Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm | Kan Revan

@byzloey

Instagram ' Byzloey

 

1. BÖLÜM | KAN REVAN

 

Slow Down, chase Atlantic

 

 

''Merhaba güzel kız, adını öğrenebilir miyim?''

 

Önüme bir adam eğildi dizlerini kırarak. Bir elini dirseğine yaslamış dizinden sarkıtmıştı. Diğer eli ise beyaz tenime uzandı. Parmakları küçük yaşımdan ötürü pürüzsüz ve yumuşak olan tenimde gezinmişti. O an hissettim ölümün tenimde gezinişini ama onun ölüm olduğunu anlayamadım.

 

''Yeval.'' Dedim duygusuz bir sesle. Karşımdaki adam bana gülümsedi, dişlerini görmesem de dudaklarının genişliği gözlerimin önündeydi ve tekinsiz görünüyordu.

 

Bir insan gülümsediğinde karşı tarafın iyi hissetmesi gerekirdi ama bazı gülüşler insana kendini kötü hissettiriyordu. Geleceği bilemeyebilirdik ama his dediğimiz şey öyle kuvvetliydi ki kötü şeyleri geleceği görür gibi hissederdi. Benim hislerim ise kötü hislerime kulak vermemi söylüyordu.

 

''Merhaba Yeval, benim adım da Tuğra.''

 

Derin bir nefes sesi eşlik etti rüzgâra, iki dudağının arasından havaya süzülen buharları izledim durgunca. Benim neden nefesim rüzgâra karışmıyordu? Nefes almadığımdan mı, yoksa Dünya'nın benim hiçbir zerremi istememesinden mi?

 

''Bu sesi bir daha duyamayacak olmak çok acı verici Yeval.'' Dedi karşımdaki adam bana. Başta ne dediğini anlayamadım henüz sekiz yaşlarındaydım. Doğum günümü bilmediğim için öyle tahmin ediyordum.

 

Bilmediğim şey ise o günün doğum günüm olduğu ve o günden sonra sesimi bir daha kendim dahil kimsenin duymayacağıydı.

 

♟️

 

Gözlerimi soğuk suyun yüzeyinde araladım. Gökyüzü karanlıktı, zifiri karanlık. Ay'ın bile ardında kaybolduğu bir karanlık. Su kum misali Tik tak, tik tak, tik tak kulaklarıma vuruyordu.

 

Ayın gölgelediği ışığın altında soğuk suyun içinde geçmişimin karşısındaydım. Zaman zihnimin içinde kendi kendine geri sayımdaydı. Bana geçmişimi hatırlamak için kısa bir zaman dilimi bahşediyordu. Sadece on dakika, fazlası seni geçmişe hapseder. Fazlası seni gelecekten geçmişe götürür, orada öylece kala kalırsın. Kimse seni almaya gelmez ve kimse yokluğunu fark etmez.

 

Çünkü sen Yeval Larden,

 

Sen kimsesin.

 

Bulutların yavaş yavaş ayın önünden çekilişini izlerken ışığın yükselişini ve suyun kulağıma vurduğu hışırtıyı dinledim. Saat dört sularıydı, gün henüz ağırmamıştı.

 

Geçmişimi de geleceğimi de şimdimi de kaçırırdım, kaçırmıştım da. Onları elde tutamazdım ama kendimi gün doğuşunu kaçırmamaya alıştırdım. Elle tutulur olsa onu alır zihnime hapsederdim. Kusursuzluğu izlemek bu hayattaki tek zaafımdı ve insanlarla dolu bir Dünya'da kusursuz olan tek şey bozulduğunda bile güzelliğini kaybetmeyen doğaydı.

 

Eskiden sesimin de doğa kadar kusursuz olduğunu düşünürdüm. Yani ortalama sekiz yaşıma dek. O güne kadar sesimi kullanırken çok dikkat ederdim bunun bir sebebi vardı, bir kelime bile ettiğimde herkesin dönüp ikinci kez bakmasına sebep oluyordum. Çünkü kimse soprano gibi nadir bir sesi bu kadar küçük bir kızdan beklemiyordu. Tabi ki bu sesin soprano olduğunu da anlayamıyorlardı ama normal olmadığını anlayabiliyorlardı. Soprano en tiz ses tonu demekti ve ben o yaşta bile insanların unutamayacağı bir sese sahiptim. Birçok kişi bunun bir lütuf olduğunu söylerdi ama o lütuf benim için bir lanete dönüşmüştü.

 

Kadere karşı gelmek işleyebileceğiniz en büyük günahtı, ben de en büyük günahkardım. Birden fazla kez kadere karşı gelerek her lütfu lanete çevirmiştim. Kimsenin bir şey yaptığı yoktu, tek suçum irademi yanlış kullanmamdı.

 

Biri beni hiç hatırlamadığım bir yerden aldı, ne kadar belli etmesem de koşa koşa gittim kollarına. Kollarına gittiğim kişinin kâbusum olacağını bilemezdim, sekiz yaşında bir kız için bunu bilmek ya da anlamak dahilik olurdu ve ben dahi değildim. Ben sadece aile hasreti çeken bir kızdım. Duygularım vardı, sesim vardı, hatırlamasam da bir geçmişim vardı.

 

Şimdi avuçlarımı açıp karanlığa baktığımda ne duygularım bedenime sinyal veriyordu ne sesim dudaklarımdan çıkıyordu ne de geçmiş zihnimin derinliklerinde yatıyordu.

 

Eskiden Yeval Larden dendiğinde sayfalar dolusu şey yazılabilirdi. Şimdi ise Yeval Larden dendiğinde tek gördükleri beyaz tenli bir yetmiş beş boylarında, siyah saçlara ve gözlere sahip dudaklarını aralasa bile sesi duyulmayan bedeninde bir doğum lekesi taşıyan ruhsuz ve kimsesiz yirmi dört yaşında bir kadın.

 

Eskiden sayfaları doldurabilecek isim şimdi bir paragraftan öteye geçemiyordu, bu komikti. Zaman sayfaları doldurur sanıyordum ama zaman benim sayfalarımı koparıyordu, sanki hiç var olmamışım gibi.

 

Sesimi kullanamadıktan sonra seslerden çok fazla korkmaya başladım. Çünkü sesim kesildiğinde odaklandığım hep başkasının sesleri oldu. Yüksek sesler beni daha ürkütüyordu çünkü arkada kalan tüm sesleri bastırıyordu. Kendisinden başka hiçbir şeyin duyulmasına izin vermiyordu.

 

Aynı kurşun sesi gibi.

 

Kurşunun ardından gelen kanın damlama sesi gibi, konuşamayan insanların en büyük dostu sessizlikti ve sessizlik tehlikeliydi. Her sesi duyabiliyordunuz ve bu berbat bir şeydi. Her ses aklınızda yankılanırdı, size kendini unutturmazdı.

 

Kan damlaları, yıllardır sesini damlayışını unutmadığım seslerin başında geliyordu.

 

Kırmızıydı, koyu kırmızıydı. Noktalar halinde kendince bir görsel oluşturuyordu, iğrenç kokuyordu ve gözlerim o görüntünün içinde birden fazla kez kendini hayal etmişti. O kanın bana ait olduğunu o sesin benden geldiğini ve izleyici değil yaşayan kişi olduğumu.

 

O hayalin zihnimde derin kaplayan bir yeri vardı.

 

O günlerden sonra kırmızı benim için sadece kırmızı değildi. Kan kırmızısı vardı sadece, koyuydu ve her yerdeydi. Etrafta, ellerimde, yüzümde.

 

O günlerin hiç geçmeyeceğini düşünürdüm. Ta ki bir gece sarı saçlı ve mavi gözlere sahip bir kadın gecenin karanlığında yatağın ortasında dikilip panik atağımı engellemeye çalışırken odamın kapısını çalana kadar. O kapı çalındı, ben her zamanki gibi sesimi kullanamadım ve gel demedim. Kapı aralandı, içeri giren kadın kanımdan olmasa bile insanların kanımdan olduğunu sandığı tek kişiydi. Dolunay Akkor, Tuğra Akkor'un eşi. Aynı zamanda herkesin ablam olduğunu sandığı, Ay ışığı kumarhanesinin sahibiydi. O gece odama gelme sebebi de ortalığın kan revan olduğu geceyi atlatabilmem için destek olmak istemesiydi. İçeri girdi, yatağımın ucuna oturdu ve sarı saçını gergince arkasına atarak karanlıkta gözlerime baktı. Ben onu görebilirdim çünkü onun gözleri aydınlıktı, benimki ise karanlığı seven birine bahşedilmiş lütuf gibi karanlıktı.

 

''Yeval.'' Diye mırıldandı. Derin nefesler alıyor açıklama yapmaya çalışıyordu ama üzerime bulaşan kanı gördüğünde duraksayıp yutkundu. Ardından baş ucumdaki komodinden ışığı açtı. Loş ışık etrafı sarıyordu.

 

Beklediğinden daha fazla kan vardı ve kurşunu ateşlediğim o silah kurumuş kanın tenimi sardığı parmaklarımın arasında soğuk halde hala duruyordu.

 

''Bu gece katil oldum.'' Dedim ellerimi kaldırarak işaret diliyle.

 

''Sadece ikimizken konuşabilirsin demiştim hatırlıyorsun değil mi? Konuş benimle Yeval.''

 

Kafamı olumsuzca salladım, dolan gözlerimde gözleri takılı kaldı. Kanlı ellerime baktım ve ''Kırmızı.'' Dedim yine işaret diliyle. ''Artık en sevdiğim renk.'' Silahı titrek ellerimle yatağın altına doğru ittirdim.

 

''Hayır.'' Dedi kaşlarını çatarak, onu durdurmaya çalıştım ama bana izin vermedi. ''Karanlıktan da korkardın eskiden sonra karanlık en sevdiğin şey oldu, o zaman engelleyemedim ama bu kez engelleyebilirim Yeval. Sen korkularının üzerine gitmiyorsun, sen korktuğun şeye dönüşüyorsun. Ateşle oynuyorsun Yeval.''

 

Buruk bir tebessüm sardı dudaklarımı. Pencere aralık olduğundan yağan yağmur içeri giriyor rüzgârda soğuğu her yere yayıyordu ama soğuğu ve yağmuru da uzun zaman önce sevmeye başlamıştım.

 

Bunun da her şey gibi bir sebebi vardı; küçükken ondan da korkardım, sanırdım ki yağmur tanrının göz yaşları. Sanırdım ki tanrı üzülüyor ve üzülen kişi genelde can yakar, göz yaşlarından canımız yanar ama büyük bir aptallıktı düşüncelerim.

 

Tanrıyı insana benzetmiştim, yıllarca dilediğim özürler beni affetmesini sağlamış mıydı acaba?

 

Ellerimi kaldırarak Dolunay'a baktım. ''Ben oynadığım ateşte uzun zamandır yanıyorum.''

 

''Yanmak sandığın kadar zevkli mi bari?'' dedi alay eder gibi. Kafamı olumsuzca salladım. ''Yanmak değil, yanmanın tadını aldım. Yakmak nasıl diye merak ediyorum artık.'' Dolunay'ın alaylı da olsa dudaklarına yaydığı gülümseme yavaş yavaş soldu.

 

''Bu ne demek?''

 

''Ateşle oynadığım yeter demek.'' Dedim ellerimle.

 

''Banyoya girmek ister misin?''

 

Dolunay'ın kaçışı dolu gözlerime gülümseme yaydı. Ellerim titriyordu, soğuk üşütüyordu ve panik atağım hala gel git içindeydi ama içimde oynadığım ateşin açtığı yanık izleri öyle acıydı ki hiçbir duygu bana varlığını hissettirmekte kolaylık yaşamıyordu.

 

''O işi yağmur halleder.'' Dedim yatağın ucuna ilerleyip kalkarken. Dolunay yatağın ucunda loş ışıkta öylece kaldı. Ben ise kapıyı açtım, üzerimdeki ince uzun kırmızı kıyafet parçası ve siyah pantolonumla sadece bez bir ayakkabı giymiş halimle çıktım dışarı.

 

Tuğra Akkor, en korkulu rüyam. Oynadığım ateş, ona dönüştüğüm kişiydi. O az önce bahsettiğimiz kötülük içeren her şeydi.

 

Siz size zarar veren kişileri kötü mü zannediyordunuz? Bir de Tuğra Akkor'u tanımalıydınız. Neler yapabildiğini görmeli ve gözleri açık renk olmasına rağmen nasıl kara baktığını ve ölüm emri verdiğini görmeliydiniz. Dudaklarından en çok dökülen, ''Öyleyse öl.'' Lafını ve bunu söylerken ki sesini duymalıydınız.

 

Siz kötüyü hiç tanımadınız.

 

Tanısaydınız, iyi kalma şansınız olmazdı çünkü gerçek kötülerin yaşadığı yerde iki cümle duyulurdu.

 

''Öyleyse öl.''

 

''Öyleyse kötü ol.''

 

İki seçeneğin de sonu belliydi. Bedeninize kan bulaşırdı, ruhunuz ölürdü ve siz birer asker gibi belinizde silah taşır dövüşür ve hayatta kalırdınız ama hayat kurtarmaz üstünüzde bir bayrak taşımazdınız. Hayatta kalma isteğiniz başkaları için değil kendiniz için olurdu.

 

Komikti öyle değil mi? Ruhsuz insanlar kendileri için neden savaşırdı ki?

 

Yağmur bedenimi temizledi o akşam, üstümdeki kan silindi gözle gördüğüm kadarıyla ama tenim, o hala hissediyordu kanı her zerresinde. Belimdeki doğum lekesi bile hala sızlatıyordu gerçek ailemi düşündükçe. Bana iz bıraktınız ama takip etsem de yürüdüğüm o yolda yoktunuz? Madem olmayacaktınız, bana neden iz bıraktınız?

 

Bedenimiz davetkardır. Yara izleri, doğum izleri hatta dokunuş izleri bile bizim göremediğimiz o tenin içine hatta belki de altına kadar işler. Eğer inceme fırsatımız olsa kimlerin izleri çıkar bedenimizde? Ailemizin bahşetti doğum lekesi mi? Bize zarar veren insanların bıraktığı yara izleri mi yoksa bize dokunan narin dokunuşların izleri mi? Tenimiz bunların hepsini barındırır üzerimizde, ağırlığını hissetmez onun orada olduğunu bilmeyiz ama oradadır. Hepsi her zerresi oradadır. Bazısı geçmez, bazısı ise seni sen yapmak için kalır bedeninde.

 

Benim bedenimdeki kanlar ve doğum izleri bugün olduğum kişiye dönüştürdü beni. Önce sayfalarım yırtıldı geçmişi yazan, sonra hayatımın rengi değişti.

 

Aslında kimsenin sesimi duymamasına bakılırsa benim de onları duymamam adalet sayılırdı ama adalet hiçbir zaman uzun sürmüyordu.

 

''Yeval.'' Uğultulu suya karışan tiz ses bunun en büyük göstergesiydi.

 

Gözlerimi Ay'ın etrafını saran kara bulutlardan çektim ve ayaklarımı havuzun zeminine basıp suyun içinde doğruldum. Kulaklarımdaki bulanıklık hala devam ediyor kirpiklerimden hala damlalar akıyordu. Dolunay ise havuzun başında uykulu haliyle elleri belinde bana azarlamaya hazırlanan anne edası ile bakıyordu. Bunu umursamayacağımı bile bile hala böyle davranması alkışlanacak bir inançtı doğrusu.

 

Ellerimle yüzümü sıvazladıktan sonra merdivenlere doğru ilerlemeye başladım. Hava ne kadar aydınlanmamış olsa da havuzun aydınlatmaları açıktı ve etraftan yanan ışıklar bu kısmı aydınlıkta bırakıyordu. ''Sabahın Altısı Yeval, normalde altı olmadan çıkarsın havuzdan, bir şey mi oldu?'' Kafamı olumsuzca salladım kenardaki havluyu bedenime sararken. Gözleri kanlanmış görünüyordu, villanın büyük salonundaki sarıya dönük loş ışığı yanıktı ama parlak olmadığından göze batmıyordu. O tarafa dönmesem muhtemelen fark etmezdim bile.

 

''Hava yedi derece, Yeval. Yedi.''

 

Ellerimi kaldırarak ''Öyle mi?'' dedim. Gülüşüme sinirlenmiş halde baktı. Ona aldırmadan içeri doğru yürümeye başladım, adımlarımın ardından damlacıklar yerde iz bırakıyordu. Arkamdan gelen adım seslerine bakılırsa Dolunay'da geliyordu.

 

Ona dönerek ellerimi kaldırdım. ''Senin uyanman için fazla erken.''

 

''Öyle, Tuğra' ya arama geldi. Onun sesine uyandım.''

 

''Kimden?'' dedim merakla.

 

Tuğra Akkor, organ mafyalarının en bilinen isimlerinden biriydi. Ortak çalıştığı adam Ulaç Tolun ile yer altının en büyük organ mafyası olmuşlardı. Ortak çalıştıkları için birinin dostu diğerinin de dostu, birinin düşmanı diğerinin de düşmanıydı. Yani sözün kısası yersiz yere düşman tehlikesi Dolunay ve Tuğra'nın etrafında dört nala geziniyordu, hem de izinsizce.

 

Kimse beni tipimden ve isim soy ismimden tanımasa da Dolunay'ın ya da Tuğra'nın ismini vermem başımı dertten kurtarmakta yeterli olurdu. Genelde buna pek gerek kalmıyordu ama yine de bunu koruyucu bir kart gibi aklımda bulunduruyordum. Çünkü yer altında Tuğra Akkor sayesinde herkesi tanır kimin ne yaptığını bilirdim, sadece onların arasında gölge gibi kalmak istediğim için kendimi fazla göstermiyordum. Büyük anlaşmalar ve kararlar alınacağı zaman, ülkeyi bağlayacak olaylar geliştiğinde aralarına katılıp karanlıkta kalarak olayları kaçırmamaya dikkat ediyordum.

 

''Teoman beyden. Önemli olduğunu söyledi bir şeyler zırvaladı ama tam olarak anlayamadım, apar topar çıktı zaten.'' Dolunay'ın gözlerindeki merak benimkilerde de gezinmeye başladı.

 

''Selcen'den öğrenirim.'' Dedim tekrar arkamı dönmeden hemen önce.

 

Selcen Alakurt benim en yakın hatta tek arkadaşım sayılabilecek kişiydi. Onunla beraber bir kurs yeri açmış, dövüş dalında berber uzun yıllar eğitim aldıktan sonra eğitimci olmaya karar vererek bir kulüp satın almıştık. Bu hayatta sırtımı yaslayabileceğim kimseyi göremiyordum ama illa birine yaslamam gerekiyor olsaydı birinci Dolunay ikincisi ise Selcen olurdu. Çünkü ne kadar güvensizliğim olsa da yabancıdan daha güvenilirlerdi.

 

''Bana da mesaj at, kumarhanede olacağım. Bakarsın Teoman Bey yine elinde çantalarla kızlarımı ziyaret eder.'' Son sözleri alaylıydı. Teoman Alakurt normalde Türkiye'nin en zengin adamı olabilecek paraya sahipti ama tüm parasını kumarhanesinden ötürü Dolunay'a kaptırıyordu.

 

Üstelik yaşı neredeyse Dolunay'ın iki katıydı. Bu kulağa oldukça komik geliyordu ama bu işimize oldukça yaradığından üç birbirinden beter karakterdeki insanların, yani bizim sesimiz çıkmıyordu.

 

Odama girdiğimde çıkardığım ıslak mayomu kirliye o vaziyette bıraktım. Ardından aralık perdeden dışarı göz atıp üzerimi giyinmeye koyuldum. Siyah bir iç çamaşır, kırmızı tülden bir bluz ve altına siyah dar taşlı bir etek ve onun altına yeni aldığım siyah kadife çizmeler. Elbisemin altına giydiğim ince siyah kilotlu çorabı düzelttikten sonra çizmenin çıkardığı topuklu sesi kulağıma ilişti. Perdeleri sonuna kadar açık denizi gören villanın odamdaki boydan boya cam olan kısmına ilerledim.

 

Dört sularında uyanmayı bu yüzden seviyordum, hava aydınlanmadan uyanıyor soğuk suyun beni ayıltmasını bekliyor geçmişle hesaplaştıktan hemen sonra kendimi pencerenin önünde günün doğuşunu izlerken buluyordum.

 

Ufuk çizgisi. En sevdiğim noktaydı. Çünkü hem başlangıcı hem de sonu içinde bulunduruyordu. Güneş orada hep herkesin bildiği sarımsı rengin aksine kızıllaşıyordu. Kan rengine bürünmekten kıl payı kaçıyordu. Bu manzarayı seviyordum, bana yaşadığımı ve sevdiğim kırmızının tonlarını gösteriyor hissettiriyordu.

 

Elimi perdeye uzattım, avucuma sardığım perdeyi sıkarak gün doğuşunun tam olmanın tadını çıkardım. Kadife perde avuç içimde yumuşak bir his bırakıyordu. Baş ucumda duran telefon titremeye başladığında geçen birkaç dakikanın ardından güneş doğdu. Karanlık yerini kör edici ışığa sahip güneşe bıraktı. Derin bir iç çektim sessizce. Nefesimin bile sesini duyamazdınız çünkü o kadar sessiz olmayı öğrenmek zorunda kalmıştım yıllar önce.

 

Şimdi dudaklarımı aralasam konuşamazdım.

 

Konuşmamam konuşmayı bilmediğimden değildi, unuttuğumdandı.

 

Elimi perdeden çekip baş ucuma doğru ağır adımlarla ilerledim. Arayan Selcen'di. Açtım, konuşmadığım için pek sık aramazdı. Genelde sadece haber verip kapatacağı zamanlar arar ardından kapatmamı beklerdi.

 

Telefonu açıp kulağıma yasladıktan hemen sonra tekrar cam kenarına yürüdüm ve tek elimle perdeleri çekip odamı yine karanlığa çevirdim. Çok ışık çok körlük demekti ve bundan hoşlanmıyordum. Gözlerimi seviyor onları kullanmayı iyi biliyordum.

 

''Gördüğüme göre uyanıksın, her zamanki gibi. Ben de erken uyandım, ne diyorsun öğrenciler gelene kadar eski günlerdeki gibi bir dövüşe?'' gözlerimi kısarak nemli saçlarımı taramak için banyoya ilerledim. Eski zamanlarda, Selcen ile dövüş dersi almaya başlamıştık. Bundan Tuğra'nın ve Teoman beyin haberi yoktu. Dolunay'ın bize verdiği fikirle gizli şekilde başka isimlerle girmiştik kulübe. Şimdi de kulübümüz olduğunu kimse bilmiyordu, Dolunay hariç.

 

Kulüp tanımadığımız birinin üzerineydi, üzerine verdiğimiz kadın hastanede komada olduğundan ve bunu silah zoruyla yaptığımızdan kimsenin öğrenebileceğini sanmıyorduk. Keza silah zoru kullandığımız adam da Selcen'in demesine göre kazaya kurban gitmişti ama içinden bir ses bunda Selcen'in parmağı olduğunu söylüyordu. Yer altı dünyasında risk almak eğer büyük insanlarsanız aptallık demek olurdu. Çünkü kazanacağını şeyin büyüklüğü kadar kaybedeceğiniz şeylerin büyüklüğü de göz alıcıydı. Bu riske Selcen'in de benim de girmeyeceğim belliydi ama ilk atağı Selcen'in yapacağını düşünmemiştim.

 

''Eğer geleceğini söylemek istiyorsan telefonu suratıma kapat, eğer gelmeyeceksen dinlemeye devam e-'' yüzüne kapattığım telefonu üzerime giydiğim siyah deri ceketin cebine koydum ve tarağı odanın rast gele köşesine bırakıp anahtarlarımı alarak aşağı inmeye başladım.

 

Salonun ışığı hala açıktı, merdivende arkamdan inen Karamel'in adımlarını duydum. Karamel benim kedimdi, ben dilsiz olduğumdan kedimi de sağır seçmiştim. İkimizde eksik ve yaralıydık. Ben konuşamıyordum, o da duyamıyordu. Böylece konuşamadığımı bilmeyen tek oydu. O yüzden onu çok seviyordum.

 

Merdivenin ortasında durarak eğilip tombik tüylü yanaklarını okşadım. Karamel en sevdiğim aroma ve tat olduğundan ismini Karamel koymuştum. Ayrıca rengi de Karamelli Latte rengindeydi. O yüzden arada ona Latte diyesim de geliyordu ama ne ben bunu diyebilirdim ne o bunu duyabilirdi. Sevildiği için çıkardığı mırıltılarla beraber kendini merdivende ters döndürdüğünde gülümseyerek göbeğiyle oynadım. Merdivenin hemen ucundaki odanın kapısı mırıltı sesine karışarak aralandı. İçeriden zümrüt yeşili elbisesini giyerek altına giydiği şeffaf topukluya bakan Dolunay çıktı. ''Ne diyorsun bu ayakkabı uymuş mu yoksa beyaz ucu sivri bir bot mu giyseydim?'' Ayakkabısına baktım, şeffaf bir topuklu bottu. Elbisesiyle de uyumlu durduğundan kafamı olumsuzca salladım. ''Bu iyi yani?'' dedi. Kafamı bu kez aşağı yukarı salladım. Elbisesinin dekoltesinden taşan göğüsleri birçok müşteride iğrenç düşünceler oluşturacaktı ama biz bunları umursamayalı yıllar oluyordu. Eğer bakışından rahatsız olursak gözlerini çıkarabilecek kabiliyete sahiptik. Bunu öğrendiğimizde rahatsızlık duygusunun ne olduğunu ikimizde unutmuştuk.

 

Sanırım Tuğra Akkorun bana öğrettiği en önemli şeylerden biri de buydu. Bir gece Dolunay ve bana sarkıntılık etmeye kalkan birinin iki eline de mermi boşaltmıştı. Adam çığlıklar içinde sokağın ortasında kanlarla sarılmış vaziyette yatıyordu. Hava soğuktu ve karların arasına beyazı kırmızıya dönüştürerek yığılmıştı. Çığlığı ateş olsa net her yeri eritir kışı yaza çevirirdi. Adam ölmeden hemen önce acıyla kıvranmasını izlerken bize dönüp rahatsız olacak biri olmak zorunda olursa bu siz olmayın demişti ve o gün Dolunay'ın eline bir silah vermiş alnından öpmüştü.

 

Tuğra akkor bir caniydi ve bize öğrettiği tek şey de canilikti. Gözü karaydı ve korkusu olan sayılı adamlar haricinde herkesin kafasına sıkabilecek bir nefrete sahipti. Nefretin onu ayakta tuttuğunu söylüyordu.

 

Açtığım kapıdan çıkar çıkmaz yediğim soğukla dudaklarımı ısırdım. Koyu kırmızı rengindeki Ferrari'me bindikten hemen sonra ekranı parlayan telefonuma gözüm çarptı. Gelen mesaj Selcen'dendi. Mesaja bakma gereksinimi duymadan yan koltuğa bıraktım ve arabada dünden kalan çantamı kenara ittirdim. Muhtemelen cüzdan ve diğer tüm gerekli eşyalarım oradaydı. Silahım, bıçağım, kulüpteki odamın anahtarı ve... silahlarım.

 

Arabayı çalıştırdığımda yanan farlar aydınlanmış havaya karıştı. Bu sırada villanın kapısı ikinci kez açılmıştı. İçeriden yeşil elbisesinin üzerine giydiği beyaz kürkü ile Dolunay göründü. Düz hacimli sarı saçları ve renkli gözleriyle güzelliği göz alıcıydı. Uzun sarı saçları rüzgarla savruldu. Adımları hemen önümde duran beyaz Mercedes'e doğru ilerliyordu. Arabamın önünden geçmeden duraksayıp bana döndüğünde camı açıp ona doğru eğildim. ''Selcen'den ne olduğunu öğrendikten sonra kumarhaneye gel.'' Cümlesi bittikten sonra cevap beklemeden arabasına doğru ilerledi. O da arabaya binip arabasının ışıklarını havaya karıştırdığında ben de geri geri çıkarak yolun öteki tarafına sürmeye başlamıştım.

 

İçeri yayılan hareketli müzik listesinde göz ucuyla gezindim. Hareketli bir müzik için günümde değildim, üzerimde garip bir gerginlik vardı. Direksiyonu tutan parmaklarım bilinç dışı sıkılaşıp gevşiyordu ve beni tanıyan biri beden dilimden gerginliğimi anlayabilirdi. Yüzümü ifadesiz tutabiliyordum ama duygularım çıkmak için beden dilimi esir alıyordu. Ellerim, dizlerim ve nefes alışım beni tanıyan insanlar için birer pusula gibiydi.

 

Neyse ki pusulaya sahip sayılı insanlar vardı.

 

Kulübün tabelası uzaktan görünmeye başladığında hızımı azalttım. Tabela atıştırmaya başlayan karların arasında parlıyordu.

 

Nevada.

 

Üzerinde belli belirsiz gece de kar atıştırdığından ufak tefek tutan karlar vardı. Aynı isminin anlamı gibiydi.

 

Nevada, Karla kaplı.

 

Beyaz neon ışıkları yanıp sönüyordu. Dışarıdan duvar görünümlü gri bir binaydı, iki katlı olduğundan üst kattan demirle sokağa uzanan kısa bir tabelaydı.

 

Taştan olan binanın önüne geldiğimde durdum, anahtarı çıkardım ve çantayı omuzuma alıp arabadan indikten sonra paketimde kalan son sigarayı dudaklarıma yerleştirip ateşle ucunu yaktım. Soğuk hava da sigara içmenin tadı bir farklı geliyordu. Sigaram bitene kadar boş sokağı ve yağıp yağmamakta kararsız olan kara bakındım. Sigaramın sonuna geldiğimde kalabalıklaşan caddede de sesler artmıştı. Elimdeki dalı yere attım ve çizmemle ezip açık yazısı olan camdan kapıya doğru ilerledim, cam buharlanmıştı ve elimi attığım metal buz gibiydi. Kapının açık olmasına bakılırsa Selcen bana erken geldiğinin haberini vermek için mesaj atmıştı. Mesaja bakmasam da bakmış kadar olarak kapıyı aralayıp içeri girdim. Alt kat tahmin ettiğim gibi boştu. Üst kata çıkıp bizim odamızın olduğu koridora girdim. Karşılıklı biri siyah diğer kırmızı kapının tam ortasında duruyordum. Parmağımı kaldırıp siyah kapıyı tıklattım. ''Hazırlanıyorum!'' diye seslendi kapının ardından. Çantamdan anahtarı çıkarıp kırmızı kapıyı açtım.

 

Kapıyı kapatıp çantayı kenara atarak siyah aynalı dolabı açtığım gibi spor kıyafetlerimi elime almış giydiklerimi geri çıkarmıştım. Siyah tayt ve atletimi giydikten sonra siyah saçımı sıkı bir at kuyruğu yaptım. Dolabın yanındaki raftan spor ayakkabılarımı da ayağıma geçirdiğimde hazırdım. Askılıkta asılı duran havlulardan birini boynuma geçirdiğimde bu kez tıklanan kapı benimkiydi. Göz ucuyla duvarda asılı saate baktım. Yediyi geçiyordu ve sekiz olmasına oldukça az kalmıştı. Öğrenciler bir saate gelmeye başlar gibi görünüyordu.

 

Ayaklanıp kapıyı açtığımda beyaz atlet ve tayt takımının üstüne yarım kazak giyen Selcen kapıda göründü. Sarı saçları sıkı bir topuzla sıkışmıştı, kahve gözleri uykusuzluktan hafif çökmeye başlamış göz çevresindeki damarlar benimki kadar belirgin şekilde beyaz teninde açığa çıkıyordu. Çillerini bugün kapatmamış görünmesi için bırakmıştı, ikimizin de açıkta kalan kulağından sarkan parlak küpeler dikkat çekiyordu. Genelde buraya gelenler böyle öğretmen gördüklerinden şaşırsa da pek sorgulamıyorlardı çünkü ifadesizliğimiz ve ciddiyetimiz onları çok daha fazla şaşırtıyordu.

 

''Hazır mısın?'' dedi gülerek elini beline koyarken. Kafamı aşağı yukarı salladım. Kapıyı örtüp önden merdivenlere yürüdüğümde arkamdan ''beş yüzü geçti.'' Dedi söylenerek. Gülümsedim. ''Totem yapmıştım. Bini geçerse bir daha asla gerçek olmaz.'' Dedi.

 

Selcen ile ilk burayı aldığımızda kendi aramızda da dövüşler yapmaya başlamıştık. O gün bana totem yapacağını söylediğinde benimle ilgili olacağını hiç düşünmemiştim ama o bir gün dövüşte sesimi duyacağını söylemişti. Dövüşte beni yenecek ya da canımı acıtarak inlememe sebep olacak sesimin bir anda geri gelmesine neden olacaktı ve toteminin olması için bin günü geçmemesi gerekiyordu.

 

Eğer Tuğra Akkor'un bana yaptıklarına şahit olsaydı, işkencenin bile sesimi çıkarmama sebep olmayacağını bilirdi.

 

Çünkü daha önce işkenceye öyle uzun maruz kalmıştım ki, sesim kısılana kadar bağırmış bu duyguyu derine kadar tatmıştım.

 

Bir kere sesiniz kesildi mi acıdan bir daha tek kelime çıkmıyordu dudaklarınızın arasından.

 

Bir lütfen bile demiyordunuz, yeter artık bile diyemiyordunuz. En kötüsü, göz yaşı bile dökemiyordunuz.

 

Salona girdiğimizde yanan ışıklara gözümün alışmasını bekledim. Selcen kenardaki sebilden su doldurup içeriden bedeni bana dönük vaziyette yüzümü izliyordu. ''Bir şey mi soracaksın?'' dedi dudaklarında kalan suyu yalarken. Beni iyi tanıyan insanların başında geliyordu, kafamı belli belirsiz sallayarak ellerimi kaldırdım. ''Sabah Teoman Bey aramış.'' Yüzünü buruşturarak ''babam mı? İmkânsız ben çıkarken uyuyordu.'' Dediğinde kaşlarımı hayretle kaldırdım. ''Tuğra evden çıkmış, saat altı da.''

 

''Bekle bakalım.'' Bitirdiği plastik su bardağını çöpe attıktan sonra kenara bıraktığı hırkasına ilerleyip cebinden telefonunu çıkarak birkaç numara tuşladı.

 

Aradığı kişi çok belliydi.

 

Hizmetçiyi her zamanki gibi ajanlık yapması için arıyordu. ''Eve Tuğra geldi mi?'' dedi Selcen düşüncelerimi haklı çıkarmanın yanında pat küt şekilde. ''Öyle mi? Emin misin çünkü kuşlar bana geldiğini söyledi.'' Karşı tarafı bir süre dinledikten sonra ''Tamam, sağ ol.'' Diyerek telefonu öylece kapattı. ''Ya babamın pisliğini temizlemeye gitti ya da babam arkamdan iş çeviriyor.''

 

Selcen'e omuz silkerek baktım. İki ihtimal de olabilirdi ve şartlar eşitti.

 

Ona dönüp ''Odaya dinleyici yerleştir.'' Dedim.

 

''Buradan eve geçtiğimde ilk işim o olacak.'' Sırıtarak bana bakmaya başladığında telefonunu tekrar yerine koyuyordu. ''Biz seninle ajan falan olmalıydık, hep söylüyorum ülkeye çok yararımız olurdu.''

 

''Bizim kimseye yararımız olmaz. Kendimize bile zarardan fazlasını veremiyoruz.''

 

''Doğru.'' Dedi indirdiğim elime bakarak.

 

Bana doğru gelirken ben de göz ucuyla parmağımdaki nişan yüzüğüne baktım. Gümüştendi, üzerinde farklı dillerde iki kelime yazıyordu ve her yere donatıldığından uzaktan bakıldığında desen gibi görünüyordu. Yüzüğü aldığımda yaşım daha yeni dokuz olmuştu. Dolunay bana doğum günüm olduğunu sandığım gün bunu hediye ettiğinde içindeki yazıya dikkatle bakmıştım.

 

D.Ç yazıyordu. Dolunay'ın kızlık soy adının Ç ile başladığını düşünmüştüm. Bu yüzük Dolunay'ındı ama Tuğra'nın bundan haberi yoktu. İçine yıllarda her doğum günümde bir daha bir daha bakmıştım. Dışındaki yazılara da aynı şekilde ama küçüklüğünden ötürü yazıların okunması çok zordu. Sadece yüzüğün parmağımdan çıkmaması gerektiğini ve başım sıkıştığında bu yüzüğü göstermem gerektiğini biliyordum. Eğer bizim ismimiz bile seni kurtaramazsa bu yüzüğü göster. Karşındaki kim olursa olsun seni hayatta tutacaktır. Demişti Dolunay yüzüğü parmağıma takarken.

 

Bunun nedenini hiç sorgulamasam da aklımda dönüp duran sayılı soruların başında geliyordu. Tuğra'ya söylemememi söylediğinde düşünmeden ve sormadan söylemeyeceğime dair yeminler etmiştim. Çünkü Dolunay'la aramızda birden fazla sır vardı. Bana silah tutmayı hatta çok iyi şekilde kullanmayı o öğretmişti, dövüş için dersler aldırıp Selcen'le tanışmama o vesile olmuştu. Eğer hayatımda güzel diyebileceğim şeyler varsa bunların tek sahibi Dolunay Akkor'du.

 

''Başlıyorum.'' Selcen'in sesiyle gözlerimi elimden çektim. Yüzükle oynadığımı ve Selcen'in hemen önüme geldiğini fark etmemiştim bile. Elimi kaldırarak ona başlamasını ve üzerime oynamasını işaret ettim. Bir dakika bile beklemeden elleri ve yükseğe ulaşan tekmesi içeride yankılanmıştı.

 

Tekmeler, yumruklar ve bedenime gelen darbeler asla durmuyordu ama savunmam saldırışımdan daha iyi olduğu için hiçbiri işlemiyordu. Selcen saldırı da iyi olabilirdi ama savunmada benim aksime kötüydü. On saldırdığım ikinci dakika da yere yığılmıştı.

 

Ne kadar sürdüğünü bilmediğim dövüş kapının açılış sesiyle durdu, Selcen ile aynı anda kapıya çevirdik yüzlerimizi, öğrencilerin yüz ifadelerinde sevinç vardı. Dövüşmekten daha zevkli bir şey varsa bu da dövüşenleri izlemekti. Bu yüzden onlara hak veriyordum.

 

Elimi Selcen'e uzatarak kalmasına yardımcı oldum, diğer elimle de öğrencilere içeri gelmelerini işaret ettim.

 

On beş ve on sekiz yaş aralığını çalıştırdığımız için aramızda pek de fark olmayan genç erkekler için tabakla sunulmuş bir tatlıya benzediğimizi biliyorduk ama kimse dövüş öğretmenine yan gözle bakabilecek ya da ters bir harekette bulunabilecek yüzsüzlüğe ve cesarete sahip değildi.

 

Selcen kalktıktan hemen sonra dağılmış saçlarını tekrar sıkıca topladı.

 

Bu sırada saatin nasıl geçtiğini salonda anlamadan eğitim vermeye başladık. Genelde mola vermeden kısa sürede eğitimleri bitirme taraftarıydık ama bazı öğrenciler ara vererek çalışmayı tercih ediyordu. Bugün ki öğrenciler yarım gün ve aralıksız çalışmayı kabul ettiğinden haftanın en rahat ve hızlı geçen günlerindendi.

 

Öğrencilere de öğrettiğim gibi korunmayı daha çok yapmak zorunda kalsam da saldırmayı daha çok seviyordum. Fevriydim, dengesizdim ve karşımdakini korkutuyordum. Bu görüntü içimde nedensiz bir heyecan hissettiriyordu.

 

Öğrencilerim de genelde bana ayak uydurduğundan saldırıda çok daha iyi oluyorlardı.

 

İçeride çalan enerjik müzik sesi birden durduğunda karşımdaki öğrencinin bana yönelttiği tekmeyi havadayken tuttum ve yüzümü hoparlörü bağladığımız bilgisayara çevirdim. Elektrikler gitmişti ve saat öğleyi geçiyor gibi görünüyordu. Bakışlarımı duvardaki saatten çektiğim sırada yüzümü Selcen'e döndüm.

 

''Bugünlük bu kadar ders yeter çocuklar. Hadi gidin ve şu iğrenç kokunuzu daha fazla insanlar duyumsamadan yıkanın.'' Kız ve erkek karışık bir grup genç söylenerek ve gülerek çıkışa yönelmeye başladığında ayağını tuttuğum çocuğu bırakıp ona gitmesini işaret ettim. Onlar çıkarken ben de prizden hoparlörü çıkarıyordum, hoparlörü ve bilgisayarı kenara bıraktıktan hemen sonra Selcen ile beraber boşalan salonu toparlayıp odama doğru ilerlemeye başladım. Bugün günlerden Perşembe'ydi.

 

Yılda bir gelen Kasım ayının Perşembe günüydü. Saat dördü beş geçiyordu. Odamın kapısını açıp içerideki duşa girdim. Burası da en az benim odam kadar soğuktu ama benim için bu konu uzun zamandır sorun olmuyordu. İçeriye açtığım ılık suyla beraber üzerimdeki terli kıyafetleri sepete attım. Girişte duran Hale biz çıktıktan sonra burayı kapatmakla ve kirlileri yıkayıp etrafı toparlamakla yükümlüydü. Genelde salonu biz toparlar sabahları da kulübü ben açardım, bu yüzden ona sadece kirlileri yıkamak ve kapatmak kalırdı. Aynı zamanda kayıtlar ve saat ayarlamaları gibi asistanlık görevine sahipti. Bizden başka güvenilir bulduğumuz tek kişiyi almakla iyi ettiğimizi gün geçtikçe daha iyi anlıyordum. Başlarda Selcen bir kişi daha alma konusunda ısrarcıydı ama aldırmamakla iyi etmiştim çünkü Hale her türlü her şeye yetişiyor parasını da fazlasıyla alıyordu ayrıca onunla güven sorunu da yaşamıyorduk.

 

Yıkadığım tenimi ve saçlarımı son kez sudan geçirdikten sonra suyu kapatarak hızlıca kuruladım bedenimi. Telefonum ötede ben duşa girdiğimden beri mesaj ve aramayla titriyordu ama önemsiz olacağını düşünerek bakmak için acele etmiyordum. Üzerimi giyindikten sonra ceketimi son olarak üzerime aldım ve telefona doğru ilerledim. Dolunay mesaj atmıştı, Teoman beyin kumarhanede olduğunu söylemiş Selcen'le isem onunla gelmemi söylemişti.

 

Bunu söylemekte ki amacı açıktı kimse anlamasa tahmin etmese bile ben ediyordum, Selcen'i babasının yanına gönderip ondan laf alacaktı çünkü Tuğra her ne boklar yiyorsa bunu Dolunay'dan gizliyor olmalıydı. Ona tamam diye mesaj atarak kapıyı açıp Selcen'in kapısını tıklattım. ''Eğer en yakın kız arkadaşım değilsen ve canını seviyorsan defol.'' Dedi asabi şekilde.

 

Kapıyı açtığımda saçlarını kurulamakla meşguldü. Doğuştan düz olan saçlarımdan ötürü sanırım şanslıydım. Çünkü sadece üzerimi giyinmem ve saçlarımı taramam hazır olmam için yeterliydi.

 

''Gel de makyaj yap.'' Diye mırıldandu makyaj masasını gösterirken. Kafamı aşağı yukarı sallayarak çantamı kenara bıraktım ve kapıyı kapatıp aynanın karşısına ilerledim.

 

''Dolunay abla çağırdı ama eve gidip akşam için hazırlanmalıyım.'' Elimdeki rimeli sürdükten sonra yerine koyarken ona döndüm. ''Neden?'' rimeli bıraktığım elime eyeliner alıp çekerken aynadan bana baktı. ''Akşam Kutay'ın doğum günü unuttun mu? Bara gidiyoruz.'' Saçlarını tararken bana attığı bakışa sırıttım. Kutay onun hoşlanıp elde ettiği ama bir türlü yola getiremediği erkek arkadaşıydı.

 

''Kaçına basıyor, beşine mi?'' dedim gülümseyerek aynadan ona bakarken. ''Umarım beşten daha büyük bir yaşa girer. Artık öğretmenlik maaşına bağlanmalıyım.'' Dedi iç çekerek yanıma gelirken. Onun da doğuştan bozuk dalgalı saçları vardı, kuruturken şekillendirmezse gerçekten üzerine binip gökyüzünde uçtukları o sihirli ama çirkin süpürgeye benzerdi.

 

''Ona adam olmayı öğretmeye başladım, bensiz bir aydır bara gitmiyormuş.''

 

''Şaşırtıcı.'' Dedim kaşlarımı düzelttikten sonra. ''Bence de.'' Kenardaki çantamı omuzuma taktıktan sonra ''Öyleyse barda görüşürüz.'' Dedim geri geri kapıya doğru yürümeye başlarken. ''Barın adı alacakaranlık.''

 

Kafamı aşağı yukarı salladım ve önüme dönüp siyah kapıyı araladım. Bu sırada şarkı mırıldanan Selcen'in sesi kulaklarıma ilişti. Zorlukla yutkundum ve kapıyı kapatıp dudaklarımı sertçe ısırarak odamın kapısını kilitledim.

 

Eskiden hayalimdi şarkıcı olmak, bana ailene mi kavuşmak istersin yoksa şarkıcı mı olmak istersin siye sorsalar şarkıcı olmak derdim. Çünkü bu alanda zirveye çıkabileceğimi biliyordum ve ailemin yokluğuna yıllar içinde çoktan alışmıştım. Sonra iki seçeneği de elimden almışlardı zaten. Ne ailem kalmıştı elimde ne sesim.

 

Arabama binip öndeki Selcen'in arabasına ufak çarptım, bunu yapmayı seviyordum. En değer verdiği şey siyah üst model Jeep'iydi. Arkasına bir kere kazayla vurduğumda dünyası başına yıkılmış gibi davranmış bir hafta boyunca şoktan çıkamamıştı. Bundan keyif alan ben ise her seferinde arabasına ufak hasarlar bırakıyor keyfime keyif katıyordum. Bana bu zayıflığı gösteren oydu, kullanmaktan çekinmeyeceğimi de biliyordu.

 

Sabaha karşı geldiğim yolun tersi yönüne döndükten sonra soğuktan oluşan buhar görüşümü azalttı. Camı indirip soğuğun içeri sızmasına izin verdim, yağmur belli belirsiz çiseliyordu. Arabanın camına bıraktığı noktalar sileceğin hepsini savurmasıyla yok olurken buhar kayboldu. Camı yukarı çekip klimayı açtıktan sonra birkaç korna sesine maruz kaldığımda aynadan arkaya kısa bir bakış attım. Yersiz ergen iki genç eski model arabanın içinden trafiği birbirine kattığım için haklı olarak korna çalıyordu. Yoldan çıkıp sola döndüğümde sesleri kesildi, aradan girdiğim bu yol Dolunay'ın mekanına giden en kestirme yoldu.

 

Yirmi dakikaya yakın mesafeyi sadece on dakika da bu yolla gidebiliyordum. Bu yüzden ben kulüpten çıkarken elli geçeyi gösteren saat şimdi tam olarak beşi gösteriyordu.

 

Arabayı durdurdum anahtarı, çantamı aldım ve ben seviyorum diye Dolunay'ın dekorunu kırmızı yaptığı malikânenin önüne doğru yürüdüm.

 

Girişte aşağı inen merdivenlerin hemen önünde duran iki koruma taktıkları siyah gözlükleri çıkardıktan hemen sonra önümden çekildiler. Onlara kısa ters bir bakış atıp merdivenden inmeye başladım. Şimdiden etrafı dolduran kokular ve sesler zihin yorucuydu. İçeri girmek yerine bu yüzden soldaki koridora dönerek Dolunay'ın odasına doğru adımladım, koridor koyu gri desenli kağıtlarla döşeliydi. Aşağı katta olduğumuzdan soğuktu ve çok da dar olmadığından zemindeki sesler birden fazla kez yankılanıyordu. Sonunda üstünde Dolunay'ın ismi yazan kapının önüne geldiğimde elimi kulpa attım. Kapıyı açar açmaz gördüğüm görüntü yüzümü ekşitmeme sebep oldu. ''Affedersin.'' Dolunay yaslandığı masasından doğrulup rujunu bulaştırdığı Tuğra'nın dudaklarını silerken belli belirsiz gülümsüyordu. Tuğra ise bunun yerine kolunu dudaklarına uzatıp siyah ceketinin koluna simli parlatıcıyı boydan boya bulaştırdı. ''Hoş geldin Yeval.''

 

Kafamı selamını almak için hafifçe salladım. Dolunay mahcup şekilde hala bana bakıyordu ama gülümsemesi Tuğra yüzünü çeviri çevirmez silinmiş yerini soğuk ve ifadesiz bir yüz almıştı. ''Sevgilim sen misafirlerle ilgilen. Ben de kız kardeşimle.'' Tuğra kafasını aşağı yukarı sallayarak bana döndüğünde ''Selcen nerede?'' diye sordu. ''Evde. Akşam buluşacağız.'' Dedim. Tekrar kafasını sallarken yanıma ulaşmıştı. Esmer teni ve kara gözleri onu giydiği siyah takımla beraber korkunç gösteriyordu. Eğer küçük bir kız çocuğunu önüne bıraksanız arkasını dönüp ağlayarak kaçmaya başlardı.

 

''İyi, Teoman Bey burada ondan sordum.'' Ona cevap vermediğimi gördüğünde kapıdan çıktı ve arkasından kapatarak bizi bej rengi döşenmiş odada yalnız bıraktı.

 

''Yanıma gel.'' Dolunay'ın söylediğini yaparak hızlı adımlarla ona doğru ilerledim. ''Selcen'den bir şey öğrenebildin mi?'' Kapı ne kadar kapanırsa kapansın önlem amaçlı sessiz konuşuyordu

 

''Hizmetçiyi aradı ya babası arkasından iş çeviriyor ya da Tuğra sabah onun için bir işi çözdü.'' Dolunay'ın gözleri kısıldı. Bir eliyle dudaklarını silerken diğer elini de masaya yaslamıştı. Gözleri ona söyleyebileceğim şeylerden ötürü üzerimdeydi.

 

''Bu aralar onda bir tuhaflık var, son zamanlarda araştırıp durduğu bir adam var ama adamı kimse tanımadığı için bulamıyor.''

 

''Kim?'' dedim meraklı gözlerimle ellerime destek çıkarken. ''Bilmiyorum, İtalya'dan gelen bir adam. İsmi herkesin kulağına gitmiş ama kimse yüzünü bilmiyor. Sadece sağ kolunun yüzünü biliyorlarmış onun da ismi belirsiz. Sağ kolumu yoksa adamın kendisini mi arıyorlar bilmiyorum.''

 

''Neden arıyorlar, nasıl bulacaklarından haberin var mı?''

 

''Neden aradıklarını henüz öğrenemedim ama adamla aynı masaya oturmak için onunla iş birliği yapmaya başlamışlar. Sağ koluyla irtibattalar.''

 

''Merak uyandırıcı.'' Dedim onun gibi kalçamı masaya yaslarken. ''Bu aralar yanından silahını eksik etme.''

 

Çekmecesini açıp içindeki küçük bıçağı eteğimin iç kısmına sıkıştırdığında ona baktım. ''Eğer bu adam gerçekten İtalya'dan geldiyse buradaki mafyalar onun yanında mafyacılık oynuyor gibi kalır.'' Bıçağı tıkıştırdıktan sonra doğrularak elleriyle saçlarını düzeltti. ''Şimdi dikkat çekmeden yukarı gidelim.''

 

Kafamı olumsuzca salladım. ''Akşam Kutay'ın doğum günüymüş. Selcen'leyim.''

 

''Nerede olacak doğum günü?''

 

''Alacakaranlıkta.''

 

''O tekinsiz yerde mi?'' dedi Dolunay yüzünü buruşturarak. ''Şu çocuğun varoşluğunu bir düzeltemediniz.'' Belli belirsiz güldüm. Ardından çantamı ve belimi işaret ettim. O demek istediğimi anlamıştı. ''Tamam kendine dikkat et. Telefonunu yanından ayırma, gerçi pek bakmıyorsun ama...'' söylenerek bana attığı imalı bakışa omuzumu silkerek karşılık verdim. Önden kapıya doğru yürümeye başlıyordu, bu sırada telefonum titredi. Çıkarıp baktım bu kez. Mesaj Kutay'dandı. Doğum gününü erken yapalım gece dağıtalım diyordu. Mesajına göz devirdim ve Selcen'den kutuma düşen mesaja girdim. Buradan direk geçmemi Kutay'ın onu almaya gittiğini yazmıştı. Ona tamam yazarak merdivenlerden çıktım.

 

Yukarı girip kafa ütüleyecek insanlarla oturmaktan kat kat daha iyi bir şey varsa o da barda kafayı bulacak kadar alkol almak, Kırmızı şarap ve bardağa bulaşmış kırmızı ruj iziydi.

 

Korumalar duydukları merdivende yankılanan topuklu sesiyle bana bakıp önümden çekilerek yolumu açtığında onlara bakmadan arabamın anahtarını çıkarıp kapıyı açtım ve arabaya binip navigasyonla alacakaranlığın yolunu tuttum. Dolunay'ın da söylediği gibi oldukça tekinsiz ve serserilerin kafası güzellerin dolaştığı bir mekandı. Kutay zengin olmasına rağmen böyle saçma yerlerden ve mekanlardan gereksiz şekilde hoşlanıyordu.

 

Eğer alkol olmasa Selcen için bile ona katlanabileceğimi sanmıyordum ama işin içinde alkol vardı ve bu dünyaya bu yaşıma kadar dayanabildiysem bunun en büyük yardımcısı aldığım alkoldü. Acımla alay etmemi sağlıyordu, acıma alıştırıyordu ve bazen kendimden geçiriyor bana acıyı unutturuyordu.

 

Tırnaklarımın sivri ucunu direksiyona batırdım hızımı arttırırken. Kan rengi tırnaklarım her zamanki gibi parlak ve kusursuzdu. Bir tırnağıma iki de rujuma önem verirdim, ikisinin de aynı ton olması ve kusursuz olması özen gösterdiğim sayılı şeylerdendi.

 

On beş dakikalık sessiz yolculuk alacakaranlığın yanıp yanıp sönen tabelasıyla bittiğinde önünde duran arabamın içinde aynamı ve çantamda her zaman bulunan kan kırmızı rengi rujumu çıkararak dudaklarıma özenle sürdüm. Sadece beş dakika süren bu işlemin ardından arabamı kilitleyerek önümde duran arkasına hafif çarptığım Selcen'in arabasına baktım. Muhtemelen bunun hakkında da mesaj atıp küfürler yağdırmıştı ama ben sadece en son ki yazdıklarına baktığım için o mesajları öylece havada asılı kalacaktı.

 

Havanın soğuk rüzgârı etrafı sararken alacakaranlık yazısının üstünde de tutan küçük kar taneleri gözüme çarptı. Bu sırada kararan bulutlar yağmur çiselemeye hatta ona katılan karları ufak ufak atmaya başlamıştı. Yüzümü kararmaya meyilli gök yüzüne kaldırıp yüzüme karıştırdığı damlaların soğukluğunu hissettim. Arkamdan yansıyan araba farları beni kendime getirdiğinde yüzümü gök yüzünden indirdim ve ellerimi cebime koyarak içeri doğru adımladım.

 

Alacakaranlığın güvenliksiz, boydan boya cam olan kapısını açtığımda içeri kapının üstünde duran saçma zilin sesi yayıldı. Neydi bu? Mekâna ya bir sürtük ya da bir uçkuru düşkün herif geldi uyarısı mı?

 

Herkesin gözü üzerime döndüğünde yeni burnuma dolan kokuları içime çektim. Karışık birçok mide bulandırıcı koku bulunabilirdi ama en güzeli alkol kokusuydu. Kulağıma köşede duran bilardo masasında vurulan topların sesleri geliyordu. Bir grup yetişkin adam bilardo masasının etrafındaydı, bir tanesi tebeşiri sopanın ucuna sürtüyordu. Gözlerimi onlardan çektiğimde köşede oturan bir adamla göz göze geldim. Adamı gözüm bir yerden ısırıyordu ama kim olduğunu tam olarak anımsayamıyordum, daha önce görmediğime emin olduğum için sadece yer altından tanıyor olabilme ihtimalimi düşündüm. Tuğra'nın etrafındaki herkesin adını en az bir kere duymuştum ama onların benden haberleri pek olmazdı. Bu Dolunay'ın Tuğra'ya koştuğu bir şarttı. Beni güvende tutabilmek için adım ve yüzüm sır gibi saklanıyordu.

 

Şahsen bundan bir şikayetimde yoktu, dediğim gibi ben aralarında gezen herkesi gören ama kimsenin varlığından haberi olmayan bir gölgeydim.

 

Uzaktan parlak taşlı elbisesiyle elindeki bardağa alkol dolduran Selcen'i ve beline uzanan sarı saçlarını gördüğümde adımlarımı oraya yöneltip gözlerimi köşede oturan otuzlu yaşlarındaki adamdan aldım. Ben çekmesem onun da bakışlarının üzerimden çekileceği yok gibiydi. ''Nerede kaldın kızım ya? Sana yolda mesaj attım.'' Kutay'a ters bir bakış atarak Selcen'in uzattığı kadehi aldım ve dudaklarıma götürüp büyük bir yudum aldım. Eğer onlara sabretmem gerekliyse tüm gece, kadehler elimde kırmızı sıvı dudaklarımda kalmalıydı. Aksi halde ne ayık çekilebilecek bir dünyam ne de aklımı meşgul edebilecek bir arkadaş çevresine sahiptim.

 

Kutay ona mimik bile yapmadığımı görünce suratını asarak Selcen'e döndü. ''Şu kızı masamıza çağırmak istiyorum, eğer izin verirsen.'' Bardağı tuttuğu elinin işaret parmağını karşıda renk değiştiren ışıklar altında pole dance yapan kadına uzattığında Selcen'e tek kaşımı kaldırarak baktım. Selcen'in de bakışları anında beni bularak tek kaşını kaldırmıştı. '' Direkte dansa devam eden kişi sen mi olmak istiyorsun?'' dudaklarımı kıvırarak bakışlarımı Selcen'den Kutay'a çevirdim ve elimi kaldırarak direğin hemen önünde olan koltuğa doğru uzattım. Bu ona istiyorsan sen gidebilirsin dememin kısa ve öz haliydi. ''Tamam ya, şaka yaptım. Sadece doğum günüm diye...'' Selcen ile elimizdeki bardakları tokuşturarak dudaklarımıza götürdüğümüzde gözlerimiz birbirinden ayrıldı. Mekândaki hiçbir koku artık ağır gelmiyordu, bir süre sonra içinde bulunduğum ortamın ağır kokusuna bünyem alışmıştı. Sadece kulağıma gelen bilardo topu sesleri, müziğin ve dans eden kadınları izleyerek yükselen erkeklerin nidaları geliyordu. Direk dansı yapan kadının önündeki koltuğa biri oturduğunda görüş açım refleksle oraya kaydı. Az önce göz göze geldiğim adamdı, boynunda bir dövmesi var gibi görünüyordu. Gömleğinin açık yakasından sadece yarısı belliydi ve yazılar dikey yazıldığından okunması zordu. Yanıp sönen ışıklar da bunu oldukça zorlaştırıyordu. ''Bir şey mi oldu?'' kulağımın arkasından bir fısıltı duyduğumda gözlerimi siyah takım elbiseli dövmeli esmer adamdan çektim. Koltuğa geniş geniş yayılarak oturuşu oldukça iğrenç duruyordu. Kafamı olumsuzca sallarken ellerimi kaldırdım ve Kutay'a arkamı döndüm. ''Dansçının önündeki adamı tanıyor musun?'' Selcen ona işaret ettiğim yere doğru kafasını eğdi. Saçları omuzunun arkasından önüne düştüğünde yıkandığı parfüm kokusu burnuma dolmuştu.

 

''Evet o...''

 

Onu dikkatle izleyişim ışıkların aniden kesilmesiyle son buldu. Bir anda çığlıklar yükseldi etraftan, kimden kaçıyorlardı nereden kaçıyorlardı bilmiyordum ama tek bildiğim şey birkaç silah sesinin içeride birden fazla yankılanışıydı. Birden fazla ayak sesleri etrafta koşmaya kızlar bağırmaya ve erkekler küfretmeye başladı. Sadece ışıklar gittiği halde bu kadar paniğin nedeni anlamsızdı. Bileğime bir bilek dolandığında Selcen'in kokusu yine yakından boğazıma sarıldı. ''Kızlar!'' Kutay'ın sesini duymamın hemen ardından bir silah daha patladı ve kulaklarım yakından gelen silah sesiyle çınlamaya başlarken boşta kalan elim kulağıma uzandı.

 

''Hala yeni oyun bulamadın mı Karmen?'' Hemen karşımızda direğin olduğu yerde dans eden kızı gördüm. Çekili perdeler aralandığında ay ışığı az da olsa içeri sızdı. Dansçı kız yerde ölü halde yarı çıplak vaziyette yatıyordu. Hemen önünde ayakta dikilen siyah takım elbiseli adam ise elinde silahla etrafını kolaçan ediyor onu koruyan bir kalabalık ise çevresini sarmış elinde silahlarla etrafa bakınıyordu, ayak ucunda uzanan başka cesetleri gördüğümde yutkundum. Etraf kan revandı, her yerden uğultu halinde çığlıklar yükseliyordu ve ona katılan ağlama sesleri içime yersiz bir korku salınmasına sebep oluyordu.

 

Bar'ın hemen dışından yükselen ateş etrafı sarmaya başladı, etraf ateşle çok daha aydınlanmaya başlarken bir adamın ''Efendim çıkmamız gerekli.'' Dediğini duydum ama duyduklarımı tam olarak idrak edemiyordum, kulağım hala çınlıyordu. Selcen ve Kutay beni barın arka kapısına doğru çekmeye başladığında sersem halde onların ardından sürüklendim.

 

Onlarla adımlarım arkama gitse de gözlerim ilerideydi, etrafı korumalarla sarılı boynu dövmeli adam bana döndüğünde belli belirsiz gülümsedi. Bu sırada etrafı saran ateş, içeri yayılan duman yükseliyordu. Bahsettiği Karmen her kimse bir adam için bir bar dolusu insanı öldürecek kadar gözü dönmüş biri olmalıydı.

 

Selcen kilitlenmiş arka kapıya baktıktan hemen sonra endişeli gözlerle öksürerek bana döndü, Kutay bu sırada kapıya omuz atmaya başlamıştı. Elimi çantamdaki silaha atarken Selcen de bir elini ağzına götürüp diğer eliyle Kutay'ı omuzundan çekerek arkasına aldı. Böylece arkamızda kalan adamlar silahın bizde olduğunu fark etmezdi. Kutay çıkardığım silaha gözleri irileşmiş bakarken omuzumun üzerinden dudaklarını aralayışını gördüm ama benim silahı kilide sıkmam ve Selcen'in erkek arkadaşını susturmak için dudaklarına yapışması sadece saniyeler sürmüştü. Artık görüşüm omuzumun arkasında değil önümdeki açılan kapıdaydı. Silahı çantama geri koyup kafamda onlara işaret verdiğimde arkada kalan kalabalıktan '' Kapı açıldı!'' diye bağırışlar duydum. Bir elim etrafı saran dumandan ötürü ağzımdaydı diğeri ise onların çıkması için kapıya yaslıydı.

 

''Neler oluyor, Karmen de kim?'' Selcen Kutay'a kendi arabasına doğru çekerken ''Ya cevabını bildiğimiz sorular sor ya da kapa çeneni.'' Diye söylendi. Kutay ne olduğu hakkında hiçbir fikri olmayarak sersem halde Selcen nereye çekiyorsa oraya gidiyordu. İkisinin öksürüğü birbirine karışırken temiz havadan derin nefesler alarak dolan gözlerimi sildim. Arabaların önüne gelene kadar etrafı birden fazla kez kontrol ederek tetikte kalmıştım. Bu sırada Selcen'in hemen arkasından gelen eli silahlı bir adam gördüm, kaşlarım çatıldı. Bu adam az önce etrafını sardıkları adamın korumasıydı. Selcen'i kolundan tuttuğum gibi refleksle kendime doğru çektiğimde zincire bağlı halka gibi Kutay da savrularak benim tarafıma geçti ve tam o anda sıkılan kurşun arabamın tekerine isabet etti. Bir tekerin inişinin sesini duydum, karanlık sokakta ona karışan tek ses Selcen ve altına sıçmak üzere olan Kutay'ın nefes sesleriydi. Sırtım soğuk yarım duvarla buluştuğunda Selcen bir küfür savurdu ardından yaklaşan korumaya duvardan eğilerek bir göz atıp bana döndü. ''Tek kişi, halledebiliriz.''

 

Selcen'e dönüp kaşlarımla adamın elindeki silahı işaret ettim. ''Sende de silah var.''

 

Açılan kapının hemen ardından korumaların devamı çıktığında Selcen sesli şekilde yutkundu. ''Tamam, benim arabam hala sağlam. Onlar fark etmeden arabaya gidebiliriz.''

 

Kafamı aşağı yukarı sallayarak ona sırayla gitmemiz gerektiğini işaret ettim. ''Önce ben.'' Selcen ile aynı anda sağımızda kalan gözleri dolan Kutay'a döndüğümüzde nasıl baktığımızı bilmiyordum ama ''Altıma sıçmamı mı istiyorsunuz? Ben dövüşmeyi bile bilmem.'' Diyerek açıklama yapmak zorunda kalmıştı.

 

Selcen seslice nefes verip ''İyi bin arabaya, açıyorum. Üç dediğimde.'' Dedi.

 

Mermiyi namlunun ucuna getirdikten hemen sonra dikleştirdim ve yaslandığımız duvardan hafif kafamı eğdim. Adam etrafına bakıyor bizi arıyordu, aramızda sadece üç adımlık mesafe vardı. Silahı sadece ucu görünecek şekilde çıkarıp adamın bacaklarını hedef aldım. Karın bölgesi hedef alacağım son noktalardan biriydi çünkü üzerinde can yeleği varsa bu bir işe yaramazdı. Silahı çevik bir hareketle bir bacağının üst kısmına kaldırıp mermiyi ateşledim. Adam acıyla inleyerek yere kapaklandığında Selcen Kutay'a ''Şimdi.'' Diyerek gitmesini işaret etti. Kutay tam gitmek için doğrulup adım attığında adamın ikinci bacağına da mermiyi geçirdim. Tek dizinin üstüne düşmüş adam şimdi sırtı soğuk zeminle buluşmuş haldeydi.

 

Yutkunarak arkasından gelenlere baktım, En önde üç kişi arkasında da beş kişi görünüyordu. Öndeki üç kişiden biri en öne geçip ''Siz Karmen'i arayın.'' Diyerek onları sola yönlendirdiğinde bize kalan sadece üç kişi oldu.

 

Derin bir nefes alıp Selcen'e döndüm. ''Önce sen.'' Ellerime bakıp kafasını olumsuzca salladı. ''Bende silah var Selcen siktir olup git şuradan.'' Öfkeyle ona baktığımda sertçe yutkundu. ''Sen silahla destekle, ben arkadan yaklaşıp dövüşeyim.'' Adamların bellerinden çıkararak etrafa doğrulttuğu silaha aynı anda baktık. ''Selcen, git.'' Silahı sıkıca kavrayıp kafamla tekrar gitmesini işaret ettim. ''Bekleyeceğim seni.''

 

Kafamı tekrar olumsuzca salladım ve kenarda duran arabaya döndüm. İçeride oturan adam alnına bir kurşun yemiş görünüyordu. Bu da demek oluyordu ki araba açıktı ve adamı yere indirip yerine geçmek için gerekli vakti önümdeki üç adamı yaralar yaralamaz kazanabilirdim. ''Gözüm hep dikiz aynasında olacak, gelmediğini görürsem dönerim.'' Kafamı olumlu vaziyette sallayarak aramızda dört beş adım kalan adamlara baktım. Selcen alacağı işareti biliyordu. Silahın ucunu bu kez duvarın öbür tarafından doğrulttum. Önce en soldaki adamı hedef aldım, omuz bölgesi atış için gayet müsait duruyordu. Namluyu kaldırdım kaldırdım ve... bam!

 

Adamın inleyişi yerde dizlerinden vurularak kıvranan diğer adama karıştığında Selcen elinde anahtarla koşmaya başladı. Özellikle arabaların arkasından giderek kendini korumaya alması içimi rahatlatmıştı. Çünkü bu gözler az önce aptal gibi ulu orta yerden koşan bir Kutay görmüştü.

 

''Siktir!'' yere düşen adamlar diğerleri sol tarafa döndüğünde duvarın az önceki kısmına geçtim ve bambaşka yöne bakan adamın da az önce yere yığılan adam gibi dizlerine sıktım. ''Lan ne oluyor?!''

 

Ayakta tek kalan adam etrafına çok daha korkuyla bakıyordu, duvara yaslanıp gergin bir nefes aldım. Mermimi kontrol etmek için silahı açtığımda kalan tek mermiye gülümsedim. Ya hep ya hiç.

 

''Salihleri ara.'' Duvara hafif yanaşarak yüzümü eğdim, hava karardığından sadece uzakta kalan sokak lambaları burayı aydınlatıyordu. Ayakta kalan adam ''Arıyorum.'' Diyerek telefonu eline aldığında silahı aceleyle çıkarıp doğrulttum. Bu sırada biri ''K....köşe...de'' diye fısıldadı. Ayakta kalan adamın bakışları anında olduğum yeri bulduğu sırada benim silahı ateşlemeye beş saniyem kalmış onun silahının namlusu bana dönmüştü ki benim silahımdan çıkmayan bir kurşun sesi sokakta yankılandı.

 

Sertçe yutkundum, önümdeki adam acıyla yere yığıldı. Arkadan kafasına bir kurşun yemişti. Dizlerinin üzerine düşerek arkadaşlarının yanına onların aksine ölü vaziyette yığıldığında arkasında kalan siyah gölgeye baktım. Siyah ceket giymiş bir adam vardı, pantolonu ve botları siyahtı. Kafasında siyah bir şapka takılıydı. Yüzü eğik olduğu için ışığa yakın dursa bile elindeki silahtan ve bedenindeki siyah kıyafetlerden başka hiçbir şey görünmüyordu. Nefes nefese göğsüm şiddetle inip kalkarken elindeki silahı indirip şapkasını düzeltti. Yere ölü şekilde yığılan adamın yaptığı arama telefon ışığının yerden yükselişiyle açılmış göründü. ''Yavuz?'' dedi adamın biri. Yaralı olan adam zorlukla ''K....Karmen.'' Diye fısıldadı. ''Ne? Orada mı? Geliyoruz.'' Dediği sırada deri ceketli, yüzünü şapkayla örten adam ağır adımlarla bu tarafa doğru yürümeye başladı. Elimdeki silahı sıkıca tuttum, içinde son bir mermi vardı. Sertçe yutkunup duvarın öteki tarafından sessizce izlemeye devam ettim.

 

Adımları ağır ve acelesizdi. Halbuki buraya gelmekte olan beş eli silahlı adam vardı. Karmen dedikleri adam yaklaşıp ekranı açık telefona vardığında botuyla sert şekilde ekrana vurdu ve kırık cam parçalarının sesi buradan bile duyuldu. İndirdiği silahı tam kaldırmadan henüz ölmemiş adamların kafasına doğrultarak teker teker iki kurşun sıktı ve elini iç cebine attı. Bu sırada silahı tutan eli benim tarafıma dönüktü, elinin üzerindeki dövmelerin desenlerini belli belirsiz gördüm. Parmaklarında ve ellerinde dövmeler kaplıydı. Dudağımı ısırarak kırmızı rujun tadını ağzımın içinde dolandırdım. Beynim zonklamaya başladı.

 

Karmen dedikleri adam cebinden çıkardığı kırmızı üç zarı cesetlerin ortasına bıraktığında vuran sokak lambası ile zarların rengi parladı ve zarların sekme sesi ufaktan kulağıma geldi.

 

Yüzünü omuzunun üzerinden hafifçe bu tarafa çevirerek gölgesini önüme düşürdüğünde elimdeki silahı tutuşum sıkılaşmıştı. Geri yaslanmadan ona bakmaya devam ettim. Burada olduğumu biliyordu ama beni vurmak istemiyordu çünkü isteseydi bunu çoktan yapardı, bana zarar vermemesi de gitmeme izin verdiğini gösteriyordu ama izin almadığımın çok da farkında olmadığını söyleyebilirdim.

 

Silahının şarjörünü çıkardı yere bırakıp ayağıyla bana doğru ittirdi. Kaşlarım çatık yerdeki şarjöre baktım. Nefes alışverişim o kadar dengeli ve sessizdi ki, silahımdan çıkan kurşun sesleri olmasa benden haberinin olmayacağına emin olurdum.

 

Bedeni bana arkası dönük hale geldiğinde uzanıp çevik hareketle şarjörü aldım ve gitmesini bekledim. O gider gitmez arkasından boş sokağı kontrol ettim. Ederken tek gördüğüm etrafın kan revan olduğuydu, ellerimin titremesine engel olmak için derin nefesler alarak kendime hâkim oldum. Boş sokağın sessizliği etrafı sardığında titreyip titrememek arasında kalan ellerimle silahın şarjörünü çıkarıp tam diğerini takmaya başlamıştım ki ''Kime niyet kime kısmet.'' Sözüyle ellerim olduğu gibi kaldı, artık titreyip titrememek arasında değildi çünkü buz kesmişti. Bakışlarımı silahtan hafifçe yukarı kaldırdım. Önümde silahı kafama doğrultmuş üç adam arkasında ise etrafı kolaçan eden iki adam duruyordu.

 

''Bırak bakalım silahı güzellik.'' Dedi öndeki kafama silahı doğrultan. Silahı ve şarjörü yere bırakarak onlara doğru ittirdim. Memnuniyetle gülümseyerek arkasındaki iki adama beni kaldırmalarını işaret etti. Kollarımdan tutup kabaca kaldırılmama izin verdim. Ayağa kalktığımda ise ani bir hareketle adamı kravatından çekerek önüme siper edip diğerinin özel bölgesine sert bir tekme geçirdim. Hemen önümde bana silahı doğrultan adam arkadaşına mermi boşaltırken yerde kıvranan adamın yanından geçerek onun silahını yerden aldım ve arkayı kolaçan ederek kendime siper ettiğim ceset olmuş adamı yere attım. Arkam sağlamdaydı ve önümde üç adam vardı. ''Taşaklı hatun ha? Görmeyeli yıllar oldu.'' Öndeki adam kulağındaki kulaklığa farklı dilde bir şeyler söylediğinde saklandığım delikten çıkmaya hazırlandım ama ''O silah boş, eğer geceyi uzatmak istersen diye uyarayım dedim. Az önce mermileri boşalttık.'' Sözlerini duymamla çıkmaktan vazgeçip şarjörü kontrol ettim.

 

Siktir!

 

Dediği gibi şarjör gerçekten de boştu. Silahı yere fırlatarak üzerimdeki ceketi yere bıraktım. Bir tanesi bana doğru ağır adımlarla geliyordu, nefesimi düzensiz alışım yüzünden paniğe kapıldığımı fark ederek biraz daha geri çekildim. Derin olan üç nefesi ardı ardına aldıktan hemen sonra önümdeki adamı kolundan tutarak kendime çekip dirseğimi karnına geçirdim, o iki büklüm olur olmaz kol dirseğimle de sırtına sertçe vurup onu yere devirdim. Bu sırada elinden silahı düşürmüştü ama onu almaya fırsatım olmadan kalan ikisi önümde belirdi ve bana sırıtarak kaşlarıyla arkamı işaret etti. ''Eğer Supergirl olup uçmayacaksan... seni alı koyuyoruz güzellik.'' Arkamdan gelen kalabalık adım sesleri yaklaşmaya başladığında omuzlarım derin nefesle çöktü. Sırıtarak ceketimin içindeki bıçağı dikkatle, belli etmeden çıkardım ve adama çok sinir olduğum için ceketimin koluna sokup ona gülümsedim. Ellerimi kaldırdığımda arkamdaki adamlarla aramızda sayılı mesafe kalmıştı, önümdekilerin ise dikkati bendeydi. Ellerimi kaldırıp bıçağı sıkıdan sıkıya tutarak ''Supergirl değilim.'' Dediğimde adamın kaşları çatıldı. ''Ne yapıyor lan bu?'' yanındaki adam ''İşaret dili abi, kardeşim de dilsiz oradan biliyorum. Supergirl olmadığını söylüyor.'' yanındaki adamı dinleyen adamın kaşları hayretle kalktı. İşaret dilimi açıklayan adama dönüp ''ama katilim.'' Diyerek birazdan öldüreceğim adama sözlerimi iletmesini bekledim. Birkaç saniye durdu, ardından ama döndü ama bir şey söylemedi. ''Söylemeyecek misin?'' dedim kaşlarımı kaldırarak. Bu sırada da göz ucuyla arkamdan gelen adamları kontrol ediyordum. ''Peki, ben iletirim.'' Diyerek gülümsedim. ''Ne diyor la-'' bileğime düşmesi için elimi hafif salladıktan hemen sonra bıçağın kabzasını sıkıca kavradım ve nişan alıp adamın tam gırtlağına fırlattığım sırada arkamızdan gelen adamların etrafımı sarması ve kafama siyah bir bez geçirip beni söyledikleri gibi alı koyması sadece saniyeler sürmüştü. Gerisi sadece alıştığım karanlıkta bedenimin kucaklanması ve bir arabaya bindirilmesinden ibaretti. Biri sonra başıma sertçe silah darbesi indirmiş bilincimi yitirmeme sebep olmuştu.

 

Yığılan bedenimin altındaki erkek bedenini hissettiğimi hatırlıyordum, gerisi ise sadece boşluktu. Koca bir boşluk.

 

♟️

 

Eğer hayatımı bir filme benzetecek olsaydım, bu kesinlikle bir korku filmi olurdu. Travmalarla dolu bir geçmiş, şiddete maruz kalmış ve ailesinden koparılmış küçük bir kız ve onu kovalayan bir seri katil.

 

''Sen özelsin Yeval.''

 

Hayır ben hiç kimseyim Dolunay.

 

''Sen eşsiz bir sese sahipsin Yeval.''

 

Hayır sesim bir lanet Tuğra.

 

''Sessizlik sandığın kadar kötü değil, bu senin iyiliğin için. Bu senin hayatta kalman için.'' Henüz dokuz yaşına basmamış bir kızın peşinden koşan bir seri katilden ne kadar korkabileceğini tahmin edebiliyor musunuz?

 

Ben sekiz yaşındayım, Adım Yeval ve sesim var ama peşimde sesimi arayan bir seri katilde var.

 

''Annem ve babam nerede Tuğra? Onları tanıyor musun?'' Bu sekiz yaşındaki Yeval'in henüz tanımadığı ve ona aile olacağını sandığı Tuğra'ya sorduğu ikinci soruydu.

 

''Ne anneni babanı ne de kardeşini tanımak istersin Yeval. Onlar eli bıçaklı katiller, sana sesin eşsiz diyorum neden biliyor musun?''

 

''Neden?''

 

''Çünkü eli bıçaklı kardeşin sesini arıyor Yeval, Dünya'yı gezse sesini kimseyle karıştırmaz. Sadece fısıldasan bile anlar sen olduğunu, o yüzden dilini kesilmiş say Yeval. Acısını hisset, yokluğuna alış ve sesini unut. Öyle unut ki eşsizliği kalmasın.''

 

''ama kardeşimse beni neden öldürsün ki?''

 

''Çünkü sen eşsizsin.''

 

Hayır ben kimseyim, ben hiç kimseyim.

 

Nefesim daralıyor başım, damarlarım zonkluyordu. Beynimde çıkan damarları görmek için ne aynaya ne de nefes alıp almadığımı hissetmek için gözlerimi açmama ihtiyacım vardı. Zaten kapalı göz perdelerimin arasından ışık süzmediği için aydınlık olmadığını anlamak da kolaydı. Ellerim de sıkı ipleri ve ayak bileğime sarılan iplerin baskısını hissedebiliyordum. Sıkı ve kalındılar, muhtemelen örgü desenleri bileklerimde geçici dövme görevi de görecekti.

 

Rimel sayesinde ağırlaşmış kirpiklerimi sonunda kırpıştırdığımda birbirine yapıştığından ötürü ayrılmasını ve görüşümün netleşmesini bekledim. Bu sırada parmaklarımı kıpırdatıyor kendime gelmeye çalışıyordum. Dengeli aldığım nefesin ardından sonunda gözlerimi aralayabildiğimde alnım da ki darbeyi hissetmeye başladığım sızıyla anımsadım. Vuranın kim olduğunu görmemiştim ama sert vurduğunu şimdi daha iyi hissedebiliyordum.

 

Yüzümü buruşturarak uyuşan ayaklarımı da kıpırdattım. Eski depo tarzı yıkık dökük bir yerdeydim. Yüzümü çevirdiğimde yan da birçok kişinin durduğunu gördüm, tek fark onların sadece elleri bağlıydı ve onlar ayaktaydılar. Etraf gri yıkık dökük duvarlardandı, tavanda belli belirsiz kafasına göre yanıp sönen floresanlar vardı.

 

''Böyle bir şansa denk gelmeyeli çok uzun zaman oldu.'' Dedi deponun çıkışından içeri giren bir adam. Açılan kapıdan büyük bir gürültü çıkmıştı, ardından gelen korumaların adım sesleri içeride yankılandı. Ellerini birleştirerek içeri girdiğinde arkasında yanık olan sokak lambaları kapının kapanmasıyla yok oldu, yine belli belirsiz yanan floresanların ışığında kalmıştık. Görüşümün bulanık hali düzeldiğinde gözüm boynundaki dikey yazılı dövmeye kaydı. ''Hem barda hem burada karşılaştık.'' Önüme doğru attığı adımları izledim sessizce, zaten istesem de konuşamazdım çünkü ağzımda bir bant yapışmış vaziyette dudaklarıma iğrenç bir tat yayıyor kırmızı rujumu banda bulaştırmamı sağlıyordu. ''Üstelik aradığımızın da sende olması dudaklarımı uçuklattı.''

 

Kaşlarım belli belirsiz çatılırken yan yana dizilmiş diğer sefil insanlara baktım. Hepsinin elleri bağlı ağızları benim gibi bantlıydı. Zencisinden beyaz tenlisine her ırktan insan duruyordu, aralarında Türk olduğundan emin olduğum birkaç genç ve kızda vardı. Bazılarının üzerinde benim gibi marka kıyafetler varken bazısının üzerinde kıyafet bile yok denebilirdi. Yırtık kıyafetleriyle bu hava da nasıl hayatta kaldıkları hakkında hiçbir fikrim yoktu.

 

Önüme varan adam eğilerek bir dizini kırdığında kırdığı dizinden sarkıttığı eline baktım. Damarları çıkmıştı, gözlerimi oradan gözlerine çıkardım ela gözlüydü esmerdi ve yüzü lekelerle doluydu.

 

''Bu güzelliği ziyan etmek zorunda olmak ne acı.'' Diyerek işaret parmağının tersini yanağıma sürttüğünde kafamı geri çektim. ''Abi, Karmen adamlarımızın bir kısmını cesede çevirmiş.'' Arkasında dikilen adam elindeki ekranı açık telefonu kapatıp cebine koyarken bakışları bana döndü.

 

Ne Karmen'i pardon?

 

Şahsen mermim adamlarınızı öldürmekten bitti.

 

''Tahmin edilesi bir durumdu, sersemler.''

 

Önümdeki adam doğrulup elini cebine koyduğunda bir telefon çaldı. Koruma esmer adamın yanına geldiğinde telefonu da ona doğru uzatmıştı, gözleri üzerimde dolanıyordu. ''Abi Ulaç Bey arıyor.''

 

Ulaç Bey?

 

Tolun olan Ulaç Bey mi? Eniştem olan Tuğra Akkor ile çalışan Ulaç Bey mi?

 

Kendimi tutamadan gülmeye başladığım sırada karşımdaki adamın telefonu tutan eli havada kaldı. Çatık kaşlarıyla bana dönmüştü. Ben ise karşısında deli gibi gülüyor üzerinde Ulaç Tolun yazan ekrana bakıyordum.

 

Ulaç bey ne kadar patronsa Tuğra da onlar için o kadar patrondu. Aptallar patronunun baldızını kaçırdığının farkında bile değildi.

 

''Ne gülüyor bu?''

 

''Bilmiyorum abi.'' Arkasından telefonu uzatan adam omuz silktiğinde ''Götürün şunu odaya kapıyı kilitleyin, Barkın Bey'in sağ kolu geliyor. Kızı hiçbir şekilde görmeyecek, duydun mu beni?'' diyerek ona itiraz istemeyen bir bakış attı.

 

''Duydum abi.'' Dövmeli adam telefonu açıp bizden uzaklaşmaya başlarken bana doğru ilerleyen adam diğerine gelmesini işaret ederek onunla beraber sandalyenin ucunu tuttu. Beraber beni kaldırıp odaya taşımaya başladıklarında gülüşüm ne artmış ne azalmıştı. Hala keyifle gülüyor başına gelecekleri hayal ediyordum.

 

Çünkü başlarına gelecek şeyi Tuğra ya da Ulaç Bey değil, ben bizzat kendim gelmesini sağlayacaktım. ''İnsanlar ölüme yaklaştığında delirir derlerdi, doğruymuş herhalde.'' Dedi beni taşıyan adamlardan biri. İlerideki boş odaya beni sokup bıraktıktan hemen sonra biri iplerin sıkılığını kontrol etti. Sertçe ipleri çekiştirmesi canımı yakmıştı ama sesimi çıkaramıyordum ki acıdığını belli edeyim. ''Organ nakli ne zaman gerçekleşecek?''

 

Başımdaki adam ipleri kontrol edene merakla bir soru sorduğunda gülüşüm yavaş yavaş azaldı. Dudaklarımı banda rağmen hareket ettirebildiğimden acıyordu canım ama önemi yoktu. Gülüşümün sesi yoksa, görüntüsü vardı.

 

''Barkın Bey'in adamı şunları alıp gittikten hemen sonra, arkadan arabayla çıkıp patronla doktorun yanına gideceğiz.'' İki takım elbiseli adamlar birbirleriyle konuşurken gözüm bana yakın olanın belindeki silaha kaydı, maalesef ki kabzesindan çıkarmam zor olduğundan onu yürütmem ipleri çözsem bile imkansızdı. ''Tamam ipleri sıkı, şu kapıyı kapat kilitle.''

 

''Abi, buranın kilidi bende yok ki?''

 

İplerimi kontrol eden adam boş ver o zaman dercesine elini salladığında ''Siktir et o zaman, ipler zaten sıkı.'' Diye mırıldandı.

 

Şimdi gülsem kendimi apaçık ifşalardım. O yüzden gülmedim, stabil bir ifadeyle onlara baktım. Elbette ipler sıkıydı ve canımı yakıyordu ama çözemeyeceğime bu kadar eminler miydi?

 

Ne yazık.

 

Karşımda dikilen iki adam arkasını dönüp kapıdan çıktıktan hemen sonra kapıyı sertçe kapattığında içeride sert kapanış sesi bir süre yankılandı. Derin bir nefes aldım önce, ardından böyle durumlarda ipi çözmek için öğrendiğim yöntemlerle ipten sıyrılmaya çalıştım. İçeriden gelen karışık uğultulu seslere odaklanmamayı seçiyordum. Beni diğerlerinden ayırma sebeplerinin az önceki konuşulan organ nakli olduğunu varsayarak elimi acele tutmaya çalışıyordum.

 

Eğer bahsettikleri gibi organımı alacaklarsa bu onların bir organ mafyası olduğunu gösterirdi, benim de masa da kalmış bir cesede döneceğimi.

 

Yutkunarak elimi daha da hızlandırdım, bir tırnağımın kenardan hafif kırılma sesini duymuştum. İçimden bir küfür savurarak ellerimdeki ipin yere düşüşünü duyup bileklerimdeki sızıyı derinden hissettim. Gerçekten fazla sıkmış bileğimin renginin değişmesine sebep olmuşlardı. Gergin nefesimi düzene alıp ayaklarımı çözdükten hemen sonra ağzımdaki bandı acıyla çıkardığım sırada deponun büyük kapısı gürültüyle sürüklendi. Öyle bir yankı yapmıştı ki kulaklarımı kapatmamak için çok zor durmuştum. Ayak bileklerimi çözer çözmez yandan destek alarak acıyan ayaklarıma aldırmadan kapıya doğru yürüdüm ve kapıyı çok hafif araladım. Aralar aralamaz içeri giren üç siyah araç farlarıyla beni kör etmişti.

 

En öndeki araç toplanmış korumaların hemen önünde durduğunda ön kapıdan biri indi ve bir eliyle ceketini tutup diğer eliyle arka koltuğun kapısını açtı. Gözlerimi araçtan etrafa çevirdim, soldaki kapının hemen önünde bir grup adam dizili ifadesizce arabalara bakıyorlardı. Diğer tarafta ise kapı bulunmuyordu. Büyük kapının önünü ise üç araç kapatmıştı. Pencereye benzer hiçbir şey bu deponun tasarımında görünmediğinden buraya sıkışmış gibi görünüyordum.

 

Kaçamayacağın yerden tek bir kurtuluş yolu vardır, o da yardım çağırmak.

 

Beni kontrol etmeye gelen birini alt edip telefonuyla Dolunay'ı, Selcen'i ya da Tuğra'yı arayabilirdim. Bunun için sanırım bahsettikleri Barkın Bey'in adamının gitmesini beklemek zorundaydım. O zamana kadar yapabileceğim tek iş de izlemek gibi görünüyordu.

 

Barkın bey, sağ kolu... Gözlerimi kısıp bir süre bu isimleri düşündüm. Daha önce bu isimleri duymamıştım ama sağ kol muhabbetini Dolunay'la ettiğimizi yarım yamalak hatırlıyordum.

 

Öyleyse bu isim ya çok yeniydi ya da sağlam kişiler tarafından ismi gizli tutuluyordu. Bu da bu adamın burayı tozla duman hale getirebilecek bir güce sahip olduğunu gösteriyordu. Elimi acıyan alnıma uzattım, gerçekten sızısı çok taze ve acıydı.

 

''Hoş geldiniz.'' Boynunda dövmesi olan adam ceketinin önünü iliklemiş vaziyette kumral – açık kahve saçlı bal rengi gözlere sahip bir seksen beşi geçen boydaki adamın önüne ilerlerken bedenimden bir titreme geçti. Adam hoş bulduk dercesine hafifçe kafasını salladıktan hemen sonra gözlerini etrafa çevirdiğinde sefil olmuş insanlar korkuyla karşısındaki siyah aracın önünde dikilen adama bakıyordu. Üzerinde koyu gri renk bir takım elbise vardı, kravatındaki renkleri gördüğümde bir adım geriledim.

 

Yeşil, beyaz ve kırmızı.

 

Tam da bu sırayla.

 

Dolunay'ın aradıkları İtalyan adamın Barkın Bey olduğunu anladığımda adamın yeni mi yoksa tehlikeli mi olduğu belli olmuştu. Bu adam arkası sağlam kişiler tarafından saklanıyordu ama asıl soru bu kişilerin kim olduğundan çok Barkın Bey'in yer altı gibi bir yerde neden saklanmaya ihtiyaç duyduğuydu?

 

Dilimi hala az da olsa dudaklarımda kalmış kırmızı rujumda gezdirdim. İğrenç bant tadı ve kokusunu hala alabiliyordum. Aralık kapıya parmaklarımı sardığım sırada Barkın Bey'in adamı bir eliyle arkasındaki adama işaret verdi. Bu sırada arkadaki araçların kapıları açıldı ve elinde çantalarla çıkan yedi sekiz kişi boynu dövmeli adamın önüne doğru ilerledi.

 

''Anlaştığımız gibi kişi başı beş yüz bin euro.''

 

Dudaklarım aralanıp aralanmamak arasında kalırken dövmeli adam dudaklarını yalayıp keyifle gülümsedi. ''Barkın Bey'in eli çok açık.''

 

Bal rengi gözlere sahip adam kafasını belli belirsiz sallayarak karşısındaki adama ifadesiz vaziyette baktı. Bu sırada dövmeli adam arkada kalan adamlarını yanına çağırdı ve sol tarafımdaki kalabalık bir anda dağılıverdi. ''Yine de saymak âdettendir. Sayın çantaları.'' Çantaların kilitleri aynı anda açılıp içerisindeki eurolar göz önüne geldiğinde kısa bir an takım elbiseli çalışanların nutkunun tutulduğunu hissettim. Keza ben de zengindim ama o kadar çanta parayı görmek benim bile nutkumun tutulmasına sebep olmuştu. Sanırım birikmiş hesaplarımdaki paraları toplasam çantalardan sadece bir buçuğundaki para kadar ederdi.

 

Dövmeli adamdan emir alan diğer adamlar paraları çıkarıp makineden geçirmeye başladığı sırada kaçamak bir bakışla sol da ki boşluğa ve küçük kapıya baktım. Eğer kilitliyse işim biterdi, orta da kalırdım ama eğer açıksa gerekli sessizliğe alışkın olduğumdan kolayca çıkıp ortadan kaybolabilirdim.

 

Risk mi?

 

Elbette.

 

Araladığım kapıdan bedenimle çıkmak üzere olduğumda bir adamın telefonu çaldı. ''Efendim Ulaç Bey arıyor.'' Dedi dövmeli adama bakarak. ''Git ötede durumu bildir.''

 

Elinde telefon tutan adam benim tarafıma doğru geldiğinde kapıyı kısa bir an kapalı gibi durması için ittirdim ve arasına sıkıştırdığım yüzümü geriye yasladım. Adım sesleri yaklaştı... yaklaştı ve çaprazımda görüşümün olmadığı bir yerde kesildi. Ardından açılan telefon sesi ve kapıdan çıkan kişinin açtığı kapı sesini duydum.

 

Risk yok, kapı aralık.

 

Yüzümü kapıdan çıkarıp hafif adamın çıktığı yere doğru eğdim, kapı kapalıydı. Dudaklarımı ısırıp adamın geri girmesini bekledim. O girdikten sonra kaçarsam en azından idare etmem gerekenler sadece dışarıda muhtemel bekleyen adamlar olurdu.

 

''Hepsi bu kadar mı?'' Kalın tok bir ses soğuk depo da yankılandığında gözlerimi tekrar para sayılan ve adamların toplandığı arabaların ortasında kalan bölgeye çevirdim. Arabaların farı içeri soluksuz aydınlatan tek ışıklardı. ''Evet anlaştığımız gibi.''

 

''Anlaşmayı bozan kişilerin cezası ölümdür. Bildiğinizi varsayıyorum.'' Dedi paraları getiren bal gözlü adam. Dövmeli ise kafasını salladı. Ellerini cebinden çıkarmadığını yeni fark ettiğim bal gözlü adam bir elini çıkardığında görüş açımdaki dövmelerle kaşlarımı çattım. Bu dövmelerin benzerini barın çıkışında görmüş gibiydim. Beni kurtaran o adamın elinde, Karmen'in ellerinde. Ne kadar aynısı olup olmadığına emin olmasam da bu eldeki desenler bana oradaki adamın elini çağrıştırıyordu.

 

''Biliyoruz elbette.''

 

''Öyleyse neden aralık kapıdan bir kadın bizi izliyor.'' Kapıya sarılı ellerim buz kesti, gözlerim uzun zamanın ardından ilk kez bu kadar irileşti. Burayı görebilmesi için gerekli açısı bile yoktu, kiriş önümü kapatıyordu. Ben bile onu sadece ucundan zor görüyordum.

 

''Ne kadını?'' dövmeli adam bilmemezlikten geldiğinde bal gözlü adam ''Kızı getirin.'' Dedi. Hareketsizce öylece dikilmeye devam ettim. Kaçacak bir yerim yoktu, kapıyı kapatıp aptal gibi ağlayacak halimde yoktu.

 

Göz ucuyla parmağımdaki gümüş desenli nişan yüzüğüne baktım. ''Bakın kendi aramızda bu konuda anlaşabiliriz.''

 

Bal gözlü adam tek kaşını kaldırdığında dövmeli olan ''Kızı veremeyiz, kız bize lazım.'' Dedi. ''Sebep?''

 

''Patronun ihtiyacı olan ilik kızla uyuştu.''

 

''Piyon için Vezire mi karşı geliyorsunuz?'' Bal gözlü adamın gözleri kısılıp diğerlerine doğru bir adım attığında herkes bir adım geri çekildi. Gözlerini kısan bu adam her kimse en az patronu kadar korku salıyor olmalıydı. Dudaklarını yalayarak ''Patronunuzu bana getirin.'' dediğinde Kaşlarım hayretle kalktı, bu sırada yanıma ulaştığını yeni fark ettiğim takım elbiseli adam kapıyı açıp beni kolumdan sürükleyerek onların yanlarına doğru götürmeye başlamıştı. Topuklumun sesi içeride yankılanmaya başladığında tüm gözler üzerime çevrildi.

 

Bal rengi gözler yüzümün ardından kısa bir vücut gezisi yaptı ve tekrar önüne döndü. Neden nefes alışverişim gereksiz değişiyordu ki?

 

''Bakın Barkın Bey'e-''

 

''patronunuzu getirin.'' bu yaptığı son ikazdı, sesindeki netliği ve uyarıyı alan Dövmeli adam yenilgiyle arkasındaki adamlara ''Patronu çağırın.'' Diyerek kafasıyla işaret yaptığında ellerimi arkada birleştirdim. ''İplerinden nasıl kurtuldun?'' yanımdaki adamın kulağıma eğilmesiyle bal rengi gözler bir refleks gibi bize döndü.

 

Birkaç adam yanımızdan geçip henüz yeni fark ettiğim merdivenden yukarı büyük bir gürültüyle çıktılar. Kesilmeyen adım sesleri kulak kanatıcıydı. Bu sırada dövmelinin yanındaki adamlar hala para sayıyordu. Dudaklarımı içeriden ısırdım. Yukarı çıkan adamlar gittiğinden beri garip bir sessizlik etrafı sarmıştı. Tek ses makinenin kâğıt paraları yutuşuydu.

 

Birkaç dakika geçen sessizliğin ardından merdivenin başındaki kapı aralandı. Oradan öksürerek inen bir adam görüş açımıza girdi. Merdivenleri destekle iniyordu, o inerken az önce kesilmeyen merdiven seslerinin aksine şimdi aralıklı sesler duyuluyordu.

 

Bal rengi gözler sabırla adamın inişini ve bastonu yere yaslayarak karşısında durmasını bekledi. Yaşlı adamın saçları beyazlamıştı, gözleri ve kaşları karaydı. Üzerinde aynı bal renkli gözlere sahip adam gibi gri bir takım vardı.

 

''Kızı istiyormuşsunuz.'' Dedi öksürüklerinin arasından bana kısa bir bakış atarken. ''Anlaşma öyleydi.''

 

''Barkın Bey'in tolerans geçeceğini umuyorum.''

 

Gözlerim iki gri takım elbiseli adamın arasında gidip gelmeye başladı. Diğerlerinin seslerini ve görüntülerini artık sadece arka planda boğuk bir görsel gibi görüyor ve duyuyordum. ''Barkın Bey tolerans adamı değildir.'' Dedi bal rengi gözler kısılarak.

 

''Kızı bana verin.''

 

Adam derin bir iç çekti. ''Size kız için yedi çanta daha vereceğim.'' Dövmeli olan ve yaşlı bastonlu olan adam birbirlerine bakıp kalkık kaşlarla bal rengi gözlerin sahibine döndüğünde benim de dudaklarım bu kez sonuna kadar aralık kalmıştı.

 

Bu adam dalga mı geçiyordu?

 

''Bu teklifi Barkın Bey'in haberi olmadan yapmanız ne kadar doğru? Barkın Bey'in toleranslı biri olmadığını söylediniz.''

 

''Evet, tek şartı insan kaçakçılığının zirvesine çıkmak. Bunun içinde sizinle yaptığı anlaşmada herkesi sizden parayla alacağını söylemişti. Bana da bir insan bile arkamda bırakmamı söyledi. ''

 

Yaşlı adam bana bakıp bir kez daha iç geçirdi. ''Kendi canımı ellerimle size mi vermemi istiyorsunuz? Yedi çanta için?''

 

''Eminim bu paraya başka bir ilik bulursunuz.''

 

''Zamanım yok.''

 

Bal rengi gözlü adam derin bir nefes alıp baş parmağıyla alnını kaşıdı. Diğer eli hala cebindeydi, yukarı kalkan ceketinin altında özel desenli silahını gördüm. Gümüş ve kırmızı desenlere sahip siyah bir silahtı.

 

Dudaklarımı ısırdım, korumalardan biri beni biraz daha geriye çekmeye kalktığında bal rengi gözler bize döndü. ''Tek adım daha atarsan kafana kurşunu yersin.''

 

''Barkın Bey'in karşısında bulunmak istemiyoruz, ortak bir yol bulalım. Savaş da barış da ilan etseniz kız bizde kalacak. Götürün kızı.'' Yaşlı adam son sözlerinin ardından kafasıyla gitmemizi işaret ettiğinde kolumu tutan koruma bal rengi gözlere korkuyla baktı. ''Akıllıca seçim.'' Dedi o gözlerin sahibi kolumu tutan adama. Adam yutkundu ve bana baktı. Ben de ona baktım.

 

İkimizde ne yapacağımızı, öleceğimizi ya da yaşayacağımızı bilmiyorduk.

 

Yaşlı adama bal rengi gözlü adam son kez ''Kızı vermiyorsunuz yani? Güzellikle?'' diye sordu. Yaşlı adam kolumu tutana dönüp ''Kızı götürmezsen tüm sülaleni kuruturum!'' Diye öfkeyle bağırdığında bal rengi gözlü adam sadece tek bir hareketle belindeki silahı çıkardı ve yaşlı adamın kafasına sıkarak silahından çıkan merminin defalarca boş depoda yankılanmasını sağladı. O an koruma da bende bir adım geri çıktık, yaşlı adam alnından süzülen kanlarla ayak ucumuza düştü. Ayak ucuma gelen kana baktım, sertçe yutkundum. Korumaların hepsi silahlarını bu hareketle ona doğrultmuştu. Onun arkasındaki kalabalık da aynı zaman dilimin de adama silah doğrultan korumalara silahlarını doğrulttu.

 

Arkamda birleştirdiğim ellerim hafif titriyordu.

 

Korkma, kırmızı. Sen seversin kırmızıyı.

 

Kırmızıdan korkma, kırmızı sensin.

 

''Eee savaş mı ilan edelim yoksa barış mı? Cevabı size bırakıyorum'' elindeki silahın mermisini bir kez daha namlunun ucuna getirdiğinde bu kez silahın ucu dövmeli adama bakıyordu. '' çünkü iki koşulda da kızı alacağım.''

Loading...
0%