Yeni Üyelik
20.
Bölüm

19. Bölüm | Öldürmek ölmek anlamına gelmez

@byzloey

Selam Piyonlarım bölümü biraz geç attığım için kusura bakmayın biraz yazma konusunda zorluk çektiğim bir dönemdeyim ama merak etmeyin çözeceğim bunu, umarım bölümü beğenirsiniz.

Fazla zaman kaybettirmeden sizi bölüme uğurluyorum.

Sizi çok sevdiğimi unutmayın, iyi okumalar.

Instagram: Byzloey

yarinlarzifirikaranlik

Oy vermeyi ve yorum yapmayı lütfen unutmayın.

 

19. Bölüm | Öldürmek Ölmek Anlamına Gelmez

Unsaid, 4ever falling

İntoxicated, Black atlass

Mabel Matiz, Vals

Ölümün ve yaşamın bir olduğu bu yolun güllerle dolu olduğunu düşünmemiştim. Güllere aldanıp adım attığımda ayaklarıma batan dikenleri hayal etmemiştim. Ben güller kırmızı diye sevinirken, yaprakları okşamak için uzanırken elime bulaşanın kanların olduğunu aslında güllerin kırmızılığını kandan aldığını fark etmemiştim. Koklamak için yaklaştığımda midemi çalkalayan o ağır kokunun ve tadını çok iyi bilen damağımın ekşiyeceğini akıl edememiştim.

Nefes al Yeval, nefes almak yaşadığını gösterir.

Alıyorum, çünkü sen öyle istedin. Ateşinle kül olup doğuyorum çünkü sen bunu isterdin. Anka'nın hikayesini bana anlattığında bana attığın bakışta gördüm bunu istediğini.

Uçaktan indiğimiz andan eve gelene dek anlatmıştı bana Anka'nın hikayesini. İtalya'da anlatılan Anka en yakınları tarafından ateşe verilmiş küllerinden kimsenin yardımını almadan doğmuş ve gökyüzünde kaybolmuştu. Küllerinin hala uçtuğu yerde kaldığı söyleniyordu, deniyormuş ki Anka'nın küllerine kimse dokunamazmış çünkü dokunduğu an yanarmış ve deniyormuş ki o küllere canı yanmadan tek dokunanlar Anka'yı küle dönüştürenlermiş. Çünkü Anka onları kül etseler bile sevdiklerine dayanamazmış. Bunu yapanlarsa Anka'nın küllerine dokunacak cesareti bulamazmış.

''Hikayesini dinledin.'' Dedi arabanın benden olan yanında açtığı kapının önünde diz çökerken. Şimdi aynı boydaydık.

''Şimdi neden anlattığımı göstermek istiyorum.'' Ceketinin iç cebinden çıkardığı bir siyah küçük kutuyu açarak bana doğru döndürdü. Bir Anka Broşuydu. Gümüş renkli ve parlaktı.

''Saygın ailelerin burada kendini yansıtan bir simge seçmesi gerekir. Annemin soyunu simgeleyen şey Anka'dır.'' Çıkardığı broşu ''Beğendiysen takayım mı?'' diye sorduğunda kirpiklerimle takmasını istediğimi işaret ettim. Köprücüğümün altına giren iğneye ve parlayan broşa bakarken hızlanan kalbimi kontrol altına almaya çalıştım.

Onun kraliyet üyesi olan annesinin ve nerede olduğunu bilmediğim babasının evinin hemen önünde duruyorduk. Gerçek bir kraliyet malikanesi olduğunu etrafta neredeyse dört beş kat fazla olan korumalardan, sanki askeri bir yermiş gibi herkesin ciddiyetle ayık bir şekilde gözünü dört açmasından ve hepsinin neredeyse heykel gibi dikilmesinden anlayabiliyordum. Aynı zamanda evin dışını kaplayan altın sarısı çizgiler ve beyaz duvarlar beni germeye yetmenin yanı sıra büyüklüğüyle de gözümü korkutmuştu. Daha önce birçok ciddi makama sahip insanların davetine gitmiştim, zorla da olsa. Bu kadarını daha önce görmediğim için hissettiğim hazırsızlık duygusunu sindirerek Barkın'ın kucağında yerimi aldım ve onun adımlarının yöneldiği giriş kapısına gözümü diktim. Çift kanatlı bir kapıydı ve kapıda altın rengi İtalyanca bir yazı yazıyordu.

''Ölümü kabullenme, diril ve var ol.'' Aynı Anka gibi.

Barkın bana cümleyi çevirdikten hemen sonra arkamızdan gelen Leman'ın sesini işittim. ''Aman ne havalı.'' Barkın omuzunun üzerinden ona döndükten hemen sonra Leman'ın arkasındaki koruma ondan bir işaret almış gibi cebinden bir bez parçası çıkararak arkasından Leman'ın dişleri arasına soktu ve arkadan sımsıkı bağladı. İnleyerek yakınan Leman'a hak ettiğini ima eder bir bakış atarak önüme döndüm ve kapı içeriden çalmadığımız halde bir hizmetli tarafından açıldı.

'' Benvenuto a casa tua.''

[Evinize Hoş geldiniz. ]

''Türkçe, Manila.'' Adının Manila olduğunu öğrendiğim Hizmetçi bozuk bir Türkçeyle ''Hoş geldiniz.'' Dediğinde Barkın gülümsedi ve ortalama kırkına yaklaşmış hizmetliye bakmadan içeri adım attı.

'' màm·ma, Ankan è arrivato.'' [Anne, Anka'n geldi.]

Gözlerimi Barkın'ın üzerine diktim. Hizmetliye söyleyip kendinin İtalyanca konuşmasın ne kadar da adil bir hareketti değil mi?

''Mia Figlio.'' Beyaz yüksek merdivenlerden topuklu sesiyle geldiğini işaret eden annesine doğru çevirdim yüzümü. Eve pek hoş bir giriş yapmamıştım, yavaş da olsa yürüyebiliyordum artık ama görünene göre eve girerken Barkın bu şekilde girmeyi tercih etmişti.

Elizabeth Karaduman tamamen vücuduyla görünürde olduğunda ağzım neredeyse beş karış açık kalacaktı. Aklımdaki tüm düşünceler bir anlığına sustu. Kadın tam bir kraliçeydi. Barkının koyu renk saçlarının aksine açık küllü sarı saçları, kehribar rengi gözleri ve neredeyse çok az kırışmış bir cildi vardı. Teni beyaz, vücudunun açık bölgelerinden göründüğü kadarıyla Barkın'daki gibi benekli lekeleri vardı ama onunki dağınık değil sanki dövme gibi şekilli duruyordu.

Kolundan omuz bölgesine uzanıyor göğüs çizgisinden aşağı iniyordu ve bu kusur denilebilecek şey bile nefes kesici bir kusursuzluk gibi hissettiriyordu. Kirpiklerimi utançla birkaç kez kırpıştırdım. Saçları dağınık topuz olan, uzun kırmızı ama kolları açık ve göğüs dekoltesi olan elbisenin içindeydi ve ayağında beyaz topuklu ayakkabılar vardı. Bizi gördüğünde gözündeki gözlüğü çıkardı.

''Hoş geldiniz.'' Dudakları yana doğru kıvrıldıkça ortaya çıkan beyaz dişleri gerçekten konumunu ve otoritesini sağlam tuttuğunu bir kez daha hissettiriyordu. Dünya'nın neresinde olursa olsun mükemmelliğin tanımladığı şartların hepsine uyuyordu. Uymayanları bile uydurmuş görünüyordu.

Elizabeth Karaduman beni gördüğünde Türkçe konuştuğu için gözlerimiz kesişir kesişmez gülümsedim. Gözlerimde utancın ya da çekingenliğin hiçbir belirtisi yoktu. Hepsi sadece dakikalar sürecek şekilde zihnimde dönmüş ve üzeri kapanmıştı.

Gözleri yavaşça üzerime takılan Broşa kaydığında gözlerindeki parıltı doğrudan Barkın'a çevrildi ve sağ dudağını yana kıvırarak altında küçük minik bir gamze çıkmasına sebep oldu.

''Masa hazır, buyurun.'' Barkın'ın adımları ve göremediğim yüz ifadesiyle masaya doğru yürümeye başladık, daha doğrusu o yürüdü ben de bebek rahatlığıyla kucağında gittim. Annesi göz ucuyla yaralı olduğum bölgelere bakıyor iç çekiyordu. Bunu hareketlenen omuzu ve göğüs kafesinden idrak edebiliyordum. Barkın'dan birkaç santim topuklu haliyle kısaydı.

''Odalarınız hazır, yukarı da dinlenmek isterseniz.'' Barkın'ın beni oturttuğu sandalyeyi annesi çekti ve masanın öbür baş köşesine oturdu.

Masa üçgen şeklinde olduğu için hepimiz baş köşeye oturabilmiş sayılırdık. Masanın bir ucunda Barkın, diğer ucunda ben, en son ki ucunda da Elizabeth Karaduman oturuyordu.

Masaya oturduğunda ellerini kenetleyerek çenesinin altına yerleştirdiğinde gözlerini doğrudan Barkın'a çevirmesi konuşamadığımı bildiğini düşündürdü. ''Gelmeden istediğin gibi korumalar yeterli düzeyde arttı.''

''Si, gördüm.'' Az önce bize kapıyı açan hizmetli Manila bize doğru geldiğinde Barkın el işaretiyle ''Benim için getirdiklerini Yeval'in önüne bırak.'' Dedi. Bizim dolu tabağımızın aksine onun önündeki boştu. Birçok ismini bilemediğim yemeğin yanında Türk yemeklerini görmek içimi rahatlattı. Manila Barkın'ın Yeşillik ve et karışımı tabağını hemen benimkinin yanına koyduğunda Elizabeth ''Geçmiş olsun kızım.'' Diyerek sonunda odağını bana çevirdi.

Kafamı teşekkür mahiyetinde sallayarak ona baktım. ''Duyduklarımdan sonra çok daha iyi anladım.'' Dedi takılan Anka broşuna bakarak. ''Bu broşu ne kadar iyi taşıyabileceğini.'' Gözlerim Barkın'a kaydı. Beni gülümseyerek izliyordu. Bakışlarımda her ne gördüyse boğazını temizleyerek ayaklandı ve yanıma gelip sandalyeyi yakınıma çekerek oturdu. ''Damak zevkini biliyorum, hepsi seveceğini düşündüğüm şeyler.'' Tabağımda önce hiç görmediğim şeylere yöneldi. Annesi bir şey demeden bizi izlerken sadece çayını yudumluyordu. Barkın önce patatese benzeyen yemeği ağzıma attığında baharatı ve yumuşaklığıyla mesut oldum. Dudaklarımda kalan tadını dilimle temizlediğimde Barkın'ın bakışları oraya indi ve sevdiğimi anlayarak gülümsedi, bir çatal daha verdi. Tabağın kalanında olan her şeye neredeyse aynı tepkiyi verdim. Ben yemeğimi bitirene dek ne annesi ne kendisi konuşmadı. İkisinin de gözleri rahatsız edici noktaya yaklaşarak benim üzerimde gezindi.

En sonunda yemeğim bittiğinde Barkın peçeteyle dudaklarımı temizledi ve kendi tabağını yemeye başladı. ''Bunun karşılığı felaket olacak.'' Annesinin mırıldanmasıyla aynı anda bakışlarımız ona kaydığında Barkın boğazını temizleyerek '' Madre, per favore.''

Gözleri Barkın'ın aksine benim üzerimde gezinmeye devam ettiğinde kaşlarımı çatmaktan kendimi alı koyamadım. ''Lütfen mi? Oğlum...'' kafasını sağa sola salladı. ''Kadına kalkan hiçbir el cezasız kalmaz, kalamaz. Tabi ki felaket olacak.'' Tam olarak ne düşündüğünü kestiremediğim için dizimin üzerinde duran çok az hareket ettirebildiğim parmaklarımla ritim tuttum. Canım acıyordu ama dayanılır derecedeydi.

''Orada buradaki kadar güvende değilsiniz, Ayaz'ı da alın buraya gelin.''
Karmen'i demedi, Ayaz'ı dedi.

Sertçe yutkunarak ona ve sonra Barkın'a baktım.

''Henüz çok erken, işim bitmedi.''
''Uzatmalara oynuyorsun Salvor.'' Gözlerini kısmasıyla ikimizi izlemesi durumu çoktan çözdüğünü gösteriyordu. ''Yeval, lütfen kendini yabancı gibi ya da dışlanmış gibi hissetme. Konuşamıyor olman ve yaralı olman böyle hissetmene sebep değil. Ben sadece bir anne olarak oğullarım için, hatta tanımasam da senin için bile endişeleniyorum. Uzaktasınız.''

''Anne tek değilim. Sai che mio padre mi tiene d'occhio.''

[Babamın gözünün üzerimde olduğunu biliyorsun. ]

Tek değilimden sonra ne dediğini anlayamasam da yanında olanın Karmen olduğunu bildiğim için onunla ilgili bir cümle kurduğunu düşündüm. Yine de bunu neden kendi dilinde söylediğini merak ediyordum. Alnımın ortasına düşen hayali soru işaretinin üzerini kapattım.

Onun yerine Elizabeth'in Oğullarım demesi ve benim için bile endişelenmesinin şaşkınlığını yaşadım. Acaba kendi annemiz bile oğlum diyememişken başka bir kadının bu kadar düşünmesi Karmen'e nasıl hissettiriyordu.

Bana Ayaz yok, Karmen var demişti ama burada gerçek gördüğü ailesi ona Ayaz diyordu. Ben bile diyemiyordum.

Gözlerimin yandığını hissettiğimde ritmimi kesen bir sıcaklık hissettim elimin üzerinde. Barkın elini koyarak sanki ona ihtiyacım olduğunu hissetmiş gibi bana baktı. İçinde hiçbir ışık yoktu ama parıl parıl parlıyordu. Karanlığımı aydınlatıyordu. Sonra bir ayna gördüm gözlerinde, içinde ben vardım. Sadece ben.

Nefeslenir gibi gülümseyerek önce Elizabeth'e sonra Barkın'a baktım. İyi olduğumu hissettiğinde o da nefeslendi ve yemeğini sessizce bitirmeye başladı ama elimin üzerindeki elini çekmemişti. Annesi sessizce çayını bitirdikten hemen sonra kapının çalmasıyla ayaklandı ve hizmetçiye durmasını işaret ederek kapıyı kendi açtı.

''Elizabeth Karaduman.'' Bozuk bir Karaduman sözleriyle kapıda bekleyen İtalyan olduğunu tahmin ettiğim adam Elizabeth Karaduman'ın ''benim.'' Demesiyle bir anda puf oldu. Kapı kapandı ve Elizabeth elinde bir çantayla gelip çantayı arkamızdaki komodinin üzerine koyup içinden kare büyük kutuyu aldı. Dışından okuduğum ve anladığım kadarıyla poşet bir takı markasının karton poşetiydi. İçinden çıkardığı lacivert kutuyu açtığında göz kamaştıran pırlanta zarif kolye ortaya çıktı. Kolyenin ortasındaki kâğıdı aldığında yüz ifadesini izledim. Mutlulukla parlıyor, gururla gülümsüyordu.

'' Sa benissimo come rendermi felice.''

[Beni nasıl mutlu edeceğini çok iyi biliyor. ]

''Mamma, Yeval'in yanında lütfen Türkçe konuş.''

Elizabeth Barkın'ın uyarısıyla ''Ah, pardon.'' Diye mırıldandı ve bir şey diyemeden Barkın'ın ayaklanmasıyla dikkati dağıldı. Barkın ayağa kalktığı an elleri üzerime uzanmış dudakları kulağıma yanaşmıştı. ''Yorgun musun Mia Donna?'' kafamı olumsuzca salladım. ''Güzel, o zaman İtalya'nın bahsedilenlerden ibaret olmadığını görme vakti.'' Beni tek hamle de kaldırarak annesine kısa bir bakış attığında annesi de gülümsedi. Ben gözlerimi kaçırdığım için baktıysa bile görmemiştim. Yukarı adımlarımız çıktığında Elizabeth'in geldiği tarafa değil aksine sola dönerek koridorun sonundaki odaya girmiştik.

İçerisi koyu kahve tonlarında sanki eski dönemlerdeymişiz gibi asil bir şekilde düzülmüştü. Beni masasının önündeki sandalyeye bıraktığında arkasını dönmesiyle yavaş yavaş parmaklarımı hareket ettirmeye başladım. Dolabını açtı ve bana döndü. ''Sen ne renk giyeceksin, Siyah mı yoksa Kırmızı mı?'' önüme dönüp masanın üzerindeki siyah kalemle kırmızı kaleme baktım ve avucumu kırmızının üzerine bıraktım.

Parmaklarımı hareket ettirmeme bakarak gülümsedi. ''Pekâlâ.''

Tekrar dolaba döndüğünde ben de avucumu masanın üzerinden kucağıma çektim ve hareket ettirmeye devam ettim. Dolabından önce beyaz bir pantolon ardından kırmızı bir gömlek ve beyaz bir deri ceket tarzı bir şey çıkardı. ''Öyleyse şimdi senin kıyafetini seçelim.'' Bana doğru yeltendiğini fark ettiğimde yavaşça ayaklanmaya çalıştım. Duraksadı, ayağa kalkmamı izledi ama elleri her an atılacakmış gibi tetikte duruyordu. Yavaşça ona doğru adımladığımda belimden destek amaçlı tutarak çaprazındaki odaya girdi. ''Sana yine Karmen'in odasını hazırlattım.'' Şakayla karışık söylediğine gülümsedim.

Sanki baştan beri hissetmiş gibi Karmen'le her daim bizi bir arada ya da birbirimizin peşinde bırakıyordu.

İçeri girdiğimizde kırmızı renk döşenmiş odayla söylemese de bunu anlayacağımı fark ettim. Duvarda zar içeren büyük tablolar, ters düz dekor olarak duvara asılmış kadehler ve şarap şişeleri, havadan asılı bir kum torbası, bir iskelet ve masanın üzerinde olan zarların yanında yerde olan aynı Barkın'ın otelinde olduğu gibi siyah renk piyon ve kırmızı renk Vezir taşı vardı.

Yavaşça Karmen'in yatağının ucuna oturduğumda Barkın boydan boya olan dolabın sol tarafını açtı. Kırmızı siyah ve araya kaynayan beyaz ve diğer renk kıyafetler dizilmişti. Aşağıda da çekmeceler vardı. En altta ise ayakkabı çekmecesi duruyordu ve topuklularda doluydu.

Barkın tülden kırmızı astarlı uzun bir elbise çıkardığında kolunun da uzun ve uzundan kısaya gidişi hoşuma gittiği için ona gülümsedim. ''Diğerlerine bakmak istemiyor musun?'' diye sorduğunda olumsuzca kafamı salladım. ''Peki.'' Elbiseyi yanıma bırakarak pantolonunu hafif yukarı çekti ve eğilerek ayakkabı çekmecesini açtı. Oradan siyah kalın ve kısa topuklu bağlamalı bir ayakkabı çıkardı. ''Bu yakışır gibi, ne dersin?'' elbiseye baktıktan hemen sonra yakışacağına karar vererek onu onayladım. Sonra ''Beyazı da var.'' Diyerek ayakkabının beyazını çıkardı. Kendi üzerine bakış attığınd onun gibi beyaz giyindiğini tekrar fark ederek beyazın da yakışacağını ona işaret ettim. Gülümseyerek siyahı yerine koydu ve beyazı çıkardı. Burada da hava soğuktu ama Türkiye kadar değildi. Daha çok bahara yaklaşmış bir hava vardı.

''Üzerine beyaz bir ceket mi istersin yoksa daha kalın bir şeyler mi?'' tekrar ayağa kalkıp askıdan çıkardığı ceketlerden onunki gibi deri ceketi seçtim. Kafamı sağa yatırdığımda sağ elindeki ceketi seçtiğimi anlayarak diğerini astı ve ''Yardımcı olması için Manila'yı çağırayım.'' Diyerek koridora çıktı. Eli kapıda duruyordu, yüzünü koridordan çıkardı. ''Manila, Puoi venire qui?'' Tahminimce gelip gelemeyeceğini sordu. Dakikalar sonra odadan çıkmaya yeltendiğinde merdivenden gelen bir başka ayak sesini işittim. ''Ben giyiniyorum, Manila sana ne istiyorsan onu yapacak. Bozuk Türkçesi var ama anlaşabileceğinizi umuyorum.'' Kafamı aşağı yukarı salladım, yaklaşıp alnıma bir öpücük bıraktıktan sonra hızlı adımlarla odadan çıktı ve onun yerine yanakları şiş, kilosu biraz fazla yeşil gözlü siyah saçlı saçı arkadan toplu Manila içeri girdi.

''Ben giyeceğim sizi Yavel Hanım.''

Tamam, cümleyi Türkçeye çevirelim. Ben giydireceğim sizi Yeval Hanım. Kafamı aşağı yukarı salladım. Üzerimdekiler oldukça yavaş çıkardıktan sonra elbiseyi kafamın üzerinden geçirerek aşağı doğru çekti. Tenimle oldukça az temas etmesi hoşuma gitmişti, dikkatli ve yavaştı. Üzerime elbiseyi giydirdikten sonra ''Siz çok güzel, çok yakışık Salvor Beyefendi'ye.''

Beyefendiye? Dudaklarımı birbirine bastırarak kafamı aşağı yukarı salladım. Bir daha çevirelim Türkçeye, Siz çok güzelsiniz, Salvor Bey'le çok yakışıyorsunuz.

''Makaj?''

Makyaj.

Kirpiklerimle ona onay vererek hiç fark etmediğim çekmeceliğin üzerinde duran çantayı alıp yanıma geldi, yatağın kenarına koyduğu çantayı açtıktan sonra ''Ben çıkarak gözünüzü, siyah siyah.''
Çıkaracak gözünüzü? Gülmemek için bedenimi sıktığımda hissettiğim acı tarif edilemezdi. Ben yapacak gözünüze makyaj olarak bunu önce çevirdim ardından Türkçe olarak göz makyajı yapacağını anladım. Önce göz kalemi çekti, ardından eyeliner çekti ve sonra koyu tonlu uçlara doğru hafif bir far sürdü. Ondan hemen sonra kapatıcıyla muhtemelen tenimdeki pürüzleri kapattı ve sadece kahve tonu allık sürerek çantadan çıkardığı aynayı bana çevirdi. Benim günlük makyajımdan biraz fazlaydı ama yakışmıştı ve dozundaydı. Ona teşekkür eder şekilde kafamı aşağı doğru eğdim. ''Ben çok rica ederim.'' Dışarıdan dakikalar sonra Manila makyaj çantasını toplarken gelen kapı tıklanma sesi Manila'nın ''Si.'' Demesiyle '' Sto arrivando.'' Cevabı geldi. Sonra Barkın düzelterek ''İçeri giriyorum.'' Dedi. Bana annesinin ve hizmetçisinin daha çok karıştıracağını söylemişti ama görünen o ki söylediği her söz aslında kendi hareketlerine aitti.

''Hazırsan çıkalım Mia Donna, hava kararmaya başlıyor.'' Adımları tam karşıma geçtiğinde durdu, bal rengi gözleri tenimin her noktasında gezindi.

Herkesin güneşi batar, benim güneşim doğar.

Demek istesem de demedim. Sadece gülümsedim ve yavaşça ayağa kalktım. Kolunu bana doğru uzattı. Kolumu yavaşça ona uzattım, derin bir nefes alıp çenesini sıktı.

Merdivenlere gelene kadar gayet iyi idare ettim. İlk basamakta ayaklarım yalpalar gibi oldu ama düzelttim. Yavaş insek de inebildik. Gözlerim etrafta Elizabeth'i aradı ama yoktu. ''Karmen gelemediğinde gönlünü alabilmek için anneme hep hediye yollar. Diğer türlü annemin gönlünü alması çok zordur.'' Gözüm takı poşetinden Barkın'a döndü. Demek hediye gelen o kolye Karmen'den gelmişti.

Buna bir yanım sevinirken diğer yanım üzüldü. Dış kapı açıldığında aklıma bizimle gelen Leman geldi, bizimle eve girmiş sonra aniden kaybolmuştu. Evin önünde duran araca bindikten hemen sonra yolcu kapısını Barkın kapattı ardından etrafımızı saran korumalara '' monitoraggio remoto.'' Diye seslenerek sürücü koltuğuna geçti.

[Uzaktan takip.]

Korumaların arkamızdaki arabalara binişiyle sadece arkamızdan geleceklerini düşündüm. Barkın anahtarı çevirip aracı çalıştırdığında arkadan sesleri gelen araçları işittim. ''Rotayı ben mi belirliyorum?'' diyerek bana döndüğünde kafamı aşağı yukarı salladım. O sırada aklıma bir istek düştü. Çocukluğumun garip bir duyguyla bağlı olduğu birinin isteği. Ellerimi yavaşça kaldırdım ve acısa bile ''Önce Verona.'' İşareti yaptım. Romeo ve Juliet'in şehri.

''Bunu senden Çakır Alabora mı istedi?'' gözlerimi kısarak ''Nere-'' işaret yaparken elini elimin üzerine yavaşça koydu ve indirdi. ''Çünkü İtalya'ya sadece orası için gelir.'' Arkamızdan çekilen araçları dikiz aynasından kontrol ettikten sonra direksiyonu tek elinin avuç içiyle çevirmeye başladı. ''Gidelim bakalım, ilk oraya gidelim.'' Kafamı aşağı yukarı salladım ve arkama yaslandım.

Aracın çıktığı yerden etrafı saran yeşilliklere ikinci kez bakıyordum. Gelirken dikkatli bakamamıştım, şimdi çok daha çiçeklerle dolu bir yol olduğunu idrak edebiliyordum. Hava oldukça güzeldi, güneş batmaya başladığını benim rengime bürünerek belli ediyordu.

Yine de her yer benim yaşadığım yere göre oldukça aydınlık kalıyordu.

Barkın aracı oldukça şüpheli bir sessizlikle Verona'ya kadar sürdü. Eski yapıtların ve eski bir mimariye sahip arenanın göründüğü bir yoldan geçtik. Tepede bir yerde araç durduğunda arkamızda kalan dört araçta etrafımızı saracak şekilde dağılarak aracı park etti. Barkın önden araçtan inerek benim tarafıma koşar adımlarla geldiğinde ayakkabıma baktım. Bağlama yeri gevşemişti. Kapım açıldığında ayağımı öne uzatarak kalktım ve ip bir anda açıldı. Barkın benimle aynı anda bunu fark ettiğinde dizini kırarak eğildi ve ayakkabımı bağlayarak tekrar doğruldu. ''İşte, Casa Di Giulietta. Meşhur Romeo ve Juliet'in evi.'' Eliyle ileride kalan bir yapıyı işaret ettiğinde koluna girerek gözlerimi kıstım ve balkonu, balkonun hemen yanını saran geniş yeşil yapraklı duvarı gördüm.

Benim için yavaş yürüyordu, onunla beraber yürümek hava almak oldukça iyi hissettirdi. Aklımdan Karmen hariç kimseyi düşünmek geçmiyordu, Barkın'ın da dediği gibi yanına gelmiş ve nefes almıştım.

Zihnimin karanlık köşelerinde Karmen'e kurulan plan her canlandığında kalbime bir kurşun daha yemişim gibi hissediyordum. Zorlukla yutkunarak o sahneleri Karmen'in onları öldürdüğü sahneye çevirdim.

Yürüyerek geçirdiğimiz zamanı ancak evin hemen önüne geldiğimizde fark edebilmiştim. Barkın'ın kolundan çıkıp yavaş adımlarla evin duvarlarına dokunmak istedim. Parmak uçlarım sadece tırtıklı ve soğuk oluşunu hissediyordu. Yavaş yavaş duvarın etrafında yürümeye başlarken bir şey fark ettim. Balkonun hemen altında kalan hizanın en altında bir resim vardı, resimde birbirine dolanmış iki yüzük ve yüzüklerin altında D.Ç yazıyordu.

Kaşlarımı çatarak bileğimi sarkıttım ve parmak uçlarımla tırtıklı yazıların üzerinden geçtim.

Barkın'ın arkamda kalan gölgesi benimkinin üzerine düşüp duvarda resmimizi çizince doğrularak bir şey yokmuş gibi davrandım. Soru işareti zihnimin başka bir köşesinde duruyordu.

Bunu döndüğümde öğrenmeyi kafaya koyarak Barkın'ın koluna girdim. Etrafında eski mimari haricinde pek bir şey olmadığından ötürü daha fazla oyalanmadık, sadece Bra Meydanı olduğunu söylediği yerdeki arenanın olduğu sokağı gezdik ve tekrar arabaya doğru ilerledik. Yürürken fark etmediğim ağrı ve sızı arabaya biner binmez çığlık çığlığa ortaya çıktığında yüzümü ekşittim ve parmaklarımı hareketsizce bacağımın üzerine bıraktım. Barkın kapıyı kapatıp şoför koltuğuna geçmeden hemen önce etraftaki adamları kontrol etti ardından havaya bakarak araca bindi.

Havaya neden baktığını biliyordum, bu yüzden ben de camdan kafamı uzatarak etrafa bakındım. Belki bir drone ya da helikopter uzaktan izliyordur diye.

Araba çalıştığında ''Akşam yemeği için bir Venedik otelinin lokantasında yer ayırttım.'' Dedi, bakışları gözlerindeki yorgunlukla üzerime kenetlenmişti. Venedik'in nasıl güzel olacağı gözümde hayal meyal canlandığında hızlanan kalbimle ona baktım. Gülümseyerek gözlerini yola çevirdi.

''Yarın akşam yedi de Ulaç Tolun'un işi bitecek.'' Yüzünü saran ciddiyetle konuşmasına başladığında Tolun soy adıyla çağrışım yapan tek kişiyi yani Kutay'ı düşündüm. Karmen'in onu bir yere götürdüğünü söylemişti ama nereye götürdüğünü söylememişti.

''Ben o saate kadar dönmeye çalışacağım ama dönemeyebilirim.'' Gözlerimle ona 'Nereye gidiyorsun?' der gibi baktım, yüzünü yoldan çevirip bana baktığında derin bir iç çekti. ''Siyaset hakkında görüşmem gereken bazı insanlar var.'' Siyaseti bıraksa da hala bağlantılarının ve bazı yetkilerinin olduğunu söylediğini anımsadım. Yüzümü tekrar cama çevirerek İtalya'nın manzarasına, yeşile dönük renge bürünen denizine ve Barkın'ın adını söylediği Adige nehrine baktım. Verona'dan geçerken onu Venedik'e giderken de başka bir manzaralı yolu izlemiştim.

Hava gerçekten fazlasıyla güzel, güneş batmasına rağmen her yer en az gündüz kadar aydınlıktı. İnsanlar kol kola yürüyor, bazı gençler kulağında kulaklıkla bisiklet sürüyor bazıları bankta kitap okuyor elinde telefonla konuşuyordu.

Hava yavaş yavaş zifiri karanlığa büründüğünde yaklaştığımız otellere bakarken bir yandan da yanımdan geçen bir küçük kızı gördüm. Sarışın küçük kız esmer ondan büyük bir çocuğun elini tutuyordu. Kız dondurmasını düşürdü ve ağlamaya başladı abisi olduğunu düşündüğüm çocuksa eğildi ve dondurmayı ortalarına aldı, aynı dondurmanın madalyon gibi iki farklı yüzü abi ve kardeşi gösterdi. Kalbimin ayrılan parçalarını yakalayamadım, nereye gittiklerini fark edemedim. Göz yaşlarımın aktığını da fark edemedim ama hissederek ve kendime acıyarak tekrar parmaklarımı hareket ettirdim. Artık onları tekrar kullanabilmem için daha az vaktim vardı. Karmen'in, yani artık ona seslenmem gereken kelimeyle abimin, benden istediği şeyi almalı, başıma gelen her şeye sebep olan kişilerden içimde beni kül eden ateşle intikam almam gerekliydi.

Bunun bedenime yaydığı güçle biraz daha kendimi zorladım, inleyişlerimi sessizce yuttum. Barkın'ın güneş kadar yakıcı deli bal kadar zehirli bakışları altında yandım, tenimin acısıyla sızladım ama kendimi zorlamayı bırakmadım. Korkuya alıştım, acıyı kabullendim ama daha önce hiç yapmadığım şeyi yapmaya yeni karar verdim.

Acıtmak, korkutmak ve kabullendirmek.

Bir kadının önünde diz çökmeyi kabullendirmek, dilsiz bıraktığı kızın karşısında dilini kaybettirmek, canını yakmak değil duygularını parçalamak. Bunların hepsini kabullendireceğim kişinin ismi aklımda acil yazısı gibi kırmızı neon ışıkla yandı.

Tuğra.

Akkor.

Ariel'in sesini ondan koparan büyücü ahtapot.

Tek tek her kolunu koparacağım bir ahtapot.

Seni istemiyorum Tuğra Akkor, önce unuttuğun duyguları hatırlamanı istiyorum. Korkularını, endişeni ve acılarını hatırlamanı istiyorum. Sonra dilsizliği tatmanı ve dilini sadece psikolojik değil fiziksel bir acıyla kaybetmeni istiyorum. Derinin her neresinden acı sızabilecekse oradan sızsın ve seni içeriden yok etsin istiyorum.

Ben senin çürümüş kalbini değil, çocukları korkutan ve Ariellere büyü yapan ruhunu istiyorum.

''Yeval.'' Kafamı eğdiğim parmaklarımdan kaldırdım, Barkın aracı durdurmuştu ve ben bunu ne fark etmiş ne hissetmiştim. Elini nasıl yaptığımı hiç bilmediğim yumruk yaptığım elimin üzerine koyup parmaklarımı bir çiçekmiş gibi açtığında acıyla öne doğru eğildim. Parmaklarımın sızısı öyle kuvvetli bedenime çarpmıştı ki canım yanıyordu. Göz yaşlarım acı duygusuyla akarken yüzümü dizime gömdüm. Nefesim göğüs kafesimde takılı kalmış da ciğerlerime ulaşamamış gibi zorlanmış, nefes alamamış ve muhtemelen kıpkırmızı kesilmiştim. Damarlarım dokunulsa duvar çatlakları gibi çizik hissettirirdi.

''Yeval.'' Barkın'ın eli göğsüme uzanıp beni doğrultmaya başladığında sızlayan ellerimin titremeye başladığını fark ederek diğer eliyle aracın torpidosuna uzandı. Bir eli göğsümü önümde bir şerit varmış da düşmemi engelliyormuş gibi tutuyordu. Damarları stresle çıkmıştı. Dövmeleri çıkan damarlarıyla yüksek ve tırtıklı göründü. Açılan torpidodan çıkardığı küçük çantayı açtığında eli önümden yavaşça çekildi. ''Ağrını dindireceğim, sadece birkaç saniye... birkaç saniye dayan.'' Küçük çıkardığı cam kutudan şırıngaya bir sıvı çekti. Şeffaf ama yoğun bir sıvıya benziyordu. Gözlerim bulanık olduğundan göremiyordum. ''Yeval, nefes.'' Diye ekledi Barkın. Ardından Elimin üst kısmında açık yerinden iğneyi derime geçirerek sıvıyı içime enjekte etti. Titrememesi için diğer eliyle sımsıkı tutuyordu ama diğer elim ve dizlerim zangır zangır titriyordu.

Dudaklarımı aralayarak gözlerimi yavaşça yumdum, açık dudaklarımdan sadece nefes çıkıyor zannediyordum ama sesi kısılmış da zorlayan birinin sesi varla yok arası çıkıyor gibi çıkıyordu. Etrafımızdan geçen araçlar ve insanlar yüzünden bu sesin gölgelenmesine sevindim. Barkın doğrularak gölgesini üzerime düşürdüğünde bir bacağı iki dizimin arasına girerek titremeyi kesti ve işaret parmağıyla orta parmağı şah damarımın üzerine hafif bir baskı uyguladı.

''Nefes al Yeval.'' Almaya çalıştım, ama kalbimde takılı kalan nefesler oradan öteye gidemiyordu. Sanki bir vakum içimdeki her nefesi kalbime doğru çekiyor o nefeslerde kalbimi boğuyordu.

Dolunay'ın küçükken beni her şeyden koruyarak saran kollarını,

Karmen'in bana güven ve huzur veren bakışlarını,

Çakır'ın içimde neden olduğunu hatırlayamadığım sevinci ve çocuğu hatırlatmasını sadece saatler geçse de özlediğimi fark ettim.

''Yeval...'' Barkın birden çok şey söylüyordu ama anlayamıyordum. Bulanık gözlerimin ardından gölgeden yürüyen bir kadın görüyordum sadece. Siyah saçlarını keserek yürüyordu. Uzaktan gelen araçlar yön değişerek etrafından geçiyordu ve ben, arkasından sesleniyordum ama duyulmuyordu. Sanki hayalettim.

''Yeval...'' üzerime git gide yaklaştığını hissettiğim sıcaklıkla nemli gözlerimi yumdum. Kafam geriye yaslıydı ellerim dizimin üzerine sarkıtılmış şekildeydi, gözlerim yaşlı dudaklarım aralıktı.

Ta ki, sıcak ve nemli dudakları, dudaklarımdan nefes verip ölümle arama giren dudakları hissedene dek. Dudaklarım başka bir dudak tarafından kapatılana dek, içime üflenen o nefesle kalbimin tekrar attığını hissedene dek.

Bir el ensemden destek vererek kafamı doğrulttuğunda içime üflenen nefesle nemli gözlerim bulanık görüntüyü yavaş yavaş netleştirdi ama hala algılarım kapalı gibi hissediyordum. Sıcak dudaklar yavaşça benimkinden çekildiğinde iki parmak yine boynuma gitti ve parmak uçlarım soğuk bir şey hissetti, oldukça küçük bir şey.

''Parmak uçlarındaki zarı hisset, Yeval. Sonra nefes al, çünkü nefes almak yaşadığını hissettirir.''

Parmak uçlarımda oval köşeli kırmızı olduğunu düşündüğüm zarı hissettim. O zara dokunan Kermen'in dokunuşlarını da hissettim. Bu zar Karmen'in bana verdiği ve cebimde kalan zardı, Barkın onu benim için almış olmalıydı. Bu zarı diğerlerinden ayıran ortasındaki noktanın çok daha çukurlu olmasıydı.

Parmak izim o çukurun içinde yerini alırken nefesi yavaş yavaş aldım ama uyku bedenimde büyük bir ağırlık yaptı, göz kapaklarım sızıyla düştü. ''Uyu, uyu benim güzel Mia Donnam.''

Alnıma düşen saç sıcak bir el tarafından saçlarımın arasına sıkıştırıldı ve şah damarıma sıcak dudaklar bir nefes daha vererek üzerime bir ceket örtüldü. Şimdi soğukta, nefessizlikte benden uzaktı. Nefesim buradaydı.

♟️

Şafak uzaktı, karanlık yakın. Kan çok daha yakın.

Zihnimi meşgul eden yıkımlara küfrederek parmak uçlarımdaki zarın hissiyatıyla uyandım. Karmen'in onları mahvetmeliyiz, bunu Yazgı ve Ayaz'a mecburuz dediği an zihnimde bozuk plak gibi tekrarlanıyordu. Bir an öyle gerçekçi yankılandı ki delirdiğimi zannettim.

Gözlerimi aralayıp yatakta zorlukla doğrulmadan hemen önce bir kolun beni sardığını fark ettim. Yabancı bir yataktaydık, dışarıyı saran ışıklar perdenin aralarından sızıyordu içeriye. Barkın yanımda gömleğinin sadece ilk iki yakası açık şekilde yarı oturur yarı uzanır şekilde yatmıştı ve kolları belime dolanmıştı. Benim hareketlenmemle uyanır gibi olduğunda dengem sarsıldı ve onun göğsüne doğru düştüm. Yüzümün sıcak boyun girintisine doğru kayması işime gelmişti.

Şah damarı hemen burnumun ucunda, gözlerimin önündeydi. Bunun nasıl hissettirdiğini merak ederek yüzümü kaldırdım ve kuru dudaklarımı onun şah damarına dokundurdum. Dudaklarımda atan o nabzın gücünü hissederek gözlerimi yumdum sonra. Sanki dudaklarımdan içeri akmıştı bir güç ve damarlarım kalbime taşımıştı bunu. Gözlerimi açıp geri çekildiğimde yoğun bakışlarını görerek yutkundum. O da yutkundu ve âdem elması oynadı.

''Benim dengemi bozma Yeval.'' Bir eli belimden perçemlerime uzandığında zaten karanlıkta zor gördüğünü ve saçlarımın onu daha da zorladığını anladım.

''Sen dengemi bozdukça yol uzuyor, savunmam düşüyor.'' Beni belimden tekrar daha güçlü tutup kendine çektiğinde dizine oturmuş vaziyette omuzum göğsüne yaslandı ve kokusu şimdi çok daha yakın çok daha sarhoş edici ve karameli çok daha aşık edici raddede burnumdan içeri sızdı. İşte bundan nefret ediyordum.

Parmak uçlarım onun benekli noktalarının üzerinde durduğunda hoşnut bir ifadeyle gülümsedim, bileğimi yavaşça aşağı çektikçe gömleğinin düğmelerine doğru iniyordum. Söylediği hiçbir şey umurumda değildi, eğer dengesinin bozulmamasını istiyorsa belki de sandığı kadar güçlü değildi ve açıkçası bu benim sorunum da değildi.

Ben dokunmak istiyordum ve dokunuyordum, öpmek istiyorsam öpüyordum ve bunu yaparken onun aksine irademi kaybetmiyordum.

''Pekâlâ. Yap istediğini içinden geç aklımın.'' Diye mırıldandı. Yandan çarpık bir gülümsemeyle dudaklarımı yaladım ve önce dudaklarına sonra şah damarına nemli bir öpücük izi bırakarak yüzümü boyun girintisine gömdüm, öylece nefes aldım.

Sadece nefes alarak dinlendim, bu neredeyse on beş yirmi dakikayı buldu. Onun beklediğinin bu olmadığını bildiğim ve hissettiğim için çok daha fazla keyiflenmiştim. Birkaç dakika geçen sessizlikten sonra Barkın'ın ''Yemeği buraya söyleyeyim mi?'' sorusunu işittim ve bu yabancı yerin lokantasında yer ayırttığımız otelin odalarından biri olduğunu fark ettim.

İçerisi fazla karanlık olduğu için pek bir şey görünmüyordu ama farklı hissettiriyordu. Dışarıdan gelen İtalyanca kelimeleri boğuk da olsa duyabiliyordum. Yavaşça doğrulup inmek istediğimi anlamasını bekledim, doğrultu ve üzerini düzelterek kenarda duran ceketini üzerine geçirerek ayaklanıp benimkini açarak giymemi bekledi. Yavaşça ayağa kalkıp kollarımdan geçirmesine izin verdim.

Elbisem muhtemelen biraz dağınık gözüküyordu ama tül olduğu için çok bozuk görüneceğini düşünmüyordum. Barkın elimi nazikçe tutup koluna yerleştirdiğinde ışığı açmadan odanın çıkışına doğru ilerledik. Yüzümdeki makyajın ne kadarının kaldığını ve ne hale geldiğini düşündüm.

Işık koridorda loş düzeyde tutulduğu için gözlerimin sağlığı henüz yerindeydi ama aşağı indiğimizde burnuma dolan hem suyun hem de insanların parfümleri karışmış güzel ve kötü arasında koku ve etrafın ışığıyla rahatsız olan gözlerim yüzünden yüzümü buruşturdum. Az önce odasından çıktığımız otelin iskele üzerindeki masaları bomboştu, bizden başkası yoktu ama yan otellerin lokantaları insanlarla doluydu.

Bana yer ayırttım demişti, kapattırdım dememişti. Bu yüzden ona yandan keyifli bir bakış attım. Etrafımızda dönen Drone'u ve binaların camlarından bizi seyreden korumaları az önce görmüştüm ve bunun lokantayı kapatmasıyla ilgili olduğuna emindim.

Kadife kırmızı yuvarlak sandalyemi çektiğinde yavaşça oturdum, hemen dizimin dibine kendisi de oturdu ve önümüzde dolu yemeklere şöyle bir baktı. Masada iki uzun mumlar, ortada tek bir kırmızı gül yanında da tek bir siyah gül duruyordu. Masanın siyah kadife örtüsü olmasıyla tabakların siyah takım olmasının uyumu gözlerimi kamaştırdı. Kadehlerin içindeki kırmızı şaraba gözümü diktim. ''Onunla mı başlamak istersin?'' ona şöyle bir baktım. Onunla damağımı tatlandırmak isterdim. Çünkü bana onun gibi hissettiriyordu sanki kokusu tada dönüşmüş dudaklarıma dökülmüştü. Arkadan hoş bir müzik çalmaya başladığında bu tanıdık melodiyle tek kaşımı kaldırdım. Venedik'te bir İtalyan restoranında İtalyanca bir şarkı çalacağını düşünmüştüm ama Barkın ''Karmen'in sevdiği tek Türk şarkısı. Senin de seveceğini düşündüm.'' Dediğinde kulağımı dolduran Mabel Matiz Vals şarkısını çok daha dikkatli dinlemeye başladım. Şarkıların içinde Karmen'in sevgisini hissetmeye kadehi dudağıma yaklaştıran Barkın'ın gözlerindeki parıltıya ulaşmaya çalıştım.

Dudaklarıma değen kadeh kurumuş dudaklarımı nemlendirerek alkolü boğazımdan aşağı akıttı. Ardından geri çekildi. Ellerimi yavaşça kaldırıp masaya koydum. ''Kendini zorlamanı istemiyorum Yeval, ben varken de ben yokken de.'' Elimin hemen önündeki çatalı ve bıçağı aldı.

Bu kez ona ters bir tepki vermedim ya da tek başıma yemeye çalışmadım. Çünkü onun duygularını göstermesine sonuna dek izin vermek istiyordum. Dokunmak istiyorsa dokunsun, nefes almak aldırmak istiyorsa bunu yapsın istiyordum. Hiçbir şey içinde kalmasın, eğer ölümün bir olduğu yol ayrılır da bizi birbirimizden ayırırsa aklımızda bize ait çok daha fazla anı kalsın istiyordum. Elim yavaşça kalbime doğru yol aldığında çatal ve bıçak aniden gürültüyle bırakıldı. Barkın sertçe yutkunduğunda yüzünü bana dönüşü içimde ürkme duygusunu uyandırdı. Kızgın bakıyordu, kırgın bakıyordu, çenesini sıkıyor ortalığı dağıtmak istiyor gibi görünüyordu.

''Neden sürekli bunu düşündüğünü anlayamıyorum.'' Dedi. Elimi kalbimden indirdi ve dirseklerini masaya yaslayıp ellerini kafasının etrafına yerleştirdi. ''Korkuyor musun? Korkuyor gibi durmuyorsun. Ölmek mi istiyorsun? Sana ölmeyi dilememen için bir sürü sebep vermeye çalışıyorum ama bunu görmüyorsun.''

Kaşlarım çatıldı, elimi yavaşça ve acıyla ona doğru uzattım. Aklımdan geçenlere mâni olamamam benim suçum değildi. Normal değildim ve bunun farkındaydım. Her atağımda nefesimin kesilmesiyle ölüyormuş gibi hissettiğim için ölmeye alıştım denemezdi. Bir insan ölmeye nasıl alışabilirdi ki?

Sadece korkuya alışırdı. Ben de alıştığım korkudan korkuyordum, eğer ölmezsem öldürmekte nereye kadar ileri gidebileceğimden korkuyordum. Çünkü biliyordum ki eğer öğrendiğim gerçekler beni bir kez daha öldürürse, bunca yıl çıkmayan sesim dudaklarımdan çıkar da ölüm emri verirse beni kimse durduramazdı. Belki eli kan dolu diye bana dokunmaya kıyamayan abim korkardı üzerimdeki kandan, belki üzeri kan koksa da arzuladığım adam ondan çok daha fazla kan kokan bir kadının güzel kokması yerine ölüm kokmasından rahatsızlık duyardı.

Belki Kedim bile gelmezdi benim için korkup da.

Boğazıma oturan sert yumruyu yuttum acıyla. Onların korkusu saçma değildi, ben korkularından onların korkularının benim korkularıma dönüşmesinden korkuyordum ve işin kötüsü ben onları anlarken onlar beni anlayamıyordu.

Soğuk parmak uçlarım Barkın'ın elinden boynuna doğru kaydığında yüzünü yine bana çevirdi. ''Gerçek yüzünü daha cesur sanmıştım.'' Diyerek masadan aniden kalktığında arkasından öylece bakakaldım. Kalktı ve diğer uca giderek cebinden çıkardığı sigarayı dudaklarına yasladı. Yaktığı ateş karanlıkta parıl parıl parlamıştı. Ayağa kalkarak derin bir nefes aldım ve yanına doğru yürümeye başladım. Kızmasını anlıyordum ama bu haklı olduğu anlamına gelmiyordu. Burada maskeler olmadığı için bu fevriliğinin onun için normal olduğunu kavradım. Onun diğer yüzünü görmeye hatta ne kadar ileri gidebilen, gözünü karartabilen bir adam olduğunu zihnimde canlandırdım.

Onun gittiği karanlık yolun bir sonu yoktu, o sonu göremiyordum.

''Sana bu kadar öfkelendiğim için beni affet. İnsan en çok sevdiğine öfkelenirmiş. Sanırım ben sevgiyi de öfkeyi de abartıyorum.'' Elimi yavaşça kaldırıp omuzuna koyduğumda omuzunun üzerinden bana döndü ve dudaklarındaki duman yavaşça benimkilere doğru ince bir çizgi halinde yayıldı.

Dudaklarından yayılan dumanı burnumdan solurken dudaklarımı da aralayarak ona yaklaştım. Demirin hemen önünde duruyordu, gözleri araladığım dudaklarıma kaydığında ani bir hareketle beni belimden yakalayıp önüne çektiğinde gözlerim şaşkınlıkla aralandı ama bunu saklamayı başardım. Burnu şimdi yanağıma değiyordu, sürtünerek yüzünü kulaklarıma doğru uzandı. ''Dikkat et de öfkem ve sevgim de yayılmasın içine.''

Sözlerine gülümseyerek parmağımı göğsüne koydum ve zorlukla, yavaşlıkla ''Çok geç.'' Yazdım.

Bal rengi gözleri yine karanlıkta parıldayarak gözlerime çıktı. Şimdi öfke ve sevgisinin ne kadar derinin de yattığını görebiliyordum. Sertçe yutkunarak bana bakmaya devam ettiğinde esen akşam rüzgârı içimi titretti. Bedenim de karıncalar geziniyordu.

Gözlerinin içinde yanan o arzuyu ve kalan her duygusunu gördüğümde içim de bir şeyler hareketlendi. Biz onunla aynıydık, insanlara üflenen o ruhun farklı olduğunu sanırdım. Belki de bizim haricimiz de öyleydi.

Bizim öyle olduğumuza bu görüntü karşısında inanmak zordu, onu o gibi değil de benmiş gibi hissediyordum. Sanki o bendim, ben oydu.

Sanki ruhlarımız arafta kaybolmuşta Dünya'da birbirini bulmuş gibi.

O yüzden gözlerimizin içinde aynalar, yangınlar vardı. Ben yandığımda onun ateşi yükseliyor ben söndüğümde onun ateşi gölgeye düşüyordu. Onun eli nabzımdayken nabzım onunla atıyordu.

Birini bu kadar sevebilmek mümkün değildi, olamazdı.

Elimi silah şeklinde yapıp kendi kalbime koydum ardından aynı silah şeklinde onun kalbine koydum. Demek istediğimi anladığında gülümsedi. Benim ölmem demek, onun da ölmesi demekti. Bunu biliyordum.

''Senin beni öldürmen için sözlerine bile gerek yok, bunu tek bakışınla yapıyorsun zaten.'' Dedi ben Venedik'in kıyısına bakarken. Sonra elinin tersiyle yanağımda gezindi. ''Bazen de bakmayışınla.'' Ardından eli yanağımdan çeneme indi ve yüzümü ona çevirdi.

''Bunu duyduktan sonra da öldürme be Mia Donna.'' Bir eli çenemde diğerinin arasında sigara tutarken doğru dürüst içemediği sigarasının bittiğini göz ucuyla fark ederek yere attı. Ardından ceketinin iç cebine uzanarak küçük kırmızı bir gül çıkardı ve gülü göğsümün arasına bıraktı. ''Senden sakladığım, aramızda açtığım tüm bu sır mesafeleri yüzünden özür dilerim. Her sır için tek tek özür dileyeceğim, her sırrın bedelini ödeyeceğim.'' Evet yeni bir sırrın geldiğini çalan çanlardan duyabiliyordum. Kalbimin ona uymak için harekete geçmesini de duyabiliyordum.

''Ama bunu yaparken beni cezalandırmamanı senden isteyeceğim. Çünkü bu dünyanın içinde en çok sana ihtiyacım var.'' Yüzünü yaklaştırıp boynuma doğru eğdiğinde nefes alışımı kestim. ''Seni tanımadan önce her cezayı, her şeyi göze aldığımı söylemiştim hatırlıyor musun? Ölümümü bile.''

Kafamı aşağı yukarı salladım. ''Ölümün ne olduğunu bilmiyormuşum ben. Şimdi öğrendim ve göze alamadığımı fark ettim.'' Sözleri beni gülümsetiyordu. Dudaklarımı yalayıp yanağına nemli bir öpücük bıraktığımda derin bir nefes aldı. Ona kıyamadığımı bildiğini o kadar iyi biliyordum ki.

Bunun ileride başıma dert açmasından korkuyordum.

Öfkem en çok ona olmalıydı ama gösteremiyordum bile, sakladığı sırlar yüzünden paranoyağa dönmem gerekirdi, ondan soğumam ve uzaklaşmam gerekirdi ama hiçbirini yapamıyordum. Ona güveniyordum, onu seviyor ve yaptığının doğru olduğunu düşünüyordum. Kendimden çok onu öne koyuyordum. Bunun da zihnimde büyümeye başlayan bir hastalık olup olmadığını merak ettim.

Etraftaki birçok insanın konuşmaları sessizleştiğinde Barkın'ın bakışları etrafı kısa bir süre taradı, herkesin gözü bizdeydi. Sanki bir filmin final sahnesini izliyor gibi meraklı ve heyecanlılardı. Bu hoşuma gitmedi. Barkın'ın göğsüne ''Eve gidelim.'' Yazdım. Az önce uyumama rağmen hala uykum vardı. Üzerime çöken huzursuzluk bana rahat vermiyordu. ''Gidelim.'' Dedi Barkın, ardından beni şaşırtarak kucağına aldı ve etraftan gelen hayretle seslere gülümsedi. Göğüs aramdaki gülün ucu biraz aşağıya battı ama rahatsızlık duymadım. Sadece Karamel ve güle karışan kokuyu soludum.

Kulağıma gelen o seslerin sahibine bakmadım, sadece elimi boynuna doladım ve kucakta rahat bir şekilde otelden çıkarak araca bindim. Daha gezilecek birçok yer vardı ama gezme isteğim kalmamıştı. Daha Roma'ya, Palermo, Floransa, Milano'ya bile gitmemiştik.

Buna bir iç çekip başımı Barkın'ın omuzuna yasladım. Araca binmeden hemen önce bana ''Yarından sonra buradaki liderlerle bir toplantım olacak.'' Dedi. Araca bindikten sonra da yüzünü bana döndü. Ellerimi yavaşça havaya kaldırdım. Elime her ne enjekte ettiyse çok daha iyi hissediyordum ve acıyı katlanılabilirmiş gibi düşünüyordum.

''Ben?''

''Senin gelmeni pek istemiyorum.'' Dedi dürüstçe. ''Oradaki adamların hiçbir ahlaki değeri yok, ben orada Barkın kimliğimle değil Salvor kimliğimle oturuyorum. Muhtemelen birçok kez de İtalyanca konuşulacak. Ayrıca...''
boynunu kütlettiğinde tek kaşımı kaldırdım. ''Benim üzerime oynamak için seni kullanacaklar. Orada...beni çileden çıkmış görmenden korkuyorum. Lorenzo Grassi'nin de vaktinin dolduğunu unutmayalım.''

Dudaklarım yana doğru kıvrıldı ve ellerimi kaldırıp ''Geliyorum.'' Dedim. Çok yavaş hareket ettiğim için beklemek zorunda kalıyordu. ''Yeval.'' Ona çatık kaşlarla baktığımda sıkıntıyla nefes verdi. ''orada sadece benim nasıl bir otorite sağladığımı görmek için olmak istiyorsun değil mi? İş yaptığım adamları da görecek ve ona göre benim hakkımda daha detaylı bilgi edineceksin.''

Eh, zeki olan her adam bunu anlardı.

Kafasını onaylamaz şekilde sallayarak aracı çalıştırdığında dar sokaklardan geçerek sessizce eve geldik. Hava çoktan gece yarısı karanlığına bürünmüştü. İkimizde yemediğimiz boşa giden masayı terk etmiş aç karnına eve gelmiştik. Aracı evin önünde bıraktığın da yerine geçen kişi evin önünü açtı ve ışıklar tekrar aydınlıkmışçasına etrafı ışıldattı.

Manila sanki kapıda gelmemizi bekliyormuş gibi daha eve yaklaşmadan kapıyı açmıştı. ''Geldiniz hoş eve.'' Barkın sırıtarak ''Geldik hoş eve.'' Dedi. Cevabına gülerek hemen yanından içeri girdim. Manila'nın gözü göğsümdeki güle kaydı ve sonra tekrar Barkın'a bakıp gülümsedi.

Evin içi karanlıktı, hiçbir ışık yanmıyordu. Yemek masasının olduğu yere kadar geldiğimizde en köşede ikili koltukta oturan gözünde şeffaf gözlüğü ve elinde tabletiyle bir şeyler okuyan Elizabeth'i gördük. Ona tam olarak nasıl hitap edeceğimi bilmiyordum. Prenses, Elizabeth, Elizabeth Hanım?

Ah, her ne boksa.

'' Benvenuto.'' Bize döndükten hemen sonra ''Hoş geldiniz.'' Diyerek cümlesini düzeltti.

''Geç oldu, sanırım bu gece beraber oturamayacağız.'' Elizabeth Barkın'a gülümsedi. ''Pekâlâ, yorulmuşsunuzdur, yatın dinlenin. İyi geceler.'' Barkın gibi kafamı saygı babında eğerek gülümsedim ve aynı şekilde karşılık alarak Barkın'ın peşinden onun odasına doğru yürümeye başladım. Çünkü az önce yan tarafa geçip Karmen'in odasına yöneldiğimde elini parmak ucuma uzatıp onunla gelmem konusunda ufak bir uyarıda bulunmuştu. Bu yüzden onu dinledim ve arkasından odaya girdim. ''Manila üzerini değişsin, duşa girip geliyorum.'' Kapıya doğru tekrar gidip aralıktan ''Manila!'' diye seslendi. Gözüm karanlık odanın içinde gezinirken ışığı açtı ve dolabından kıyafetlerini alıp kişisel banyosuna girdi.

Onun banyo kapısını örtmesiyle odanın kapısının açılmadı bir olmuştu. Manila benim, yani Karmen'in odasına gitmiş pijamaları almış ve gelmişti. Yatağa doğru oturduğumda önce gülü çıkardı ve baş ucumuza nazikçe bıraktı. ''Bu bahçedeki gül, bizim. Ayaz ve Barkın Bey'in burada yetiştirdikleri güller.'' Kaşlarım hayretle havalandı. Elbisem üzerimden kayarken Manila kollarımı da nazikçe çıkardı ve gülümseyerek bana baktı. ''Dikenleri oyulmuş. Size zarar gelmesin diye.'' Gözlerim baş ucumuzda duran güle kaydığında dalının temizliğiyle iç çektim. Çıkan elbisemle çıplak kalan tenim fazla beklemeden ipek pijamalarla sarmalanmıştı. Manila beni giydirdikten sonra odaya tekrar gitti ve temizleyici malzemelerle gelip önce nemli bezle yüzümü sildi ardından bakımıma kadar yaptı. ''Salvor, Barkın Bey bana teşekkür etmek isterseniz kafanızı yana eğmenizi söylemişti. Yormamalıymışsınız sargınızı.''

Parmaklarınızı.

Kafamı yana eğerek gülümsediğimde ''Ricalar.'' Dedi. Teşekkürleri duyarak Rica'ya uyarlamış olduğunu düşündüm ve onu bozmadan kirpiklerimi ardı ardına kırpıştırdım. Getirdiği tüm malzemeleri kucaklayarak odadan çıktığında sanki Barkın'la anlaşmışlar gibi yine kapıları aynı anda örtüp açtılar.

Barkın üzerinde siyah dar bir uzun kollu, altında siyah bol bir eşofman ve boynunda düz zincirle banyodan çıktı. Saçları nemli ve dağınıktı. Havluyla karmaşık bir şekilde saçını kuruluyordu. Gözleri ve dudakları kızarmış aralık kapıdan içeri buharlar geliyordu.

''Yatağa girmemişsin. Uykun yok mu yoksa?'' dudak büzdüm.

Vardı ama onu kışkırtmayı seviyordum. ''Hm.'' Gözlerini kısarak yandan bir gülüşle bana yanaştı ve havluyu yanıma atıp kollarını belimin iki yanından yatağa yaslayarak eğildi. ''Sen uyurken ben seni bekledim, sanıyorum ki uykun olmadığına göre sıra sende.'' Ve yaptığımı anlayarak üzerimden çekildi ve yatağın öteki ucuna kendini attı. ''İyi geceler Mia Donna.''

Hay senin Mia Donna'na.

Ona ters bir bakış atarak yatağa girdim, ışığı baş ucundaki bir düğmeden kapattı ve yatakta dönüp beni kendine doğru çekti. Ona dönmedim, sırtımı izlemesine izin vererek yastığa kafamı iyice gömdüm.

''Sende haklısın izlememekte, ben senin kadar güzel değilim ne de olsa.'' Fısıltısı ensemden bedenimi titretti, dudaklarımı birbirine bastırarak istediği karşılığı vermedim. Birkaç dakika sonra ''Sen uyumazsan benim de uykum kaçar.'' Diye ekledi.

Yine ona dönmedim. '' Passa attraverso la mia mente.''

[İçinden geç aklımın.]

Ne söylediğini bilmesem de merak etmiyormuş gibi poz takınmaya devam ettim. Bu kez canına tak etmiş gibi beni kaldırıp bir anda üzerine çekti, ardından yüzümü ona dönecek şekilde bedenimi döndürdü. Şu an üzerine uzanmış vaziyette kollarım yüzünün iki tarafına uzanmış burunlarımız aramızda mesafe bırakır şekilde duraksamıştı.

''Madem uykun yok benim böyle uyumam seni rahatsız etmez, nasıl olsa sen uyumayacaksın.'' Dudakları yana doğru kıvrıldı, burada ne kadar çok gülümsediğini tam olarak şu an fark ettim.

Tekrar dudak büzerek ona sessizliğimi dinlettiğimde kafasını geriye daha çok bastırıp huzursuz bir ses çıkardı. Daha önce de söylemiştim, sessizlik konusunda iki karamelde benimle yarışamazdı.

''Yarın seni erkenden uyandıracağım, eğer uyanmazsan gör bak nasıl pişman edeceğim seni uyumadığına.'' Omuzumu yana doğru çekip kafamı eğdim.

Eh, denesindi. Nasıl olsa sabahın dördünde beşinde kalkabilen bir yapım vardı. Her ne kadar ondan eser kalmasa da derinlerimde hala yattığını hissediyordum.

Yani umuyordum ki hala yatıyordu.

Gözlerini yumduğunda bal sarılarının kayboluşuyla tüm enerjim düştü. Tane tane kıvrımlı ve açık renk kirpiklerini seyrettim, göz kapağını ve kaşlarını seyrettim. Sonra kaşının altındaki hafif kırışıklıkları, yanağının hafif içe gömülü yapısını, kalın ama bir kızaran bir renksizleşen dudaklarını, düz inen burnunu ve keskin sakallı çenesini aklıma tane tane kazıdım.

Boynundan yayılan koku beni yavaşça göğsüne yatma isteğiyle dürttü ve dakikalar sonra bu dürtüye yenilerek kafamı göğsüne bıraktım. Elleri belimdeydi. Benim de parmak uçlarım saçını hissedebileceğim konuma kaydı ve sonra gözlerimi yumarak daha önce dinlemediğim tüm ninnilerin yokluğunu aratmayan, iyi ki daha önce ondan başka bir şey dinlememişim dedirten kalp atışlarını dinleyerek uykuya onunla beraber yürüdüm.

♟️

''Mia Donna.'' Fısıltısıyla etrafımı saran ışık karanlığa büründü. Dudaklarımı araladım ve kendi kendime bir şeyler söyledim ama ne söylediğimin farkında bile değildim. ''Zelal.''

Dudaklarım kıpırdıyor zihnim bir isim sayıklıyordu ama ne dediğimi bilmiyordum. ''Ne?'' dedi tanıdık bir ses. ''Bir daha kıpırdat dudaklarını.'' Diye de ekledi. Zaten aynı şeyi tekrarlıyordum ama ses olmadan anlaşılması imkansızdı. Ben bile ne dediğimi anlayamıyordum. Sonra dudaklarımı birden bilinçsizce kapadım ve gözlerimi araladım. Gün yeni doğmuş görünüyordu. Gece uyanmış geri uyumuştum hemen, ben uyandığımda gün yeni doğmak üzereydi. Etraf Karmen'in gözleri gibi maviye yaklaşan bir beyazlıkla kaplıydı ama sonra aydınlandı.

Şimdi ise güneş kendini gösteriyordu. Bir an için havaya baktım, buz mavisi gökyüzü güneşin peşinde gibiydi, ayrılmaz ikili gibiydi. Aynı Karmen ve Barkın gibi, aynı gözlerinin içinde sakladıkları güneş ve gökyüzü gibiydi.

Bu düşünceye gülümseyerek zihnimin sislerinden kurtuldum ve sayıkladığım ismi de az önce söylemeye çalıştığım şeyi de unuttum.

''Rüya mı görüyordun?'' Barkın'ın gözleri hala dudaklarımdaydı. Bilmediğimi ima eder gibi dudaklarımı büzerek doğruldum. O çoktan doğrulmuştu ama ben hala göğsünde yamuk bir şekilde yatıyordum. Doğrulduğumda dizinde oturur vaziyette göğsüne yaslanmaya devam ettim.

''Kahvaltıya bekliyorlar.'' Diye mırıldanarak elini dağılmış saçlarımda gezdirdi ve kabaran yerleri düzeltti.

''Az önce doktor geldi gitti, parmakların hızlı iyileşiyormuş.'' Elime bir an baktım ve sargıların artık olmayışını gördüm. Barkın ''Sana enjekte ettiğim şey.'' Diyerek beni aydınlattı. ''Yan etkileri olabiliyor, zihin bulantıları, duygusal bir bozukluk ve boşluk. Sanırım dün geceki halin ilacın yan etkisiydi. Özellikle uzun vade de Tuğra'nın sana verdiği ilaçlarla birleştiği için yan etkisi çok daha belirginleşmiş olmalı.'' Söylediklerini sessizce dinlerken hala yaralı ama kabuk bağlamış ellerimi inceledim. Hala sızlıyordu ama hareket ettirilmeyecek kadar değildi.

''Sen yine de çok zorlama parmaklarını ve dinlen bugün. Yarın gün biraz gürültülü geçebilir.'' Kafamı aşağı yukarı salladıktan sonra daha fazla doğruldum ve dizinden ayaklanarak onun da ayaklanmasını bekledim. Dolabından siyah bir takım çıkarıp üzerini değişti, üzerini değişirken onu utanmadan seyrettim. Sonra çekmecesinin üzerinde duran kırmızı S harfli kol ve kravat iğnelerini elimin dışıyla kaydırarak çekmecenin ucunda açtığım avucuma düşürdüm.

O sırada Barkın hala gömleğini ilikliyordu ve bu kez içine giymek için yelekte çıkarmıştı. Çıkardığı yeleği gömleğinin üzerinde iliklerden önüne gittim ve avucumdakileri ona uzattım. Çarpık bir gülüşle avucumdakileri aldı ve koluna, kravatına takarak ceketini üzerine giyip ceketinin cebine kırmızı bir mendil koydu.

Şu an tam bir otoriter siyaset adamı imajına girmiş görünüyordu. Suratında sert ve kararlı bir ifade, üzerinde ciddiyetin ve karanlığın görüntüsü ve bakışlarında her şeyi yapabilir bir bakış taşıyordu.

Ceketinin altında kalan gömleğinin kollarını düzelttikten sonra ''Manila seni odanda bekliyor.'' Dedi ve saçlarımın arasına bir öpücük bıraktı. Onunla beraber odasından çıkmaya yönelirken baş ucumdaki gülü kaşla göz arasında aldım ve merdivenlere gelmeden ondan ayrılıp Manila'nın beni beklediği odaya girdim.

''Possa Dio proteggerti dalle persone.''

[Tanrı korusun insanları sizden.]

Elinde tuttuğu İtalyanca yazılı ve üstünde haç çizili şeyi göğsünün arasına sokuşturdu.

Kaşlarımı çatarak bu hareketine baktım, ne dediğini anlamamıştım ama pek hoş bir şey söylemiş görünmüyordu. Sertçe yutkundu ''Yavel Hanım.'' Dedi yine yanlış bir şekilde.

Ona doğru yavaşça adımlayarak işaret parmağımı göğsüne doğrulttum. İçimde garip bir kötü his belirmişti. Bu yaptığım her ne kadar uygun olmasa da kendimi tutamamıştım, böyle bir dünyada ayıbı düşünemezdim.

''Dua ediyordum.'' Dediğinde suçlu hisseder gibi oldum. Tahmin etmeliydim, haç işaretinde gördüğüm an tahmin etmeliydim. Bunu nasıl telafi edebileceğimi kısa bir an düşünecekken ''İnsanlar için.'' Diye ekledi. İnsanlar için dediği kısım beni endişelendirdi. Yüzüne kuşkuyla baktım, gözlerini kaçırdı. ''Eliz Hanım ve ben... döndükten sonra siz, korkuyor oradakiler için.''

Pekâlâ, bu kabul edilebilir bir durumdu ama dua edecek kadar korktukları şeyin ne olduğunu merak ettim.

''Bakmayın kusura, ne giyerdiniz?'' konuyu hızla kapatışına sadece baktım. Bir şey demedim ve sorgulamadım, başımla sadece siyah takım olan kıyafetleri işaret ederek sadece üzerimi giydirmesine izin verdim ve Barkın'ı dinlemeden altımı kendim yavaşça giydim. Manila yardım etmeye birçok kez çalışmıştı ama onu engelledim, sadece makyaj yapmasına izin vererek onu gülümsetmiştim.

Yine de gülümsetmemin yanında gözüm üzerindeydi ve bunu ona hissettirmekten çekinmedim. Elizabeth Karaduman buraya gelmemiz konusunda gerçekten bizim için mi endişeleniyor yoksa düşmanlarımız için mi endişeleniyor bunu merak ettim. Sonunda Manila işini bitirdiğinde o önden ben arkadan masaya doğru indik, bazen hala tam iyileşmediğim için beni kontrol amaçlı arkasına bakıyordu. Bu nedensizce gülümsetti.

Merdivenlerden inerken parmaklarımı çok hareket ettirmesem de daha iyi hissettiğimi biliyordum. Masaya doğru ilerlerken Elizabeth çayını yudumluyor, Barkın onunla kendi dilinde bir şey konuşuyordu.

''Uccidere non significa morire.'' Sesinde annesine karşı ufak bir sitem sezdim.

[Öldürmek ölmek anlamına gelmez.]

'' Non sono d'accordo, posso vedere cosa prova Yeval nei suoi occhi.''

[Katılmıyorum, Yeval'in gözlerinden ne hissettiğini anlayabiliyorum.]

Elizabeth Barkın'ın aksine gayet sakindi. Konuşmanın arasında geçen ismim kulaklarımı çok daha yukarı dikmeme sebep olurken Manila geldiğimizi fark etmeleri için dudaklarını araladı ama tam bu sırada Elizabeth bir cümle daha kurdu.

'' Hai paura di quello che farai perché lo sai.''
[ Sende bildiğin için yapacaklarınızdan korkuyorsun.] Sonunda Manila sesini çıkaramayınca ben öne doğru adım attım. Elizabeth'in gözleri oğlundan bana kaydığında dudaklarını yaladı. Ne konuştuklarını bilmediğimi bilse de öğreneceğimi de bilmesini istedim.

Barkın yeltenemeden sandalyeme geçip oturduğumda gözlerini benden kaçırması hiç hoşuma gitmedi. ''Sanırım senden önce çıkacağım, kiliseye gitmem gerekli.'' Barkın annesine cevap vermedi sadece bana ''Eve döndüğümde görüşürüz Yeval.'' Diyerek gülümsedi ve Manila'ya bizimle ilgilenmesini işaret ederek koltukta duran çantasını alıp çıktı.

Masada Barkın'la bir başımıza kaldık. ''Duydun.'' Diye mırıldandı. Kafamı sallayarak yemeği yemeye başladım. ''Yalan yok demiştim, o yüzden konuşmanın sadece annemin bizim hakkımızda endişelendiği kısmını söyleyebilirim.''

Sadece o kadarını mı?

Ona yeterli olmadığını anlayabileceği bir bakış attım ardından devamını bekliyor gibi yaslanarak yemeğe oldukça yavaş yemeye devam ettim.

''Ben Türkiye'ye gelmeden önce ve sonra bu olanların hiçbirinden annemin haberi yoktu, beni engellemek için çok engel çıkardı önüme ama durmayacağımı anlayınca bırakmaktan ve dua etmekten başka bir şey yapamayacağını anladı. Onun soyundaki adamlar gibi siyasette çok daha yukarılara gelmemi istiyordu ama... ben bıraktığımda ve çok daha kötü bir yere yöneldiğimde ne yapacağını bilemedi. Aklında beni korumaya çalışıyor.''

Anlatırken yüzünü dikkatlice inceledim, onu tanıdığım bu zaman diliminde doğru söylediği zamanki hal ve hareketlerini, ses tonunu ve hatta nefes alışını bile artık çözmüştüm.

Doğru anlattığına emindim ama eksik anlatıp anlatmadığına emin değildim.

Onu zorlamak yerine güvenmeyi tercih ederek ona bakmayı kestim. ''Söylemediğim şey bizim ruhumuzu kaybedeceğimizi düşünmesi, annem inancı yüksek bir kadındır. Bu günahların bizi günahkardan çok daha kötü bir şeye dönüştüreceğini düşünüyor.'' Evet, bunu tahmin edebiliyordum.

Manila'nın hareketlerini göz önüne aldığımda özellikle de.

''Benim artık çıkmam gerekli.'' Diyerek dudaklarını sildiğinde ben de son lokmamı ağzıma attım ve pipet konulan çaydan içip onunla beraber ayağa kalktım. Ceketinin önünü düzeltti, kol saatini cebinden çıkarıp taktı ve ardından s harfli küçük gümüş yüzüğünü serçe parmağına takarak arkasından gelen bana omuzunun üzerinden baktı. ''Ne kadar süreceğini bilmiyorum, yemeğe yetişemeyebilirim.''

Sorun olmayacağını fark ettiğinde yanağıma bir öpücük bıraktı ve eliyle belimi okşayıp çıktı, onun arabaya binmesi ve bana son kez bakmasıyla bende kapıyı dirseğimle ittirdim ve masayı toplayan Manila'ya bakmadan benim yani daha doğrusu Karmen'in odasına doğru ilerledim. İlerlerken etraftaki odalara da açık oldukça bakıyordum, aklım hala Leman'ın nerede olduğundaydı ama görünene göre evin içinde değildi.

Etrafı gözlemem bittiğinde odaya girip kapıyı aralık hale getirdim. İçerisi giren güneş ile fazla aydınlıktı, bu sebeple perdeleri biraz çektim. Şimdi içerisi çok daha iyiydi.

Odanın şekli diğer gördüğüm odalara göre fazla köşeli ve bozuk olduğu için içeriyi geldiğim ilk ana göre çok daha detaylı gezdim. Bir şömine sığacak büyüklükte olan duvarın önünde çekmecelik duruyordu. Siyah çekmeceliğin üstü gümüş, altın renk kupalarla doluydu. O çekmecenin üstündeki boş duvarın her biri asılı madalyalarla süslenmişti. Üzeri İtalyanca yazıldığı için pek bir şey anlamadım. Sadece görselden gördüğüm kadarıyla bir tanesi basketboldu. En üstte olan çekmeceyi açtım, orada bir S bir de K harfli siyah şapkalar vardı. Eskimiş hatta kenarları oldukça yırtılmıştı, köşelerde yırtılmış çok kötü durumda rengi solmuş beyzbol topları duruyordu. Çekmeceyi kapatıp ikinciyi yavaşça açtım. Parmaklarımı kullanırken oldukça yavaş hareket ediyor acıtmamaya ve zorlamamaya dikkat ediyordum.

İkinci çekmece de satranç tahtaları ve zarlar vardı, kenarında bazı çizim kağıtları ve sandalyeye bağlı birçok birbirine benzer görselleri duruyordu. Görsellerin altına Y harfi italik, normal, dalgalı ve değişik şekillerde yazılmıştı. Kağıtların en üstünde biriken küçük büyük ve orta boy olan kalemler duruyordu.

Bir tane kâğıtta da bandaj yoktu, elime aldım ve çocukluk fotoğrafımın neredeyse aynısı olan görsele baktım. Küçüktüm, karşımda uzun saçlı bir kadınla ki muhtemelen bu kadın Z adlı kişiydi. Onunla satranç oynuyordum. Resmin altında Bella is Bella yazıyordu.

Güzel güzeldir.

Dudaklarımı yalayarak son resmi de içine koydum ve ardından son çekmeceyi araladım. Bu çekmecede birçok fotoğraf vardı. Çoğu siyah beyaz ve iki erkekten oluşuyordu.

Biri kumral bal rengi gözlüyken biri yine şapkalı ve gözlerini saklasa bile keskin çenesini saklayamamış ağzında sakız olan yandan gülen bir çocuktu. Barkın kolunu onun omuzuna atmış üzerinde beyzbol kostümüyle gülümsemişti. Bu fotoğrafa bende gülümsedim ve yerine koyup diğerini aldım. Kaniş tür kahve bir köpek Karmen'in kucağındaydı, yine kafasında şapka vardı ve köpeğe bakıyordu. Fotoğraf bu odada çekilmişti.

Arkasına baktım. Tarih yazıyordu, geri koyarak diğer fotoğraflara hızlı hızlı göz gezdirdim. Birçoğu hep Barkınlaydı. Birkaç tane kız fotoğrafı görür gibi olunca en altta kalan fotoğrafları Karmen'in fotoğraflarından ayırdım.

Benim resmim vardı, arkasında kırmızı kalemle Yeval Larden yazıyordu. Selcen'in fotoğrafı vardı, simli kısa bir elbiseyle dans ederken çekilmişti. Alkollü olmalıydı. Arkasında siyah kalemle Selcen Alakurt yazıyordu. Dolunay'ın kumarhanede kumar oynayanları uzaktan izlerken bir fotoğrafı vardı. Arkasında Dolunay Akkor? yazıyordu. Soru işaretine kafam takıldı. Onun da birçok sırrı olduğunu duyduğum anı anımsadım ve Dolunay'ın hemen peşinde duran Tuğra'nın fotoğrafına baktım. Bir adamın alnına silahı yaslamıştı. Arkasında Tuğra Akkor yazmış kırmızı kalemle altını çizmişti. Hemen arkasında Ulaç Tolun, Teoman Alakurt ve Kutay'ın da resmi vardı ama asıl şaşırdığım şey Kutay'ın Tolun olarak değil Larden olarak yazılmış olmasıydı. Dudaklarımı birbirine bastırarak yere çömeldim ve devamına baktım. Herkesin resmi vardı, Lorenzo ve Mahi'nin bile hatta Leman'ın bile. Sadece işlerin içinde olmasına rağmen fotoğrafı olmayan iki kişinin resminin olmaması dikkatimi çekti. Hazan ve Kayzer'in.

En son resimlerin hepsini olduğu gibi yerine bıraktıktan sonra doğruldum ve gümüş altın rengi kupaların ardından siyah kupayı buldum. En arkada duruyordu. Biraz küçük olduğu için elimi içine yavaşça uzattım ve parmak uçlarımla tuttum küçük fotoğrafı ama çekemedim çünkü parmak aramdan kaydı. Bir kez daha denedim ama parmaklarımı sıkamadığım için sıkıştıramıyordum ve kayıyordu. Birkaç denedikten sonra biraz bekledim ve sonra parmağımı zorlayarak resmi içinden çıkardım.

Parmaklarım acımıştı ama sonunda bahsi geçen fotoğrafı elime alabilmiştim. Köşelerden yanmıştı söylendiği gibi, oradaki küçük çocuk bendim. Tamamen burnum, dudaklarım ve gözlerimle bu belli oluyordu. Karmen'in de yanımdaki benden sadece birkaç yaş büyük abim olduğu belli oluyordu. Çünkü saçlarımız düz siyahtı, yüz yapımız benziyordu. İkimizde dümdüz bakıyorduk ve kaşlarımız göz yapımız bile birbirimizin aynısı duruyordu. Tek fark onun gözleriydi. Gözleri fotoğrafta çok farklı çıkmıştı.

Benim omuzuma elini koyan erkeğe baktım, yüz hatları oldukça tanıdıktı ama fazla gençti. Çıkaramadığım için yanındaki kıza baktım, tek gözü siyah tek gözü mavi olmalıydı çünkü Karmen'inki gibi farklı çıkmıştı. Saçları beline uzanıyordu ve düzdü. Onun da eli Karmen'in omuzundaydı.

Derin bir nefes alıp merdiven seslerini işitmemle resmi alel acele belime sokuşturdum. Ardından sanki dışarıya bakıyor gibi camın önüne geçip duvara yaslandım. Dışarıdaki korumaların neyini izlediğimi söyleyebilirdim bilemiyorum ama yaptığım şeyin öğrenilmesindense saçma bir şey yaptığımın düşünülmesini tercih ederdim.

Adımlar topuklu ayakkabı sesiyle güçlü çıktığı için gelenin kim olduğunu anlamam zor olmamıştı. ''Yeval, gelebilir miyim?'' diye seslenildiğinde belirsizlik içimi kemirdi. Adımlarımı kapıya yönlendirerek Elizabeth'e baktım. Kapının içeriyi görmeyen kısmında bekliyordu. Beni gördüğünde gülümsedi. ''Müsait değilsindir belki diye düşündüm.''

Kapının önüne adımladıktan sonra ''Bahçeye çıkalım mı beraber, seninle konuşmak isterim.'' Diye sordu.

Belimdeki fotoğrafın düşüp düşemeyeceğini kestiremesem de teklifi reddetmedim. Onun önden merdivenlere yönelmesine izin verirken fotoğrafı sağlama alacak şekilde belimden çıkarıp göğsümün arasına sıkıştırdım ve Elizabeth fark etmeden ona yetiştim.

Merdivenlerden inerken özellikle yavaşlamasına minnettardım. Barkın'ın neden her konuda temkinli ve izinli hareket ettiğini annesini gördükçe daha iyi anlıyor babasını daha çok merak ediyordum.

Annesinden nezaketi öğrendiyse kötü yanını babasından mı öğrenmişti?

Dudaklarımı yalayıp sessizce merakımı içime gömdüm ve çıktığımız bahçe de arka tarafı dolanarak oturma takımına geldik, oturduk. ''Manila, Tè, per favore.!''

Üzerine giydiği şalla önünü kapattıktan sonra ''Arkanda bir şal daha var, eserse eğer al üzerine.'' Dedi. Şala göz ucuyla baktım.

''Salvor ile sabaha karşı bir konu üzerinde görüştüm ama sanıyorum ki yanlış anlaşıldım.'' Söze girişi beni huzursuz etti. Sanırım gerçekten bizi fazla kötülüğe yönelmiş görüyordu. Barkın'ın haklılığını daha konuşmanın başında hissettim. ''Bana her ne kadar söylemese de Türkiye'ye kardeşi yüzünden gittiğini ben biliyorum. Ayaz ona sorduğumda cevap vermese de yüzünden anladım, onu ben yetiştirdim anlamamam imkânsız.''

Onu ben yetiştirdim.

Boğazıma bir yumru da yerleştirdin.

''Bu işin bu kadar uzun süreceğini ya da bu kadar ileriye gideceğini düşünmediğim için başta el atmadım, şimdi görüyorum ki oğlumun hatta oğullarımın hayatlarını ele geçirmiş. Şimdi el atsam bile uzanamam.'' Manila tepsiyle evin köşesinden çıktı. Bize doğru gelip çayları önümüze koyarken gözünü benden kaçırıyordu. Çayın yanına tarçınlı gibi duran kurabiyeleri bıraktıktan hemen sonra saygıyla eğildi ve geldiği yöne doğru yürümeye başladı.

''Sadece geri dönülemez bir günahkâr olmasından korkuyorum, beni anlıyorsundur umarım. Oğluma ölenle ölünmez kelimesinin yalan olduğunu öldürdüğün kişilerle kendini de öldürdüğünü söyledim ama bana hala hayatta olduğunu söyledi. Hala nefes aldığını söyledi.'' Burukça gülümsedi. ''Nefes kesilmeden insan ölmezmiş.'' Bunu onaylamıyormuş gibi kafasını sağa sola salladı. ''Onun için öyle olabilir ama senin için öyle olmadığını görebiliyorum. Sen onun gibi tertemiz girmedin bu dünyaya, her hareketinle ve bakışınla belli bu.'' Bana sargıdan yeni çıkan ellerimi ardından henüz geçmeyen yaralarımı kaşlarıyla işaret etti. ''Eğer öyle olmasa bu kadar güçlü olamazdın, eğer güçlü olmasan bu kadar saldırıya da maruz kalmazdın. Bak kızım ben bir kızımı kaybettim bu adamlar yüzünden. Sadece kızımı kaybettiğimi düşünüyor olabilirsin ama oğullarımı ve kocamı da kaybettim. Son beş yıldır Salvor'la sadece beş kez, Ayaz'la üç kez kocamla ise on kez yemek yedim. Aileni bir anda kaybetmek ne demek bilirim. Satrançta bir taş devrildiğinde diğerleri de peşinden gider, çünkü bir taş için birçok oyun kaybedilir.'' Çayını kucağına alarak gözlerini üzerime dikti.

Ailenin bu taş takıntısını merak ettim.

''Ben senin sonunu da kızım gibi görmek istemem, başında seni düşünen bir annenin olmadığı kırgın bakışlarından belli. Salvor ile bana nasıl baktığını gördüm. Oh Dio, eri come una ragazzina.'' Son cümlesini çok hüzünlü söylemişti. [Ah tanrım, küçük bir kız çocuğu gibiydin.]

''Buna üzülme, Salvor'un başında var da ne oluyor.'' İç çekti. ''Bak seninle beraber, battıkça batıyor.''

Hava yavaş yavaş soğumaya ve rengini soldurmaya başladığında Elizabeth'ten gözlerimi ayırmadan şalı sardım ve fincanı yavaşça dizime yaslayacak şekilde alabildim.

''O beni dinlemiyor ama seni dinleyeceğini söyleyen bir ses var içimde. Buraya gelin, bırakın sizi öldürmek için peşinize düşmesin kimse bir daha. Burada size çok daha fazla korunma sağlayabiliriz, bu ülkede sözümüz geçer. Salvor konumunu hala koruyor ama eğer Türkiye'de bir olay yaşanırsa konumu tehlikeye girebilir, eğer onu zayıf bir anda yakalarlarsa tüm gücünden feragat etmesini isteyebilirler. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun?''

Bu sadece siyasetle mi ilgiliydi yoksa hala aile konusunu mu konuşuyorduk?

''İtalya'nın bu eyaletinin yönetimini, siyasete dönebilme ve konumunu geri kazanma hakkını, siyasi söz haklarının hepsini bırakması anlamına gelir. Bir daha hiçbir şekilde toplantılara, görüşmelere katılamaz. Tüm gücünü kaybeder. Demek istediğimi anlıyor musun?''

Yani Barkın Karaduman Salvor olmayı bırakmak zorunda kalır. Sadece Barkın Karaduman'dan ibaret olur. Aynı benim onu tanıdığım hali gibi.

Kurumuş dudaklarımı yalayıp ılımaya başlayan çaydan büyük bir yudum aldım. Pipetsiz biraz zor oldu elimle tuttuğum için ama belli etmedim. Karşımda bir annenin oğlunu ve oğlunun geleceğini kurtarmak için benimle böyle konuştuğu bir anda nasıl edebilirdim ki?

Çayını cam masanın üstüne bırakıp masanın altındaki raflardan kâğıt kalem çıkararak bana uzattığında ''Türkçeyi bozuk konuşsam da okuyabilirim.'' Dedi. Kaleme şöyle bir baktım yazabilecek kadar iyi olduğumu düşünmüyordum ama yine de zayıf görünmek istemedim. Kalemi aldım ve soğukluğunu hissetmeme sevindim. Artık duyularım yavaş yavaş geri geliyordu. Bu da iyileştiğim anlamına geliyordu ve dönene dek iyileşmek şu an için en çok istediğim şeydi.

''Anlıyorum, benden ne istiyorsunuz peki?'' yazım biraz bozuk olsa da endişemin aksine okuyabilmişti.

''Onun için vazgeçer miydin, her şeyden? Yeni bir sayfa açar mıydın?'' böyle bir soruyu beklememiştim ama içimden bir seste beklemiştim gibi cevap vermişti bana.

Bir süre sessizce birbirimizin yüzüne baktık. Onun için kendi hayatımdan vazgeçerdim ama şu an benim hayatım sadece beni kapsamıyordu. Vazgeçemezdim.

Sessizliğim karşısında yutkundu. ''Anlıyorum.'' Dedi. Gözlerinin dolmuş gibi olduğunu gördüm. ''Peki öyleyse, dualarım sizinle olacak. Umarım bir gün buraya gerçekten gelirsiniz, her şey bittikten sonra en azından.''

Yavaşça kalkıp şalını düzeltişini izledim. Onun için üzülmediğimi söylesem yalan olurdu. Yıllarını yalnızlıkla geçirmişti ve benim sayemde ailesini toparlayamayacak olsa da toparlayabileceğini ummuştu ama ben umut edebileceği son kişi bile değildim. Yazdığım kâğıdı ve kalemi orada bırakarak bir süre kararmaya başlayan havaya baktım ve aklıma düşen şeyle saatin yediye yaklaşmış olabileceğini düşündüm.

Hızlı adımlarla oturduğum yerde kalktığımda üzerimdeki şal düştü, soğuğu artık hissetmeyerek eve girdim, Manila yine kapıda bekliyor gibi hemen açmıştı. Ona bir şey söylemedim ve merdivenlerden yavaşça çıkıp Barkın'ın odasına girdim. Tahmin ettiğim gibi bilgisayarı masadaydı ama kapalıydı, şifre olmamasını umut ederek masaya oturdum ve elimi acıtmaması için yavaşça açtım. Şifre gerçekten de yoktu.

Türkiye'deki bilgisayarında olan programa girerek orada yaptığım işlemlerin, yani Kutay'ın öğrettiği işlemlerin hepsini yaptım ve Karmen'in izleyen kameralara yine bağlanabildim. Bağlantıyı Barkın'ın izlemesi için açık bıraktığını biliyordum. Sadece benim de izleyebileceğimi düşündü mü onu bilmiyordum.

Görüntü evin içindeydi, telefonla konuşuyordu ve ev onun salonda duvara taktığı zincirli kelepçesinin olduğu evdi. O evin harabeye döndüğünü sanıyordum ama görünene göre hasarlı da olsa kurtulabilmişti.

''İzleyebilecek misin görüşme bitiminde?'' diye sordu.

Konuştuğu kişinin Barkın olduğunu anlamam uzun sürmedi.

''Şimdi çıkacağım, vakit geliyor. Ulaç Tolun evinden çıktı.'' Sırtına bir çanta aldıktan sonra tek eliyle şapkasını taktı. ''Senin sistemde bir şey yapmana gerek yok.'' Dedikten sonra yerde oturan bileğine kelepçe takılmış kucağında bilgisayar tutan Kutay'a baktı. ''Kutay sizin izleyebileceğiniz şekilde kamera değişimlerini yapabilecek. İçeriyi izleyebileceksiniz, benim sadece sesim size ulaşacak.''

Kutay karanlıkta sadece bilgisayarın ışığıyla Karmen'e memnuniyetsiz bir bakış atıyordu. ''Uzaktan olmayacak, önce ağzından alabileceğim bir bilgi var mı diye bakacağım. Öğrenmek istediğim bir şey var.''
Barkın her ne dediyse ''oldu bil.'' Diyerek telefonu kapattı. Ardından görüntü Karmen'in evden çıkmasıyla son buldu ve Alacakaranlık'ın içi görünmeye başladı. İçeride birden fazla küçük mafyalar vardı, hepsi masada oturmuş kucaklarında bir kadın önlerinde bir alkol konuşuyorlardı. İğrençlerdi.

''Bu kez döneceğiz köşeyi.'' Söyledikleri saçma bazılarının ne dediği bile şiveden anlaşılmayan cümlelerini dinlemek yerine arkama yaslandım ve saate sonunda bakmayı akıl ettim. Altıya geliyordu, Karmen muhtemelen motoruna atlamış Alacakaranlığa sürüyordu.

İlk onu orada görüşümü anımsadığımda kanım karıncalandı, yüzümde bir tebessüm canlandı ve bana ilk şarjör uzatışını onu ilk arkasından görüşümü hatırladım. Bir gölge gibiydi aynı. Şimdi aynı yere gidiyordu ve onun da aklına bunun geleceğini biliyordum.

Sandalyeye yaslanıp ellerimi kucağıma bıraktıktan sonra gözüm masanın hemen yanındaki dolaba ve boydan aynasına takıldı, bir süre düşündüm ve beklerken yapabileceğim başka bir şeye karar verip ayağa kalktım. Aynanın karşısına geçip dudaklarımı araladım. Tekrarladım.

''Yeval.'' Hiçbir şey çıkmadı.

''Yazgı.'' Boğazım acıdı ama sonuç yine aynıydı.

''Karmen.'' Nefes sesi bastırarak çıktı.

''Barkın.'' Zorlandım ama çıkacak gibi oldu ve buna sevindim.

''Salvor.'' Yine o belirsizlikte kaldı kulaklarım ne duydu ne duymadı.

''Z.'' Ve fısıltım Salvor dememle aynı şekilde varla yok arası kayboldu. Boğazımı daha fazla zorlayamayacağımı hissederek yerime oturdum. Denerken geçirdiğim on, on beş dakika ve denemeye karar vermeden önce geçirdiğim on, on beş dakika Karmen'in Alacakaranlığa varmasına ve havanın kararmaya başlamasına yetmişti.

Yerime oturduğumda yine ellerimi kucağıma yerleştirdim ve ekrana baktım. Karmen '' Binanın altındayım.'' Dedi. Ulaç Tolun gelmiş çoktan masaya oturmuş açık saçık dansöz gibi görünen kadınlar ortalıktan toz olmuştu. Şimdi masada daha ciddi, iş yapma havası vardı. Herkes üstüne başına çeki düzen vermişti. Ulaç Tolun önüne konan çanta dolusu paralara bakarken keyifle gülümsedi ve bir şeyler söyledi ama kulağıma birkaç takırtı geldiği için duyamadım. O takırtılarla aynı zaman diliminde ışıklar kesildi.

Evin dışından camları indiren birkaç masada oturan insanları oturduğu yerden yerde yatar halde indiren atışlar geldi. Uzaktan bir keskin nişancı Ulaç Tolun hariç herkesi teker teker indiriyordu. Bu sırada yerden kırmızı neon rengin de ışıldayan zarlar odanın köşesinden salona doğru yuvarlandı yerden.

Karanlık olduğu için dışarıdan ışık girse de neyin ne olduğu pek görünmüyordu. Sadece bağırışlar ve kaçışlar duyuldu. Ulaç Tolun neredeydi bir fikrim yoktu ama bağırışı çok gürdü. ''KARMEN!'' diye bağırdı. ''BİR İŞİ BECEREMEDİNİZ APTALLAR!'' Bu kez adamlarına kızdığını varsayıyordum.

''UZAKTA DEĞİLİM TOLUN!'' Karmen'in bağırışıyla Ulaç Tolun'un sesi kesildi.

Korkudan mıdır, kör kurşunun ona gelmesinden midir bilmiyordum ama ilki olduğundan emin sayılırdım çünkü Tolun'un üzerine vurduğum kilitte Karmen'in adı yazıyordu. Onun canını o alacaktı, başkasına bırakmazdı.

''Senin için buraya kadar geldim, misafir etmeyecek misin?'' Karmen'in ağır bot seslerini işittim, dışarıdan gelen atışlar kesildi. Kırılan cam parçaları Karmen'in botu altında ezildi. Dışarıdan yansıyan ışıkla elini kaldırdığında tuttuğu bıçağı gördüm. Bıçağı sıkıca kavradı.

Ufak bir lazer ışığı etrafta gezinmeye başladığında kırmızı çizginin Karmen'den uzandığını anladım. Kırmızı nokta etrafta gezindi ve en sonunda bir köşede durdu.

''Silahının mermisi boşaltıldı.'' Diyerek adımlarını durdurdu. Bir tetik çekilme sesine boş tetik sesi eşlik etti ve Ulaç Tolun'un küfrüyle bu devam etti. ''Sizinki kadar güzel bir suikast olmadığı için kusuruma bakmayın. Son anda gelişti.'' Bıçağı neresine olduğunu göremediğim bir noktaya fırlattı ve kayıp camların üzerine düşme sesi geldi. Bir acı inleyiş daha ona eşlik ettiğinde Karmen ''Işıklar!'' diye bağırdı ve ışıklar saniyesinde açıldı.

Karmen yine şapkası ve üzerinde deri ceketiyle ayakta tüm asaletiyle Ulaç Tolun'un önünde Azrail'i gibi dikiliyordu. Ulaç ise camların üzerinde göğsünde bir bıçakla yere yığılmış kanlarının etrafa yayılışını ve önünde duran kan sıçramış bağcıklı bota bakıyordu.

''B...ben bir şey yapmadım, ben sadece ortağım patron değilim.'' Karmen tek dizini kırıp eğilirken şapkasını çıkardı. Ardından şapkasını tutan elini dizinden sarkıttı. ''Biliyorum.''

Ulaç gözlerine gözlerini korkuyla kaldırdığında bu gözleri ilk ve son kez gördüğünü bildiğini hissettim. İnsan öleceğini ne kadar önceden ya da sonradan hissederdi bilmiyordum ama Ulaç Tolun hissettiği an ölmüş gibi hissediyordum. Her an korkudan ölecek gibi görünüyordu. Karmen onu yakasından tutup doğrularak havaya diktiğinde ''Öğrenmek istediğim o değildi zaten.'' Dedi.

Belinden başka bir bıçak çıkararak onu kesecek raddede boğazına dayadı. Ulaç'ın yüzü ekşiyordu.

''Öğrenmek istediğim o piç kurusunun nerede olduğu. Yalan söylersen tek seferde gırtlağını keserim, ikinci kez soruyu da tekrarlamam.''

''K...Kimden bahsediyo-''
''TUĞRA. AKKOR.'' Sesi öyle gür çıkmıştı ki beklenmedik bu tepkiyle ben bile ekran karşısında irkilmiştim. ''O... '' Karmen devam etmesini işaret eder gibi kafasını salladı ve bıçağı biraz daha bastırdı. ''Bildiğini biliyorum Tolun, tüm sülalene işkence etmemi istemiyorsan. Dökül.''

''Saklanıyor.''
''Nerede?'' Ulaç yere düşen şapkaya ve akan kanlarına baktı.

''Nerede dedim?''

''Behiç Ailesinin evinde.'' Boğazı baştan aşağı sert bir darbeyle kesildi. Dudakları ve gözleri açılırken boğazından akan kanlar bedeninin yere düşmesiyle çok daha hızlı ve çok daha fazla yere dağılmaya başladı.

Hava kararmıştı, Ulaç'ın etrafı ölen diğer birçok takım elbiseli adamlarla doluydu. Karmen çok sürmeden istediği bilgiyi aldığı için mutlu olmuş görünüyordu. Yüzüne sıçrayan kanı kolu ve elinin üst kısmıyla temizledikten sonra kameraya yaklaştı ve yüzünü görebileceğim açıda, yakınlıkta tutarak bıçağı tekrar beline taktı. ''Evi kuşatacağım, çabuk dönseniz iyi olur.'' Arkamda bir hareketlilik sezerek omuzumun üzerinden arkama baktım. Dışarıdan içeriye yansıyan sokak lambaları sadece içeriyi aydınlatıyordu. Yere vuran gölgeye baktıktan sonra yavaşça yüzümü döndürdüm. Barkın hemen arkamda elleri cebinde ekranı kısılmış gözleriyle seyrediyordu. ''Sanırım istediğimiz tatili yapamayacağız Mia Donna.''

 

Loading...
0%