Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6. Bölüm

@byzloey


Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın, hepsini okuyor olacağım.

İyi okumalar. ^^

Instagram : Byzloey

byzserileri

V A L E N S

6. Bölüm | Dilenmeyen Özür

Drive You Insane, Daniel di angelo

Sabahın erken saatlerinde vücuduma çarpan buz gibi havayla titredim. İçeri de ya da dışarıda fark etmiyordu, rüzgâr bir şekilde içeri ve bedeninize sızıyordu. Eğer üşümenizi isterse üşürdünüz, eğer istemezse teninize bile değmeden eser giderdi. Bu rüzgâr Esef kolejine geldiğimden beri beni üşümekten hasta etmişti. Doğru düzgün düşünemiyor, davranamıyordum.

Denge denen kelime vücudumu terk etmişti, yerini bedenimi benden tokat çıkararak hıncını alan rüzgâra bırakmıştı. Bir kere daha tokat attı, titredim.

Hayır, üşüdüğün için değil bu. Sadece ihtiyacım olduğundandı çünkü dün geceden beri başım aklımda dönen düşünceler yüzünden çatlamak üzereydi.

Gözlerim kızarmıştı, şakaklarımda gözle görülür bir zonklama bana görünüş olarak yeşilimsi bir çizgi hediye etmişti. Gözüm görmeye alışık olmasa da görünce tam bir dengesiz gibi gülümsemiştim çünkü yeşildi.

Gülümsememin ardından ise dudaklarımı, burnumu, gözlerimi daha da önemlisi göz altlarımı incelemiştim. Değişiklikler genellikle insanlara iyi gelirdi, iyi gelmeliydi.

Bu değişiklik beni mahvetmişti.

Vera'dan geriye sadece aynadaki görüntüm kalmıştı. Ne hayaller ne hayat ne de bir gülüşü hissedemiyordum.

Sadece okul değiştirmiştim, bunun için bu kadar ağır bedeller ödemek zorunda değildim. Kimseye zarar vermememe ve bir şey yapmamama rağmen bunları hak etmiyordum, adaletten bir haber delilerin toplandığı bir okula geleceğimi bilemezdim.

Çıkmaz daha yakındı, onu çok daha yakından görebiliyordum.

Dip hemen gözlerimin önündeydi. Yine çıkmaza girmiştim hem zihnimdeki düşüncelerle hem de havuzun dibinde.

Aynı geceden bu yana geçen sekiz buçuk saat gibi peşimde olan düşünceler dipte bile beni takip ediyordu. Zeyd neden Murat'ın yanına gitti? Diye fısıldadı içimden bir ses.

Neden senden uzak durmanı istedikten sonra sana daha çok yaklaşıyor? Neden gözlerini senden alamazken gözünün önünde olmanı istemiyor? Sen neden bunlara rağmen ondan uzakta kalamıyorsun, neden arkanı ona dönemiyorsun?

Ayaklarımı yere basarak suyun yüzeyine hızla yükseldim, nefes alamıyordum. Görünmez bir ip boynuma dolanıyordu. Yüzeye çıktığımda zonklayan damarımın haricinde beni çok daha zorlayan bir şey olduğunu fark ettim. Uzun zamandır dipteydim ve nefes almayı unutmuştum. Yüzeye çıktığımda öksürerek derin nefesler aldım. Hiçbiri içime işlemiyormuş gibi hissediyordum.

Aklımdaki sorular hızla tekrarlanmaya farklı cümlelerle bir kez daha dönmeye başladığında elimi şakaklarıma bastırdım. ''Sus artık sus.'' Kendime vuracak kadar deliye dönmüştüm.

Sanki kabahatli benmişim de iç sesim bunu yüzüme durmadan vuruyormuş gibi hissediyordum.

Buz gibi su bıçak misali bedenimi kesiyordu. Suyun üstünde kalan tenim rüzgârdan suyun altında kalan tenim ise sudan soğuk darbeler yiyordu. İkiye bölünmüştüm biri havaya karışıyor sandal ağacıyla burnuma doluyordu. Diğeri ise acı bir kahve misali tenimi yakıyordu.

Tibet'in acı kahve gözlerini düşündüm, gözlerinde acı vardı ama bu acıyı alayla kendini kaybetmişlikle örtüyordu. O acısını kabullenmiş rafa kaldırmıştı. Hayatını devam ettirecek tek şeyin eğlence olduğunu düşünüyordu ama o eğlencenin altında yatan sebeplerin onu öldürmeye devam ettiğinin farkında değildi. Yolun sonunda kendini öldüren kendi olacaktı.

Zeyd'in gözlerini düşündüm, gözlerinde kanı anımsatan çizgilerle sarmalanmıştı yeşilleri. Kendini yüzünün etrafına sardığı kollarına gömüyordu. Gerçekleri görmektense karanlıkta kimseyi görmemeyi yeğliyordu. O karanlıkta neredeydi, kiminleydi bilmiyordum Gözlerini her zaman öyle görmeme sebep olan acının ne olduğunu da bilmiyordum, onun hakkında bir şey bilmemekten ziyade fikir yürütememekti zor olan.

Onun hakkında hiçbir tahmin de bulunamıyordum.

Ellerinin neden yara içinde olduğunu, kiminle kavga ettiğini, kimden kaçtığını ve karanlığa düştüğünde kendini kimin yanında gördüğünü bilmiyordum. Hiçbiri hakkında bir fikrim de yoktu. Neden gözleri hep kırmızıydı, neden Murat'ın yanına gitmişti hiçbirine mantığım yetmiyordu.

Düşünmeyi kestim. Gözlerimi yumarak kirpiğimden havuza akan suyun minik sesini duydum. Etrafım o kadar sessizdi ki bunu duymak bana olduğum yeri hatırlattı. Zihnimin sesi o minicik sesle duruldu, gözlerimi açarak elimle yüzümü kavradım ve fazla suyu aldım.

Ayaklarım yavaşça yuvarlak havuzun kenarındaki merdivenlere doğru yürümeye başlamıştı ama zihnim o kadar yorgundu ki bunu merdivenlerden çıkarken algılayabildi. Artık bedenim yorgunluğumu anlıyor bir robot gibi yapacaklarımı yapmamda yardımcı oluyordu.

Karar vermiştim, Murat'ın neden geldiğini öğrendikten sonra sınıfımı değiştirecektim. O okuldan kurtulamayabilirdim ama o ruh hastası dolu sınıftan kurtulabilirdim. Kurtulacaktım da.

Geceden beri başımı ağrıtan tüm ihtimalleri bir kenara attım.

Ne teneffüslerde beni rahat bırakmayacak Tibet'i, Ne daha az göreceğim bir çift orman yeşili gözleri, ne de en yakın arkadaşım Tuna'yı düşünmeyecektim. Sadece kendimi düşünerek bencillik yapacak başka bir sınıfa geçecektim. Kenan beyin bunu anlayacağını düşünüyordum.

''Vera.'' Havuzun dışından gelen boğuk sesle yüzümü döndüm, kulaklarım sudan dolayı tıkalıydı. Annem endişeyle merdivende dikilmiş suda yansımamı izleyen bana bakıyordu. ''Kızım ne yapıyorsun bu soğukta hasta olacaksın?'' hemen solumda kalan havluyu alışını ve üzerime sarmasını izledim. Kulaklarım hala tıkalıydı, gözlerim yanıyordu ve uykusuzlukla beraber suyun deli gibi yaktığını tahmin edebiliyordum. Muhtemelen kırmızı gözlerim bir çift orman göze bugün eşlik edecekti.

''Sadece biraz yüzmek istedim.'' Diye mırıldandım. ''Titriyorsun soğuktan hemen geç sıcak bir duş al.'' Annem elini belime sararak beni içeri doğru ittirmeye başladı. Evin sıcaklığını hissettiğimde bir kedi gibi mayışacaktım. Gözlerim uykusuzluktan kapanıyordu, dengemi pek sağlayamıyor uykusuzlukla sağa sola devrilecek gibi oluyordum.

Bu duygudan nefret ediyordum.

Annem içeride kalırken belimden çekilen eli ile dengesizliğim baş gösterdi. Kapılardan destek aldım, banyomun kapısını açarak havluyu kirli sepetine ıslak ıslak bıraktım. Üzerimdeki fermuarlı mayomun önünü açarak sıcak suyu açtım ve mayomu da kirliye ıslak bırakarak kabine girdim.

Su soğuk muydu pek anlayamıyordum. Aklım burada değildi, bedenim de soğuğa alıştığından ayırt edemiyor olmalıydı. Ellerimi saç diplerime uzattım, kabinin içinden yavaş yavaş buharlar süzülüyordu. Bedenime vuran suyun sıcağa geçişini hissettim. Bir elimi saç diplerimden boynuma oradan da dökülen kahve yanığına uzattım. Parmak uçlarım o günü hatırlayarak sızladı, sonra avuç içime baktım. Yaralar iyileşiyordu ama iyileşemeden yenisinin açılacağından habersizdi.

Dudaklarımdan bir hapşırık kaçtı, hasta olacaktım. Hep olurdum, hemen hasta olup hemen atlatan biri olmak bazen iyi olduğu kadar kötü de olabiliyordu.

Suyun altında buz kesmiş bedenim yavaşça soğuğu erittiğinde hareketlerimi daha çok hissedebildim. Hücrelerim uyuşmuş gibiydi, sıcak su beni kendime getirmişti.

Derin bir nefes alarak saçlarımı yıkadım ardından bedenimi de yıkayıp bornozuma sarılarak suyu kapattım. Buhar olmuş aynayı elimle sildim.

Gözlerimin kızarıklığı mavilerimi sarmıştı, damar gibi görünen kıllar bir ressamın elinden çıkmış gibi görünüyordu. Güldüm.

Bu görüntüye ergen olduğum zamanlar özeniyordum ama bu görsele neden olan acıları bilmiyordum.

Ergenlik işte.

İçimden geçirdiğim düşünceye bir kez daha güldüm. Benim ergenlikte özendiğim şeyler bunlardı ve bunları bile yapmaya kalkmamıştım. Bir de sınıfımda ergenliğini atlatamamış kişilere bakıyordum. Bacağıma top atılmıştı, üzerime kahve dökülmüştü, testimi yırtmışlardı.

Kafamı sağa sola sallayarak tekrar buharlaşan aynadan yüzümü çektim ve odamdan çıktım.

Dengesizliğim yine kendini belli etti, az önce soğuktan titrerken şimdi sıcaktan terliyordum ve burnum akıyordu.

Bornozumu çıkarıp üzerimi giyinirken bugün başıma gelecekler az çok kafamda oynattım. Hepimiz birer oyuncuymuşuz da yeteri kadar kötü olmayan yerde kestik diyerek daha kötüsünü oynuyormuş gibiydik.

Az çok bugün olacak her kötü senaryoda belliydi, Murat gelecekti. Senaryonun tek boş kısmı da zaten ona aitti, ne yapacağını tam olarak kestiremiyordum ve bu gerçeği iki yıl sonra fark etmiştim ki ben Murat'ı hiç tanımıyordum. Eğer tanısaydım onun ne kadar ileri gidebileceğini ve Tibet'e bu kadar ileri gitmesini söylediyse kendi geldiğinde neler yapacağını az çok bilebilirdim ama bilemiyordum.

İçimden bir ses Tibet'ten kötü olamayacağını söylüyordu. Tibet bu hikâyenin ana kötü karakteriydi, ondan kötüsü gözümde olamazdı.

Zeyd'e sormam gereken sorular vardı, cevap almalıydım. Artık bir şeylerin cevabını almalıydım. Onlar saklamakta ne kadar ısrarcıysa bende öğrenmekte o kadar ısrarcı olmalıydım. Yoksa hiçbir şey bilmeden başıma gelenlere razı olmak zorunda kalacaktım.

Giydiğim formaların ardından taradığım saçımı kurulamak için banyoya geri döndüm. Saat daha erkendi ama elimi çabuk tutmalı Zeyd'i okula girmeden yakalamalıydım. Onunla okulda konuşmamın mümkün olmadığını biliyordum, bizi rahat bırakmazlardı. Zeyd'in de okul içinde pek konuşabilecek bir duruşu yoktu.

Kuruttuğum saçımın yeterli olduğunu düşünerek makineyi yerine geri astım, makyaj çekmecemden sadece düz ama yüzümdeki lekeleri kapatan bir makyaj yaptıktan sonra saçlarımı bir kez daha taradım. Siyah saçlarım düzdü ve belime iniyordu.

Mavi gözlerim yine siyah göz kalemimin ardından ön plandaydı, mavilerimin içindeki ışığın azaldığını hissettim. Ayna bana gözlerimi olduğu gibi gösteriyordu. Kenan Bey'in onu hiç anlamamamı dilediği, anlarsam gözlerimdeki parıltının söneceğini söylediği sözler aklımda yankılandı. Rimelin uzattığı kirpiklerimi kırpıştırarak kendime geldim. Bir kere daha hapşırırken peşinden gelen öksürük hastalığımı en hızlı yaşadığım an olarak tarihe geçti.

Aynada daha fazla kendime bakmadan yatağın üzerindeki çantamı aldım ve odamdan çıktım. Annem hazırlanıyordu, beni kontrol ettikten sonra ısrarımla bir şeyim olmadığına ikna oldu. Onunla hasta olduğuma dair uzun konuşma yapabileceğimi düşünmüyordum.

Giydiğim ayakkabıların bağcıklarını bağlayarak kapıyı çektim ve cebimden anahtarı çıkararak arabama bindim. Anında ilk yaptığım şey sıcak havayı açmak olmuştu.

Peşinden arabanın içinde yayılan yüksek sesli müziği kıstım, başım ağrıyordu.

Müzik dinleyecek bir enerjim de ses kaldıracak bir gücüm de yoktu. Yanıma ağrı kesici almadan yola çıktığım için kendime küfürler savurdum. Şakaklarımdaki zonklama devam ediyordu, aynadan kendime attığım kısa bakışlarda atan damarı görebiliyordum diyebilirdim. Derin ve gergin nefesimi arabaya verdim. İçerisi sıcaktı ama ısındığımı hissettirmiyordu.

Okul uzaktan göründüğünde içimi huzursuzluk kapladı, içeri girmeden uygun köşeyi ağrıyan başımla savaşarak buldum. Tek elimi direksiyondan çekerek alnıma uzattım, ovuşturdum. Okulun yanında ama duvardan ötürü görünmeyen kısmına geçtiğimde park ettiğim arabamdan inip kontrol ettim. Gayet düzgün park etmiştim. Girişteki duvara yakın bir yerde, arabamın hemen önündeki duvara yaslanarak Zeydlerin geldiği yöne gözlerimi diktim.

Hava en az havuza girdiğim saat olduğu kadar soğuktu, keşke atkı alsaydım diye düşündüm çünkü bugün fena hasta olacak görünüyordum.

Yüzümü yukarı kaldırarak henüz yeni aydınlanan gök yüzünü inceledim. Mavi ve siyahın arasında sıkışmış görünüyordu. Mavi şeritli motor ve onu izleyen zifiri kahve gözler arasında sıkışmış beni andırdı.

Ardından hava onu izlediğim süre boyunca maviye döndü, gözlerimi ayırmamama rağmen bunun ne hızda olduğunu anlayamamıştım.

Aynaya bakarken de bu mavi gökyüzünü görürdüm, küçükken gözlerimin içinde gök yüzü olduğuna inanıyordum. Annem gözlerimdeki pırıltının gök yüzündeki yıldızlardan biri olduğunu söylerdi. Her yıldız bizim gözlerimizdeydi ve gök yüzündeki yıldız gözlerimizdeki parıltının eşiydi. Küçükken herkes kahverengi gözlere sahip olduğu için ağlamış göz rengimi beğenmemiştim ama annem İkra ve bana gözlerimizin ne kadar eşsiz olduğundan bahsederken bunları anlatmıştı. O zamandan beri yıldızlar ve mavi gözlere olan hayranlığım hala devam ediyordu.

Bu inancıma gülümsedim, hala bir çocuktum ve hala inancım sağlamdı. En azından onlar rayından çıkmamıştı.

Kulağıma uzaktan gelen bir ses bedenimi uyardı. Yaslandığım yerden duyduğum sesle irkildim, uzaktan geliyordu ama geldiğini belli ediyordu.

Gözlerimi gök yüzünden indirip yola çevirdim. Geliyorlardı.

Motor sesleri geldiklerini duyurdukları bir melodiydi.

Yolu izleyen gözlerim bir süre sonra üç adet motoru yan yana gördü. Mavi şeritli, kırmızı şeritli ve kahverengi şeritli motorlar aynı hizada öndelerdi. Hemen arkalarında üstü açık kırmızı araba içinde iki siyah giyimli genç ile göründü.

Motor sesleri o kadar baskındı ki arabanın sesi duyulmuyordu. Atilla dirseğini kırmış camdan çıkarmıştı. Dağhan elinde sigarasıyla kolunu dışarı sarkıtmış diğer eli ile direksiyonu sıkıca kavramıştı.

Atilla'nın gözünde yeni doğan güneşi engelleyen bir güneş gözlüğü takılıydı siyah ve kareydi.

Önde gelen motor sahiplerinin ise kafasında kasklar takılıydı.

Burçak, Zeyd ve Ceyda motorla öndelerdi. Bu yüzden arabamın yanındaki duvarın önünden doğrularak ağır adımlarla yolun ortasına doğru yürümeye başladım. Kollarım birbirine bağlıydı. Üzerimde siyah şişme bir mont vardı, kollarımı birbirine doladığında daha şiş görünmüştü.

İki motorun ortasından gelen Zeyd'in önüne denk gelecek hizaya geldiğimde durdum. Burçak yüzünü Zeyd'e döndürdü. Arkasındaki İkra beni henüz görmemişti, Ceyda da Burçak gibi yüzünü Zeyd'e döndüğünde onun arkasında kalan Defne'nin de beni görmediğine emindim.

Motor sesleri bana çok daha yakın gelmeye başladığında yavaşladı, üç motor da önüme çok daha ağır ve yavaş geliyordu. Arkalarındaki arabanın içinden bana merakla bana iki çift kahve gözler de birbirine sorarcasına bakmaya başladı.

Zeyd, Burçak ve Ceyda önüme geldiklerinde ellerini elcik kısmında sıkıyordu. Parmak kısımları ve ellerinin üst kısımlarının kesik olduğu deri eldivenlerinden açık kalan ellerinin kuruduğunu ve kırmızı kesildiğini gördüm. Üç motor da önümde durduğunda arkalarındaki araba da durmuştu.

Yolun ortasında böylece dikildiğimiz için göz ucuyla etrafa bakındım, neyse ki şimdilik yoldan gelip geçen kimse yoktu. Gözlerimi tam karşımda kalan kaskın kapattığı ama bana baktığına emin olduğum orman yeşili gözlere diktim. Kararlı bir ifadeyle bakmanın yanında ciddiyetimi anlaması için boğazımı temizlemiştim. ''Konuşmamız Lazım.''

Kaskını yavaşça çıkardı, ardından kafasından çıkarıp önüne koydu. Orman yeşili gözleri şimdi benim okyanuslarıma karışıyordu ama ifadesizliğinden hiçbir şey kaybetmiyordu. Uzun uzun baktı. Orada ne aradı, aradığını buldu mu bulmadı mı bilmiyordum. Onun gibi bakmaya devam ettiğimde derin bir nefes verdi. Yüzümde mimik oynatmamaya özen gösteriyordum. Kafasını diğerlerine çevirerek gitmelerini işaret ettiğinde dudaklarımı ısırdım. Ceyda ve Burçak, Zeyd'in kafa işaretine onun gibi kafasını sallayarak karşılık verdikten sonra ayaklarını yerden kaldırıp motoru çalıştırarak solumuzdaki boşluktan okulun girişine döndüler. Hemen arkalarında kalan kırmızı araba da arkalarından ilerledi. Hemen solumuzdan geçerken göz göze geldiğim Atilla'nın beni sıraya geçtiğimizde sorguya çekeceğini sezdim. O beni sorguya çekme düşüncelerine devam edebilirdi, sıraya oturduğumda asıl kendisinin sorguya çekileceğinden habersizdi.

Onların gittiği yerden rüzgâr bize doğru esmeye başladığında gözlerimi tekrar solumdan karşımdaki bir çift orman yeşili gözlere diktim. Yine sarılan kırmızı ağları göz önündeydi ve benimkilere bakıyordu. Bu kez ikimizin de gözlerinin içindeki beyazlar kayıptı. Kırmızı sarmallar birbirini tanıyordu. Zeyd alışık olmadığı bu görüntüyü gördüğünde gözlerini kıstı, hep bunu yapıyordu. Beni incelerken kıstığı gözlerinin ardında zihninde yankılanan düşünceleri merak ediyordum ama sorarsam söylemeyeceğini de biliyordum.

Yeterince ona karşı cesur ve utanmaz davrandığımı düşünürsek zaten sormak için içimde kalan bir cesaret parçası da göremiyordum. ''Yolun ortasında mı konuşalım?'' dedi benim gibi boğazını temizleyerek. Cevap vermeden ona arkamı dönerek yolun kenarına, arabamın hemen önüne doğru yürümeye başladım. O cevabını sessizlikte esen rüzgarla zaten almıştı. Motorun ucunu sola kırarak bacağını aradan kaldırdı ve kaskı bileğine geçirerek motoru arkamdan kenara doğru sürüklemeye başladı.

Omuzunda siyah uçlarına doğru griye dönen bir atkı vardı, bu görüntü bana boğazımdaki ağrıyı hatırlattı. Gözlerimin orada olduğunu anlamış gibi elini atkıya uzattığında boynunun etrafındaki kısmı düzelttiğini gördüm. Elimi açık boğazıma uzatmamak için çok zor duruyordum.

''Dinliyorum.'' Dediğinde ona döndüm, bu kez duvara yaslanan oydu. Yüzünde anlamadığım bir ifade ile gülümseme belirdi. Sanki konunun ne olduğunu tahmin etmiş gibiydi. Bu ifadesine karşın kaşlarım çatıldı.

Bu okulda herkesin ciddi konulara karşı takındığı bu rahatlık bana cinnet geçirtiyordu.

''Erdemli kolejine gitmişsin, Murat'ın yanına?'' dediğimde ses tonumdaki imayı da hislerimi de anlamış olmasını umdum. Anlardı, anlamalıydı.

Gülümsemesi genişlediğinde anladığını anladım, tahmin ettiğim gibi konunun ne hakkında olacağını biliyordu. ''Evet, sakladığım bir şey değildi.'' Dediğinde yüzündeki rahatlıkla birbirine geçirdiğim kollarımı sıktım.

Hastalık gerçekten tahammül ve sabır seviyemi çok daha aşağılara çekiyordu ve Esef koleji bu ikilinin düşük olduğu kişilere uygun bir yer değildi.

''Neden?'' sessiz kalarak gözlerini yine üzerimde gezdirdi, beni baştan aşağı süzdü. Bakışları altında duygularımı ve düşüncelerimi sabit tutmaya çalışarak hala kararlı ve kollarımı birbirine bağlamış vaziyette ona bakıyordum. ''Bir nedeni mi olmalıydı? Rahatsız olduğum bir konu vardı, bizzat uyarı da bulunmak istedim.''

Nedense bu cevabın hem bir kaçamak hem de dürüst bir cevap olduğunu hissettim. ''Dağhan, Burçak ve Atilla peki?'' tek kaşımı kaldırarak ona baktığımda gözüm cebinden çıkardığı sigara paketine kaydı, ardından paketin yanında çıkardığı çakmağını diğer eline alırken attığı kahkaha beni tüm ciddiyetimi bozmanın kıyısına getirmişti. ''Kavgaya gitmedik Vera, sadece konuştuk.''

Gülümsemesini gördüğümde yüzümde engelleyemediğim bir gülümseme oluştu, lanet olası çok güzel gülüyordu.

''Ne konuştuysanız etkilemişsin onu herhalde çünkü bugün okula geliyormuş.'' Kaşları çıkardığı sigarayı dudaklarına uzatırken çatıldı. Bu kısmı bilmediğini fark ettim. Boynundaki damarlara gözüm kaydı, kendini sıkıyor görünüyordu. Yutkunduğunda âdem elması oynadı, yanına gittiğine göre bu riski göze almalıydı.

''Okula geliyormuş öyle mi?'' kafamı aşağı yukarı salladım. Bir anda takındığı bu umursamaz tavrı ile gevşettiği kaşları karşısında afalladım. ''Hoş geliyormuş öyleyse.'' Sigarasını yakmadan dudaklarından aldı, yaslandığı yerden doğrularak gitmeye yeltendiğinde Murat'ın yapabileceklerinin yazılı olduğu kafamdaki senaryolar gözümde canlandı, dudaklarımı ısırarak yanımdan geçen Zeyd'in kolunu tuttum. '' Zeyd, onu tanımıyorsun. Bize kafayı takmış olabilir ve eğer öyleyse rahat vermez.'' Zeyd bakışlarını onu tutan koluma indirdiğinde elimi çektim, boğazım tekrar ağrımaya başladı. Kaçamak bir bakışla elimi boğazıma uzattım. Kurumuştu da.

Boğazımı temizleyerek yüzümü çevirdim ve elimi aşağı doğru indirdim. Bu sırada Zeyd'in bakışları boynumdaydı. Atkısını boğazından tek hamleyle çıkarıp benimkine sarmaya başladığında ona döndüm ve bir anda atkıdan beni kendine doğru çektiğinde sarsılarak aramızdaki mesafenin kapanışını izledim. Burunlarımız birbirine değerken bu yakınlık beni şaşkına çevirdi ve heyecanlandırdı. Soğuk bir yandan çarparken Zeyd'in yakınlığı da bir yandan çarpmaya başladı. Sandal ağacı kokusu tekrar içime işliyordu.

Zeyd.

Vuran.

Bana ne yapıyorsun bilmiyorum.

Ama her ne yapıyorsan buna izin verdiğimi bilmeni isterim.

Yeşil gözlerini hiçbir mesafe olmadan gördüğümde kendimi tanıttığım derinliğin hiçbir şey olmadığını anladım. O yeşiller çok daha derin bakıyordu.

Bu yeşil gözler hep derin bakardı.

''Geleceği varsa göreceği de var. Sen fazla düşünme.'' Gözleri yüzümde uzun ve ağır şekilde dolaştıktan sonra dudaklarında hafif bir tebessüm oluştu. ''Yeterince düşünmüşsün zaten.'' Ellerini yavaşça atkının ucundan çektiğinde motoruna uzandığını gördüm ama hala ne kıpırdayabiliyor ne de kendime gelebiliyordum. Sertçe yutkundum, atkısından hala sandal ağacı kokusu geliyordu ve bir atkının nasıl üzerimde böyle bir etki bıraktığını sorguladım.

Atkından ziyade sandal ağacını sorgulamalıydım ama onu düşünmeye başlarsam bu düşüncenin hiç sonu gelmeyecekti.

Ben hala az öncenin etkisinde kalmış şekilde Zeyd'i izlerken, o sadece omuz üzerinden bakarak daha da geniş gülümsedi ve okula girdi. O okula girse de ben hala arkasından bakıyor bu değişken tavrına bir anlam verebilmeye çalışıyordum.

Hadi onlar dengesizdi, ben neden dengesizdim?

Olacak olan zaten olacaktı, kendimi buna iyice inandırmam gerekiyordu. Yoksa okula attığım adımlardan itibaren çıkana kadar aklımdaki kan dolu sahneler şakaklarımı patlatmama sebep olacaktı. Boynumdaki atkının uçlarından tutunarak okula doğru adım atmaya başladım. Üzerimde ilk okul çocuğunun heyecanını taşıyordum ama bu heyecanın sadece sınıfa girene kadar süreceğini de biliyordum. Okulun bahçesinden kırmızı halının önüne gelene kadar bu heyecanla atkının uçlarından sandal ağacı kokusunu çekerek ilerledim. Kırmızı halının önüne geldiğimde ise bu heyecan tamamen yok oldu, sınıfa çıkmama kadar bile sürmemişti.

Atkının uçlarını tutan parmaklarım gevşerken ayağım kırmızı halıya bastı.

Evet oyundayım ve evet hala ölmedim.

Okula girdikten itibaren her saldırıya hazırmışçasına temkinle sınıfa çıktım, etraf sessizdi. Fazla sessiz.

Şu anlık tehlike arz eden insanlar ve öldürücü bakışlara denk gelmediğim için garip hissettim. Buna sevinmem ve rahatlamam gerekti ama bana o şansı çok uzun süre tanıyacaklarını düşünmediğim için kendimi buna kaptırmak istemiyordum. Çantamı sıraya koymayı düşünerek sınıfın önüne gelip girmek için adım attığım sırada tüm rahatlık arkamdan geriye doğru sürüklenmeye başlamamla son buldu. Çantamdan tutan biri beni geriye doğru düşmeyeceğim bir hızda çekiyordu.

''Ne oluyor?'' hala çekiştirilirken yüzümü arkaya çevirmeye çalıştım. ''Sen anlatacaksın bana neler olduğunu.'' Tuna'nın sesini duyduğumda kaşlarım çatıldı, bu sırada çekiştirilmem sona erdi ve Tuna'nın eli çantamdan çekilerek koluma uzandı. Beni arkamdan çekiştirmeyi bırakıp şimdi de kolumdan çekiştiriyordu. ''Tuna...''
''Sus.'' Terasa gelene kadar beni düşmemem için bir yandan tutuyor bir yandan da çekiştirmeye devam ediyordu. Sonunda terasın kapısı açıldığında çekiştirilmem tamamen sona erdi ve hasta halimle doğru düzgün ayakta dikilebildim. Üzerimden çektiği elleri birbirine dolayarak bana hayretle bakarken burun deliklerinin genişlediğini ve bağırmaya hazırlandığını gördüm, öyle de oldu.

''Kızım sen aklını mı kaçırdın! Zeyd'in önünü kesmek ne demek?!'' Kollarını birbirine geçirdiğinde sakin gibi görünse de asla değildi, kaşları çatıktı. Burun delikleri genişti ve sık nefes alıyordu. Aynı zamanda işaret parmağı ile kolunun üzerinde de ayağı ile aynı anda ritim tutuyordu.

Bu haline ifadesiz kalmaya çalışarak hemen arkamdaki duvara yaslandım ve karşısında kendimi suçlu gibi hissettiğim için savunmaya geçtim. ''Ona sormam gereken şeyler vardı, dün bizim okula Murat'ın yanına gitmiş. Murat'ın o yüzden geldiğini düşündüm.'' Benim aksime büyük bir şaşkınlık yaşıyordu. Gözleri irileşti, dudakları aralandı ve ellerini yanaklarına ses çıkarır sertlikte vurdu. İki yanağına yerleşen elleri ve açtığı ağzı ile aynı çığlık maskesini andırıyordu ve bu görüntü... fazla korkunçtu.

''Ne demek sizin okula gitmiş, Zeyd. Sizin okula... derdi neymiş?'' cümleleri taksit taksit kurduğu için sorusunu ve cümlelerini anlamam birkaç dakikadan fazla sürdü. Ardından bana yönelttiği soruları kendine yöneltircesine etrafa bakarak düşünmeye başladı. ''Bende onu sordum ama... rahatsız oldum dedi sadece. Kaçtı yani.'' Tuna'nın kaşları hayretle kalkarken elleri yanaklarından düştü. ''rahatsız olmuş.'' Diyerek dediklerimi tekrar etti.

''Ne oldu?'' gözlerinden geçen tilkileri yakalayabiliyordum, buna inanmamıştı ve altındaki sebebi tahmin ediyor gibi görünüyordu. Gözlerimi kısarak onu izledim.

Dudaklarını yalayarak kollarını gevşetti. ''Bir şey yok sadece niye böyle bir şey yaptığını düşündüm...''

''Bulabildin mi peki?'' terasın kapısına yönelirken bana gel işareti yaptı ve ''hayır.'' Dedi. Bu kez kaçan Tuna'ydı ona inanmayan da bendim. Bir şeyler düşündüğü belliydi ama saklıyordu, yine saklıyordu.

Sınıfa inene kadar gözlerimi Tuna'dan ayırmadım. Bunu hissetmiş gibi bir kere bile bana bakmadı. Elleri cebindeydi ve sınıfa kadar bu şekilde durmaya devam etti. Gözlerimi kısmış her hareketini inceliyor şüpheli bir şey arıyordum. Tuna ise işimi kolaylaştırmak ister gibi her hareketini şüpheli ediyordu.

Sınıfa girdiğimizde ise kalabalığın sıraları doldurduğunu gördüm. Atilla'nın yana kaymasıyla sırama geçip kitabımı çıkarırken hala gözlerim Tuna'daydı. Bir kere bile bakmamaya devam ediyor o da kitabını ve defterini çıkarıyordu.

Dudaklarımı ısırıp defterimi çıkardım, Atilla da telefonuyla ilgileniyordu ve sessizdi.

Gözlerimi cam kenarına çevirdim, yeşil gözler kapıya bakıyordu. Baktığı kapı açıldı ve içeri matematik öğretmeni girdi. Zeyd gözlerini öğretmenin arkasına çevirdi ama öğretmen kapıyı örttüğünde bana dönmüştü. Bana döndüğünde çatılmaya meyilli kaşları gevşedi. Çenesi kasıldı ve önüne döndü. Yaralı ellerine sarılmış bir ip gördüm, Dağhan'ın ipi olmalıydı.

Parmaklarında iz çıkana kadar sıkmıştı, hala daha sıkı tuttuğunu görebiliyordum.

Öğretmenin hemen ardından kapı tıklandığında Zeyd kafasını ipten kapıya çevirdi, ben de kapıya dönerek gergince tırnaklarımı avuç içime geçirdim. İçeri öğretmenin seslenmesiyle giren kişi Hazal'dı. Kimseye bakmadan yerine doğru yürüdü, gözlerim onun üstündeydi ama bunu bile fark etmemişti. Düne göre iyi görünse de tamamen toparlanmış değildi.

Daha iyi göründüğünü de etrafa attığı sabit yılan bakışlarından anlamıştım, neyse ki o yılan bakışları bana dönecek kadar dinç değildi.

O daha iyi olsa da ben değildim, benim başım onunkinin aksine yine damarımı patlatmak için zorlarcasına zonkluyordu. Ellerimi sıcaklaşmış göz kapaklarımın üzerine koydum artık ağrı gözlerime vuruyordu ve gözlerimi saran kırmızı ağların artacağını biliyordum.

Gözlerimi kapalı tutarak öğretmenin dersi anlatışını dinledim. Atilla sessizdi, Zeyd ya da Tuna bana bakıyor muydu bilmiyordum. Açıkçası umursamıyordum da sadece başımdaki ağrının azalmasını istiyordum. Dinmesi söz konusu değildi, bunu biliyordum ama azalıp dayanılacak düzeye gelmesini umuyordum.

Dersin ortasına kadar yumduğum gözlerim karanlığa alışmıştı ama kapı ikinci kez çaldığında düzenli nefesim bozuldu. Karanlığa alışan gözlerim alıştığı yerde kalmayı düşünmeden aralandı ve zonklama sesi zihnime saat misali vurmaya başladı. Artık sayabiliyordum.

137,138,139....

''Gel.'' Öğretmen gel dediğinde açılan kapıyla zonklamam yüz kırk beş oldu. Gözlerim yüzünü görmeye hazır olmadığım kişinin ayakkabısına indi. Bağcıklı renkli ayakkabısını gördüğümde gözlerimi hiç açmamış olmayı diledim, çok geçti.

Gözlerim renkli ayakkabıdan gri renk pantolona ve iç içe geçmiş B, E logolu cekete kaydığında tuttuğum nefesi yenilgiyle bıraktım. Başımıza dert olacağına adım kadar emin olduğum eski sevgilim kapının önünde dikiliyordu. Gözü ne Tibet'i ne de beni görmüştü. Dosdoğru cam kenarına benim bakmaya korktuğum bir çift orman yeşili gözlere bakıyordu.

Onun için geldiğini biliyordum, konu ne bendim ne de oydu. Konu onun yarıştan bu yana yerle bir ettiğimiz gururuydu. Önce ben yarışta o kadar insanın içinde suratına tükürmüş ona küfretmiştim, bunu zar zor sindirebilmişti ama Zeyd'in onun mekanı olan Erdemli kolejine gidip kendi yerinde uyarması onun sabrını taşıran son şey olmuş olmalıydı.

Gözlerimi Murat'tan Zeyd'e çevirdim. Murat'ın o koyu bakışlarını delip geçiyordu, ondan daha sert bakarak ona kurduğu üstünlüğün tüm sınıf farkındaydı. Herkes sayfanın paylaştığı yazıyı okuduğu için bu anı bekliyor olmalıydı. Murat, gururuna yenilerek büyük kumar oynamıştı. Burası Zeyd'indi. Tek avantajı en az Zeyd'in olduğu kadar Tibet'in de olması ve kendisinin Tibet'in en yakın arkadaşı olmasıydı ama bunun ona Zeyd kadar güç vereceğini sanmıyordum.

Çünkü Zeyd'in hemen önünde oturan onların yumruğu olarak düşündüğüm Dağhan Tibet'i tek başına alt ederdi. Daha önce de ettiğini söylemişlerdi, Tibet bile burada alt edildiyse Murat'ın hiç şansı olmazdı. Her şey sadece ateşlenecek bir fitile bakardı.

Avuç içlerimin acısını hissettiğimde ana dönerek Zeyd'in gözlerinin gözlerimde olduğunu fark ettim. Kendi zihnimde zonklamayı bastıran öyle düşünceler dönmüştü ki, anı kaçırmıştım.

Avuç içlerimi acıdan kurtarmak için sıktığım parmaklarımı açarak yanan gözlerime uzattım. Başımdaki ağrı gözüme daha çok vurmaya başlamıştı, ışık da bu vuruşu git gide daha da sertleştiriyordu.

Öğretmen Murat'a geçmesi için elini uzattığında Murat'ın yüzü en önde oturan Tibet'e döndü. Tibet elini uzatıp hoş geldin dercesine kısa bir selamlaşma yapmıştı. Öğretmen bunu görmezden gelerek bana döndü. ''Vera, Murat ile Erdemli kolejinden tanışıyor olmalısın.'' Kapatmaya hazırladığım gözlerim aralandı. Öğretmenin tüm dikkati üzerimdeydi. Murat'ın da dikkatini üzerime toplanmıştı. Nefesimi tuttum. ''Maalesef.'' Diye kendi kendime mırıldanırken öğretmenin kalkan tek kaşı ile kendime gelerek boğazımı yalandan temizledim. Göz ucuyla Atilla'nın sırıttığını görebiliyordum. ''Evet.''

Öğretmen kafasını aşağı yukarı sallayarak Murat'a döndüğünde ellerini cebine yerleştirmesinin ardından dudaklarının aralandığını görüp ilgisini tamamen ona verdi. Ben bu ifadeyi biliyordum, damarıma basacaktı.

''Çok iyi tanır, aynı sınıftaydık.'' Eh, o kadar da basmış sayılmazdı. Ben nasıl bu okulda mayın tarlasında yürüyor gibi hissediyorsam o da öyle hissedecekti. Henüz mayınlardan birini patlatmamıştı, iyi başlangıçtı.

Murat'ın bakışları keyifle üzerimde gezindiğinde bakışlarımı kaçırdım. ''Aaaa ne güzel, peki madem sen boş yere geç Muratcım.'' Murat kafasını sallayarak yanı boş olan Begüm'ün yanına oturmaya yeltendi ama Buğlem Hazal'ın yanından kalkıp Begüm'ün yanına geçince Hazal'ın yanına oturmak zorunda kaldı. Bakışlarım garip bir hale bürünmüştü, Hazal ile ne ara bu kadar samimi olduklarını düşünüyordum.

Sonra bunu bana karşı kullanabileceklerini düşünerek yüzümü çevirdim. Mideme ağrılar girmeye başlamıştı. Stresten olduğunu biliyordum çünkü ağrım da git gide artıyordu.

Yine de bu halde okuldan ayrılmak istemiyordum, burada herkes zayıf bile olsa gitmiyordu ben de gitmeyecektim. Eğer hepsi acıyla kendi başına baş etmeyi öğrenmişse bende öğrenebilirdim.

Gidersem zayıf olduğumu düşünerek daha çok üzerime gelebilirlerdi ya da bunu yüzüme vurarak yıl sonuna kadar ellerine verdiğim başka bir kozu yüzüme vurabilirlerdi.

Hiçbirini göze almak istemiyordum, kendi başıma ayakta kalacaktım.

Tamam, belki biraz destek alabilirdim.

Dersin son dakikaları verilen ödev ve yoklama ile geçti, zil sesi çaldığında kulaklarımı kesmek ve bu sesi daha fazla duymamak istedim. Gözlerimin acısına dayanamayarak yüzümü sıraya gömmüştüm.

Ağrıyan ve acıyan gözlerimden ufak tefek yaşlar akmaya başladı, çok daha fazlasının dökülmek için sıraya girdiğini biliyordum ama kendimi tutamamaktan korkuyordum. Çünkü onlara gerçek bir koz vermiş olabileceğime inanıyordum. Aptalca düşüncelerin hepsi bu okula geldikten sonra yapmak zorunda kaldığım düşüncelere dönüşmüştü. Aklımdan tarihi anımsamaya çalıştım, hastalığımın da yaklaşması şu an ki duygusallığımı çok daha iyi açıklıyordu.

Zilin ardından yanımdaki ağırlığın kalktığını ve sandalyenin hafif geriye gidişinin sesini duydum. Sadece ufak bir cızırtıydı ama benim için beynimde patlayan bir bomba etkisi yaratıyordu.

Atilla'nın kalktığı yere parfümün tanıdığım Tuna oturduğunda sessizliği için ona minnettardım. ''İyi misin? Vera, neyin var?'' kafamı zorlukla kaldırdım, tenimin sıcaklığının yükseldiğini hissediyordum. Üstümdeki ceketi çıkardım, üşüyordum ama ateşimin de düşmesi gerekliydi. Göz kapaklarımı araladığımda yaşların akmamasına sevindim.

''Bir şeyim yok, sadece başım...'' elimi şakağıma vurdum. Zeyd ve diğerleri kapıya doğru yürürken Zeyd'in adımlarını yavaşlattığını gördüm. Kapının önüne geldiğinde iki parmağını arasına aldığı küçük kare şeyi yine önüme attı. Bu sırada elinde sigara paketini tutuyordu.

Ne olduğuna bakmak için yüzümü sırama eğdim, ağrı kesici önümde bana göz kırpıyordu. En ihtiyacım olan anda yetiştiği için ona ne kadar teşekkür etsem azdı ama o ben bir şey diyemeden çoktan çıkmıştı.

Çantamdaki suyu çıkararak ilacı dilimin üzerine bıraktım ve suyu içtim. ''Soğuk mu kaptın?'' az önce olanları görmezden gelerek bu soruya odaklanmıştı. Sanırım bu okulda beni en çok önemseyen sadece oydu, ne kadar sırlarla dolu olsa da bana karşı parıltıyla bakan gözleri gerçek ve yalansızdı. Buna inanıyordum.

''Muhtemelen.'' İlacı içtikten sonra gözümü kısa bir sınıfta gezdirdim. Sadece Esel ve Dağhan sınıftaydı. İkra'nın yerine duvar kenarına uzanmış bize bakıyordu, herkes çıkarken onun neden kaldığını merak etsem de önüme döndüm ve kafamı tekrar sıraya gömdüm. ''Kahve alacağım. Sana da alayım mı? Sıcak sıcak iyi gelir.'' Kafamı sıradan kaldırmadan olur manasında salladım. Boynumda hala Zeyd'in atkısı vardı ve beni şu an tek sıcak tutan şeyin o olduğunu biliyordum. Muhtemelen onu çıkarsam ateşim az da olsa düşmeye başlayacaktı ama çıkarmak istemiyordum. Onun kokusu şu an zihnimi yatıştıran tek şeydi, buna ihtiyacım vardı.

Tuna sıradan kalkıp gittiğinde etraf yine sessizleşti. Kafamda yankılanan zonklamanın azaldığını duyabiliyordum. Derin nefesler artık içime giriyordu ve iyi geliyordu. Tahminen on dakika geçen sürenin ardından masaya bir bardak konuldu. Neredeyse aynı anda zil sesi de duyulmuştu ve kulağımı kesme fikri aklıma daha çok yerleşiyordu.

Bardak sesinden ötürü gelenin Tuna olduğunu düşünerek kafamı kaldırdım ama beklediğim kişi Tuna değildi, yerine oturan Atilla'ydı.

Kendi önüyle beraber benim önüme bıraktığı kahveye bakarak ''teşekkür ederim.'' Diye mırıldandım. Baş ağrımın azalmaya başladığını hissediyordum ve bu kendimi daha az hasta hissetmemi sağlıyordu. Önüme konan kahvenin tüten dumanına döndüğümde sınıfa giren ayak sesleri bize doğru yaklaştı.

Elinde kahve ile karşımda duran Tuna önümdeki kahveye ve Atilla'ya baktı. Ardından kendi elindeki kahveye baktı. Suratı düşer gibi olsa da bozmadan kahveyi önüme bırakarak ''Neyse bol bol iç, ısınırsın.'' Dedi. Bu sırada gözleri kızgın şekilde Atilla'nın üzerinde geziniyordu ama Atilla'nın onu pek kale aldığı söylenemezdi. Onun bakışları bir çift yeşil gözlerdeydi.

''Teşekkür ederim Tuna.'' Tuna elindeki kahveyle sırasına geçmeden önce göz kırparak bana öpücük attığında gülümsedim.

Atilla'nın aldığı kahve benim içtiğim gibi koyu renkti, Tuna'nın aldığında ise bej rengi köpükten dumanlar çıkıyordu.

Atilla'nınkini parmaklarımın arasına alarak ufak bir yudum içtim, sıcacıktı.

Gözlerim yandığı için tam olarak göz kapaklarımı açık tutamasam da kendime gelmeye başladığımı hissediyordum. Baş ağrısı bir insanı devirmeye yetiyordu.

Kapı aralandığında hafif duyulan topuk sesi sınıfa yayıldı, okul forması tonunda gri takım elbisesiyle içeri bir erkek öğretmen girdi. Sınıfta kendi aralarında konuşanların sesi yüksek olduğundan girer girmez yaptığı şey ''Sessizlik.'' Diyerek uyarmak oldu.

Yakından gelen konuşma sesi başımdaki zonklamayı tekrar yükselmeye başladığında arkama doğru hafifçe eğildim. Konuşanlar Hazal ve Murat'tı.

Umursamazca önüme döndüğümde bu bakışımın anında radarlarına yakalanacağını bilmem gerekirdi. Hasta olduğum için bilememiştim. Murat bu anı kaçırmamış üstüne üstlük büyük bir rahatlıkla sınıfta seslice dile getirmişti.

''Ne oldu Vera?''

Duymamazlıktan gelmek adına onlara dönmedim, ellerimi şakaklarıma uzattım. Öğretmen bizi duymuyordu çünkü Murat'ın sesi o kadar da yüksek çıkmamıştı.

Benim cevap vermememe rağmen ısrarcı kişiliği ile ''Rahatsız mı oldun yoksa?'' diyerek konuşmaya devam etti. Bu söylediği ile kısa bir an duraksasam da yine de sessizce onları görmezden gelmeye devam ettim. Kitabımı çıkararak baygın bakışlarla kaldığımız yeri açtım.

Bakışlarım izlendiğim hissiyle cam kenarına döndü, Zeyd ile gözlerimiz kesişti. Benim bu halime rağmen Zeyd'in gözleri bana tek atardı. Kızarıklıkları benden çoktu ve bu onun iyi haliydi.

Ben onun gözlerini uzun uzun izlerken çenesini kaldırdığını gördüm, gözlerini işaret ettiği kahveye çevirdi. Elimle sardığım kahveye gözlerimi indirdiğimde parmaklarımın arasından kesik görünen yazıları fark ederek elimi çektim.

'Eve git dinlen, burayı düşünme. -Z'

Zeyd'e yazıyı okur okumaz tekrar dönmüştüm ama o çoktan önüne dönmüştü. Önüne dönmesine rağmen göz ucuyla beni izlediğine yemin edebilirdim ama dönüp de bakmıyordu.

Dersin bitimine kadar kahveyi tadını çıkararak içtim, gözlerim birçok kez aynı yazıyı okumuştu. İlaç aklımdaki zonklamayı bastırmıştı. Kendimi çok daha iyi hissediyor bu kez zil çaldığında kulaklarımı kesip atmak istemiyordum.

Hala üşüdüğüm için Zeyd'in atkısını da boynumdan çıkarmamıştım. Zeyd'in gözleri bana her döndüğünde atkıya da kaymıştı, ara sıra gülümsediğini de yakalamıştım ama bu o kadar kısaydı ki hasta zihnimin bana oyun oynayıp oynamadığından emin olamıyordum.

Tuna'nın getirdiği kahvenin son yudumunu zil sesiyle içtiğimde kendime gelmiş hissettiğimden ayaklandım. Tuna da benim ayağa kalktığımı gördüğünde gülümseyerek yanıma gelip koluma girmişti. Şimdiye kadar büyük bir mayın patlamadığı için rahatça kantine inebildim.

Tuna ile acıkarak atıştırmalık birkaç şey almıştık, içecek almak için kantinin diğer ucuna doğru giderken Tuna bana dönere kahve makinesini işaret etti. ''kahve?'' yüz ifademi az çok tahmin edebiliyordum, Tuna'nın kahkahası kulaklarıma dolduğunda bende güldüm.

Kendine kahve alırken bana emin olup olmadığımı sorduğunda kusacakmış gibi bir bakış attım. Şahsen sadece kahve değil bugün başka hiçbir şey içebilecekmiş gibi hissetmiyordum. Atıştırmalık olarak aldığım keki açarak Tuna'nın kahvesini beklerken kantinde göz gezdirdim.

Güzel, düşman cephesi yok.

Tuna'nın bej rengi köpüklü dumanı tüten kahvesi önümüze konduğunda gireceğim konu için oturmayı bekledim. Köşedeki sandalyeleri çektik ve oturduk. Yarısını yediğim keki masaya bırakırken Tuna'nın içtiği yudumu yutmasını bekledim. Çünkü ne kadar bir şey yiyip içerken konuşmamız gerekse hep boğazımızda kalıyordu.

Kahvenin boğazından geçtiğine emin olduktan sonra bir saniye bile beklemeden ''Tuna ben sınıf değiştirmeyi düşünüyorum.'' Diyerek lafa girdim. Elindeki kahveden parmaklarını çekti, yüzünü bana döndü. Hayretler içerisinde bakıyordu, o bir şey söylemeden ellerimi masanın üstünde birleştirdim ve söylemek istediklerime devam ettim. ''Ben bu sınıfta daha fazla yapamayacağım. Şimdi Murat'ta geldi, Tibet ile ikisinin başıma musallat olacağını biliyorum. En azından sınıf değiştirirsem derste beni rahat bırakırlar.'' Tuna beni dinlerken kaşlarını ağır ağır çatmıştı, öfkeyle birden ayağa kalktığında şaşkınlıkla geriye yaslandım.

''Ya o Murat şerosunu gönderelim ya da Tibet şerefsizini gönderelim sen niye gidiyorsun?'' Kantinde olan az kişinin de dikkatini tamamen çektiğimizi görünce Tuna'yı ceketinin ucundan tutarak kendime doğru çektim. ''Onlar gitse ne olacak Hazal ve yılanlarını unutuyorsun herhalde?''

''Tamam o zaman bende seninle geleyim, beraber sınıf değiştirelim. Hem beraber de oturabiliriz sınıf değişince.'' Tuna'nın yüz ifadesi ile sözlerini birleştirdiğimde dudaklarımdan çıkan gülüşe mâni olamadım, şu an beni duygusallıktan ağlama noktasına getiriyordu ve bunun farkında bile değildi.

''Sen benim geldiğimden bu yana en yakın arkadaşımsın, seni tanıdığım için gerçekten çok mutluyum. Bu okulun bana tek verdiği güzel şey senin dostluğun.'' Ceketinden çekiştirerek onu sırasına geri oturttuğumda dikkatlerin üzerimizden çekildiğini gördüm. ''Duygulandırma beni, ağlarım hemen bak.'' Dolmaya başlayan gözlerinin parladığını gördüğümde şaşkınlıkla ona baktım. Gerçekten de ağlamak üzere görünüyordu. ''Tamam, tamam ağlama.'' Elimi gözüne uzattım. Bu sırada yine zil sesi kulak kanatıcı yükseklikte hem dışarıda hem de zihnimin içinde çalıyordu.

Tuna biraz gözlerine soktuğum ellerime ters baksa da bir şey demeden ellerini gözlerine uzatıp yaşları sildi, ardından kendine gelmiş gibi ayaklanıp beni kolumdan kaldırdı. Sanırım konudan kaçarsa ağlamasının kesileceğini düşünmüştü. ''Daha kış tam gelmeden hasta olduysan kış boyu seninle uğraşacağız herhalde.'' Elinde benim için aldığı peçeteyi görünce gülümseyerek alıp bir tanesini çıkardım, o peçeteyi uzatana kadar burnumun aktığını anlamamıştım. Çıktığımız merdivenler bittiğinde gözlerimi boş koridora çevirdim. Zeyd'i dinleyip eve gidemezdim, hem burada olacakları evde paranoyak gibi düşünüp durmak istemiyordum hem de az olan devamsızlığı hemen tüketmek istemiyordum.

Sınıfın önüne geldiğimizde Tuna ile birbirimize baktık, bu bakışta birbirimize verdiğimiz destek yatıyordu. Kendimi bazen savaşa giden bir askerden farksız görüyordum ve bu gerçekten komikti. Gözlerimi Tuna'dan içine girdiğimiz sınıfa çevirdiğim de gözlerim ilk açık kahvemsi gözlerle çakıştı.

Yılan.

Hazal.

Gülüşü kıvraktı ve gözlerinden geçen yılansı bakışlar tenime işliyordu.

Kesinlikle bir boklar çeviriyordu.

''Yine bir boklar çeviriyor.'' Tuna'nın fısıltısı nefesiyle beraber kulağıma çarptığında kafamı onaylar şekilde salladım. ''Bence de.'' Tuna ile sıralarımızın ayrım noktasına geldiğimizde sarıldığı kolumdan çıktı ama gözleri hala yanımda olduğunu gösteriyordu. İkinci sıranın önüne geldiğimde Hazal'ın bakışları Tuna'nın etrafıma ördüğü koruma kalkanını delip geçti. Dirseğini sıradan sarkıtarak bana dönmüştü, dudakları yana doğru kıvrılmış gözleri avını izleyen bir avcı misali kısıktı. Hemen yanında oturan esmer eski erkek arkadaşımla beraber yan yana durduğunda ikisi çok daha iğrenç bir görüntü oluşturmuştu. Gözlerimi onlardan çekerek sırama geçmek üzere olduğumda önümü döndüğüm Tibet gözlerimiz kesişir kesişmez dudaklarını araladı ve alayla ''Sevgilin okula geldiği için keyifli olmalısın.'' Dedi. Altında yatan o sivri iğneyi tenime gizliden gizliye batırıyordu.

Edis'in bahsettiği kan tam olarak bu olmalıydı. Sadece fiziksel değil psikolojik olarak da şiddetin zirveye ulaştığı bir okulda iki taraftan da durulmayan bir kan akışı vardı.

''Eski sevgilisi diyelim Tibetcim.'' Hazal'ın sesinde huzursuzluk vardı ve rahatsız olduğunu ifade eden bir yüz ifadesiyle Tibet'e bakıyordu. Bakışlarındaki o ima bana sadece ucuyla dokunuyordu.

Sırama geçerek ellerimi dizime yasladım. Gözlerim sıranın altında kalan ipe kaydı, onunla meşgul olmak gerçekten de zihnimi meşgul eder miydi yoksa karmaşık zihnimi çok daha sıkı bir düğüm haline mi getirirdi? Hem o ipe Zeyd'in elleri de değmişti değil mi?

Gözlerimi sıra altından kaldırdığımda Tuna ile göz göze geldik, bana anlamadığım bir dilde kaş göz ile bir şey anlatmaya çalışıyordu, onun hareketlerini izleyen bakışlarım aramızda giren Tibet'in bedeniyle kesildi. ''Kaptırıyorsun yakışıklıyı.'' Sesindeki iğneleyici ton derimin altına sızmaya başlamıştı.

Dudaklarımı ısırarak sessizliğimi korumaya devam ettim, ne derlerse desinler hiçbirine bu kez taviz vermeyecektim. Bu kez aklımda bana karşı çıkmamı söyleyemezdi çünkü hastaydım. O bile kendini iyi hissetmiyordu.

''O kadar boşsun ki...'' Diye mırıldandım, yakınımda olduğundan bu mırıltıyı duymuş olmalıydı. Yüzünü ekşiterek elini kalbine koydu, tabi ki de duymuştu.

''Kalbimi kırıyorsun.''

Tibet'in bu görmezden gelmeye zorladığım hallerini kapıdan gelen sesler durduğunda ikimizde yüzümüzü bu beklenmedik sesin sahibine çevirdik. ''Tibet.'' İkra sınıfa adım attı, gözleri olduğu gibi Tibet'teydi ve hiç tekin bakmıyordu.

Dediğim gibi İkra dediğini yaptıran bir kızdı.

''Yeter artık, bokunu çıkarıyorsun.'' Adımları Tibet'in yakınında durdu, bu şaşkınlığı tek yaşamadığımı Tibet'in gözlerindeki hayret belirtisiyle anladım.

Dakikalar sürmeyen bir zamanın ardından Tibet şaşkınlığını o kahve gözlerinin ardına sakladı, cevap vermek için dudaklarını araladığı sırada ise arkasından içeri giren Burçak onun önüne geçti ve Tibet'in İkra'ya olan bakışlarını kesti. ''Sıktı artık.'' Sesi keskin ve karşı gelinemezdi.

Tibet'e bu konuşmayı burada bitirdiğini ima ediyordu, bunu nerden anladığımı sormayın. Sadece dudaklarını kapatan Tibet'i gördüğümde bu tahmine ulaştım.

Dudaklarımı ısırarak ikisinin arasında geçen soğuk gözler savaşını izlerken kapı açıldı, içeri diğer öğrencilerle beraber öğretmen de girmişti. Tüm sessizlik etrafa yayıldığında rahat bir nefes vererek avucumu açtım ve kitabı çıkardım. Başım hala ağrıyordu ama dayanılmaz değildi, sadece burun akıntısı dayanılmaza doğru ilerliyordu ama onu da halledebileceğimi umuyordum.

Ön sıraya oturan Tibet dudaklarında oluşan kıvrımlı gülüşüyle bana kaçamak bir bakış attı. Bu çocuğun gerçekten sırıtma felci falan geçirdiğini düşünüyordum, tabi öyle bir şey varsa. Başka türlü bu kadar sırıtabilmek hiç normal görünmüyordu. Sonunda Tibet önüne döndüğünde öğretmen de elinde biriken kağıtlara gömüldü. Bu sessizlikte sınıfın dikkatini çeken iki kişi sessizliği bozarak yerlerinden kalktığında aynı öğretmenin baktığı gibi merakla baktım.

Zeyd ve Atilla aynanda sıralarından kalkmışlardı ve tüm sınıfın ilgisini yine üzerlerine toplamışlardı. Zeyd bana Atilla Burçağa doğru yürüdüğünde kaşlarım çatıldı, öğretmen işine geri dönerek bu sıra değişimini umursamadı ama ben aklımda susmayan sorulara eklenen yeni soruyu duyabiliyordum.

''Kusura bakmayın çocuklar sözlü kağıtlarını ayarlamak uzun sürdü.'' Öğretmen sonunda elinde topladığı kağıtları kucakladığında yanıma oturan Zeyd ona döndü. Her şey normal gibi davranıyordu, üstelik bunu yaparken benim aklımdaki çığlık atan sorularımı duyuyordu ve bu çatık kaşlarımın hala düzelmediğini de göz ucuyla görüyor olmalıydı. Öğretmen sıranın başına gelip kağıtları dağıtmaya başladığında ona doğru yaklaştım, bu sırada başımdaki zonklama geri dönmüştü. ''Ne yapıyorsunuz?''

Gözlerim Atilla'ya kaydığında Burçakla konuştuğunu gördüm, bana bakması gereken oyken İkra'nın bakışlarının ağırlığını hissediyordum. Gözlerim ona döndüğünde beliren nefret içimde bir yumruya yol açtı. Zeyd ne zaman yakınımda olsa bakışlarının değiştiğini biliyordum ama buna hala alışamamıştım, ona bakışlarının karşılığını vermek yerine yüzümü ondan çektim.

Böylece onu yok saymak daha kolay oluyordu.

''Sana eve gitmeni söylemiştim.'' Zeyd'in mırıltısı kulağıma iliştiğinde yüzünün hala önüne dönük olmasından ötürü ona daha da yanaşmak zorunda kaldım. Sıramıza yaklaşan öğretmen kâğıdı önümüze bırakırken Zeyd'e çevirdiğim yüzümü önüme döndürerek ben de aynı onun gibi yüzüne bakmayarak konuşmaya devam ettim. ''Her istediğimiz olmuyor.''

Önüme konan kâğıda yüzümü indirdiğimde dersin Türkçe olduğunu anladım, kalemimi çıkarırken yükselen baş ağrımı görmezden gelmeye çalışıyordum. Ellerimi ara sıra dizime yasladım ara sıra ise yumruk yaptım. Ağrım geçmiyordu.

Kalemi elimde çevirirken Zeyd'le biten konuşmamızdan ötürü kağıdıma odaklanmaya çalıştım. Aklım odağımı toparlayamıyordu ve ellerimi ne yaparsam yapayım acıya dayanıklılık sağlamıyordu. Dizlerimin ritim tutarcasına titrediğini hissederek ellerimi şakaklarıma yasladım. Dizlerim zangır zangır titriyordu. Ellerimi şakaklarımdan çekerek kâğıda bakmaya devam ettim, Zeyd kağıdını bitirmek üzereydi. Ben ise hala kâğıda bakıyor bacağımın titremesinden ötürü toparlayamadığım dikkatimin dağılışına engel olamıyordum.

Derin bir nefesi içime çektiğimde titreyen bacağıma Zeyd'in bacağı değdi. Dizini benimkine yaslaması titrememi kesmişti. Yüzümü ona döndüm, o da bana döndü. Gözlerimi onun gözlerinden dizime indirdiğimde sadece his olarak değil görüntü olarak da titremenin kesildiğini gördüm. Zonklama devam ediyordu ama vücudumun devamına yayılmıyordu. Gergince önüme döndüm, zaman azalmıştı ve ben kâğıda tek kelime bile yazamamıştım.

Aynı paragrafı birden fazla okumaya çalışırken gözlerim kaymaya kapanmaya başlıyordu. Sıcaklaşan sınıf hasta olduğumdan beni çok daha baygınlaştırmıştı, az önce kantinde hava hafif esintiliyken kendimi gayet iyi hissediyordum ama burada bayılmak üzere gibiydim.

Öğretmen verdiği sürenin dolmak üzere olduğunu hatırlattığında dizime yaslanan dizin desteğiyle sakin kalmaya çalıştım. ''Çocuklar süreniz azaldı, son kontrollerinizi yapın.'' Bu sözlüden sıfır alacağım kesindi.

Stresten dudaklarımı yemeye başladım, elimde döndürdüğüm kalemin ucunu kâğıda yasladığımda yazacak bir şey bulamadım ve geri bıraktım. Benim bembeyaz kağıdım Zeyd'in yazılarla dolmuş kağıdının hemen yanındaydı. Gözlerimi umutsuzlukla yumduğumda birkaç hışırtı kulağıma geldi, gözlerimi araladım. Önümdeki kâğıt yazılarla doluydu.

İsim: Vera

Soy ad: Mehan

Sınıf: 12-B

Okul numarası: 647

Şaşkınlıkla yüzümü Zeyd'e döndüğümde kâğıdın arkasına geçtiğini gördüm. O kadar hızlı yazıyordu ki defterine aklından bir şey yazıyor gibi görünüyordu.

En son arka sayfayı doldurup önünü çevirdiğinde öğretmen diğer uçtan kağıtları toplamaya başladı. Zeyd'in kâğıdın en üstüne adını soy adını ve numarasını yazışını izledim. ''Dudaklarını kapat.''

''Efendim?'' aldığım derin nefesler ile yaklaşan öğretmene kayan gözlerim endişeliydi. ''Aralanan dudaklarını diyorum... kapat.'' Kalemi kâğıdın yanına bıraktığında öğretmen tam zamanında önümüze gelmiş kağıtlarımızı almıştı. Gözlerimi öğretmen bizden uzaklaşana kadar üzerinden ayırmadım.

''Okul numaramı ben bile bilmiyorum sen nereden biliyorsun?''

Sesim de hayret, kızgınlık ve ne yapacağını bilmeyen bir ton vardı. Bunların hepsini nasıl sığdırdığımı bilmiyordum ama vardı işte.

''İkinci sıradayım, yoklama defterini görmek çok da zor değil.''

''Bunu neden yaptın?''

''Sana iyilik yapıyorum.'' Kaşlarım çok daha fazla çatıldığında gülümsedi. ''Neden ama?''

''dediğin gibi her şey karşılıklı, eve gitmen karşılığında sözlünden yüz almanı sağladım.''

Zil sesi konuşmamızın ortasına girdiğinde ikimizin de yüzü birbirine dönüktü, benim ona o kadar kaymamın ardından dizlerimiz hala birbirine yaslı duruyordu. Sıcaklığını hissedebiliyordum ve bu çok... rahatlatıcıydı.

''Neden beni eve göndermeye çalışıyorsun?'' dikkatimi tensel temasa vermemek için çatık kaşlarımı rol olarak gevşetmemek için direndim. Çünkü şu an yüz ifadem alttan alta bu sıcaktan yumuşacık olmuştu ayrıca göz kapaklarım hala git gelliydi.

Zeyd dizini uzaklaştırdığında gözlerini artık titremeyen dizime indirdi ardından ellerini sıraya yaslayarak ayağa kalkıp yüzünü yüzüme doğru eğdi.

''Seni düşündüğüm için.'' Yakın yüzümüzde birbirimize çarpan nefesimiz karıştı, ikimizin de gözleri birbirine yoğun ve derin bakıyordu.

O gözler hep derin bakardı.

Yutkundum, gözleri gözlerimden dudaklarıma indiğinde o da yutkundu ve bir saniye bile beklemeden bakışlarını gözlerime çıkarıp ellerini sıradan ayırarak doğruldu. Arkasına döndüğünde hala nefesinin sıcaklığını yüzümde hissediyordum.

Evet sınıf sıcaktı ama onun sıcaklığı bambaşkaydı.

Zeyd kendi sırasına geçerken yanıma oturan Atilla'nın kokusu burnuma dolduğunda yüzümü Zeyd'den almak istedim ama o da bana bakarken bu gerçekten zor oluyordu.

Kaç dakika sürdüğünü bilmiyordum ama zamanın aramızda kaybolduğunu hissediyordum. Çünkü zil sesi yine kulaklarımdaydı.

Bu kez zaman daha hızlı geçmişti ve bu geçen zamanda etrafta kimseyi görememiş ve hissedememiştim.

Eğer yanınızda her saniyenin değerini bildiğiniz biri yoksa, yanında olduğunuz herkes önemsiz kalırdı.

Dudaklarımdan ufak bir tebessüm kaçtı, zihnim bana kendi tükürdüğümü yalatıyordu ve bundan şikayetçi değildi.

Hatalar Vera, bazen insanın hayatı hatalardan ibaret olabiliyor.

Zorlukla yutkundum, zihnimin beni karanlığa yönlendirdiğini biliyordum. Buna mâni olamayacağımı da biliyordum ama aydınlıkta biraz daha kalmak istiyordum.

Gözlerimi orman yeşili gözlerden çektim ve kokusu da görüntüsüyle gitmiş gibi hissettim. İçimde ufak bir yumruyla baş başa kalırken kapanan kapı dikkatimi dağıttı.

Öğretmen elinde ince bir kâğıt ile masaya doğru yürüyordu. Topuk tıkırtısı sınıfın sesini bastırmaya yetmişti.

Sınıftaki herkes ne ara gelmişti onu bile bilmiyordum.

''Ayağın uğurlu geldi Veracım.'' Gülümseyerek ilgisini bana yönelten öğretmene gözlerim manasızca boş boş ona baktı.

Murat'ı kastettiğini düşünerek somurtmaya devam ettiğimde bana aldırmadan kâğıdı yoklama defterinin arasına yerleştirdi. Tuna'nın gözlerinin bende olduğunu göz ucuyla görebiliyordum, teneffüste konuşamadığımız için az önce olanlar hakkında konuşmak istediğini ve bunun için sabırsız olduğunu tahmin edebiliyordum.

''Normalde buraya gelenler Erdemli kolejine gider ama sen geldiğinden beri Erdemli kolejinden buraya geliyorlar.'' Sesindeki sempatiklik içimi yumuşatırken gülüşü beni şaşkına çevirdi.

''Çok sevenin varmış.'' Bakışları Muratta değildi, neden bahsettiğini anlamadan ona bakmaya devam ettiğimde kapı çalındı. Herkesin dikkati çalan kapıya dönmüştü.

Öğretmen ''Ah, bahsettiğim kişi geldi kendisini tanıtmama gerek kalmadı.'' Dediğinde kaşlarım çatıldı, yüzümü kapıyı daha net görebilmek için uzattım. ''gel.'' kapı açıldı.

Öğretmenin dudaklarından bilmece misali çıkan sözler içimdeki merakı ve yumruyu arttırırken açılan kapıdan içeri adım atan uzun açık kahve saçlar ve bal rengi gözler şaşkınlıkla nefesimin kesilmesine neden olmuştu.

''Gel canım.''

İnce bir topuklu ayakkabı sesi içeri dolduğunda beyaz ojeli, eklemli uzun ince parmaklar kapıyı örttü ve sınıfın ortasına gelene kadar gözlerini etrafta gezdirdi. Bakışları bana değmiyordu ve bunu bilerek yaptığına neredeyse emindim. ''Merhaba, ben İzel Taşkın. Sınıfın yeni delisi.''

Sınıfın içini bir sessizlik kapladığında ilgisini üzerimden ayırmayan öğretmen yine bana dönmüştü. Allah aşkına hangi dersin öğretmeniydi bu kadın?

''Gördüğüme göre boş sıra yok.'' İzel yüzünü sinsi bir ifadeye büründüğünde kaşlarım çatıldı, aklından ne geçiyordu ve geleceğinden neden haberim yoktu?

''Yeni sıra gelene kadar...'' Adımları bize doğru gelmeye başladığında öğretmen dahil herkesin onu izlediğinin farkındaydı, gözlerini Atilla'ya çevirdiğinde tam da önümüzde durmuştu. ''Acaba en yakın arkadaşımın yanına ben geçebilir miyim? Eminim centilmen birisindir.''

Atilla çatık kaşlarla önce İzel'e sonra bana baktığında ben de ona ayna misali aynı ifadeyle bakıyordum. Çünkü İzel en yakın arkadaşım olmasına rağmen bende Atilla'dan fazla bir şey bilmiyordum.
Atilla ''Tabi ki.'' Diyerek ayağa kalktığında öğretmen ''Depodan sıra alıp gel Atilla.'' Dedi.

Atilla'nın kalktığı yere oturan İzel'den gözlerimi ayırmadan ona doğru kaydım. ''Ne halt ediyorsun burada?''

Aklımdaki sesler yine çığlık çığlığa birbirine girmişti. Bu okula gelmemem için onca taklalar atan arkadaşım neden şu an yanımda oturuyordu?

''Duydum ki okulda eksik kalan tek bir olay varmış.'' Diye mırıldandı.

Gözleri Murat ve Hazal'a kaydığında bende onun baktığı yere döndüm. ''ne?''

''Kıyamet.'' Gözlerini onlara rahatsız edici bir biçimde diktikten sonra sonunda bana çevirdiğinde bal renginin içinde yanan bir ateş gördüm. ''Ne saçmalıyorsun? Bu okula gelmemem için o kadar direttin, sen neden geldin?''

''Kıyamet senin başına kopmadan ben başkalarının başına koparmaya geldim. Senin dışında herkesin bundan haberi var.''

''Ne demek istiyorsun? Açık söyle şunları.'' Sinir kat seviyem baş ağrımla katlanırken dengeleyemediğim sesim dikkat çekmeye başlıyordu. Kapı açılıp içeri Atilla gürültüyle elinde sandalye ile girdiğinde neyse ki beni de kamufle etmişti.

''Sana Murat'ın gözünü kararttığını söyledim, burada tek başına olduğunu da biliyorum. Seni bu kurtların arasında yalnız bırakacak değildim herhalde.''

''Tek başıma değ...''

''Şu kıvırcık kafalı adı Tuna olan çocuktan bahsediyorsan, tatlım ikinizi toplasak bir bile etmezsiniz. Şimdiye kadar başına gelen her şeyi okudum, gelmekte geç bile kaldım.''

Atilla açık kapıdan bu kez masayla girdiğinde dikkat çekmediğimiz son anlar olduğunu anlayarak ''Ya ece?'' diye sordum.

''Onun götü yemedi, bilirsin o prensesin tırnağını kırılacak diye bile ödü kopuyor.'' Haklıydı, benim bile nefes alamadığım bu yerde Ece hayatta kalamazdı. İlk dersten sonra muhtemelen ağlayarak okuldan kaçıyor olurdu ama İzel... söylediği gibi kıyameti başlarına yıkabilecek biriydi.

Gözü karaydı, arkası sağlamdı ve daha da kötüsü o, onların başına rahatça çullanabilecekleri biri değildi. Onun soy adı Taşkındı, Yavuz Taşkın'ın tek kızıydı. Yavuz Taşkın, bu okulun inşaatını yapan adamdı. Yani herkesin elini kolunu bağlayabilecek tek isimdi.

Atilla arkamıza koyduğu sıraya oturduğunda sınıftaki tüm sesler kesildi, dersin ortalama yarısı zaten kaynayarak ve Atilla'nın sıra alıp gelmesiyle geçmişti. Kalan yarısında da İzel'e sormak istediğim tonla soruyu öğretmenin gözü üzerimizde olduğu için yutmak zorunda kalmıştım.

Gözlerimi kalan yirmi dakika içinde ne Tuna'ya ne Zeyd'e çeviremeden öylece öğretmene baktım. Aklımdaki tek soru İzel ile ilgiliydi ve Zeyd'le olan bakışmamızı gören İzel'in kendi hakkındaki konuyu saptırarak benimkine getireceğini biliyordum. Onu o kadar iyi tanıyordum.

Atilla arkamızda sessizce oturuyordu ama titreyen telefonundan gelen ses onun sessizliğine eş değerdi.

Sonunda zil çaldığında taşan sabrımın tamamı ile İzel'e döndüm. ''Bu herkesin bildiği kıyamet neymiş söyle bakalım, seni buraya getirtecek kadar korkutan ne?''

''Söyleyeceğim ama hemen değil.''

''Ne demek hemen değil.'' Ellerini yakası bozulan formasına uzattığında yüzünde tek bir mimik oynamayışını izledim. ''Bana güveniyor musun?''

''Evet.'' Düşünmeden verdiğim bu cevaba karşı gülümsedi. ''Senden çok da canını yakmayacak, basit de olmayan bir sır saklıyorum ama bunu hemen söylemeyeceğim. Zamanı geldiğinde hesabını sorarak söyleyeceğim o yüzden bana güven ve bir şey sorma.''

Canımı yakmayacak ama basit de sayılmayan bir sır...

''Sen burada olacakları nereden biliyordun, sayfa da eğer yazıyor olsaydı Tuna bana bunu mutlaka iletirdi.'' Ona söylerken içimden geçen varla yok arası bir şüphe kendini yoklattı. Gözlerim sırasından ayrılmadan bize bakan Tuna'ya döndü. Yalnız konuşmamız gerektiğini anlamış vaziyette kendi sırasında oturuyordu.

Zeyd ve diğerlerinin çıktığını göz ucuyla görmüştüm.

Hazal, Murat ve diğerleri de Tibet'in çağırmasıyla sınıftan çıkmıştı. Geriye sadece beş kişi falan kalmıştık, bu yüzden konuşurken yükselen ya da alçalan ses tonumdan pek de rahatsız değildim.

''Sana bu okuldan birkaç kişiyle aynı sitede oturduğumuzu söylemiştik hatırlıyor musun?'' kafamı aşağı yukarı salladığımda İzel'in gözleri içeri giren Hazal'a döndü ve kaşını kaldırarak onu işaret etti. ''Biri tam da söylendiği gibi yılan Hazal oluyor, kendisinin de çenesi pek sıkı değil.''

Derin bir iç çekerek arkasından gelen Murat'a kısık gözlerle baktı. ''Aynı zamanda gizli iş çevirmek hakkında da beceriye sahip değil.''

Murat'ın bakışları kaçamak şekilde İzel'e kaydığında içimdeki merak ve endişe düğüm gibi bir yerlerimi sıktı. Midem gerçekten fazlasıyla bulanıyordu ve git gide sıkılan düğümün bunu arttırdığını hissediyordum.

Tibet Hazalların peşinden sınıfa girdi, göz ucuyla onu izliyordum. Sıraya oturmadığını gördüğümde yine endişe düğümü sıkılaştırdı.

İzel ve Tibet demek.

İpi çekilmiş bir bomba demekti.

''Vera'ya yaptığımız kabalığı sana yapmadan bir hoş geldin diyelim. Ben Tibet.''

Tibet önümüzdeki boş sıraya oturup elini uzattığında İzel önce Tibet'in yüzüne sonra da uzattığı eline baktı. Dudaklarının kıvrılışı ve elini uzatmayışı Tibet'i bozguna uğratmıştı.

''Tibet Karez, Edis Karez'in kuzeni... kuzenin sana selam söylememi istedi.'' Gözlerimi kısarak Tibet'e döndüm.

Edis Karez, kahve gözlere ve saçlara sahip aklımdan çıkmayan sözün sahibi olan çocuk. Görünene göre buraya gelmeden önce İzel ile de derin bir konuşma yapmıştı, belki benimkinden de derin.

''Keşke kendi iletseydi.'' Tibet'in dudakları da İzel'in dudakları gibi kıvrıldığında ortamın her an mayına basılmış gibi patlayacağını düşündüm, resmen diken üstünde oturuyor gibiydim. Hayali dikenlerin her yerime batmaya başladığını hissediyordum.

Tibet'in eli hala hava da duruyordu, İzel yüzünü arka çaprazımızda kalan Murat'a çevirdiğinde dudaklarındaki kıvrılma genişledi.

''Benimle de uğraşmasını söylemeyecek misin? Ah... söyleyemezsin.''

İzel tekrar yüzünü Tibet'e çevirdiğinde Tibet'in de benim gibi hiçbir şeyden haberdar olmadığını anlamıştım.

İzel Tibet'in hala indirmediği eline bakarken son dersin zili çaldı. Kapıdan içeri giren Zeyd ve diğerlerinin gözleri anında bize dönmüştü.

İzel gözlerini Tibet'ten çekmiyordu. O eli sıkmayacağı belliydi ama Tibet'in ısrarcılığı İzel'in kararlılığıyla kapışıyordu.

İzel sonunda öne eğilerek kollarını birbirine dolayıp masaya yasladığında Tibet'in gözlerinin içine tehditkâr şekilde baktı.

''Sen de Tibet Karez... ne bugün ne yarın bana bir kabalık yapamazsın... daha da kötüsü ne biliyor musun?'' yüzünü daha çok eğdiğinde Tibet'in şaşkın gözlerine zevkle bakıyordu.

''Artık Vera'ya da kabalık yapamazsın.''

Son dersin zili çaldığında bu çalan zilin tüm düşüncelerimi ve sorularımı yok ettiğini hissettim. Kırk dakika boyunca Tibet ile benim ilk kez bir ortak noktamız oldu.

İkimizin de zihninde İzel'in az önceki sözleri yankılanıyordu ve bu ne bir soru olabiliyordu ne de bir cümle.

Bu bir uyarıydı.

Hayır, bu bir tehditti.

Hayır, bu bir tehditti

İzel Taşkın ~

 

Loading...
0%