Yeni Üyelik
3.
Bölüm

1. Bölüm | Kan Revan

@byzloey

1. Bölüm | Kan Revan

 

Yaşıyorum.

Ve bu bir ödül değil, bu bir ceza.

Yaşadığım hayat ölmediğim halde ödediğim günahların bedeli. Belki de acının yarattığı şaheseri. Bu eseri gökyüzünde yükselen ayın yansımasında görebiliyorum. Belki de bu yüzden henüz sabaha varmayan geceleri seviyorum.

Zaman zihnimin içinde kendi kendine geri sayımdaydı. Bana geçmişimi hatırlamak için kısa bir zaman dilimi bahşediyordu. Sadece on dakika, fazlası seni geçmişe hapseder. Fazlası seni gelecekten geçmişe götürür, orada öylece kala kalırsın. Kimse seni almaya gelmez ve kimse yokluğunu fark etmez.

Çünkü sen Yeval Larden,

Sen kimsesin.

Su kum misali Tik tak kulaklarıma vuruyordu.

Bulutların yavaş yavaş ayın önünden çekilişini izlerken ışığın yükselişini ve suyun kulağıma vurduğu hışırtıyı dinledim. Saat dört sularıydı, gün henüz ağırmamıştı. Ağardığında gölgesinde saklanan yüzümle birlikte ay da kaybolacaktı.

Eşsizliği eskiden özgürce şarkılar seslendiren ses tonuma benziyordu. Artık sahip olmadığım, küçük deniz kızının elinden alındığı gibi elimden alınan ses tonuma. Belki de bu kadar eşsiz olması bana layık görülmedi. Tek kelime bile ettiğimde herkesin dönüp ikinci kez bakmasına sebep oluyordum. Çünkü kimse böyle nadir bir sesi bu kadar küçük bir kızdan beklemiyordu. Tabi ki bu sesin ne olduğunu anlayamıyorlardı ama normal olmadığını anlayabiliyorlardı. Birçok kişi bunun bir lütuf olduğunu söylerdi ama o lütuf benim için bir lanete dönüşmüştü.

Kadere karşı gelmek işleyebileceğiniz en büyük günah derlerdi görünene göre ben de en büyük günahkardım.

Günahkar olmadan önce duygularım vardı, sesim vardı, hatırlamasam da bir geçmişim vardı.

Şimdi avuçlarımı açıp karanlığa baktığımda ne duygularım bedenime sinyal veriyordu ne sesim dudaklarımdan çıkıyordu ne de geçmiş zihnimin derinliklerinde yatıyordu.

Eskiden Yeval Larden dendiğinde sayfalar dolusu şey yazılabilirdi. Şimdi ise Yeval Larden dendiğinde tek gördükleri beyaz tenli bir yetmiş beş boylarında, siyah saçlara ve gözlere sahip dudaklarını aralasa bile sesi duyulmayan bedeninde bir doğum lekesi taşıyan ruhsuz ve kimsesiz yirmi dört yaşında bir kadın.

Eskiden sayfaları doldurabilecek isim şimdi bir paragraftan öteye geçemiyordu, bu komikti. Zaman sayfaları doldurur sanıyordum ama zaman benim sayfalarımı koparıyordu, sanki hiç var olmamışım gibi.

Sesimi kullanamadıktan sonra seslerden çok fazla korkmaya başladım. Çünkü sesim kesildiğinde odaklandığım hep başkasının sesleri oldu. Yüksek sesler beni daha ürkütüyordu çünkü arkada kalan tüm sesleri bastırıyordu. Kendisinden başka hiçbir şeyin duyulmasına izin vermiyordu.

Aynı kurşun sesi gibi.

Sesin takip ettiği görsel noktalar halinde kendince bir görsel oluşturuyordu, iğrenç kokuyordu ve gözlerim o görüntünün içinde birden fazla kez kendini hayal etmişti. O kanın bana ait olduğunu o sesin benden geldiğini ve izleyici değil yaşayan kişi olduğumu.

O hayalin zihnimde derin kaplayan bir yeri vardı.

O günlerin hiç geçmeyeceğini düşünürdüm. Ta ki bir gece sarı saçlı ve açık kahve gözlere sahip bir kadın gecenin karanlığında yatağın ortasında dikilip panik atağımı engellemeye çalışırken odamın kapısını çalana kadar. O kapı çalındı, ben her zamanki gibi sesimi kullanamadım ve gel demedim. Kapı aralandı, içeri giren kadın kanımdan olmasa bile insanların kanımdan olduğunu sandığı tek kişiydi. Dolunay Akkor, herkesin öz ablam olduğunu sandığı kişi, Perde Arkası adında bir kumarhaneye sahipti. O gece odama gelme sebebi de ortalığın kan revan olduğu geceyi atlatabilmem için destek olmak istemesiydi. İçeri girdi, yatağımın ucuna oturdu ve sarı saçını gergince arkasına atarak karanlıkta gözlerime baktı. Ben onu görebilirdim çünkü onun gözleri aydınlıktı, benimki ise karanlığı seven birine bahşedilmiş lütuf gibi karanlıktı.

''Yeval.'' Diye mırıldandı. Derin nefesler alıyor açıklama yapmaya çalışıyordu ama üzerime bulaşan kanı gördüğünde duraksayıp yutkundu. Ardından baş ucumdaki komodinden ışığı açtı. Loş ışık etrafı sarıyordu.

Beklediğinden daha fazla kan vardı ve kurşunu ateşlediğim o silah kurumuş kanın tenimi sardığı parmaklarımın arasında soğuk halde hala duruyordu.

''Bu gece katil oldum.'' Dedim ellerimi kaldırarak işaret diliyle.

''Sadece ikimizken konuşabilirsin demiştim hatırlıyorsun değil mi? Konuş benimle Yeval, sesini unutturma.''

Kafamı olumsuzca salladım, dolan gözlerimde gözleri takılı kaldı. Kanlı ellerime baktım ve ''Kırmızı.'' Dedim yine işaret diliyle. ''Artık en sevdiğim renk.'' Silahı titrek ellerimle yatağın altına doğru ittirdim.

''Korktuğun şeye dönüşüyorsun. Ateşle oynuyorsun Yeval.'' Korktuğum bir şey değildi, bir kişiydi ve biliyordum ki o kişiye bir gün dönüşecektim.

Tuğra Akkor, beni evlatlık alan ve eve getiren, Dolunay Akkor’un eşi. En korkulu rüyam. Oynadığım ateş, ona dönüştüğüm kişiydi. O az önce bahsettiğimiz kötülük içeren her şeydi.

Kötülüğün sonu belliydi. Bedeninize kan bulaşırdı, ruhunuz ölürdü ve siz birer asker gibi belinizde silah taşır dövüşür ve hayatta kalırdınız ama hayat kurtarmaz üstünüzde bir bayrak taşımazdınız. Hayatta kalma isteğiniz başkaları için değil kendiniz için olurdu.

Komikti öyle değil mi? Ruhsuz insanlar kendileri için neden savaşırdı ki?

Buruk bir tebessüm sardı dudaklarımı. Pencere aralık olduğundan yağan yağmur içeri giriyor rüzgârda soğuğu her yere yayıyordu ama soğuğu ve yağmuru da uzun zaman önce sevmeye başlamıştım.

Bunun da her şey gibi bir sebebi vardı; küçükken ondan da korkardım, sanırdım ki yağmur tanrının göz yaşları. Sanırdım ki tanrı üzülüyor ve üzülen kişi genelde can yakar, göz yaşlarından canımız yanar ama büyük bir aptallıktı düşüncelerim.

Tanrıyı insana benzetmiştim, yıllarca dilediğim özürler beni affetmesini sağlamış mıydı acaba?

Ellerimi kaldırarak Dolunay'a baktım. ''Ben oynadığım ateşte uzun zamandır yanıyorum.''

''Yanmak sandığın kadar zevkli mi bari?'' dedi alay eder gibi. Kafamı olumsuzca salladım. ''Yanmak değil, yanmanın tadını aldım. Yakmak nasıl diye merak ediyorum artık.'' Dolunay'ın alaylı da olsa dudaklarına yaydığı gülümseme yavaş yavaş soldu.

''Bu ne demek?''

''Ateşle oynadığım yeter demek.''

''Yeval.'' Uğultulu suya karışan tiz ses silkelenmeme ve kendime gelmeme sebep oldu.

Gözlerimi Ay'ın etrafını saran kara bulutlardan çektim ve ayaklarımı havuzun zeminine basıp suyun içinde doğruldum. Kulaklarımdaki bulanıklık hala devam ediyor kirpiklerimden hala damlalar akıyordu. Dolunay ise havuzun başında uykulu haliyle elleri belinde bana azarlamaya hazırlanan anne edası ile bakıyordu.

Gözleri kanlanmış görünüyordu, villanın büyük salonundaki sarıya dönük loş ışığı yanıktı ama parlak olmadığından göze batmıyordu. O tarafa dönmesem muhtemelen fark etmezdim bile.

''Hava yedi derece, Yeval. Yedi.''

Ellerimi kaldırarak ''Öyle mi?'' dedim. Gülüşüme sinirlenmiş halde baktı. Ona aldırmadan içeri doğru yürümeye başladım, adımlarımın ardından damlacıklar yerde iz bırakıyordu. Arkamdan gelen adım seslerine bakılırsa Dolunay'da geliyordu.

Ona dönerek ellerimi kaldırdım. ''Senin uyanman için fazla erken.''

Kafasını onaylar şekilde sallarken göz ucuyla yatak odalarını gösteren odaya bir bakış attı ve bana geri dönüp yaklaştı. ‘’Tuğra için de.’’

Tuğra Akkor, organ mafyalarının en bilinen isimlerinden biriydi. Ortak çalıştığı adam Ulaç Tolun ile yer altının en büyük organ mafyası olmuşlardı. Ortak çalıştıkları için birinin dostu diğerinin de dostu, birinin düşmanı diğerinin de düşmanıydı. Yani sözün kısası yersiz yere düşman tehlikesi Dolunay ve Tuğra'nın etrafında dört nala geziniyordu, hem de izinsizce.

Gözü tekrar yatak odasına kaydığında camın içindeki karanlık oda aydınlandı. Kaşlarım çatılırken soru edasıyla başımı salladım.

‘’Acil bir arama olmalı, bu saatte ilk kez gidiyor.’’ Kafamı onların odasına doğru çevirdim. Işık söndü. Bedenimdeki havluyla ıslak kalan yerleri kurulayıp belime uzanan ıslak saçlarımı kurulamaya başlarken kafamla içeriyi işaret ettim.

Art arda birbirini takip eden adımlarımız Tuğra’nın göründüğü koridorda durdu. Bizi görmeden ceketini alıp üzerine geçirdikten sonra kapıyı aceleyle çarptı ve çıktı.

İşte bu şüpheli bir durumdu.

Dolunay'ın gözlerindeki merak benimkilerde de gezinmeye başladı. ‘’Bugün Selcen’le misin?’’

Selcen Alakurt, Teoman Alakurt’un kızıydı. Teoman Alakurt yer altındaki herkesi kendine bağlayan bir güç sayılırdı. Tuğra ve Ulaç tam olarak altında çalışıyor sayılmazdı ama birlikte iş yürütüyorlardı.

Aynı zamanda kendisi arkadaşım diyebileceğim tek kişi sayılırdı. Hem çocukluk, hem ergenlik hem de iş arkadaşıydık.

Havluyu ona uzatıp elim boşa düştüğünde ‘’ Evet.’’ İşareti yaptım. Kafasını aşağı doğru onaylar şekilde eğdi.

‘’ Perde Arkasında olacağım. Bakarsın Teoman Bey yine elinde çantalarla kızlarımı ziyaret eder.'' Son sözleri alaylıydı. Teoman Alakurt normalde Türkiye'nin en zengin adamı olabilecek paraya sahipti ama tüm parasını kumarhanesinden ötürü Dolunay'a kaptırıyordu.

Paltosunu üzerine hızlıca geçirip saçlarını içinden çıkardıktan sonra kapıyı kapatışını görerek solumdaki merdivenden yukarı doğru çıktım. Bazı kapılar tamamen camdandı ve yansımamı her sabah görmemi sağlıyordu. Tanrım, bu evden de yansımadaki görüntümden de nefret ediyordum.

Odama girdiğimde çıkardığım ıslak mayomu kirliye o vaziyette bıraktım. Ardından aralık perdeden dışarı göz atıp üzerimi giyinmeye koyuldum. Siyah bir iç çamaşır, kırmızı tülden bir bluz ve altına siyah dar bir etek ve onun altına yeni aldığım siyah deri çizmeler. Eteğimin altına giydiğim ince siyah kilotlu çorabı düzelttikten sonra çizmenin çıkardığı topuklu sesi kulağıma ilişti. Komodine doğru ilerleyip makyajımı tamamladım.

Bileğime yeni taktığım saate bakıp vaktimi kontrol ederek aşağı indim ve açtığım kapıdan çıkar çıkmaz yediğim soğukla dudaklarımı ısırdım. Hiçbir korumayla göz teması kurmadan koyu kırmızı rengindeki Ferrari'me doğru giderken kar yavaş yavaş atıyordu. Bunu önden gönderdiği soğukla çoktan hissetmiştik. Aracımın kapısını açıp içeri bindiğim sırada kirpiğime bir kar tanesi düştü ve kırptığımda arasından düşerek kayboldu.

Elimdeki telefonu yan koltuğa bıraktım ve arabada dünden kalan çantamı kenara ittirdim. Muhtemelen cüzdan ve diğer tüm gerekli eşyalarım oradaydı. Silahım, bıçağım, kulüpteki odamın anahtarı ve... silahlarım.

Arabayı çalıştırdığımda yanan farlar aydınlanmış havaya karıştı. Bu sırada villanın kapısı ikinci kez açılmıştı.Burada ne kadar az kalırsam o kadar akıl sağlığımı kaybetmiyor sabrımı kontrol edebiliyordum.

İçeri yayılan hareketli müzik listesinde göz ucuyla gezindim. Mırıldanmak istiyordum ama o mırıltı içimden çıkmıyordu.

Şimdi dudaklarımı aralasam konuşamazdım.

Konuşmamam konuşmayı bilmediğimden değildi, unuttuğumdandı

Hareketli bir müzik için günümde değildim, üzerimde garip bir gerginlik vardı. Direksiyonu tutan parmaklarım bilinç dışı sıkılaşıp gevşiyordu ve beni tanıyan biri beden dilimden gerginliğimi anlayabilirdi. Yüzümü ifadesiz tutabiliyordum ama duygularım çıkmak için beden dilimi esir alıyordu. Ellerim, dizlerim ve nefes alışım beni tanıyan insanlar için birer pusula gibiydi.

Neyse ki pusulaya sahip sayılı insanlar vardı.

Kulübün tabelası uzaktan görünmeye başladığında hızımı azalttım. Tabela atıştırmaya başlayan karların arasında parlıyordu.

Nevada.

Üzerinde belli belirsiz gece de kar atıştırdığından ufak tefek tutan karlar vardı. Aynı isminin anlamı gibiydi.

Nevada, Karla kaplı.

Beyaz neon ışıkları yanıp sönüyordu. Dışarıdan duvar görünümlü gri bir binaydı, iki katlı olduğundan üst kattan demirle sokağa uzanan kısa bir tabelaydı.

Taştan olan binanın önüne geldiğimde durdum, anahtarı çıkardım ve çantayı omuzuma alıp arabadan indikten sonra paketimde kalan son sigarayı dudaklarıma yerleştirip ateşle ucunu yaktım. Soğuk hava da sigara içmenin tadı bir farklı geliyordu. Sigaram bitene kadar boş sokağı ve yağıp yağmamakta kararsız olan kara bakındım. Sigaramın sonuna geldiğimde kalabalıklaşan caddede de sesler artmıştı. Elimdeki dalı yere attım ve çizmemle ezip açık yazısı olan camdan kapıya doğru ilerledim, cam buharlanmıştı ve elimi attığım metal buz gibiydi.

Bu kulüp kimsenin haberi olmadan ben ve Selcen tarafından yönetiliyordu. Teoman Alakurt ve Tuğra Akkor kadınların güçsüz kalması taraftarı olan ama aynı zamanda güçlü kadınlara hayran hayran bakan öldüresi iki adamdı. Bu yüzden beni ve Selcen’i hiçbir zaman bu tarafa yönelik işlere karıştırmıyorlardı ama bunun ne kadar umurumuzda olmadığını da bilmiyorlardı.

Dolunay Akkor, onlar gibi değildi. Kendini yetiştirmiş ve bildiği her şeyi bize öğretmişti. Yıllar öğrendiklerimizin üstüne çıkmak için uzun bir zamandı. Ablam bu konuda sadece bana değil en yakın arkadaşıma da ablalık yapıyordu.

Boks odasından birkaç yumruk sesiyle birlikte nefes sesleri baskınca geldiğinde girişte duran Hale’ye kafamla selam verip odanın köşesindeki duvara yaslandım.

Selcen sporcu atleti ve şortuyla ellerinde boks eldiveniyle en sert olan kum torbamıza sağ kroşenin ardından bir sol direkt vuruş yaptı. Onu Low Kick yani tekme takip ederken oldukça odaklı görünüyordu. Bedeninin organizasyonunu hiç bu kadar sabit tutabildiğini görmemiştim. Fazlasıyla gergin duruyordu.

İşaret parmağımı kırıp cama tıklattığımda duruşunu bozmadan renkli gözlerini bana çevirdi. ‘’Günaydın.’’

Başımı salladım.

Teri boynundan göğüs arasında kol altındaki beline ve yüzündeki çenesine doğru akıyordu. elinin tersiyle alnını silerken duruşunu bozdu ve eldivenin tekini çıkardı.

‘’Öğrenciler gelmeden bir dövüş?’’

Elimi beni takip etmesini işaret ederek salladım. Koridorun öbür tarafında bize ait odalar mevcuttu. Arkamdan gelirken bir yandan da elini ensesine atıp ovuşturduğunu göz ucuyla görebiliyordum. Ben odaya girip planımda olmayan bir tura hazırlanmak için üzerimi değişirken o da kendi odasına gitmek yerine benim odama gelip sepete rulo şeklinde konulmuş havlulardan birini alarak terlerini silmeye başladı.

Üzerimdekileri çıkarıp spor kıyafetlerimi giydikten hemen sonra toka kutusundan aldığım tokayla saçımı sıkı bir topuz yaptım ve ayağıma spor ayakkabı geçirdim.

Selcen kurulanmış, suyunu kafasına diklemiş en son da koltuğun kol kısmına kalçasını yaslayarak beni seyretmeye konmuştu. Bozulmuş at kuyruğunu yeniden sıkılaştırırken ona döndüm.

‘’Babanı ortaya çıkaracak ne oldu?’’ ellerime bakarken kaşları çatıldı. Ellerini saçlarından indirdi ve kucağına düşürdü. ‘’Ne demek istiyorsun?’’

Tuğra’yı o saatte plansız ancak Teoman Alakurt çağırabilirdi.

Teoman Alakurt ön planda olmayı sevmezdi, o hep perdenin arkasında olmak isterdi. Her manada. Oyunu yazar oynandığındaysa yazan değilmiş gibi seyirci olurdu.

Haberi gibi görünüyordu. ‘’Teoman Alakurt’un Tuğra’yla işi varmış.’’ El hareketlerimi izlerken tahmin ettiği nedenini hatırlamış gibi bir ifadeye büründü.

‘’Önemli biri geliyormuş. Ondan olsa gerek.’’

‘’Önemli?’’ yanına gidip koltuğun kol kısmının diğer ucuna, hemen yanına yaslandım. ‘’Bir siyasetçi.’’

‘’Bir siyasetçi onları neden ilgilendirsin?’’ dudakları sinsice yukarı kıvrıldı ve sessizlikte cevabı bulmamı bekledi.

İlgisi olmazdı, eğer sadece bir siyasetçi olsaydı.

Gözlerimi kısıp dudaklarımı yaladı. ‘’Onların tarafında mı?’’

‘’Onları telaşlandırdığına göre?’’ tek kaşını kaldırırken kıkırdadı. Bu ilgimi çekmişti.

Hm. Yeni bir oyuncu daha.

‘’Adını biliyor musun?’’ dudağını ısırırken bir süre gözleri odada dolandı. ‘’Barkın diye hatırlıyorum… soy adı aklıma gelmiyor. ‘’ o düşünerek mırıldanırken ben de göz ucuyla parmağımdaki nişan yüzüğüne baktım. Gümüştendi, üzerinde farklı dillerde iki kelime yazıyordu ve her yere donatıldığından uzaktan bakıldığında desen gibi görünüyordu. Yüzüğü aldığımda yaşım daha yeni dokuz olmuştu. Dolunay bana doğum günüm olduğunu sandığım gün bunu hediye ettiğinde içindeki yazıya dikkatle bakmıştım.

D.Ç yazıyordu. Dolunay'ın kızlık soy adının Ç ile başladığını düşünmüştüm. Bu yüzük Dolunay'ındı ama Tuğra'nın bundan haberi yoktu. İçine yıllarda her doğum günümde bir daha bir daha bakmıştım. Dışındaki yazılara da aynı şekilde ama küçüklüğünden ötürü yazıların okunması çok zordu. Sadece yüzüğün parmağımdan çıkmaması gerektiğini ve başım sıkıştığında bu yüzüğü göstermem gerektiğini biliyordum. Eğer bizim ismimizin bile seni kurtaramayacağı bir durumda kendini bulursan bu yüzüğü göster. Karşındaki kim olursa olsun seni hayatta tutacaktır. Demişti Dolunay yüzüğü parmağıma takarken.

Bunun nedenini hiç sorgulamasam da aklımda dönüp duran sayılı soruların başında geliyordu. Tuğra'ya söylemememi söylediğinde düşünmeden ve sormadan söylemeyeceğime dair yeminler etmiştim. Çünkü Dolunay'la aramızda birden fazla sır vardı. Bana silah tutmayı hatta çok iyi şekilde kullanmayı o öğretmişti, dövüş için dersler aldırıp Selcen'le tanışmama o vesile olmuştu. Eğer hayatımda güzel diyebileceğim şeyler varsa bunların tek sahibi Dolunay Akkor'du.

Selcen iç çekip doğruldu. Onunla birlikte doğrularak kapıyı onun için açtım. Önden çıkarak kendi kapısını açtı ve masanın üstünde duran kırmızı zarlar gözüme çarptı. Ben varlıklarından emin olamadan kapının yanından boynuna bir havlu daha alarak kapıyı hemen örttü.

Önem vermediğim görüntüyle birlikte koridordan geçip dövüş salonuna girdim ve ışıklandırmaların kalanını açarak vücudumu esnettim. Uzun zamandır dövüşmüyor eğitim vermiyordum, biraz hantallamıştım. Aldığımız yeni eğitmenler burada çoğalan öğrencilerle ilgileniyordu. Uzun zamandır beklediğim şey için ihtiyacım olan bol zamana ve paraya artık sahiptim. Geleceğimi bu durumda noktalıyor ve geriye doğru dönüş yapıyordum.

Evlatlık olarak alındığım güne, ailemin öldüğü güne ve işkenceler gördüğüm günlere en çok da sesimi kaybettiğim güne.

Selcen ile ilk burayı aldığımızda kendi aramızda da dövüşler yapmaya başlamıştık. O gün bana totem yapacağını söylediğinde benimle ilgili olacağını hiç düşünmemiştim ama o bir gün dövüşte sesimi duyacağını söylemişti. Dövüşte beni yenecek ya da canımı hiç hissetmediğim kadar acıtarak inlememe sebep olacak sesimin bir anda geri gelmesine neden olacaktı ve toteminin olması için gökten taşlar yağması gerekiyordu.

Eğer Tuğra Akkor'un bana yaptıklarına şahit olsaydı, işkencenin bile sesimi çıkarmama sebep olmayacağını bilirdi.

Çünkü daha önce işkenceye öyle uzun maruz kalmıştım ki, sesim kısılana kadar bağırmış bu duyguyu derine kadar tatmıştım.

Bir kere sesiniz kesildi mi acıdan bir daha tek kelime çıkmıyordu dudaklarınızın arasından.

Bir lütfen bile demiyordunuz, yeter artık bile diyemiyordunuz. En kötüsü, göz yaşı bile dökemiyordunuz.

Tuğra akkor bir caniydi ve bize öğrettiği tek şey de canilikti. Gözü karaydı ve korkusu olan sayılı adamlar haricinde herkesin kafasına sıkabilecek bir nefrete sahipti. Nefretin onu ayakta tuttuğunu söylüyordu.

Esnememi bitirdiğimde Selcen’in karşısına geçerek son kez omuzlarımı gerdim ve elimi kaldırarak ona başlamasını, üzerime oynamasını işaret ettim. Bir dakika bile beklemeden elleri sert bir yumruk pozisyonunda sağ kroşe, sol direkt vuruş normal vuruşundan daha sert ve hızlı bir şekilde üzerime yağdı.

Tekmeler, yumruklar ve bedenime gelen darbeler asla durmuyordu ama savunmam saldırışımdan daha iyi olduğu için hiçbiri işlemiyordu. Selcen saldırı da iyi olabilirdi ama savunmada benim aksime kötüydü. Ona saldırdığım ikinci dakika da yere yığılmıştı.

Ben yere yığılmasam da geriye ikiden fazla adım atmış yalpalayarak ondan göğsüme ve kasığıma darbe almıştım. Ona sağ gösterip sol vurduğumda benden iyi korunarak aynı şekilde karşılık verdi ama ben korunamadan bir darbe daha aldım. Dikkatim fazla dağılıyordu. Yutkunup dudaklarımı yaladığımda son kez ona onun gibi sert saldırdım ve buna hazırlıksız şekilde savunmasını yeterince kullanamadan yalpalayıp düştü.

Ne kadar sürdüğünü bilmediğim dövüş kapının açılış sesiyle durdu, Selcen ile aynı anda kapıya çevirdik yüzlerimizi, öğrencilerin yüz ifadelerinde sevinç vardı. Dövüşmekten daha zevkli bir şey varsa bu da dövüşenleri izlemekti. Bu yüzden onlara hak veriyordum.

Elimi Selcen'e uzatarak kalmasına yardımcı oldum, diğer elimle de öğrencilere içeri gelmelerini işaret ettim. Öğrenciler içeri girerken Hale kapıda onları izliyordu. Elimdeki bandajları çıkarıp Selcen’in de aynısını yapmasını bekledim. Köşede ki açılmamış sular boğazımın kuruluğunu bana hatırlattı. Selcen gidip hoparlörde öğrencilere motivasyon verecek şarkıların sesini yükseltirken şişemi kafama diktim ve fazla terlemediğim halde havluyla temizlenip onunla birlikte koridorda odama doğru tekrar yürümeye başladım.

Selcen yanımdan geçip odasına geçerken ‘’Hazırlanıp geliyorum.’’ Diye mırıldandı. Kapı açılıp ben bakamadan kapandığında bende odama girip arkamdan kapıyı örttüm.

Makyajımdan sadece göz makyajım bozulmuş görünüyordu.

Saçlarımı açıp tekrar kremle taradıktan sonra tenimin üzerinden pudrayla göz makyajımın üzerinden de hızlıca geçerek üzerimi değiştiğimde ilk geldiğim halimden farksızdım.

Çekmeceden aldığım parfümü bir kez üzerimden döndürdüğümde arkamda kalan kapı aralandı ve Selcen içeri girdi. Makyajını yapmış kırık beyaz satenden bir dekolteli bir elbise giymişti ve elindeki havluyla dalgalı saçlarını kuruluyordu.

‘’Meryem’i aradım. Bana babamın dışarı çıktığını söyledi ama bugün evde olacağını söylemişti.’’ Gözlerini kısarak tekrar koltuğun kol kısmına oturdu. Meryem onun evdeki aşçısıydı ama Selcen’e gizli ajanlık yapıyor maaşının yanında ondan prim de alıyordu. İspiyonculuk pirimi.

‘’Ya Tuğra babamın pisliğini temizlemeye gitti ya da babam benim bile arkamdan iş çeviriyor.’’

Saçlarımın arasından ellerimi geçirdikten sonra ona döndüm. ‘’Ya da korkulu siyasetçimiz ülkeye ayak bastı.’’ Dudak büzdü. ‘’İçimden bir ses bu adamın onlara sorun çıkaracağını söylüyor.’’

Sessice gülerek ‘’Umarım içinde ki ses az bile söylüyordur.’’ Dedim. İki kaşını kaldırarak dudaklarını birleştirdi.

‘’Akşam birlikte gidiyoruz.’’

‘’Nereye?’’ havluyu kenara bırakıp aynanın karşısına geçti ve kremle tarağı alıp saçına sürerek taramaya başladı.

‘’Bugün Kutay’ın doğum günü, unuttun mu?’’ Saçlarını tararken bana attığı bakışa sırıttım. Kutay onun hoşlanıp elde ettiği ama bir türlü yola getiremediği erkek arkadaşıydı.

‘’Kaçına basıyor? Bir, iki, üç?’’ kıkırdadı. ''Umarım beşten daha büyük bir yaşa girer. Artık öğretmenlik maaşına bağlanmalıyım.'' Dedi iç çekerek yanıma gelirken. Onun da doğuştan bozuk dalgalı saçları vardı, kuruturken şekillendirmezse gerçekten üzerine binip gökyüzünde uçtukları o sihirli ama çirkin süpürgeye benzerdi.

Selcen’in biraz daha oyalanacağını anlayınca iç çekip kalktım ve o bana bakarken ellerimle ‘’Öyleyse barda görüşürüz.’’ Dedim. Kafasını salladı ve kapıyı benim için açtı. ‘’Barın adı Alacakaranlık. Yedi de orada ol.’’ Kirpiklerimle ona tamam dedikten sonra elime aldığım paltomu üzerime geçirip Hale’ye el sallayarak derse başlayan öğretmenlere kısa bir bakış attım ardından kapıyı aralayıp soğuğun içime nüfus etmesine izin vermeden arabama bindim.

Yılda bir gelen Kasım ayının Perşembe günüydü. Saat dördü beş geçiyordu. Arabayı çalıştırdıktan sonra vitesi R’ye almadan önce öndeki Selcen'in arabasına ufak çarptım, bunu yapmayı seviyordum. En değer verdiği şey beyaz üst model Jeep'iydi. Arkasına bir kere kazayla vurduğumda dünyası başına yıkılmış gibi davranmış bir hafta boyunca şoktan çıkamamıştı. Bundan keyif alan ben ise her seferinde arabasına ufak hasarlar bırakıyor keyfime keyif katıyordum. Bana bu zayıflığı gösteren oydu, kullanmaktan çekinmeyeceğimi de biliyordu. Keyifle sırıttıktan sonra vitesi R’ye aldım.

Sabaha karşı geldiğim yolun tersi yönüne döndükten sonra soğuktan oluşan buhar görüşümü azalttı. Camı indirip soğuğun içeri sızmasına izin verdim, kar bitmişti şimdi de yağmur belli belirsiz çiseliyordu. Arabanın camına bıraktığı noktalar sileceğin hepsini savurmasıyla yok olurken buhar kayboldu. Camı yukarı çekip klimayı açtıktan sonra birkaç korna sesine maruz kaldığımda aynadan arkaya kısa bir bakış attım. Yersiz ergen iki genç eski model arabanın içinden trafiği birbirine kattığım için haklı olarak korna çalıyordu. Yoldan çıkıp sola döndüğümde sesleri kesildi, aradan girdiğim bu yol Dolunay'ın mekanına giden en kestirme yoldu.

Yirmi dakikaya yakın mesafeyi sadece on dakika da bu yolla gidebiliyordum. Bu yüzden ben kulüpten çıkarken beş geçeyi gösteren saat şimdi tam olarak on beşi gösteriyordu.

Arabayı durdurdum anahtarı, çantamı aldım ve seviyorum için Dolunay'ın dekorunu kırmızı yaptığı malikânenin önüne doğru yürüdüm.

Girişte aşağı inen merdivenlerin hemen önünde duran iki koruma taktıkları siyah gözlükleri çıkardıktan hemen sonra önümden çekildiler. Onlara kısa ters bir bakış atıp merdivenden inmeye başladım. Şimdiden etrafı dolduran kokular ve sesler zihin yorucuydu. İçeri girmek yerine bu yüzden soldaki koridora dönerek Dolunay'ın odasına doğru adımladım, koridor koyu gri desenli kağıtlarla döşeliydi. Aşağı katta olduğumuzdan soğuktu ve çok da dar olmadığından zemindeki sesler birden fazla kez yankılanıyordu. Sonunda üstünde Dolunay'ın ismi yazan kapının önüne geldiğimde elimi kulpa attım. Kapıyı açar açmaz gördüğüm görüntü yüzümü ekşitmeme sebep oldu. ''Affedersin.'' Dolunay yaslandığı masasından doğrulup rujunu bulaştırdığı Tuğra'nın dudaklarını silerken belli belirsiz gülümsüyordu. Tuğra ise bunun yerine kolunu dudaklarına uzatıp siyah ceketinin koluna simli parlatıcıyı boydan boya bulaştırdı. ''Hoş geldin Yeval.''

Kafamı selamını almak için hafifçe salladım. Dolunay mahcup şekilde hala bana bakıyordu ama gülümsemesi Tuğra yüzünü çeviri çevirmez silinmiş yerini soğuk ve ifadesiz bir yüz almıştı. ''Sevgilim sen misafirlerle ilgilen. Ben de kız kardeşimle.'' Tuğra kafasını aşağı yukarı sallayarak yanımdan geçerken o kara gözlerini üzerimde gezdirdi. Esmer teni ve kara gözleri onu giydiği siyah takımla beraber korkunç gösteriyordu. Eğer küçük bir kız çocuğunu önüne bıraksanız arkasını dönüp ağlayarak kaçmaya başlardı.

Dilini ağzının içinde döndürüp kapıdan çıktı ve arkasından kapatarak bizi bej rengi döşenmiş odada yalnız bıraktı.

''Yanıma gel.'' Dolunay'ın söylediğini yaparak hızlı adımlarla ona doğru ilerledim.

Bir eliyle dudaklarını silerken diğer elini de masaya yaslamıştı. Elimi kaldırdığımda dikkati bana döndü. ‘’Neler olduğu hakkında bir fikrin var mı?’’ kendini koltuğa atıp bacak bacak üzerine attı.

''Uzun süredir tuhaf davranması dikkatimi çektiği için gölge gibi onu izledim, son zamanlarda araştırıp durduğu bir adam var gibi görünüyor ama anladığım kadarıyla adamı kimse tanımadığı için bulamıyor.''

''Kim?'' dedim meraklı gözlerimle ellerime destek çıkarken. Aklıma Selcen’in söylediği kişi geldi ama ben söylemeden o zaten öğrenmiş görünüyordu. Bu yüzden çenemi kapalı tutarak ona odaklandım. ‘’Bir bilgim yok, İtalya'dan gelen bir siyasetçi olduğunu biliyoruz sadece. İsmi herkesin kulağına gitmiş ama kimse yüzünü bilmiyor. Sadece sağ kolunun yüzünü biliyorlarmış onun da ismi belirsiz. Sağ kolunumu yoksa adamın kendisini mi arıyorlar bilmiyorum.''

Dudağımı büzerek kalçamı masaya yasladım ve bedenimi ona döndüm. ‘’adamla aynı masaya oturmak için onunla iş birliği yapmaya başlamışlar. Sağ koluyla irtibatta olmalılar.''

''Merak uyandırıcı.'' Dedim hülyalı bir şekilde zevk almış parıltılı gözlerle ona bakarken. Sonra kollarımı birbirine bağladım. ''Bu aralar yanından silahını eksik etme.''

Çekmecesini açıp içindeki küçük bıçağı eteğimin iç kısmına sıkıştırdığında ona baktım. ''Eğer bu adam gerçekten İtalya'dan geldiyse buradaki mafyalar onun yanında mafyacılık oynuyor gibi kalır.'' Bıçağı tıkıştırdıktan sonra doğrularak elleriyle saçlarını düzeltti. ''Şimdi dikkat çekmeden yukarı gidelim.''

Sandalyeden kalktı ve üzerindeki elbiseyi düzeltti. Kollarımı çözüp ‘’Fazla kalamayacağım, akşama Kutay’ın doğum günü kutlaması var.’’ Dedim.

''Parti nerede?''

''Alacakaranlıkta.''

''O tekinsiz yerde mi?'' dedi Dolunay yüzünü buruşturarak. ''Şu çocuğun varoşluğunu bir düzeltemediniz.'' Belli belirsiz güldüm. Ardından çantamı ve belimi işaret ettim. O demek istediğimi anlamıştı. ''Tamam kendine dikkat et. Telefonunu yanından ayırma, gerçi pek bakmıyorsun ama...'' söylenerek bana attığı imalı bakışa omuzumu silkerek karşılık verdim. Önden kapıya doğru yürümeye başlıyordu, bu sırada telefonum titredi. Çıkarıp baktım bu kez. Mesaj Kutay'dandı. Doğum gününü erken yapalım gece dağıtalım diyordu. Mesajına göz devirdim ve Selcen'den kutuma düşen mesaja girdim. Partiye Kutay’la gideceğini söylüyordu, ona tamam dedikten sonra Dolunay’la birlikte kumarhanenin dar koridorunu geçip kalabalığın toplandığı yere geçiş yaptık.

Rulet masaları aralıklı olarak dizilmiş çevresinde sandalyeler yer almıştı ve her biri doluydu. En köşede, karanlık kalan yerde yanında iki kadın duran Teoman Alakurt kafasına kasket takmış üzerinde keten kahve bir ceket altına da koyu kahve bir pantolon giymişti.

Dikkati önündeki oyundaydı ve dudaklarının arasında sigara tutuyor tek gözünü kısmış sigarayı içerken elini oyunu devam ettirmek için içeri doğru uzatıyordu. Dolunay ilerlerken ben çapraz köşeye adımlayıp duvara yaslandım ve kollarımı birbirine bağlayarak onu ve yanındaki adamlarını seyrettim. Her biri belinde çift tabanca, gözleri etrafta şekilde fazlanın da üstünde bir ciddiyetle her an tetikte görünüyordu.

Hepsinin kusursuz eğitimlerden geçtiği dışarıdan bile belli oluyordu.

Hatta kimse bilip fark etmese de iyi gözlemlerimle çevrelerinde dolaşan sivil korumalarının olduğunu bile biliyordum.

Bazen aynı kişiler oluyor bazen değişiyorlardı, değiştirdikleri kılıkla tanınmayacaklarını sanıyorlardı ama beni tanımıyorlardı.

Dolunay, Teoman Alakurt’un yanına gidip oyunun durumunu izlerken gözleri kısa bir an bana değdi ve tekrar masaya döndü. Kadınlar kıkırdıyor alkol kullanıyordu, Teoman Alakurt prosunu dudaklarından alıp külünü döktükten sonra parmağının arasında tutup viski bardağından bir yudum aldı ve boğazını temizleyip dudaklarını yaladıktan sonra sigarasını tekrar dudaklarına yerleştirdi. Masada arkası bana dönük duran Tuğra’yla oynuyordu.

İç çekip bir süre daha gözlemledikten sonra arkamı dönüp merdivenlere yöneldim. Daha fazla durabileceğimi sanmıyordum, kafa ütüleyecek insanlarla oturmaktan kat kat daha iyi bir şey varsa o da barda kafayı bulacak kadar alkol almak, Kırmızı şarap ve bardağa bulaşmış kırmızı ruj iziydi.

Korumalar duydukları merdivende yankılanan topuklu sesiyle bana bakıp önümden çekilerek yolumu açtığında onlara bakmadan arabamın anahtarını çıkarıp kapıyı açtım ve arabaya binip navigasyonla alacakaranlığa doğru yola çıktım. Dolunay'ın da söylediği gibi oldukça tekinsiz ve serserilerin kafası güzellerin dolaştığı bir mekandı. Kutay zengin olmasına rağmen böyle saçma yerlerden ve mekanlardan gereksiz şekilde hoşlanıyordu.

Eğer alkol olmasa Selcen için bile ona katlanabileceğimi sanmıyordum ama işin içinde alkol vardı ve bu dünyaya bu yaşıma kadar dayanabildiysem bunun en büyük yardımcısı aldığım alkoldü. Acımla alay etmemi sağlıyordu, acıma alıştırıyordu ve bazen kendimden geçiriyor bana acıyı unutturuyordu.

Tırnaklarımın sivri ucunu direksiyona batırdım hızımı arttırırken. Kan rengi tırnaklarım her zamanki gibi parlak ve kusursuzdu. Arkadaki şarkıya zihnimin içiyle eşlik ettim.

On beş dakikalık sessiz yolculuk Alacakaranlığın yanıp yanıp sönen tabelasıyla bittiğinde önünde duran arabamın içinde aynamı ve çantamda her zaman bulunan kan kırmızı rengi rujumu çıkararak dudaklarıma özenle sürdüm. Sadece beş dakika süren bu işlemin ardından arabamı kilitleyerek önümde duran arkasına hafif çarptığım Selcen'in arabasına baktım. Muhtemelen bunun hakkında da mesaj atıp küfürler yağdırmıştı ama ben sadece en son ki yazdıklarına baktığım için o mesajları öylece havada asılı kalacaktı.

Arkamdan yansıyan araba farları dikkatimi dağıttığında yüzümü kaldırdığım gök yüzünden indirdim ve ellerimi cebime koyarak içeri doğru adımladım.

Alacakaranlığın güvenliksiz, boydan boya cam olan kapısını açtığımda içeri kapının üstünde duran saçma zilin sesi yayıldı. Neydi bu? Mekâna ya bir sürtük ya da bir uçkuru düşkün herif geldi uyarısı mı?

Herkesin gözü üzerime döndüğünde yeni burnuma dolan kokuları içime çektim. Karışık birçok mide bulandırıcı koku bulunabilirdi ama en güzeli alkol kokusuydu. Kulağıma köşede duran bilardo masasında vurulan topların sesleri geliyordu. Bir grup yetişkin adam bilardo masasının etrafındaydı, bir tanesi tebeşiri sopanın ucuna sürtüyordu. Gözlerimi onlardan çektiğimde köşede oturan bir adamla göz göze geldim. Adamı gözüm bir yerden ısırıyordu ama kim olduğunu tam olarak anımsayamıyordum, daha önce görmediğime emin olduğum için sadece yer altından tanıyor olabilme ihtimalimi düşündüm. Tuğra'nın etrafındaki herkesin adını en az bir kere duymuştum ama onların benden haberleri pek olmazdı. Bu Dolunay'ın Tuğra'ya koştuğu bir şarttı. Beni güvende tutabilmek için adım ve yüzüm sır gibi saklanıyordu.

Şahsen bundan bir şikayetimde yoktu, dediğim gibi ben aralarında gezen herkesi gören ama kimsenin varlığından haberi olmayan bir gölgeydim.

Uzaktan parlak taşlı elbisesiyle elindeki bardağa alkol dolduran Selcen'i ve beline uzanan koyu sarı saçlarını gördüğümde adımlarımı oraya yöneltip gözlerimi köşede oturan otuzlu yaşlarındaki adamdan aldım. Ben çekmesem onun da bakışlarının üzerimden çekileceği yok gibiydi. ''Nerede kaldın kızım ya? Sana yolda mesaj attım.'' Kutay'a ters bir bakış atarak Selcen'in uzattığı kadehi aldım ve dudaklarıma götürüp büyük bir yudum içtim. Eğer onlara sabretmem gerekliyse tüm gece, kadehler elimde kırmızı sıvı dudaklarımda kalmalıydı. Aksi halde ne ayık çekilebilecek bir dünyam ne de aklımı meşgul edebilecek birine sahiptim.

Kutay ona mimik bile yapmadığımı görünce suratını asarak Selcen'e döndü. ''Şu kızı masamıza çağırmak istiyorum, eğer izin verirsen.'' Bardağı tuttuğu elinin işaret parmağını karşıda renk değiştiren ışıklar altında pole dance yapan kadına uzattığında Selcen'e tek kaşımı kaldırarak baktım. Selcen'in de bakışları anında beni bularak tek kaşını kaldırmıştı. '' Direkte dansa devam eden kişi sen mi olmak istiyorsun?'' dudaklarımı kıvırarak bakışlarımı Selcen'den Kutay'a çevirdim ve elimi kaldırarak direğin hemen önünde olan koltuğa doğru uzattım. Bu ona istiyorsan sen gidebilirsin dememin kısa ve öz haliydi. ''Seni kızdırmak hoşuma gidiyor..’’ Selcen ile elimizdeki bardakları tokuşturarak dudaklarımıza götürdüğümüzde gözlerimiz birbirinden ayrıldı. Mekândaki hiçbir koku artık ağır gelmiyordu, bir süre sonra içinde bulunduğum ortamın ağır kokusuna bünyem alışmıştı. Sadece kulağıma gelen bilardo topu sesleri, müziğin ve dans eden kadınları izleyerek yükselen erkeklerin nidaları geliyordu. Direk dansı yapan kadının önündeki koltuğa biri oturduğunda görüş açım refleksle oraya kaydı. Az önce göz göze geldiğim adamdı, boynunda bir dövmesi var gibi görünüyordu. Gömleğinin açık yakasından sadece yarısı belliydi ve yazılar dikey yazıldığından okunması zordu. Yanıp sönen ışıklar da bunu oldukça zorlaştırıyordu. ''Bir şey mi oldu?'' kulağımın arkasından bir fısıltı duyduğumda gözlerimi siyah takım elbiseli dövmeli esmer adamdan çektim. Koltuğa geniş geniş yayılarak oturuşu oldukça iğrenç duruyordu. Kafamı olumsuzca sallarken ellerimi kaldırdım ve Kutay'a arkamı döndüm. ''Dansçının önündeki adamı tanıyor musun?'' Selcen ona işaret ettiğim yere doğru kafasını eğdi. Saçları omuzunun arkasından önüne düştüğünde yıkandığı parfüm kokusu burnuma dolmuştu.

''Evet o...''

Onu dikkatle izleyişim ışıkların aniden kesilmesiyle son buldu. Bir anda etraftan çığlıklar yükseldi etraftan, kimse neler olduğunu anlayamadan birkaç el silah sesi içeride birden fazla yankılandı. Kabalık etrafa koşmaya, kızlar bağırmaya ve erkekler küfretmeye başladı. Bir iki el daha silah sesi duyuldu ve eşya kırılma sesleri geldi. Bileğime bir bilek dolandığında Selcen'in kokusu yine yakından boğazıma sarıldı. ''Kızlar!'' Kutay'ın sesini duymamın hemen ardından bir silah daha patladı ve kulaklarım yakından gelen silah sesiyle çınlamaya başlarken boşta kalan elim kulağıma uzandı.

‘’Siktir! Yine Karanlığa mı saklanıyorsun lan!’’ kafamızı eğerek aradığımız güvenli yere doğru koşuyorduk. Bağırışlar daha da yükselse de bana uğultu gibi geliyordu çünkü kulağım hala çınlıyordu.

''Hala yeni oyun bulamadın mı Karmen?'' Hemen karşımızda direğin olduğu yerde dans eden kızı gördüm. Çekili perdeler aralandığında ay ışığı az da olsa içeri sızdı. Dansçı kız yerde ölü halde yarı çıplak vaziyette yatıyordu. Hemen önünde ayakta dikilen siyah takım elbiseli adam ise elinde silahla etrafını kolaçan ediyor onu koruyan bir kalabalık ise çevresini sarmış elinde silahlarla etrafa bakınıyordu, ayak ucunda uzanan başka cesetleri gördüğümde yutkundum. Etraf kan revandı, her yerden uğultu halinde çığlıklar yükseliyordu ve ona katılan ağlama sesleri içime yersiz bir korku salınmasına sebep oluyordu.

Bar'ın hemen dışından yükselen ateş etrafı sarmaya başladı, etraf ateşle çok daha aydınlanmaya başlarken bir adamın ''Efendim çıkmamız gerekli.'' Dediğini duyar gibi oldum. Selcen ve Kutay beni barın arka kapısına doğru çekmeye başladığında sersem halde onların ardından sürükleniyordum. Burası bir harabeye dönmüştü.

Onlarla adımlarım arkama gitse de gözlerim ilerideydi, etrafı korumalarla sarılı boynu dövmeli adam bana döndüğünde belli belirsiz gülümsedi. Bu sırada etrafı saran ateş, içeri yayılan duman yükseliyordu. Bahsettiği Karmen her kimse bir adam için bir bar dolusu insanı öldürecek kadar gözü kara ve delinin biri olmalıydı.

Selcen kilitlenmiş arka kapıya baktıktan hemen sonra endişeli gözlerle öksürerek bana döndü, Kutay bu sırada kapıya omuz atmaya başlamıştı. Elimi çantamdaki silaha atarken Selcen de bir elini ağzına götürüp diğer eliyle Kutay'ı omuzundan çekerek arkasına aldı. Böylece arkamızda kalan adamlar silahın bizde olduğunu fark etmezdi. Kutay çıkardığım silaha gözleri irileşmiş bakarken omuzumun üzerinden dudaklarını aralayışını gördüm ama benim silahı kilide sıkmam ve Selcen'in erkek arkadaşını susturmak için dudaklarına yapışması sadece saniyeler sürmüştü. Artık görüşüm omuzumun arkasında değil önümdeki açılan kapıdaydı. Silahı çantama geri koyup kafamda onlara işaret verdiğimde arkada kalan kalabalıktan '' Kapı açıldı!'' diye bağırışlar duydum. Bir elim etrafı saran dumandan ötürü ağzımdaydı diğeri ise onların çıkması için kapıya yaslıydı.

''Neler oluyor, Karmen de kim?'' Selcen Kutay'a kendi arabasına doğru çekerken ''Ya cevabını bildiğimiz sorular sor ya da kapa çeneni.'' Diye söylendi. Kutay ne olduğu hakkında hiçbir fikri olmayarak sersem halde Selcen nereye çekiyorsa oraya gidiyordu. İkisinin öksürüğü birbirine karışırken temiz havadan derin nefesler alarak dolan gözlerimi sildim. Arabaların önüne gelene kadar etrafı birden fazla kez kontrol ederek tetikte kalmıştım. Bu sırada Selcen'in hemen arkasından gelen eli silahlı bir adam gördüm, kaşlarım çatıldı. Bu adam az önce etrafını sardıkları adamın korumasıydı. Selcen'i kolundan tuttuğum gibi refleksle kendime doğru çektiğimde zincire bağlı halka gibi Kutay da savrularak benim tarafıma geçti ve tam o anda sıkılan kurşun arabamın tekerine isabet etti. Bir tekerin inişinin sesini duydum, karanlık sokakta ona karışan tek ses Selcen ve altına sıçmak üzere olan Kutay'ın nefes sesleriydi. Sırtım soğuk yarım duvarla buluştuğunda Selcen bir küfür savurdu ardından yaklaşan korumaya duvardan eğilerek bir göz atıp bana döndü. ''Tek kişi, halledebiliriz.''

Selcen'e dönüp kaşlarımla adamın elindeki silahı işaret ettim. ''Sende de silah var.''

Açılan kapının hemen ardından korumaların devamı çıktığında Selcen sesli şekilde yutkundu. ''Tamam, benim arabam hala sağlam. Onlar fark etmeden arabaya gidebiliriz.''

Kafamı aşağı yukarı sallayarak ona sırayla gitmemiz gerektiğini işaret ettim. ''Önce ben.'' Selcen ile aynı anda sağımızda kalan gözleri dolan Kutay'a döndüğümüzde nasıl baktığımızı bilmiyordum ama ''Altıma sıçmamı mı istiyorsunuz? Ben dövüşmeyi bile bilmem.'' Diyerek açıklama yapmak zorunda kalmıştı.

Selcen seslice nefes verip ''İyi bin arabaya, açıyorum. Üç dediğimde.'' Dedi.

Mermiyi namlunun ucuna getirdikten hemen sonra dikleştirdim ve yaslandığımız duvardan hafif kafamı eğdim. Adam etrafına bakıyor bizi arıyordu, aramızda sadece üç adımlık mesafe vardı. Silahı sadece ucu görünecek şekilde çıkarıp adamın bacaklarını hedef aldım. Karın bölgesi hedef alacağım son noktalardan biriydi çünkü üzerinde can yeleği varsa bu bir işe yaramazdı. Silahı çevik bir hareketle bir bacağının üst kısmına kaldırıp mermiyi ateşledim. Adam acıyla inleyerek yere kapaklandığında Selcen Kutay'a ''Şimdi.'' Diyerek gitmesini işaret etti. Kutay tam gitmek için doğrulup adım attığında adamın ikinci bacağına da mermiyi geçirdim. Tek dizinin üstüne düşmüş adam şimdi sırtı soğuk zeminle buluşmuş haldeydi.

Yutkunarak arkasından gelenlere baktım, En önde üç kişi arkasında da beş kişi görünüyordu. Öndeki üç kişiden biri en öne geçip ''Siz Karmen'i arayın.'' Diyerek onları sola yönlendirdiğinde bize kalan sadece üç kişi oldu.

Derin bir nefes alıp Selcen'e döndüm. ''Önce sen.'' Ellerime bakıp kafasını olumsuzca salladı. ''Bende silah var Selcen siktir olup git şuradan.'' Öfkeyle ona baktığımda sertçe yutkundu. ''Sen silahla destekle, ben arkadan yaklaşıp dövüşeyim.'' Adamların bellerinden çıkararak etrafa doğrulttuğu silaha aynı anda baktık. ''Selcen, git.'' Silahı sıkıca kavrayıp kafamla tekrar gitmesini işaret ettim. ''Bekleyeceğim seni.''

Kafamı tekrar olumsuzca salladım ve kenarda duran arabaya döndüm. İçeride oturan adam alnına bir kurşun yemiş görünüyordu. Bu da demek oluyordu ki araba açıktı ve adamı yere indirip yerine geçmek için gerekli vakti önümdeki üç adamı yaralar yaralamaz kazanabilirdim. ''Gözüm hep dikiz aynasında olacak, gelmediğini görürsem dönerim.'' Kafamı olumlu vaziyette sallayarak aramızda dört beş adım kalan adamlara baktım. Selcen alacağı işareti biliyordu. Silahın ucunu bu kez duvarın öbür tarafından doğrulttum. Önce en soldaki adamı hedef aldım, omuz bölgesi atış için gayet müsait duruyordu. Namluyu kaldırdım kaldırdım ve... bam!

Adamın inleyişi yerde dizlerinden vurularak kıvranan diğer adama karıştığında Selcen elinde anahtarla koşmaya başladı. Özellikle arabaların arkasından giderek kendini korumaya alması içimi rahatlatmıştı. Çünkü bu gözler az önce aptal gibi ulu orta yerden koşan bir Kutay görmüştü.

''Siktir!'' yere düşen adamlar diğerleri sol tarafa döndüğünde duvarın az önceki kısmına geçtim ve bambaşka yöne bakan adamın da az önce yere yığılan adam gibi dizlerine sıktım. ''Lan ne oluyor?!''

Ayakta tek kalan adam etrafına çok daha korkuyla bakıyordu, duvara yaslanıp gergin bir nefes aldım. Mermimi kontrol etmek için silahı açtığımda kalan tek mermiye gülümsedim. Ya hep ya hiç.

''Salihleri ara.'' Duvara hafif yanaşarak yüzümü eğdim, hava karardığından sadece uzakta kalan sokak lambaları burayı aydınlatıyordu. Ayakta kalan adam ''Arıyorum.'' Diyerek telefonu eline aldığında silahı aceleyle çıkarıp doğrulttum. Bu sırada biri ''K....köşe...de'' diye fısıldadı. Ayakta kalan adamın bakışları anında olduğum yeri bulduğu sırada benim silahı ateşlemeye beş saniyem kalmış onun silahının namlusu bana dönmüştü ki benim silahımdan çıkmayan bir kurşun sesi sokakta yankılandı.

Sertçe yutkundum, önümdeki adam acıyla yere yığıldı. Arkadan kafasına bir kurşun yemişti. Dizlerinin üzerine düşerek arkadaşlarının yanına onların aksine ölü vaziyette yığıldığında arkasında kalan siyah gölgeye baktım. Siyah ceket giymiş bir adam vardı, kargo pantolonu ve bağcıklı botları siyahtı. Kafasında da siyah bir şapka takılıydı. Yüzü eğik olduğu için ışığa yakın dursa bile elindeki silahtan ve bedenindeki siyah kıyafetlerden başka hiçbir şey görünmüyordu. Nefes nefese göğsüm şiddetle inip kalkarken elindeki silahı indirip şapkasını düzeltti. Yere ölü şekilde yığılan adamın yaptığı arama telefon ışığının yerden yükselişiyle açılmış göründü. ''Yavuz?'' dedi adamın biri. Yaralı olan adam zorlukla ''K....Karmen.'' Diye fısıldadı. ''Ne? Orada mı? Geliyoruz.'' Dediği sırada deri ceketli, yüzünü şapkayla örten adam ağır adımlarla bu tarafa doğru yürümeye başladı. Elimdeki silahı sıkıca tuttum, içinde son bir mermi vardı. Sertçe yutkunup duvarın öteki tarafından sessizce izlemeye devam ettim.

Adımları ağır ve acelesizdi. Halbuki buraya gelmekte olan beş eli silahlı adam vardı. Karmen dedikleri adam yaklaşıp ekranı açık telefona vardığında botuyla sert şekilde ekrana vurdu ve kırık cam parçalarının sesi buradan bile duyuldu. İndirdiği silahı tam kaldırmadan henüz ölmemiş adamların kafasına doğrultarak teker teker iki kurşun sıktı ve elini iç cebine attı. Bu sırada silahı tutan eli benim tarafıma dönüktü, elinin üzerindeki dövmelerin desenlerini belli belirsiz gördüm. Parmaklarında ve ellerinde dövmeler kaplıydı. Dudağımı ısırarak kırmızı rujun tadını ağzımın içinde dolandırdım. Beynim zonklamaya başladı.

Karmen dedikleri adam cebinden çıkardığı kırmızı üç zarı cesetlerin ortasına bıraktığında vuran sokak lambası ile zarların rengi parladı ve zarların sekme sesi ufaktan kulağıma geldi.

Yüzünü omuzunun üzerinden hafifçe bu tarafa çevirerek gölgesini önüme düşürdüğünde elimdeki silahı tutuşum yine sıkılaşmıştı. Geri yaslanmadan ona bakmaya devam ettim. Burada olduğumu biliyordu ama beni vurmak istemiyordu çünkü isteseydi bunu çoktan yapardı, bana zarar vermemesi de gitmeme izin verdiğini gösteriyordu ama izin almadığımın çok da farkında olmadığını söyleyebilirdim.

Silahının şarjörünü çıkardı yere bırakıp ayağıyla bana doğru ittirdi. Kaşlarım çatık yerdeki dolu şarjöre baktım. Nefes alışverişim o kadar dengeli ve sessizdi ki, silahımdan çıkan kurşun sesleri olmasa benden haberinin olmayacağına emin olurdum.

Bedeni bana arkası dönük hale geldiğinde uzanıp çevik hareketle şarjörü aldım ve gitmesini bekledim. O gider gitmez arkasından boş sokağı kontrol ettim. Ederken tek gördüğüm etrafın kan revan olduğuydu, ellerimin titremesine engel olmak için derin nefesler alarak kendime hâkim oldum. Boş sokağın sessizliği etrafı sardığında titreyip titrememek arasında kalan ellerimle silahın şarjörünü çıkarıp tam diğerini takmaya başlamıştım ki ''Kime niyet kime kısmet.'' Sözüyle ellerim olduğu gibi kaldı, artık titreyip titrememek arasında değildi çünkü buz kesmişti, nefesim bulut gibi havada şekillenmişti. Bakışlarımı silahtan hafifçe yukarı kaldırdım. Önümde silahı kafama doğrultmuş üç adam arkasında ise etrafı kolaçan eden iki adam duruyordu.

''Bırak bakalım silahı güzellik.'' Dedi öndeki kafama silahı doğrultan. Silahı ve şarjörü yere bırakarak onlara doğru ittirdim. Memnuniyetle gülümseyerek arkasındaki iki adama beni kaldırmalarını işaret etti. Kollarımdan tutup kabaca kaldırılmama izin verdim. Ayağa kalktığımda ise ani bir hareketle adamı kravatından çekerek önüme siper edip diğerinin özel bölgesine sert bir tekme geçirdim. Hemen önümde bana silahı doğrultan adam arkadaşına mermi boşaltırken yerde kıvranan adamın yanından geçerek onun silahını yerden aldım ve arkayı kolaçan ederek kendime siper ettiğim ceset olmuş adamı yere attım. Arkam sağlamdaydı ve önümde üç adam vardı. ''Taşaklı hatun ha? Görmeyeli yıllar oldu.'' Öndeki adam kulağındaki kulaklığa farklı dilde bir şeyler söylediğinde saklandığım delikten çıkmaya hazırlandım ama ''O silah boş, eğer geceyi uzatmak istersen diye uyarayım dedim. Az önce mermileri boşalttık.'' Sözlerini duymamla çıkmaktan vazgeçip şarjörü kontrol ettim.

Siktir!

Dediği gibi şarjör gerçekten de boştu. Silahı yere fırlatarak üzerimdeki ceketi yere bıraktım. Bir tanesi bana doğru ağır adımlarla geliyordu, nefesimi düzensiz alışım yüzünden paniğe kapıldığımı fark ederek biraz daha geri çekildim. Derin olan üç nefesi ardı ardına aldıktan hemen sonra önümdeki adamı kolundan tutarak kendime çekip dirseğimi karnına geçirdim, o iki büklüm olur olmaz kol dirseğimle de sırtına sertçe vurup onu yere devirdim. Bu sırada elinden silahı düşürmüştü ama onu almaya fırsatım olmadan kalan ikisi önümde belirdi ve bana sırıtarak kaşlarıyla arkamı işaret etti. ''Eğer Supergirl olup uçmayacaksan... seni alı koyuyoruz güzellik.'' Arkamdan gelen kalabalık adım sesleri yaklaşmaya başladığında omuzlarım derin nefesle çöktü. Sırıtarak eteğimin içindeki bıçağı dikkatle, belli etmeden çıkardım ve adama çok sinir olduğum için ceketimin koluna sokup ona gülümsedim. Ellerimi kaldırdığımda arkamdaki adamlarla aramızda sayılı mesafe kalmıştı, önümdekilerin ise dikkati bendeydi. Ellerimi kaldırıp bıçağı sıkıdan sıkıya gizli tutarak ''Supergirl değilim.'' Dediğimde adamın kaşları çatıldı. ''Ne yapıyor lan bu?'' yanındaki adam ''İşaret dili abi, kardeşim de dilsiz oradan biliyorum. Supergirl olmadığını söylüyor.'' yanındaki adamı dinleyen adamın kaşları hayretle kalktı. İşaret dilimi açıklayan adama dönüp ''ama katilim.'' Diyerek birazdan öldüreceğim adama sözlerimi iletmesini bekledim. Birkaç saniye durdu, ardından ama döndü ama bir şey söylemedi. ''Söylemeyecek misin?'' dedim kaşlarımı kaldırarak. Bu sırada da göz ucuyla arkamdan gelen adamları kontrol ediyordum. ''Peki, ben iletirim.'' Diyerek gülümsedim. ''Ne diyor la-'' bileğime düşmesi için elimi hafif salladıktan hemen sonra bıçağın kabzasını sıkıca kavradım ve nişan alıp adamın tam gırtlağına fırlattığım sırada arkamızdan gelen adamların etrafımı sarması ve kafama siyah bir bez geçirip beni söyledikleri gibi alı koyması sadece saniyeler sürmüştü. Gerisi sadece alıştığım karanlıkta bedenimin kucaklanması ve bir arabaya bindirilmesinden ibaretti. Biri sonra başıma sertçe silah darbesi indirmiş bilincimi yitirmeme sebep olmuştu.

Yığılan bedenimin altındaki erkek bedenini hissettiğimi hatırlıyordum, gerisi ile sadece boşluktu. Koca bir boşluk.

*

Eğer hayatımı bir filme benzetecek olsaydım, bu kesinlikle bir korku filmi olurdu. Travmalarla dolu bir geçmiş, şiddete maruz kalmış ve ailesinden koparılmış küçük bir kız ve onu kovalayan seri katil aile fertleri.

''Sen özelsin Yeval.''

Hayır ben hiç kimseyim Dolunay.

''Sesin eşsiz bir sese sahipsin Yeval.''

Hayır sesim bir lanet Tuğra.

''Sessizlik sandığın kadar kötü değil, bu senin iyiliğin için. Bu senin hayatta kalman için.'' Henüz dokuz yaşına basmamış bir kızın peşinden koşan bir seri katilden ne kadar korkabileceğini tahmin edebiliyor musunuz?

Ben sekiz yaşındayım, Adım Yeval ve sesim var ama peşimde sesimi arayan bir seri katilde var.

''Annem ve babam nerede Tuğra? Onları tanıyor musun?'' Bu sekiz yaşındaki Yeval'in henüz tanımadığı ve ona aile olacağını sandığı Tuğra'ya sorduğu ikinci soruydu.

''Ne anneni babanı ne de kardeşini tanımak istersin Yeval. Onlar eli bıçaklı katiller, sana sesin eşsiz diyorum neden biliyor musun?''

''Neden?''

''Çünkü eli bıçaklı kardeşin sesini arıyor Yeval, Dünya'yı gezse sesini kimseyle karıştırmaz. Sadece fısıldasan bile anlar sen olduğunu, o yüzden dilini kesilmiş say Yeval. Acısını hisset, yokluğuna alış ve sesini unut. Öyle unut ki eşsizliği kalmasın.''

''ama kardeşimse beni neden öldürsün ki?''

''Çünkü sen eşsizsin.''

Hayır ben kimseyim, ben hiç kimseyim.

Nefesim daralıyor başım, damarlarım zonkluyordu. Beynimde çıkan damarları görmek için ne aynaya ne de nefes alıp almadığımı hissetmek için gözlerimi açmama ihtiyacım vardı. Zaten kapalı göz perdelerimin arasından ışık süzmediği için aydınlık olmadığını anlamak da kolaydı. Ellerim de sıkı ipleri ve ayak bileğime sarılan iplerin baskısını hissedebiliyordum. Sıkı ve kalındılar, muhtemelen örgü desenleri bileklerimde geçici dövme görevi de görecekti.

Rimel sayesinde ağırlaşmış kirpiklerimi sonunda kırpıştırdığımda birbirine yapıştığından ötürü ayrılmasını ve görüşümün netleşmesini bekledim. Bu sırada parmaklarımı kıpırdatıyor kendime gelmeye çalışıyordum. Dengeli aldığım nefesin ardından sonunda gözlerimi aralayabildiğimde alnım da ki darbeyi hissetmeye başladığım sızıyla anımsadım. Vuranın kim olduğunu görmemiştim ama sert vurduğunu şimdi daha iyi hissedebiliyordum.

Yüzümü buruşturarak uyuşan ayaklarımı da kıpırdattım. Eski depo tarzı yıkık dökük bir yerdeydim. Yüzümü çevirdiğimde yan da birçok kişinin durduğunu gördüm, tek fark onların sadece elleri bağlıydı ve onlar ayaktaydılar. Etraf gri yıkık dökük duvarlardandı, tavanda belli belirsiz kafasına göre yanıp sönen floresanlar vardı.

''Böyle bir şansa denk gelmeyeli çok uzun zaman oldu.'' Dedi deponun çıkışından içeri giren bir adam. Açılan kapıdan büyük bir gürültü çıkmıştı, ardından gelen korumaların adım sesleri içeride yankılandı. Ellerini birleştirerek içeri girdiğinde arkasında yanık olan sokak lambaları kapının kapanmasıyla yok oldu, yine belli belirsiz yanan floresanların ışığında kalmıştık. Görüşümün bulanık hali düzeldiğinde gözüm boynundaki dikey yazılı dövmeye kaydı. ''Hem barda hem burada karşılaştık.'' Önüme doğru attığı adımları izledim sessizce, zaten istesem de konuşamazdım çünkü ağzımda bir bant yapışmış vaziyette dudaklarıma iğrenç bir tat yayıyor kırmızı rujumu banda bulaştırmamı sağlıyordu. ''Üstelik aradığımızın da sende olması dudaklarımı uçuklattı.''

Kaşlarım belli belirsiz çatılırken yan yana dizilmiş diğer sefil insanlara baktım. Hepsinin elleri bağlı ağızları benim gibi bantlıydı. Zencisinden beyaz tenlisine her ırktan insan duruyordu, aralarında Türk olduğundan emin olduğum birkaç genç ve kızda vardı. Bazılarının üzerinde benim gibi marka kıyafetler varken bazısının üzerinde kıyafet bile yok denebilirdi. Yırtık kıyafetleriyle bu hava da nasıl hayatta kaldıkları hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Önüme varan adam eğilerek bir dizini kırdığında kırdığı dizinden sarkıttığı eline baktım. Damarları çıkmıştı, gözlerimi oradan gözlerine çıkardım ela gözlüydü esmerdi ve yüzü lekelerle doluydu.

''Bu güzelliği ziyan etmek zorunda olmak ne acı.'' Diyerek işaret parmağının tersini yanağıma sürttüğünde kafamı geri çektim. ''Abi, Karmen adamlarımızın bir kısmını cesede çevirmiş.'' Arkasında dikilen adam elindeki ekranı açık telefonu kapatıp cebine koyarken bakışları bana döndü.

Ne Karmen'i pardon?

Şahsen mermim adamlarınızı öldürmekten bitti.

''Tahmin edilesi bir durumdu, sersemler.''

Önümdeki adam doğrulup elini cebine koyduğunda bir telefon çaldı. Koruma esmer adamın yanına geldiğinde telefonu da ona doğru uzatmıştı, gözleri üzerimde dolanıyordu. ''Abi Ulaç Bey arıyor.''

Ulaç Bey?

Tolun olan Ulaç Bey mi? Eniştem olan Tuğra Akkor ile çalışan Ulaç Bey mi?

Kendimi tutamadan gülmeye başladığım sırada karşımdaki adamın telefonu tutan eli havada kaldı. Çatık kaşlarıyla bana dönmüştü. Ben ise karşısında deli gibi gülüyor üzerinde Ulaç Tolun yazan ekrana bakıyordum.

Ulaç bey ne kadar patronsa Tuğra da onlar için o kadar patrondu. Aptallar patronunun baldızını kaçırdığının farkında bile değildi.

''Ne gülüyor bu?''

''Bilmiyorum abi.'' Arkasından telefonu uzatan adam omuz silktiğinde ''Götürün şunu odaya kapıyı kilitleyin, Barkın Bey'in sağ kolu geliyor. Kızı hiçbir şekilde görmeyecek, duydun mu beni?'' diyerek ona itiraz istemeyen bir bakış attı. Barkın Bey mi? Şu İtalya’dan yeni gelen Barkın bey mi? Pekala, bugün fazla ilginç şeyler oluyor.

''Duydum abi.'' Dövmeli adam telefonu açıp bizden uzaklaşmaya başlarken bana doğru ilerleyen adam diğerine gelmesini işaret ederek onunla beraber sandalyenin ucunu tuttu. Beraber beni kaldırıp odaya taşımaya başladıklarında gülüşüm ne artmış ne azalmıştı. Hala keyifle gülüyor başına gelecekleri hayal ediyordum.

Çünkü başlarına gelecek şeyi Tuğra ya da Ulaç Bey değil, ben bizzat kendim gelmesini sağlayacaktım. ''İnsanlar ölüme yaklaştığında delirir derlerdi, doğruymuş herhalde.'' Dedi beni taşıyan adamlardan biri. İlerideki boş odaya beni sokup bıraktıktan hemen sonra biri iplerin sıkılığını kontrol etti. Sertçe ipleri çekiştirmesi canımı yakmıştı ama sesimi çıkaramıyordum ki acıdığını belli edeyim. ''Organ nakli ne zaman gerçekleşecek?''

Başımdaki adam ipleri kontrol edene merakla bir soru sorduğunda gülüşüm yavaş yavaş azaldı. Dudaklarımı banda rağmen hareket ettirebildiğimden acıyordu canım ama önemi yoktu. Gülüşümün sesi yoksa, görüntüsü vardı. Ne naklinden bahsediyorlardı bilmiyordum ama benimle alakalı olmadığına inanmak istiyordum aradıkları organ olamazdı değil mi? Özellikle de benimki…

''Barkın Bey'in adamı şunları alıp gittikten hemen sonra, arkadan arabayla çıkıp patronla doktorun yanına gideceğiz.'' İki takım elbiseli adamlar birbirleriyle konuşurken gözüm bana yakın olanın belindeki silaha kaydı, maalesef ki kabzesindan çıkarmam zor olduğundan onu yürütmem ipleri çözsem bile imkansızdı. ''Tamam ipleri sıkı, şu kapıyı kapat kilitle.''

''Abi, buranın kilidi bende yok ki?''

İplerimi kontrol eden adam boş ver o zaman dercesine elini salladığında ''Siktir et o zaman, ipler zaten sıkı.'' Diye mırıldandı.

Şimdi gülsem kendimi apaçık ifşalardım. O yüzden gülmedim, stabil bir ifadeyle onlara baktım. Elbette ipler sıkıydı ve canımı yakıyordu ama çözemeyeceğime bu kadar eminler miydi?

Ne yazık.

Karşımda dikilen iki adam arkasını dönüp kapıdan çıktıktan hemen sonra kapıyı sertçe kapattığında içeride sert kapanış sesi bir süre yankılandı. Derin bir nefes aldım önce, ardından böyle durumlarda ipi çözmek için öğrendiğim yöntemlerle ipten sıyrılmaya çalıştım. İçeriden gelen karışık uğultulu seslere odaklanmamayı seçiyordum. Beni diğerlerinden ayırma sebeplerinin az önceki konuşulan organ nakli olduğunu varsayarak elimi acele tutmaya çalışıyordum.

Eğer bahsettikleri gibi organımı alacaklarsa bu onların bir organ mafyası olduğunu gösterirdi, benim de masa da kalmış bir cesede döneceğimi.

Yutkunarak elimi daha da hızlandırdım, bir tırnağımın kenardan hafif kırılma sesini duymuştum. İçimden bir küfür savurarak ellerimdeki ipin yere düşüşünü duyup bileklerimdeki sızıyı derinden hissettim. Gerçekten fazla sıkmış bileğimin renginin değişmesine sebep olmuşlardı. Gergin nefesimi düzene alıp ayaklarımı çözdükten hemen sonra ağzımdaki bandı acıyla çıkardığım sırada deponun büyük kapısı gürültüyle sürüklendi. Öyle bir yankı yapmıştı ki kulaklarımı kapatmamak için çok zor durmuştum. Ayak bileklerimi çözer çözmez yandan destek alarak acıyan ayaklarıma aldırmadan kapıya doğru topalladım ve kapıyı çok hafif araladım. Aralar aralamaz içeri giren üç siyah araç farlarıyla beni kör etmişti.

En öndeki araç toplanmış korumaların hemen önünde durduğunda ön kapıdan biri indi ve bir eliyle ceketinin önünü tutup diğer eliyle arka koltuğun kapısını açtı. Adam kırklarında görünüyordu ve soğuk duruyor karizmatik görünüyordu. Gözlerimi araçtan etrafa çevirdim, soldaki kapının hemen önünde bir grup adam dizili ifadesizce arabalara bakıyorlardı. Diğer tarafta ise kapı bulunmuyordu. Büyük kapının önünü ise üç araç kapatmıştı. Pencereye benzer hiçbir şey bu deponun tasarımında görünmediğinden buraya sıkışmış gibi görünüyordum.

Kaçamayacağın yerden tek bir kurtuluş yolu vardır, o da yardım çağırmak.

Beni kontrol etmeye gelen birini alt edip telefonuyla Dolunay'ı, Selcen'i ya da Tuğra'yı arayabilirdim. Bunun için sanırım bahsettikleri Barkın Bey'in adamının gitmesini beklemek zorundaydım. O zamana kadar yapabileceğim tek iş de izlemek gibi görünüyordu.

Barkın bey, sağ kolu... Gözlerimi kıstım. Sanırım sağ kolunun adını da ben öğrenecektim.

Buraya gelip kök salıp bu kadar zaman boyunca hiçbir yerde adının duyulmaması ilginçti. Ya bu isim ya çok yeniydi ya da sağlam kişiler tarafından ismi gizli tutuluyordu. Bu da bu adamın burayı tozla duman hale getirebilecek bir güce sahip olduğunu gösteriyordu. Elimi acıyan alnıma uzattım, gerçekten sızısı çok taze ve acıydı.

''Hoş geldiniz.'' Boynunda dövmesi olan adam ceketinin önünü iliklemiş vaziyette kumral – açık kahve saçlı bal rengi gözlere sahip bir seksen beşi geçen boydaki adamın önüne ilerlerken bedenimden bir titreme geçti. Adam hoş bulduk dercesine hafifçe kafasını salladıktan hemen sonra gözlerini etrafa çevirdiğinde sefil olmuş insanlar korkuyla karşısındaki siyah aracın önünde dikilen adama bakıyordu. Üzerinde koyu gri renk bir takım elbise vardı, kravatındaki renkleri gördüğümde bir adım geriledim.

Yeşil, beyaz ve kırmızı.

Tam da bu sırayla.

Dolunay'ın aradıkları İtalyan adamın Barkın Bey olduğunu anladığımda adamın yeni mi yoksa tehlikeli mi olduğu belli olmuştu. Bu adam arkası sağlam kişiler tarafından saklanıyordu ama asıl soru bu kişilerin kim olduğundan çok Barkın Bey'in yer altı gibi bir yerde neden saklanmaya ihtiyaç duyduğuydu?

Dilimi hala az da olsa dudaklarımda kalmış kırmızı rujumda gezdirdim. İğrenç bant tadını ve kokusunu hala alabiliyordum. Aralık kapıya parmaklarımı sardığım sırada Barkın Bey'in adamı bir eliyle arkasındaki adama işaret verdi. Bu sırada arkadaki araçların kapıları açıldı ve elinde çantalarla çıkan yedi sekiz kişi boynu dövmeli adamın önüne doğru ilerledi.

''Anlaştığımız gibi kişi başı beş yüz bin euro.''

Dudaklarım aralanıp aralanmamak arasında kalırken dövmeli adam dudaklarını yalayıp keyifle gülümsedi. ''Barkın Bey'in eli çok açık.''

Bal rengi gözlere sahip adam kafasını belli belirsiz sallayarak karşısındaki adama ifadesiz vaziyette baktı. Bu sırada dövmeli adam arkada kalan adamlarını yanına çağırdı ve sol tarafımdaki kalabalık bir anda dağılıverdi. ''Yine de saymak âdettendir. Sayın çantaları.'' Çantaların kilitleri aynı anda açılıp içerisindeki eurolar göz önüne geldiğinde kısa bir an takım elbiseli çalışanların nutkunun tutulduğunu hissettim. Keza ben de zengindim ama o kadar çanta parayı görmek benim bile nutkumun tutulmasına sebep olmuştu. Sanırım birikmiş hesaplarımdaki paraları toplasam çantalardan sadece bir buçuğundaki para kadar ederdi.

Dövmeli adamdan emir alan diğer adamlar paraları çıkarıp makineden geçirmeye başladığı sırada kaçamak bir bakışla sol da ki boşluğa ve küçük kapıya baktım. Eğer kilitliyse işim biterdi, orta da kalırdım ama eğer açıksa gerekli sessizliğe alışkın olduğumdan kolayca çıkıp ortadan kaybolabilirdim.

Risk mi?

Elbette.

Araladığım kapıdan bedenimle çıkmak üzere olduğumda bir adamın telefonu çaldı. ''Efendim Ulaç Bey arıyor.'' Dedi dövmeli adama bakarak. ''Git ötede durumu bildir.''

Elinde telefon tutan adam benim tarafıma doğru geldiğinde kapıyı kısa bir an kapalı gibi durması için ittirdim ve arasına sıkıştırdığım yüzümü geriye yasladım. Adım sesleri yaklaştı... yaklaştı ve çaprazımda görüşümün olmadığı bir yerde kesildi. Ardından açılan telefon sesi ve kapıdan çıkan kişinin açtığı kapı sesini duydum.

Risk yok, kapı aralık.

Yüzümü kapıdan çıkarıp hafif adamın çıktığı yere doğru eğdim, kapı kapalıydı. Dudaklarımı ısırıp adamın geri girmesini bekledim. O girdikten sonra kaçarsam en azından idare etmem gerekenler sadece dışarıda muhtemel bekleyen adamlar olurdu.

''Hepsi bu kadar mı?'' Kalın tok bir ses soğuk depo da yankılandığında gözlerimi tekrar para sayılan ve adamların toplandığı arabaların ortasında kalan bölgeye çevirdim. Arabaların farı içeri soluksuz aydınlatan tek ışıklardı. ''Evet anlaştığımız gibi.''

''Anlaşmayı bozan kişilerin cezası ölümdür. Bildiğinizi varsayıyorum.'' Dedi paraları getiren bal gözlü adam. Sesi kalın ve toktu. Yankılandıkça daha da güzelleşiyordu. Onun cümlesine karşılık dövmeli ise kafasını salladı. Ellerini cebinden çıkarmadığını yeni fark ettiğim bal gözlü adam bir elini çıkardığında görüş açımdaki dövmelerle kaşlarımı çattım. Bu dövmelerin benzerini barın çıkışında görmüş gibiydim. Beni kurtaran o adamın elinde, Karmen'in ellerinde. Ne kadar aynısı olup olmadığına emin olmasam da bu eldeki desenler bana oradaki adamın elini çağrıştırıyordu.

''Biliyoruz elbette.''

''Öyleyse neden aralık kapıdan bir kadın bizi izliyor.'' Kapıya sarılı ellerim buz kesti, gözlerim uzun zamanın ardından ilk kez bu kadar irileşti. Burayı görebilmesi için gerekli açısı bile yoktu, kiriş önümü kapatıyordu. Ben bile onu sadece ucundan zor görüyordum.

''Ne kadını?'' dövmeli adam bilmemezlikten geldiğinde bal gözlü adam ''Kızı getirin.'' Dedi. Hareketsizce öylece dikilmeye devam ettim. Kaçacak bir yerim yoktu, kapıyı kapatıp aptal gibi ağlayacak halimde yoktu.

Göz ucuyla parmağımdaki gümüş desenli nişan yüzüğüne baktım. ''Bakın kendi aramızda bu konuda anlaşabiliriz.''

Bal gözlü adam tek kaşını kaldırdığında dövmeli olan ''Kızı veremeyiz, kız bize lazım.'' Dedi. ''Sebep?''

''Patronun ihtiyacı olan ilik kızla uyuştu.'' Adam itiraz istemez şekilde bakmaya devam ederken karşısındaki dövmeli bir kez daha ağzını açtı ama bu kez bal gözlü adam sesini yükselterek karşılık verip karşısındakini titretmeyi başarmıştı.

''Bir Piyon için Vezire mi karşı geliyorsunuz?'' gözleri kısılıp diğerlerine doğru bir adım attığında herkes bir adım geri çekildi. Gözlerini kısan bu adam her kimse en az patronu kadar korku salıyor olmalıydı. Dudaklarını yalayarak ''Patronunuzu bana getirin.'' dediğinde Kaşlarım hayretle kalktı, bu sırada yanıma ulaştığını yeni fark ettiğim takım elbiseli adam kapıyı açıp beni kolumdan sürükleyerek onların yanlarına doğru götürmeye başlamıştı. Topuklumun sesi içeride yankılanmaya başladığında tüm gözler üzerime çevrildi.

Bal rengi gözler yüzümün ardından kısa bir vücut gezisi yaptı ve tekrar önüne döndü. Neden nefes alışverişim gereksiz değişiyordu ki?

''Bakın Barkın Bey'e-''

''patronunuzu getirin.'' bu yaptığı son ikazdı, sesindeki netliği ve uyarıyı alan dövmeli adam yenilgiyle arkasındaki adamlara ''Patronu çağırın.'' Diyerek kafasıyla işaret yaptığında ellerimi arkada birleştirdim. ''İplerinden nasıl kurtuldun?'' yanımdaki adamın kulağıma eğilmesiyle bal rengi gözler bir refleks gibi sert bir bakışla bize döndü ve dibimdeki koruma çekinerek geriledi. Öyle derin ve keskin bakıyordu ki ben bile gerileyebilirdim.

Birkaç adam yanımızdan geçip henüz yeni fark ettiğim merdivenden yukarı büyük bir gürültüyle çıktılar. Kesilmeyen adım sesleri kulak kanatıcıydı. Bu sırada dövmelinin yanındaki adamlar hala para sayıyordu. Dudaklarımı içeriden ısırdım. Yukarı çıkan adamlar gittiğinden beri garip bir sessizlik etrafı sarmıştı. Tek ses makinenin kâğıt paraları yutuşuydu.

Birkaç dakika geçen sessizliğin ardından merdivenin başındaki kapı aralandı. Oradan öksürerek inen bir adam görüş açımıza girdi. Merdivenleri destekle iniyordu, o inerken az önce kesilmeyen merdiven seslerinin aksine şimdi aralıklı sesler duyuluyordu.

Bal rengi gözler sabırla adamın inişini ve bastonu yere yaslayarak karşısında durmasını bekledi. Yaşlı adamın saçları beyazlamıştı, gözleri ve kaşları karaydı. Üzerinde aynı bal renkli gözlere sahip adam gibi gri bir takım vardı.

''Kızı istiyormuşsunuz.'' Dedi öksürüklerinin arasından bana kısa bir bakış atarken. ''Anlaşma öyleydi.''

''Barkın Bey'in tolerans geçeceğini umuyorum.''

Gözlerim iki gri takım elbiseli adamın arasında gidip gelmeye başladı. Diğerlerinin seslerini ve görüntülerini artık sadece arka planda boğuk bir görsel gibi görüyor ve duyuyordum. ''Barkın Bey tolerans adamı değildir.'' Dedi bal rengi gözler kısılarak.

''Kızı bana verin.''

Adam derin bir iç çekti. ''Size kız için yedi çanta daha vereceğim.'' Dövmeli olan ve yaşlı bastonlu olan adam birbirlerine bakıp kalkık kaşlarla bal rengi gözlerin sahibine döndüğünde benim de dudaklarım bu kez sonuna kadar aralık kalmıştı.

Bu adam dalga mı geçiyordu?

''Bu teklifi Barkın Bey'in haberi olmadan yapmanız ne kadar doğru? Barkın Bey'in toleranslı biri olmadığını söylediniz.''

''Evet, tek istediği insan kaçakçılığında tek olmak. Bunun içinde sizinle yaptığı anlaşmada herkesi sizden parayla alacağını söylemişti. Bana da bir insan bile arkamda bırakmamı iletti. ''

Yaşlı adam bana bakıp bir kez daha iç geçirdi. ''Kendi canımı ellerimle size mi vermemi istiyorsunuz? Yedi çanta için?''

''Eminim bu paraya başka bir ilik bulursunuz.''

''Zamanım yok.''

Bal rengi gözlü adam derin bir nefes alıp baş parmağıyla alnını kaşıdı. Diğer eli hala cebindeydi, yukarı kalkan ceketinin altında özel desenli silahını gördüm. Gümüş ve kırmızı desenlere sahip siyah bir silahtı. Daha önce bu kadar güzel ve beni çeken bir tasarım görmemiştim. Böyle bir zamanda ve yerde bile etkilenmiştim.

Dudaklarımı ısırdım, korumalardan biri beni biraz daha geriye çekmeye kalktığında bal rengi gözler bize döndü. ''Tek adım daha atarsan kafana kurşunu yersin.''

''Barkın Bey'in karşısında bulunmak istemiyoruz, ortak bir yol bulalım. Savaş da barış da ilan etseniz kız bizde kalacak. Götürün kızı.'' Yaşlı adam son sözlerinin ardından kafasıyla gitmemizi işaret ettiğinde kolumu tutan koruma bal rengi gözlere korkuyla baktı ve adım atmadan beklemeye devam etti. ''Akıllıca seçim.'' Dedi o gözlerin sahibi kolumu tutan adama. Adam yutkundu ve bana baktı. Ben de ona baktım.

İkimizde ne yapacağımızı, öleceğimizi ya da yaşayacağımızı bilmiyorduk.

Yaşlı adama bal rengi gözlü adam son kez ''Kızı vermiyorsunuz yani? Güzellikle?'' diye sordu. Yaşlı adam kolumu tutana dönüp ''Kızı götürmezsen tüm sülaleni kuruturum!'' Diye öfkeyle bağırdığında bal rengi gözlü adam sadece tek bir hareketle belindeki silahı çıkardı ve yaşlı adamın kafasına sıkarak silahından çıkan merminin defalarca boş depoda yankılanmasını sağladı. O an koruma da bende bir adım geri çıktık, yaşlı adam alnından süzülen kanlarla ayak ucumuza düştü. Ayak ucuma gelen kana baktım, sertçe yutkundum. Korumaların hepsi silahlarını bu hareketle ona doğrultmuştu. Onun arkasındaki kalabalık da aynı zaman dilimin de adama silah doğrultan korumalara silahlarını doğrulttu.

Arkamda birleştirdiğim ellerim hafif titriyordu.

Korkma, kırmızı. Sen seversin kırmızıyı.

Kırmızıdan korkma, kırmızı sensin.

''Eee savaş mı ilan edelim yoksa barış mı? Cevabı size bırakıyorum'' elindeki silahın mermisini bir kez daha namlunun ucuna getirip bu kez dövmeli adama doğrulttu. '' çünkü iki koşulda da kızı alacağım.''

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%