadar sakin dillendirilmesi ve karşılanması korkutucuydu.

''Ateşin içinde dinlendiğimi hissettiğimde, aklımdaki sesler susacak. O zaman bu şiiri aklımı durduran kadına okuyacağım.''

''Etkileyici.'' Dedim şimdiden bunu yapabilecek birini kendi zihnimde hayal ederken.

''Nasıl biri olsun isterdin?''

Yaptığım şeyi anladığında gözlerini kıstı, o acıdan kaçıyordu. Ben de ona yardım ediyordum. Elimden gelen tek şey buydu, bunu da kullanmak istiyordum. ''Bakmaya hasret kaldığım bir okyanus var. Onun gibi baksın isterdim.'' Derste okyanuslardan korktuğunu ve onu boğduğunu söylediği ses zihnimde yankılandı, şimdi ettiği sözler çelişiyordu.

Sadece benim doğrularımla da değil, kendisiyle de çelişiyordu.

''Seni boğan okyanus mu?''

Kafasını aşağı yukarı salladı. ''Dediğim gibi bir ateşi başka bir ateş bastırır.''

''Bir okyanus seni boğarken diğeri seni kurtarsın mı istiyorsun?''

''Suyun üstünde tutsa yeter, sadece nefes almak istiyorum.''

Terasın kapısı açıldı, Zeyd'e diktiğim gözlerimi kapıya çevirdim. Elinde üç kahve ile Burçak gelmişti, kahve tepsisini ortamıza bırakarak yanımıza çömeldi. Kırılan sandalyeye sadece göz ucuyla baktı.

''Fazla sakinsin...'' kahvenin birini önüme diğerini de Zeyd'in önüne bıraktı.

''Defne nasıl?''

''Atilla hastaneye götürdü.''

Zeyd dudaklarını aralayacak gibi olduğunda Burçak elini kaldırarak sözünü kesti. ''henüz tam tanışmadığınız için ona güvenmediğini biliyorum ama ben güveniyorum. Sen sadece bana güven, bir şey olursa hesabını ben veririm.''

İkisinin arasında gidip gelen gözlerim kahveme döndü, bu konu beni ilgilendirmediği için konuşmalarına karışamazdım. Gözlerim de meraklı gibi ikisi arasında gidip gelsin istemiyordum. Kahvemi dudaklarıma götürüp ufak bir yudum aldım, Zeyd ''Tamam.'' Dedi ve kahvesini yudumladı.

''Sakin olmanın nedeni dün aldığın sakinleştirici mi? Etkisi bu kadar uzun mu?'' Burçağın bakışları kaçamak şekilde bana döndü, Zeyd ''Bilmiyordu.'' Dediğinde Burçak pot kırdığını anladı. Muhtemelen Zeyd'in bana bunu söylediğini düşünmüştü.

Derin bir nefes aldı ve ''Ara ara atak geçirir, dün de kâbus günlerinden biriydi.'' Diyerek kısa bir açıklama yaptı. Zeyd'in bundan rahatsız olmayacağını nerden anlamıştı bilmiyordum ama bunu rahatlıkla söylemişti.

Kafamı aşağı yukarı salladım ne olduğunu bilmediğim için kâbusun ne hakkında olduğunu ya da ataklarını neyin tetiklediğini bilemezdim. ''Senin avuç içine ne oldu?''

Elim ters döndürüldüğünde avuç içime sızan ufak kan yine gözler önündeydi. ''Kaza.'' Diye mırıldandım. İnanmadığını gözlerinden okuyabiliyordum ama soru sormayarak beni sıkıştırmadı. ''revirde sargını yeniletebilirsin.''

''Gerek yok.''

''Ben gideceğim. Öğlene kadar Defne hariç rahatsız etme.'' Burçak Zeyd'in dinleneceğini anlamış kafasını sallayarak kahvesinin kalan kısmını bir yudumda içmişti. Sıcak olmasına rağmen kahveyi bitirebilmesi hayret ettiğim şeylerin başında geliyordu.

Kahvemden tekrar bir yudum aldım, Burçak da cebinden bir sigara çıkardı. Önce Zeyd'e uzattı, Zeyd aldı. Sonra bana uzattı, kafamı olumsuzca salladım. ''Kullanmıyor musun?''

''Kullanmıyorum.'' Kafasını bir kez daha salladı ve ceplerini yokladı. ''Sikeyim.''

''Çakmak arıyorsan gerek yok, bizde var.'' Zeyd'in gözleri bana döndüğünde cebimdeki çakmağı onlara uzattım.

''içmiyorsun ama çakmağın var. İlginç''

Terasın kapısının açıldığını duyduğumda dönmek ve aynı anda cevap vermek istedim ama ben bakamadan burnuma dolan vanilya kokusu ve benim yerime verilen cevap bu derdi başımdan almıştı. ''İçiyorsunuz ama çakmağınız yok. İlginç.'' Tibet'in ayakları hemen köşedeki sandalye parçasını öteye ittirdi, ardından tam arkamda durdu.

Burçak karşısında dikilen Tibet'e baktı, bakışları ters değildi ama pek yakın da sayılmazdı. Daha çok mesafeli, soğuk ve ifadesiz sayılabilirdi. Elindeki paketi Tibet'e uzattığında Tibet'in ''Eyvallah.'' Dediğini duydum.

Duyduğum sesin ardından Tibet yanıma eğildi, avucumu eline alarak Zeyd'e baktı. ''Fırlattığın sandalye Ceyda'ya mı geldi?'' Zeyd içtiği sigarasını dudaklarından çekerken ters ve onunkine karşılık verir bakışlarla Tibet'e döndü.

''Hayır bana gelmedi, bu yeni değil.'' Diyerek elimi çektim. Tibet'in düşmanca baktığı bakışlar Zeyd'den bana döndüğünde yumuşadı ama çattığı kaşlarında hiçbir farklılık yoktu. Öfkesi soluduğu hızlı nefeslerden ve çıkan damarlarından belliydi ama karşımda sakin kalıyordu.

''Öyleyse konuşmamız gereken konular var.'' Sağlam avuç içime parmaklarını sararak beni kaldırdığında kahveyi son anda dökmeden yere koyabildim. ''Tibet.'' Beni duymadan terastan çıkarmaya yeltendiğinde Zeyd'le göz göze geldik. Bana sorarcasına bakıyordu, elimi kaldırarak onu kalkmaya yeltendiği yerde oturmasını sağladım. Terasın kapısı açıldı, soğuk havanın yerini sıcak hava aldığında bu kadar üşüdüğümü fark etmemiştim.

''Buz tutmuşsun.'' Dedi kızarmış parmaklarıma bakarken. ''Bu elin sağlam, diğerinde ne var?'' elini çekerek eldivenimi çıkarttığında kan olmuş sargıyı gördü.

''Bu dün gecede mi vardı? Vardı ve söylemedin mi?''

''Tibet.''

İsmini söylerken eli yüzüme dokundu. Avucunu boynumda baş parmağını yanağımda hissettim. ''Sadece avuç için değil, değil mi? Yürürken ayağında acıyordu, başka nerende yara var?'' eli önce yüzümde sonra saçlarımda gezindi. Saçlarım acıyordu ama bunu saklamayı büyük bir güçle başardım. Eli boynuma indi, köprücüğüme dokundu. ''Ceyda, neden bu kadar sessizsin?'' işaret parmağı enseme baskı yaptığında saç diplerim yüzünden dayandığım acı bir yerde patladı.

''Siktir, ensen mi?'' saçlarımı omuzuma çekerek beni omuzlarımdan tuttu ve döndürdü, konuşacak gücü kendimde bulamıyordum. Öyle panik içinde ve hızlı hareket ediyordu ki yakalamakta zorlanıyordum.

Elini ensemden çektiğinde diğer elini de belimden çekmişti. ''Başka var mı? Yok de.''

''Yok.'' Dedim güçsüzce. Gözlerimin yine dolduğunu hissetmiştim. Avuç içlerimi sıkmak istiyordum ama o zaman çok daha fazla canımın yanacağını da biliyordum.

''Yalan söyleme.'' Yüzümü yüzüne döndüğümde ellerinin aşağıya sarkılmış öylece kaldığını gördüm. Gözleri bendeydi ama bedeni kesinlikle burada değil gibiydi. Hareketsizce duruyordu, nefes aldığından bile emin değildim.

''Söylemiyorum.''

''Şiddet mi görüyorsun... görüyorsun tabi. Kimden? annen mi, baban mı?''

''Tibet, deşme.'' Çalan zil sesi kulaklarıma dolduğunda geri adım attım. Gözleri hala bana bakıyordu ama bedeni hareketsizdi.

''İlk defa mı şiddet gören birini görüyorsun?'' değişmeyen yüzü ve donuk kalan vücudu bana bunu düşündürdü, hareket etmediğinden onun için endişelenmeye başlıyordum. Bir süre sesi çıkmadı, geçen dakikaların ardından ''Sen de mi şiddet görüyorsun?'' diye fısıldadı sadece.

''Sende mi derken?' Tibet yoksa...'' ona doğru bir adım attığımda geri çekildi.

''Ceyda, deşme.'' Nefes alışını inip kalkmaya başlayan göğsünde gördüğümde arkasını döndü. Ona doğru bir adım atmak istedim, arkasından gitmek istedim ama bir yanım buna izin verdi.

Bir yanım arkasından gidemedi ve oturup ağlamaya başladı. Neye ağladığını bilmeden ağlamaya başladı, tüm yanan canı için ağlamaya başladı.

Dışarıdan ise dümdüz karşıya bakan bir yanım duvar gibi dikiliyordu.

Tibet'in gittiği yere bomboş bakmaya devam ettim. Elime bıraktığı eldiven sıcaktı, terasın kapısı kapalı olmasına rağmen açıkmış da tüm rüzgâr etrafıma sarılmış gibi hissediyordum. Her yer soğumuştu, en çok da bedenim.

Çalan zil sesini duydum bir kez daha, eldiveni elime geçirerek merdivenden destek aldım. Merdivenleri yavaş iniyordum, arkamdan adım sesleri gelmeye başladığında gelenin Burçak ve Zeyd olduğunu bildiğim için sessizce inmeye devam ettim. Burçak tam arkamdan geliyordu ama Zeyd aşağı inmeye devam etti.

Revire gidiyordu.

Koridorda yürürken bana yaklaşan adımları göz ucuyla gördüm. ''Canını mı yaktı?'' dedi Burçak sessizce. ''Hayır, o canımı yakmaz.''

Kapının önüne geldiğimizde elini uzattığım kapı koluna koydu ama kapıyı açmadı. ''Bak, birbirinize duygularınızın olduğunu kör olmayan herkes görür ama siz birbirinizi sevdiğiniz için kör olmak zorunda değilsiniz. Kimse için canını yakmayacağını söyleyemezsin, gün gelir tanıdığın insanın ruhu ölür. O zaman karşında bambaşka birini görüyor olursun.''

Sözlerini dikkatle dinledikten sonra bugün bu soruyu ikinci kez sordum. ''Duygular değişebilir mi?''

''Aşk değişken değildir Ceyda ama insanlar her zaman duygularıyla hareket etmez. Seven birinin sana davranışları çok farklı olabilir. Sevmeyi şiddet sanan biri severken şiddetle sevebilir. Sen sana beslediği duygudan çok bu duyguyu sana nasıl gösterdiğine bakmalısın. Aşk sana beslediği duygulardan ibaret değildir. O duyguyu sana nasıl hissettirdiği, gösterdiğidir.''

Sözlerine dişlerimi gösterecek kadar geniş gülümsedim. Cebinden onda unuttuğum çakmağı çıkararak bana uzattığında çakmağı gözlerine bakarak alıp ceketimin cebine attım. ''Senin ve Zeyd'in seveceği kızları çok merak ediyorum.'' Kaşlarını çattığında kapıyı tutuşunu gevşettiğini gördüm. Bu cümleyi beklemiyor olmalıydı. ''Zeyd'i tahmin edebilirim ama benimkini neden merak edesin ki, düz bir adamım ben. Duygulardan pek anlamam.''

''Öyle mi? Bu duygu hakkında sorduğum sorulardan sadece sen net cevap verdin.'' Elimi elinin üzerine koyarak kapıyı açtım. ''bence bir daha düşün.'' Açtığım kapıdan içeri girdikten sonra gözlerim Tibet'i aradı. Yoktu.

Dudaklarımı ısırarak Dağhan'ın kalktığı boşluktan geçtim. Arkamdan gelen Burçakta benimle beraber sırasına geçti.

Tibet'in gözlerindeki bakış hala aklımdaydı, gözleri gözlerimin önünden gitmiyordu. Yine karanlığa düşer gibi oldum. Tepemde sallanan bir madalyon vardı ama ne kötüyü ne iyiyi gösteriyordu. Gözlerimi sıkıca yumdum ve açtım, hayatım gözlerimin önünde devam ediyordu.

Sırama geçmiştim öğretmen içeri girmişti. Atilla, Defne, Samet, Tibet ve Zeyd sınıfta yoktu. Sınıfın bu eksikliğini hissettiğim için derse odaklanmakta zorlandım. Hemen yanımda oturan Dağhan eline bağladığı iple oynuyordu.

Kafamı derse verebilmek için çok çabaladım ama gözlerim hep bana bakan Cem'e kayıyordu. Tuna'nın bundan rahatsız olduğunu onun önüne geçmek için kolunu koyup kafasını yasladığını gördüğümde anladım. Hali dışarıdan komik duruyordu ama farkında değildi, Cem de bunu rahatsız olduğundan yaptığını biliyordu ama bana bakmayı kesmedi.

''Kuyruğunu mu taktı peşine?'' yüzünü Cem'e çevirmiş Dağhan'ı gördüğümde önüme dönmüştüm. ''Ne?''

''Kıl kuyruk diyorum, Tibet gitti ama kuyruğu sana bakıyor. Hasta gibiler.'' Elindeki ipe uzanarak karışık olmasına aldırmadan parmaklarından çıkardım. ''şu an zihin terbiyesine senden çok ihtiyacım var.''

''neden, arsız düşünceler mi geziyor?'' dedi alayla. Ona bezgin ve gerçekten yorgun gözlerimle baktım. Alaylı ifadesi yerini ciddiyete bıraktı.

Öğretmen arasında konuşanlar olduğunu bildiği ve gördüğü halde sessiz davranıyordu, sanırım bugünün tek şanslı geçen yanı bundan ibaretti.

Öğretmen masasına geçip yoklama almaya yöneldiğinde Dağhan arkasına dönerek Burçağa ''Bizim boksör nasıl?'' diye sordu.

''Uyuyordur, geceleri pek uyuyamıyor. Neyse ki öfkesini bastıran bazı ilaçları var.''

Onların konuşmasına merakıma yenilerek dahil olmak için arkamı döndüm. ''Boksör mü?''

Burçak kafasını aşağı yukarı salladı, Dağhan da sırıtarak bana dönmüştü. ''Beyimiz kafes dövüşçüsüymüş, ben de yeni öğrendim. Gündüz edebiyat kasıyor gece el alemi sikiyor.'' Bozuk ağzından ötürü Dağhan'a göz devirdim.

''Ne yalan mı?'' Burçağın sırıtarak ona vurduğunu görmeden hemen önce ben de ona vurmuştum.

''Bu yaşta nasıl dövüşlere çıkabiliyor?''

''Yasal değil, yarışlar gibi düşün.''

''Ailesi buna nasıl izin veriyor, hiç mi yaralı görmüyorlar onu?'' Burçak elini ensesine atarak diğer elini sıraya yasladı, yüzünü bana doğru eğmişti. ''Ailesiyle yaşamıyor.''

Dağhan da bunu benimle aynı anda öğrenmişe benziyordu, kaşları çatılmıştı. Bakışları bana kaydı, ardından öğretmenin uyarısıyla ikimizde önümüze dönmek zorunda kaldık.

Burçağın bana bunları anlatmasına bakılırsa Zeyd'in bana güvendiğini biliyor olmalıydı ya da Zeyd böyle durumlarda anlatabileceğini ima etmiş olmalıydı. Yoksa Burçak gibi ifadesiz görünen bir çocuğun bunları bu kadar rahat anlatabileceğini düşünmüyordum.

Okulun geri kalanı odaklanamamamızla geçti, ben iple oynadım. Dağhan beni izledi, Burçak telefonla oynadı. Tibet günün devamında hiç gelmedi. Cem beni izlemeye, Tuna da onu engellemekle uğraşmaya devam etti. Öğlene kadar hiçbir dersi dinlemedim, öğle arasında ise Tuna'nın beni soru yağmuruna tutmasıyla bunaldım, ardından ısrarı ile revire gidip sargımı yenilettim. Orada Zeyd'i uyurken gördüm. O da dersin devamında gelmedi.

Ve son zil sesiyle okul bitti. Meryem abla bizi yemeğe davet ettiği için çıkar çıkmaz oraya gidecektik. Eve zaten gitmeyi hiç ama hiç istemiyordum, geri döndüğüm de birkaç günün zor geçeceğini de biliyordum.

Çantamı omuzuma atarak Dağhan'la görüştüm, Tuna hemen dibimde bitmişti. Beni resmen Cem'den kaçırıyordu. ''Zaten birine zor sabrediyorum, ikincisi olmaz.'' Diye mırıldandı.

Söylediğine gülmeden edemedim, ''Yavaş düşeceğim.''

Ayağımı hatırladığında özür dileyerek sağlam elimi tuttu ve koluna sararak yürümeye devam etti. Kapıdaki asla kirlenmeyen beyaz halının üstünden geçtik, kapının arkasında Meryem abla arabasıyla bizi bekliyordu.

Gülümseyerek Tuna'nın açtığı kapıdan içeri girdim. Şimdilik benim tanıdığım Cem hariç kimse okuldan çıkmamıştı. Burçak ve Dağhan, Zeyd'i uyandırmaya gitmiş olmalıydı.

Hazal ve arkadaşları, Cem'in hemen arkasından göründü. Gülüşerek bir şeyler konuşuyorlardı. Hazal ile gözlerimiz kesiştiğinde bana küçümseyici bir bakış attı ve Begüm'e döndü. Nil de bu sırada elini taksiye uzatmıştı.

''Hoş geldiniz çocuklar.'' Tuna kapıyı kapattığında gözümü dikiz aynasından bize bakan Meryem ablaya çevirdim. ''Yaraların nasıl, dün ki kadar acıyor mu?''

''Hayır, çok daha iyiyim.'' Meryem abla içli içli baktı, ardından ''hadi eve gidelim size çok güzel yemekler yaptım.'' Diyerek anahtarı çevirdi.

Arabanın sesi içeri doluyordu, okulun önünden u çekerek eve doğru gitmeye başlarken kolumu Tuna'nın koluna doladım. Gözümün önünde hala Tibet'le olan son konuşmamız vardı, öğleden sonraki derslerde o an gözümün önünde tiyatro misali oynamıştı.

Sende mi? Demişti.

Sende mi dediğine göre o da görüyor olmalıydı.

Annen mi, baban mı? Diye sormuştu.

Ben babamdan görüyordum, o kimden görüyordu?

Derin bir nefes vererek kafamı Tuna'nın omuzuna yasladım.

Saç diplerim hala acıyordu, avuç içimde ikisinin sızısı hariç başka kendini hatırlatan bir acım yoktu. Sadece saç diplerim sızlıyordu, elim ise kasılmış gibi hissettiriyordu.

Meryem abla bir müzik açtı. Açılan müziğin melodisi ile kalbimin teklediğini hissettim. Kalbimde bir ateş yanıyordu.

Zeyd'in elini kalbine götürdüğünü ve Şuramda bir ateş var, sönüp sönüp yanıyor. Dediğini anımsadım. Onu şimdi çok daha iyi anlıyordum, o ateşin kalbimde yandığını hissediyordum.

''Sesini açar mısın abla?'' diye sordum. Meryem abla sesi açtı, kulaklarıma dolan melodi ile kafamı tekrar Tuna'nın omuzuna koydum.

Gözlerimin önüne sokakta dans ettiğimiz an geldi, ardından Tibet'in bana bu şarkıyı çaldığı an geldi.

Bir peri masalına aşığım,

Canımı yakmasına rağmen.

Çünkü aklımı kaçırsam da umurumda değil.

Çoktan lanetlenmiştim ben.

Her gün, kavga etmeye başladık.

Her gece âşık olduk.

Kimse beni daha fazla üzemezdi,

Ama başka hiç kimse beni bu kadar yükseklerde hissettiremezdi.

Ne yaptığımın farkında değilim.

''Her gece âşık olduk.'' Diye fısıldadım tam bu cümlenin İngilizce olarak söylendiği yerde.

Bu fısıltım derinlereydi, içeri de derinlerde kaybolan ve neye ağladığını bilmeden ağlayan o kızaydı.

O kız bir peri masalına aşıktı.

Araba yavaşladığında melodinin sonu duyulmaya başladı. Sonu yaklaşan melodi yine de sonmuş gibi gelmedi. Melodisi kulağımda çalmaya devam etti, çalan Tibet'ti.

Tuna arabanın kapısını açtığında içeri giren soğukla kendime geldim, sıcakta mayışmaya başlamıştım.

Bir peri masalındaydım.

Uyandığımda kolumu Tuna'nın kolundan çıkardım ve onun açtığı boşlukta kayarak arabadan indim. Kapı kapandı, araba kilitlendi. Yeni bir kapı açıldı, eve önce Meryem abla sonra Tuna girdi.

Sabah ayakkabıları giymeme yardım eden kardeşim bağcılarımı çözüp fermuarı açınca ona gülümseyerek omuzundan destek aldım.

Evin içine girdikten sonra kapıyı kapattım, soğuk kesilmişti ama hala bedenimdeydi.

Kulağımda hala Tibet'in çaldığı kemanın melodisi vardı, gözlerim onun keman çalışını izliyordu ama bu olanların hepsi benim zihnimde dönüyordu.

Mis gibi gelen yemek kokuları beni mutfağa götürdüğünde Meryem ablanın her şeyi hazırladığını gördüm. ''Sıcak sıcak koydum gelmeden, anca ılımıştır.'' Dedi paltosunu askıya asarken. Montumu çıkararak paltosunun yanında astım, Tuna çoktan ellerini yıkamış açlıktan koşarcasına mutfağa girmişti bile.

Ben de eldivenleri çıkarıp kenara bıraktım ve sargı bezime dikkat ederek elimi yıkayıp yanlarına ilerledim.

Mercimek çorbası, en sevdiğim.

Tuna oturur oturmaz başladığı çorbayı yarıya indirirken sandalyemi çektim ve Meryem ablanın karşısına oturdum. O Tuna'nın aksine henüz başlamamıştı, gözleri bendeydi.

''Okul yorucu muydu?''

Tuna kafasını olumsuzca sallarken kopardığı ekmeği çorbasına bandırdı. ''Gerçi Ceyda'nın çevresinde gezinen sinekleri engellemeye çalışmaktan biraz yoruldum ama genel olarak hayır yorucu değildi.'' Gözlerimi devirerek kaşığı elime aldım.

Meryem abla da Tuna'ya gülerek gözlerini devirmişti. ''Kimmiş bu sinekler?''

Meryem ablanın gözleri imayla parıl parıl bana baktı, benden cevap bekliyordu. Kaşığımı çorbanın içinde döndürürken dudaklarımı çekingen bir tavırla araladım ama kulağıma gelen ses bana ait değildi.

''İki kuzen, birine zor sabrediyordum zaten. Bir de ikincisi çıktı başıma.'' Tuna çorbaya bandırdığı ekmeği ağzına attıktan sonra yüzünü yemekten bize kaldırdı. Meryem abla da ben de bu sorunun ona olmadığını ima eden bakışlarımı üzerinde gezdirmekten çekinmiyorduk. ''ne var?''

Omuz silkerek yemeğine devam ettiğinde Meryem abla ''Sen yemeğini ye Tunacım, mümkünse sesini duymayayım.'' Diyerek dirseğini masaya yaslayıp yumruk yaptığı elini çenesine dayadı ve bana döndü. Tuna ise ona az önce yaptığımız gibi göz devirerek ''bir de izlerken zor dayandığım şeyi mi dinleyeceğim. Olmaz.'' Dedi.

''O zaman içeride yiyebilirsin canım.'' Meryem abla ona yemeğini ardından da kapıyı işaret ettiğinde gülmemek için dudaklarımın içini ısırdım. ''Ha kovuluyorum yani?''

''İnsan kendi evinden kovulamaz canım, abartmayalım. Geç sen aç televizyonu misler gibi izleyerek keyifle ye.''

Tuna tabağını aldıktan sonra içeceğini doldurdu ve Meryem ablaya ters bir bakış atarak ''Tatlıyla bile gönlümü alamayacaksın.'' Dedi. Meryem abla ''ben de yapmam.'' Diyerek karşılık verdiğinde bu kez gülmeme engel olamadım.

''Öyle olsun, kadınlar hep satıcı.''

Söylenerek elindeki tabak ve bardakla mutfaktan çıktı, Meryem ablayla masa da baş başa kaldığımızda kaşığını çorbasına daldırdı ve ''Eee anlat bakalım.'' Diyerek Tuna'nın yarım ekmeğini çorbaya dilimlemeye başladı.

''Kim bu sinekler?''

Gülerek ben de çorbamdan bir kaşık aldım. ''Tuna'nın katlanamadığı... Tibet.''

''Kuzeni?''

''Cem... aslında fazla sessiz ama o da Tibet gibi biraz garip bakıyor.'' Çorbamdan bir kaşık daha aldım. Meryem abla da bu sırada hızlı hızlı çorbasını yemiş yarısından çoğunu neredeyse bitirmişti.

''Garipten kastın ne?''

Bugün derste Cem'in bakışlarını hatırladığımda kafamı olumsuzca salladım. ''Başta Tibet'te öyle bakıyordu. Gözlerini üzerimden ayırmıyorlar.''

''Belki o da senden hoşlanıyordur?'' Meryem abla biten kasesini tezgâha bıraktıktan sonra tabağını önüne çekerek çatalını eline aldı. Tavuğuna batırırken imayla hala bana bakıyordu.

''Sanmıyorum, yani bana öyle gibi hissettirmiyor.''

Tibet'ten uzak durmamı söylediği cümleleri anımsadım. Söylediği gibi iyiliğimi istediği için mi böyle yapıyordu yoksa kıskanıyor muydu bilmiyordum ama dediğim doğruydu. Onun ikinci seçenek için böyle davrandığını düşünmüyordum.

''Her zaman kendini belli etmeyenlerden korkmalısın. Onlar sessizce aklına sızabilirler.''

''Yani ona karşı dikkatli olmamı mı söylüyorsun?''

Kafasını aşağı yukarı salladı. ''Eğer kuzenlerse, ikisi de sana duygu besliyorsa mutlaka bir yerde patlak verecektir. Gözünü açık tut.''

Verdiği tavsiyeye gülerek kafa salladım, sonunda soğumuş çorbamı bitirdikten sonra yemeğimi önüme çektim. ''Tuna neden Tibet'e bu kadar tahammül edemiyor peki. Gözüme basit kıskançlık gibi gelmedi, gerçekten rahatsız olmuş.''

Çatalımı tavuğa batırdıktan sonra ağzıma attım, Meryem abla yemeğini bitirmek üzereydi.

Boşalan bardağıma kola doldurduktan sonra kapağını kapattı ve tekrar bana döndü. ''Tibet'in bakışları... biraz yoğun. Dışarıdan gören herkes onun takıntılı olduğunu düşünüyor.''

''Takıntılı mı peki?''

Dudak büzerek yanıt verdim. ''Sana öyle gelmiyor ama başka gözle baktığın için kendi bakış açına güvenmiyorsun.''

Biten tabağını kalkıp sudan geçirirken ''Öyle.'' Diye mırıldandım. Önümdeki kâseyi alarak makineye dizdi, ardından yeni bitirdiğim yemeğin tabağını da makineye koydu.

''Peki sence bu olanlar biraz hızlı olmamış mı? Biliyorsun hızlı çıktığın yolun sonu...''

''Hızlı gelir.'' Diyerek cümlesini tamamladım. Kafasını aşağı yukarı sallayarak makineye tableti koydu ve seçenek tuşu kulağıma geldi. Başlatma tuşuna bastıktan sonra kalçasını tezgâha yaslayarak bana döndü.

''Bu elimizde olan bir hız değil... yani her şey anın içinde gelişiyor.''

Kafasını anlayışla salladı. ''Seni biraz daha iyi görüyorum, sanki yeni okulun sana iyi gelmiş. Arkadaş edinebildin mi? Yoksa hayali arkadaşlarla devam mı?'' sorusuna gülerek arkama yaslandım.

''Aslında ilk defa hayal kurmamı gerektirmeyecek kadar çok arkadaş edindim.''

Meryem abla kaşlarını hayretler içinde kaldırdı, benden böyle bir cümle duymayı beklemediğini biliyordum. Ben de bir gün böyle bir cümle kuracağımı düşünmüyordum ama kurmuştum.

Meryem abla dudaklarını mutlulukla araladığında bir cep telefonu melodisi kulağıma doldu. Bu melodi Tibet'in çaldığı şarkının melodisiydi.

Zil sesim yaptıktan sonra birinin aramasını dört gözle bekler olmuştum.

Oturduğum sandalyeden kalkarak telefonumu alırken içerinin karanlığını yeni fark ettim. Hava çoktan kararmıştı.

Telefonu cebimden çıkardıktan sonra melodinin sahibi olan isim ekranda göründü. Kalbimin yine hızlandığını hissettim. Küçük oturma odasına girerek aramayı cevapladığımda dışarıdan vuran sokak lambasının izin verdiği aydınlıkta aynadan kendime bakıyordum.

''Efendim.''

''Güzellik.'' Tibet'in gülüşğ kulaklarıma dolduğunda sesindeki tının beni huzursuz etti. Kesinlikle böyle bir karşılama beklemiyordum.

''Tibet, iyi misin?'' dışarıdan gelen rüzgâr sesi telefondan duyuluyordu. Dışarıda bu kadar rüzgâr olmadığını biliyordum. ''Neredesin?''

''Sana sarıldığım yerde.'' Dedi, bir takırtı kulağıma ilişti.

''Ne yapıyorsun orada?'' telefonu çekerek saate baktım. Dokuzu geçiyordu, hava çoktan kararmıştı. ''Seni düşünüyorum, elimde de bir şişe var. Ne şişesiydi unuttum, her boku unuturum ben zaten biliyor musun?'' dedi yine gülerken. ''ama seninle ilgili şeyleri unutmuyorum, zaten tek önemi olan şey onlar.''

''Tibet.'' Sesimdeki endişenin ona ulaştığını biliyordum ama algılayabildiğini düşünmüyordum.

''Efendim güzellik.'' Burnunu çektiğini duydum.

Soğuktan donduğuna emindim. ''Yanıma gelsene.'' Dediğini duydum.

Sarılı elimi sarılı enseme uzattım. Yüzümdeki endişeyi çarpan lamba aydınlatıyor ayna gözlerime sunuyordu.

''Tamam, geleceğim ama o elinde kini atacaksın.''

''geleceksen kendimi bile atarım.''

''TİBET!'' bir anlık sesimin yükselişini kontrol altına alarak aralık kapıya baktım. Neyse ki Tuna televizyonunun sesini oldukça açıyordu.

Kafası yerinde olmayan insanlara güvenmediğim için Tibet'in şaka ya da ciddi söylemesine aldırmadan buna tepki gösterdim.

''tamam geliyorum ama bak hareket bile etmeyeceksin.''

''Tepenin aşağısına gel, burası çok yüksek esiyor. Üşütürsün.''

Odadan çıkarak montumu tek elle giyinmeye çalıştım. ''Tamam oraya geliyorum, sadece bekle.''

''Tamam.'' Telefon kapandıktan sonra giyemediğim montu düzgünce üzerime geçirip mutfağa ilerledim. Meryem ablanın yaptığı kahve kokusu buraya kadar gelmişti.

''Abla ben bir dışarı çıkıp geliyorum.''

''Nereye kuzum bu saatte?'' bileğindeki saate baktıktan sonra cezvenin altını kapattı.

''Birinin bana ihtiyacı var.''

''Birinin mi Tibet'in mi?'' dudaklarımı ısırarak yüzümü yana çevirdim. ''Seni bırakmamı ister misin?''

''Hayır, yakın zaten. Hemen gidip geleceğim.''

Meryem abla kafasını aşağı yukarı salladıktan sonra ''Acele etme.'' Dedi imayla.

Ona kaçamak bir gülüş atarak kapıya yönelip duvardan destek alarak ayakkabılarımı giydim. Bacağım ve elim biraz acımıştı ama halledebilmiştim. Kapıyı ses çıkarmadan kapattıktan sonra hızlı adımlarla Karsu tepesinin yolunu tuttum.

Tahmini on beş dakika sürmüştü, tepenin aşağısı buraya daha yakındı. Telefonumu kontrol ettiğimde Tuna'nın aradığını gördüm. Ona kısa bir mesaj attıktan sonra ekranımı kilitleyip tekrar cebime attım ve önümü kapattım. Burnumun ucu ve parmaklarım kızarmıştı. Çok esmiyordu ama soğuk bir hava vardı.

Yaklaştığım deniz kenarına baktım, uzaktan arkası dönük ayakta bir erkeği görebiliyordum. Elleri cebinde duruyordu, boyu uzundu. O da benim gibi hala okul formasıylaydı.

Yanına yaklaştığımda çıkan ayak sesleriyle bana döndü. Burnunun ucu kızarmıştı, yanakları da gördüğüm kadarıyla al aldı.

Burnuma gelen vanilyaya karışmış bir kokuyu duyduğumda ''Alkol aldın değil mi?'' diye sordum. Aramızda bir karış mesafe kalana kadar yürümeye devam ettim.

''Almadım, nefesimi kokla istersen.'' Diyerek bana yakınlığıma baktı, zaten aramızda bir adım var ya da yok denilecek kadar azdı.

''Ama bu kadar yakınımda olursan sana karşı koyamayabilirim.'' Sesi fısıltı kadar azdı ama her hücreme yayılacak kadar da yüksek gibiydi. Yutkunarak kuruyan dudaklarımı yaladım. Gözleri anında dudaklarıma indi. ''Uzaklaşayım mı?'' diye mırıldandım.

''Hayır.'' Dedi ve aramızdaki mesafeyi ufak bir adımla kapattı.

Gözlerimi yumarak derin bir nefes verdim, nefesim yüzüne çarpmış olmalıydı. ''Ne istiyorsun Tibet?'' dedim burnuma gelen Vanilya ve alkol kokusunu derinime çekerken.

Gözlerimi araladığımda bir elini saçlarımın arasına uzatmıştı, soğuk parmakları şakağıma değdi. Saçımı kulağımın arkasına attıktan sonra işaret parmağı ve baş parmağı ile yanağımı okşadı. ''Seni öpmek... delice öpmek.''

Gözleri gözlerimdeydi ama aramızdaki mesafeyi bozmak için benden bir şey beklediğini fısıldıyordu. İsteyip istemediğini görmek için gözlerine baktım. Onun gözlerine bakmak bir an benimkilere bakmak gibi geldi.

Seni öpmek... delice öpmek...

''Kafası yerinde olmayan insanların sözüne güvenmiyorum.'' Diye fısıldadım aramızdaki boşluğa, nefesim yine yüzüne çarpmıştı. Üşüyen yüz hatları sıcak nefesimle ısınıyor sonra tekrar rüzgârın şiddetini yiyordu, gözünü yumarak nefeslendi. ''Benimle her yere gelir miydin?''

''Ne?''

''Benimle her yere gelir miydin?'' diyerek sorusunu tekrarladı. ''Neresi olduğuna bağ...''

''Ölüm değilse gelirdin ama değil mi?''

''Tibet ne saçmalıyorsun?'' ellerini belime yerleştirdiğinde bir an da fark etmeden bedenimi sarstı. ''Cevap.''

''Gelirdim herhalde.'' Belime koyduğu elleri bir anda beni kaldırıp kendine yasladığında omuzuna tutunarak bozulan dengemi kurmaya çalıştım. '' Tibet, Ne yapıyorsun?''

''Yüzme biliyor musun?'' yürümeye başladığı denizi gördüğümde ''Tibet sakın, bilmiyorum ben yüzmeyi.'' Diye bağırdım.

Adımları ne yavaşlamıştı ne de hızlanmıştı. Hala aynı şekilde yürüyordu. ''Güzel.'' Dediğini duydum. ''Tibet, Tibet bırak bak bilmiyorum gerçekten bilmiyorum.''

Tibet'in ayakları suya vardığında suyun hışırtısı kulağıma geldi. ''Korkma ben biliyorum, hem sen demedin mi gelirim diye.''

''Ölüm değilse demiştim!'' diye tekrar bağırdığımda güldü. Su diz kapağından biraz daha yukarı gelmeye başladığında durdu, ardından dizime indirdiği ellerini belime doğru çekip bedenimin altını suya soktu. Su buz gibiydi, suyun bedenime çarpan soğuğuyla bir daha bağırdım. Tibet'in elleri belimdeydi.

''Kapat burnunu.'' Dedi, ardından beklemeden beni suya gömeceğini anlayarak burnumu kapattım. Öyle de oldu. Kuma oturduk, bedenimizi aşağı çekerek suyun tüm bedenimize yayılmasına izin verdik.

Bedenim soğukla ayık olduğum halde beni bir kez daha ayıldığında sudan çıktık. Tüm bedenim soğuk diye çığlıklar atıyordu. Tibet ise kafasını sağa sola sallayarak beni kendine daha çok çekti. Ellerimi omuzuna sarıp sıkıca tutundum. Korkuyordum.

''Buraya seni korkutmak için getirmedim.'' Diye fısıldadı, dudaklarından akan suyu ay ışığında görebiliyordum. Denize karışıyordu.

''Neden getirdin o zaman?'' dedim inip kalkan göğsümle dengesiz nefesimi düzene sokmaya çalışırken.

''Çünkü burada beni bırakıp gidemezsin.''

Söylediğine aldırış etmeden kahve gözlerine baktım. Karanlıkta siyah gibi görünüyordu, elimi yanağına çıkardım, bakışları çok daha derindi. Elimi yasladığım yanağına doğru hafif kafasını eğdi. Gözlerini yumacak gibi oldu ama ben ''Hala öpmek istiyor musun?'' diye sorduğumda çenesi kasıldı. Eğdiği kafası doğruldu. Belimdeki eli sıkılaşarak beni kendine daha çok çekti.

Burnumuz birbirine değiyordu.

''Şimdi mi teslim oluyorsun?'' diye fısıldadı yüzüme bakarak, kirpiklerinden akan damlaları izledim. Islak dudaklarına ve nemli saçlarına baktım.

Kalbimde bir yangın vardı, acıyı bastıran bir yangın. Kalbim bu yangınla öyle hızlı atıyordu ki ateşi harlayanın o olduğunu düşündüm.

''Şimdi değil...'' diye fısıldadım. ''Ben zaten teslim oldum.''

Dudakları cümlemi bitirmemi beklemiş gibi biter bitmez benimkine dokunduğunda diğer elimi de çenesine uzattım. Ellerimi yüzüne sarmıştım, dudakları dudaklarımı okşadı. Yumuşaktı ama sertleşmeye başlıyordu.

Ne suyun soğuğu kalbimdeki yangını söndürdü, ne de Tibet'in dudaklarından denize karışan su içime damlamaya başladığında bu yangın söndü. Aksine çok daha fazla harladığını hissettim her damlanın.

Dizine yaslanarak bir elimi omuzuna yasladım, diğer ayağım kuma basıyordu. Dizine yaslandığım için bir elini belime sarması kolaylaştı, diğer elini yanağıma uzatarak yüzümü kavradığında öpüşü derinleşmişti.

Rüzgâr esmeye başladı, sert esiyordu.

Karanlıkta madalyonu gördüm. İyi yüzü bana parlıyordu, içimden gülümsedim.

Dışımdan hala Tibet'in öpüşüne karşılık veriyordum. Denize vuran yakamoz üzerimize düşmüş gibi hissettim. Sanki deniz bizdik ve yakamoz üzerimize düşüyor bizi aydınlatıyordu. Karanlık denizin içinde iki ay görüntüsü, iki aşık.

Tibet'in dudakları dudaklarımdan şiddetini bir anda keserek ayrıldığında nefes nefese kaldığımızı fark ettim. Onunki bana benimki ona çarpıyordu ve göğsümüz hızla inip kalkıyordu. Yanağımdaki eli okşamaya başladı.

''Çok güzelsin.'' Dedi ve gözlerini aya doğru döndürdü, gözleri yakamoza kaydı. ''yakamoz güzelisin.'' Yüzünü tekrar bana döndüğünde ikinci bir yangının başlayacağını gördüm. Dudakları dudaklarıma değdi ve sönen ateş tekrar yanmaya başladı.

Bu ateş ne havanın soğuğu ile ne denizin soğuğu ile azalıyordu. Sadece bir dokunuşla ve bir öpüşle git gide harlanıyordu.

Harlanan ateşin arasından Tibet'in çaldığı keman melodisi duyuldu ve ben arabada söylediğim şarkının sözünü içimden bir kez daha tekrarladım.

Her gece âşık olduk.

~ Ceyda Tuana Maral

~ Ceyda Tuana Maral

 

Loading...
0%