Yeni Üyelik
4.
Bölüm

2. Bölüm | Ruj Kalıntısı ve Bıçaklı Kadeh

@byzloey

Instagram ; Byzloey

 

İyi Okumalar '

 

 

 

 

2. Bölüm | Ruj Kalıntısı ve Bıçaklı kadeh

 

 

the here and hereafter, ıf theese trees could talk

 

''Bak senin şarkın Yeval.'' Babamın eli radyoya uzandı, müziğin sesi yükseldi. Arabanın içinde yankılanan nakaratı da en az devamı kadar güzel olan şarkıyı keyifle içimden mırıldandım. Dilsiz olabilirdim ama kendi zihnimde ben bir vokalisttim. Annem ve babam bana dikiz aynasından gülerek bakıyordu, acaba onlara anne ve babam dediğim için gerçek ailem alınıyor muydu? Ya da bana gönül koyuyorlar mıydı?

 

Daha da kötüsü, eğer öldülerse bu anları yukarıdan izliyorlar mıydı?

 

Bir anlık keyfim bu düşünceyle kaçtığında durgunluğum babamın ve annemin gözüne çarptı. Elimdeki telefon ışığı az önce yüzüme vuruyordu ama şarkıyı mırıldanırken söndüğü için artık onun sönmüş ışığı da karanlık sokağın kavalyesi gibiydi.

 

''Ne oldu kızım?'' dedi annem yüzünü ön koltuktan çevirirken. Babam müziğin sesini neredeyse kapattı denebilecek kadar kıstığında onun da gözlerini dikiz aynasından görebiliyordum. Dolunay'ın gözleri gibi renkliydi onun gözleri de. Dolunay'ın saçları gibi sarıydı annemin saçları da.

 

Dolunay onların birebir kopyasıydı, ben ise acıyarak aldıkları ve korumak için bana dilsiz olmayı öğrettikleri küçük bir kız çocuğuydum ve dilsiz olmayı bile tam olarak beceremiyordum. Sadece birkaç sene olmuştu alınalı, birkaç sene de kim dilsiz olabilirdi ki? Bu imkansızdı. Sadece çabalıyordum, çok büyük bir şey olmadıkça çığlık bile atmıyor korkumu bile yutabiliyordum.

 

Anne ve babama baktığımda onların benim için bu kadar şey yapmaları ve birkaç senede bile öz kızları kadar beni içlerine almaları gözümün önünde canlandı. Onlardan çok farklıydım. Saçlarım siyahtı, gözlerim siyahtı, sokaklarım siyahtı.

 

Ellerimde kanlar vardı, gözlerimin gördüğü tek renk kırmızıydı ve bedenim sadece o renge hüküm sürebiliyordu. Kanı gördüğümde ellerim titriyordu, gözlerim doluyor midem içeride jimnastik hareketleri sergiliyordu ama dışarıdan tek görünen kara gözleriyle ifadesiz bakan gözler sık alınan nefeslerdi.

 

Evet, benim korku gösterim bu kadardı. Bundan ibaretti ve onlar buna rağmen beni öz kızları sayıyorlardı.

 

Eğer kendimi karşımda görsem tek yapacağım şey görmemek için ışıkları kapatmak olurdu.

 

Babam dikiz aynasından bakarken annemin de bana çevrilen yüzü koltukta huzursuz olmamı sağladı. Kafamı yine olumsuzca salladım. Bu sırada elimdeki ekranın ışığı yanmıştı ve içerisi karanlığa zıt şekilde aydınlandı. Gelen mesaja girdim, Selcen ile ilk alkol içme gecemiz için konuşma yapıyorduk.

 

Daha önce hiç tatmadığımız o sıvının bizi bu yaşta bu dünyadan sıyırmasını istiyor, Bunun gizli olması ve ailelerin bilmemesi için parayla birini tutmayı planlıyorduk. Komik ve saçmaydı ama eldeki tek seçenekti.

 

Selcen'e bunu yarın gece yapmamız için mesaj yazmaya başladığım sırada bir çığlık sesiyle irkildim. Telefon elimden düştü ve arama sesi kulaklarıma doldu. Bu sırada arama sesinin hemen arasından annemin ''VOLKAN!'' diye attığı çığlıklar git gide yükseliyordu. Bu çığlıklara arabanın tekerlek ve korna sesi de katıldı. ''DİKKAT ET!'' gözlerimi cama çevirdiğimde siyahlar içinde bir adam gördüm, yolun ortasında öylece dikiliyordu. Babam frene yüklenip direksiyonu çevirdiğinde drift atan arabanın tekerine bir silah sıkıldı ve araba yerden havaya yükseldi. Babamın bir eli arkaya uzanmıştı ve ''YEVAL!'' diye bağırıyordu. Ben ise sadece ön koltukların arkasını tutuyor gözlerimi yumarak korkuyla çığlık atıyordum.

 

Dilsizlik ve korku gösterisi buraya kadardı. Çünkü sonrası ölümdü.

 

Araba iki ya da üç kez takla attı. Boynumun ağrısıyla bir kez daha çığlık attım ve cam kırıkları çığlıklarımla eş zamanda tenime battı. Gözlerimden ne ara yaş akmış da bedenimdeki kana karışmıştı anlayamamıştım ama tuzlu göz yaşlarım yaralarımı yakmıştı.

 

Annemin çığlığı ikinci takladan sonra kesildi, babamın sesi ise üçüncü takladan sonra kısılmıştı.

 

Ben... ben sanırım hala yaşıyordum ve gerçekten yaşadığım zamandan daha çok sesim çıkıyordu.

 

Hıçkırıklarım etraftaki sessizliği örtmeye başladığında babamın inleyişleri de bana katıldı. Korkuyla ters duran arabanın içine ve ters gördüğüm sokağa bakındım. Yukarıdan damlayan kanlar vardı, arabanın etrafından dumanlar yükseliyordu. Burnuma gelen garip kokuyu adlandıramıyordum bile.

 

Sadece göz yaşları içinde dumanların arasından buraya doğru adımlayan ucu sivri ayakkabıyı görebiliyordum. Sokağı aydınlatan ışığın vurduğu yere döndüğümde annemin boynunun yana düştüğünü ve bedeninin geri kalanının arabadan dışarı uzandığını gördüm.

 

Yanlış ve imkânsız bir şekilde.

 

Annemin yüzü bana dönüktü ama bedeninin arkası dönük ters şekilde dışarıda yatıyordu. Güçlü bir çığlık dudaklarımdan hıçkırıklarla döküldüğünde buraya gelen siyah ayakkabı adımları durdu. Çığlığımın kesilmesiyle aldığım her derin nefes içeride bir şeyleri yırtıyordu.

 

Her nefes sanki bir bıçaktı ve içime çektiğimde saplandığı her yer kan şelalesine dönüyordu. ''B...baba.'' Diye fısıldadım hıçkırıklarla. ''Şşşş...'' Diye fısıldadı babam acıyla. Yüzümü ona çevirmek istedim ama boynumu hareket ettiremeyeceğimi biliyordum, canım çok fazla yanıyordu. Telefonum hala ışığı açık şekilde dışarı fırlamış görünüyordu, Babam telefonun hemen yanındaydı. Annemin kemeri yırtılmış bedeninin arasında kalmıştı. Babamın kemeri ne kadar hala onu tutuyor olsa da arabadan yere akan kanı görebiliyordum.

 

''Yabancı...ların....yanında...''

 

''Konuşmak yok.'' Diye tamamladım cümlesini daha fazla zorlanmaması için. ''n...ne olursa.... Olsun.'' Dedi babam sonra. Adımlar tekrar ilerlemeye başladığında gelen kişiyi ve birazdan olacakları görmek istemedim. Gözlerimi sıkı sıkıya yumdum.

 

Ellerimi yumruk yapmak hatta tenime batırmak istiyordum ama aynı zamanda ellerimi ve vücudumun kalanını da hissedemiyordum.

 

Hıçkırmamak için kendimi sıkı sıkıya tuttum, fiziksel acı ve ruhsal acı içeride uzun zamandır savaş içindeydi. Şimdi ikisi de birleşmiş beni mahvetmişti.

 

Adım sesleri durduğunda gözlerimi merakıma yenik düşerek araladım. Araladığım da hala tek gördüğüm siyah bir pantolon ve siyah ucu sivri ayakkabılardı. Bu görüntüyle bile Tuğra Akkor'un sözleri zihnimde canlandı.

 

''Sen Yeval... sen eşsizsin. Öyle ki eşsizliğin bu Dünya'ya çok fazla.''

 

''Dünya beni istemiyor mu?''

 

''Seni istemeyen Dünya değil güzel kız, Ailen. Sana daha önce onlar için ne demiştim?''

 

''Eli bıçaklı demiştin.'' Diyerek yüzümü eğmiştim ağladığımı görmemesi için. Çünkü o benim için hala bir yabancıydı ve yabancıların yanında ağlamak zayıflık demekti. ''Dünya seni çok istiyor, ben seni Dünya'dan daha fazla istiyorum. Bu yüzden seni hayatta tutacağım. Hayatta kalmak istiyor musun Güzel kız?''

 

''istiyorum.''

''Seninle izlediğimiz küçük deniz kızını hatırlıyor musun?'' Kafamı aşağı yukarı salladım, elini çeneme koyup yüzümü kaldırdı ve o gece bedenimin ilk ölümle tanıştığı yer çenem olmuştu. ''Küçük deniz kızı gibi olabilir misin Yeval? Sende onun gibi sesinden vazgeçebilir misin?''

 

Ve şimdi, karanlığın ortasında, kan revan ortalığın içinde sözler son buldu. Siyah ucu sivri ayakkabıların önümüzde duruşunu görüyordum. Parlak ayakkabılarından arabanın ters duruşu yansıyordu. Sertçe yutkunup sesimin ya da hıçkırığımın kaçmaması için dilimi ısırdım.

 

Ayakkabıdan yansıyan annemin ve babamın görüntüsünü gördüğümde neredeyse bilincimi kaybedecektim. Beni kendine isteyen karanlıkla verdiğim savaşı bile isteye kaybedecek belki de kendimi ölüme teslim edecektim ama onun yerine dayanmayı seçtim. Hissetmediğim ellerime ve vücuduma rağmen gözlerimi yummamak için direndim. Gözlerimin gördüğü bu görüntüye burnum aldığı bu kan kokusuna rağmen yaşamayı seçtim.

 

Ucu sivri ayakkabılar arkası dönük hale geldi, arkasına bulaşmış mavi fosforlu boyanın arasında yazan bir yazı gözüme çarptı. Garh.

 

Kendime yenilerek acıyla dudaklarımı araladım. ''Yar...dım. Ya...rdım edin.'' Gözlerimden yaşlar yaralarımdan uzanarak akmaya başladığında canım yine yandı, her zamankinden daha çok yandı. Boğazıma hapsettiğim hıçkırıklar düğümlendi ve boğazımı sıkan parmaklara büründü.

 

Adımlar bizden uzaklaşmaya çoktan başlamıştı, gecenin sardığı karanlık sokağın ortasında ters duran araba ve arabadan savrulan bir kadın bedeniyle kaldık. Ona arkasından baktım, o da başkası da yardım etmemişti, edemezdi.

 

''Gün gelsin...'' diye fısıldadım kendimin bile duyamadığı bir sesle. ''Sana da...kimse...yardım etmesin.''

 

Gün gelsin, sana da kimse yardım etmesin.

 

Azrail bu gece beni ziyaret etti. Geldi, gözlerimin önünde iki ruhu aldı ve karanlıkta bana baktı. O da benim kadar dilsizdi. Dilsizliğiyle Zamanı değil dedi ve arkasını dönüp kendisini andıran karanlığa karıştı. Ben de o yaşımda her karanlıkta Azrail'imi aradım.

 

O gecenin en kötü anı, içime sığmayan acıya dayanabilmek için çığlık atmak istememe rağmen dudaklarımı bile aralayamamamdı. Çığlık atmak yardım çağırmak ve ölmek istemediğimi söylemek istiyordum. Kimse beni duymasa da bunu yapmak istiyordum ama yapamazdım.

 

Çünkü o dudakları aralamak demek karanlıktan çıkmasını beklediğim Azrail'e açık adres vermem demekti.

 

Ve ben on yılı aşkın geçen o gecenin üzerinden bugün anlamıştım ki Azrail artık karanlıkların arkasında değildi. Ben Azrail'i yıllarca yanlış yerde ve yanlış zamanda beklemiştim.

 

 

 

Azrail karşımda, aldığı canlara bir daha bakmadan yenisini almak için harekete geçen Barkın Bey'in adamıydı.

 

''Ne yaptınız? Siz ne yaptınız?!'' dövmeli adam yerdeki cesede bakarken ellerini yumruk yapmıştı. Birbirine silah çeken iki tarafta yerini bozmadan dikilmeye devam ediyordu. Esen rüzgâr titrememe sebep olurken ortamın gerginliği de içimin yanmasına sebep oluyordu. ''Bugün Karmen'den uyarı aldınız, bu size yapılan ikinci uyarıydı.''

 

''Karmen... Barkın Bey'e mi çalışıyor?'' dövmeli adam küçük dilini yutmuşçasına kafasını cesetten bal rengi gözlere kaldırdı. Bal rengi gözler gülümsemekle yetindi, bu gülümseyiş onlara verdiği bir cevaptı. Silahı doğrulttuğu dövmeli adamın yüzünden çekmeden ona doğru bir adım attığında dövmeli adam bir adım geri çekildi ve arkasındaki korumalardan birine çarparak korkuyla irkildi.

 

Bu korkunun sebebi Karmen dedikleri adam mıydı? Yoksa Barkın dedikleri adam mıydı?

 

''İndirin silahları.'' Dövmeli adam korumalara dönerek silahları indirmelerini beklerken korumalar onu es geçip birbirine bakmaya başladı. Beni tutan korumada aynı şekilde arkadaşlarına bakıyordu. '' ne duruyorsunuz lan indirin silahları dedim!'' Sol tarafta kalan korumaların hepsi yavaşça silahları indirirken dövmeli adamın gözleri benimkilere değdi. Nefes alışverişi öfke, korku ve endişeden dengesizdi.

 

Bana çevirdiği gözlerine ifadesizce bakmaya devam ettiğimde söze girdi ve benim kadar kararlı şekilde gözlerini ayırmadan bana bakmaya devam etti. ''Kızı götürmenize engel olamayacağımızı biliyorum ama başınıza büyük dert açtınız.''

 

Bal rengi gözler kaldırdığı silahı indirerek adamlara da aynı şekilde silahı indirmesini işaret ettiğinde korumanın elleri üzerimden çekildi. Eğer istesem onu indirmem saniyelerimi alırdı ama bu kadar kalabalıkta benim için kavga edilirken kaçabileceğimi nasıl düşünebilirdim ki?

 

''Barkın Bey bu düşüncenden memnun olacaktır.'' Alaylı ses tonu da en az gözleri kadar güzeldi. O güzel bulduğum gözler bana döndüğünde anlık bir gafletle yutkundum. Bir anda bana dönmesini beklememiştim ama dönmüştü ve keskin bakışları tenimi delip geçiyordu.

 

Dışarıdan görünen dik duruşumu değiştirmeden gözlerine baktım. İçeride kıyametler koparken dışarıda cenneti yaşadığım görünebilirdi. Tenimde ve yüzümde birden fazla maske, sesimle konuşamadığım için konuşmanın birden fazla yolunu bulduğum olabilirdi. Çünkü ben Yeval Larden'dim. Sabrı zayıflık olarak algılamaz zaman geçiyor diye aceleyle işime şeytanı karıştırmazdım.

 

Bu yüzden yanına gideceksem önce bunu benden istemesi gerekiyordu, beni satın alabileceğini düşünmüş ya da mafyanın eline düşmüş zayıf bir kadın olarak görmesi gram umurumda değildi. Çünkü henüz benimle tanışmamıştı.

 

Onun sandığı kadın ve gerçek kadın arasındaki o farklı buradan çıktıktan sonra görecek ve benimle tanışmış olacaktı. Bir yazarın da dediği gibi insanlar birden fazla tanışırdı ve biz karşımdaki adamla henüz tanışmamıştık. Tanışan tek şey maskelerimizdi.

 

Gözlerini gözlerimden ayırmadan adamlarına ''İnsanları arabalara bindirin.'' Dediğinde Dövmeli adam hala hırs ve korku karışımı duygularla bizi izliyordu ama onun bizi izlemesi ne benim ne de bal gözlü adamın umurunda değildi.

 

Arkada ardı ardına sıralanan siyah araçların kapıları açılmaya başlandığında korku içindeki insanlar arabalara doğru ilerledi, hepsinin gözleri etrafta gezindiğinden her an yiyebilecekleri kurşunu düşünüyor gibi hissettim. Sonunda korumaların yönlendirmesiyle arabalara binip kapıları kapattıklarında geriye sadece ben kaldım. Bir koruma bana doğru adımlamaya başladığı sırada bal rengi gözler ona döndü ve bir bakışıyla korumayı yerinde durdu. Artık hiçbir ses duyulmayan deponun ortasında öylece dikiliyor ona bakıyordum. Bakışıma gözlerini kısarak karşılık verdi ve bir adım atarak bana doğru gelmeye başladı. Dövmeli adamın gözleri hala üzerimizdeydi ama göz ucuyla gördüğüm kadarıyla alttan alta da telefondan birine mesaj atıyordu.

 

Artık farlar gözümü kör etmiyor sesler ve kokular beni etkilemiyordu ama bana bakan o gözlerde bir şeyi sezmiştim.

 

Bir sağ koldan daha fazlasını.

 

Ayak sesleri yankılanan depoda kesildi, ayak ucumda başka bir ayakkabının daha ucu göründü.

 

Siyah ucu sivri parlak ayakkabıların ucu.

 

Bakışlarımı yerden kaldırdım ve ilk kez gördüğüm bu renge, bal rengine dosdoğru baktım. Gözlerine baktığım bu sırada içeride esen rüzgarla burnuma farklı bir koku doldu.

 

Karamel?

 

Evet ama sadece o değil.

 

Alkol?

 

Bu nasıl mümkün olabilir?

 

''Adınız nedir?'' diye sordu. Sessizce yüzüne baktım, Gözleri yakından çok daha açık görünüyordu. Dudakları kalın ve renksizdi. Takım elbisesi yakından daha koyu renk duruyor bir tarafı bile kırış kırış görünmüyordu. Kravatındaki S harfli iğneye göz ucuyla baktım. ''Kız konuşamıyor.'' Arkamda duran az önce eli üzerimde baskı kuran koruma önümdeki adama ters bir bakış atarak yerime cevap verdi ama aldığı cevap onu hiç etkilememişti. ''Lütfen benimle gelin.'' Diyerek elini uzattı. Uzattığı ele ve kapısı açılan arabaya baktım. Bu onun indiği arabaydı. Gözlerimi bana uzattığı ele tekrar çevirirken kolundaki s harfli iğnelere gözüm çarpmıştı. Kravat iğnesiyle aynıydı. Fark etmeden alkole benzettiğim karamel barındıran kokusunu sık sık içime çektim. Alkole mi ihtiyacım vardı yoksa güzel bir kokuya mı tam olarak ayırt edememiştim.

 

''Aldığınız insanlara hep böyle nazik mi davranırsınız?'' diye sordu dövmeli adamın arkasındaki korumalardan biri. Dövmeli adam bu soruyla keyifli halde bize dönmüştü ama önümdeki adam onlara dönmedi. Gözlerime bakmaya devam ederek sabırla elini havada tutmaya devam etti. Bilerek yüzüğümün olduğu elimi ona uzattım. Gözleri yüzüğe oradan da yüzüme çıktı. Bakışlarındaki değişime kahkaha atmak istedim. Tam burada bu kadar silahlı adamın ortasında eşsiz sesimle kahkaha atmak ve istesem beni burada bir saniye bile tutamayacaklarını söylemek istedim ama isteğimle gerçek fazla çelişkiliydi. Gözleri iplerden ötürü sıkılmış ve iz olmuş kırmızı bileklerimde gezindiğinde uzattığım el sıcak bir el tarafından kavrandı, nazik tutuşunu bozmadan az önce ona soru yönelten korumaya doğru bakarak arabaya doğru yürümeye başladı. Onunla beraber bende.

 

''Aldığım kadınlara böyle nazik davranırım, sadece kadınlara. Kadına kadın, adama adam gibi davranmak gerekir çünkü.'' Arka kapıyı açmaya yeltenen adamı engelleyerek arka kapıyı benim için açtığında aynı onun gibi gözlerimi kıstım. Gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmamasının yanı sıra, yüzüğü gördükten sonra değişen bakışlarında da farklılık görünmüyordu. Neler düşünüyordu ve benim kim olduğumu sanıyordu bunu deli gibi merak ediyordum ama aklımın bulandığını hissederek dengede durmaya çalışırken bunu pek fazla düşünememiştim. Eğilerek arabaya bindiğimde içime derin bir nefes çektim, arabanın içi bile ağır bir karamel ama bir yandan da akıl bulandırıcı kokuyla doluydu.

 

Bindiğim koltukların rahatlığında bedenim süzülürken sızlayan ellerimi koltuğa yasladım ve yana doğru kaydım. Ona açtığım yere baktı ve son kez depoya dönerek adamlarına işaret verdi. Arkada sıralanmış arabaların sesi yanıma oturan adamla beraber duyuldu. Kapı kapandı ve ''Gidelim.'' Sözü döküldü dudaklarından.

 

''Tabi efendim.'' Arabadan inmeyen ve filmli camlardan yüzü hiç görünmeyen orta yaşlardaki şoför dikiz aynasından bana baktığında siyah gözleri benimkilerle çakıştı. Arkadan çekilen arabaların ışığı birer birer gözden kayboldu, şoför gözlerini dikiz aynasından çekti ve deponun çıkışına doğru yavaş yavaş gerilemeye başladı.

 

''Şah Mat'a değil mi efendim?''

 

''Evet.'' Şoför kafasını aşağı yukarı salladıktan hemen sonra bal rengi gözlü adam arkasına yaslanıp yakasını düzeltti. Bedenimle olmasa da yüzümle ona döndüm. Ceketinin altındaki silahı inceledim, istesem sanırım şu anda da onu gaflet anında silahı yakalayıp alabilirdim ama riske girmeye gerek yoktu. Sabra gerek vardı.

 

Onun gibi arkama yaslandım ama yüzümü önüme çevirmemiştim. Elini dizinin üzerine koyuşunu ve yüzünü bana sonunda çevirişini izlemeyi seçmiştim yolu izlemek yerine. Bu sırada gerekmedikçe nefes almamaya çalışıyordum çünkü aklımın belli belirsiz bulandığını hisseder gibiydim. Bana biraz şaşkın biraz da merakla bakarken ''Adınızı hala öğrenemedim.'' Dedi.

 

Ellerimi kaldırarak ''Yeval.'' Dedim.

 

''Üzgünüm, ben işaret dili bilmiyorum.'' Belli belirsiz gülümsedim. İç cebinden küçük bir defter ile onunla aynı boyda kalemi çıkarıp bana uzattığında ''Ama okuma biliyorum.'' Dedi aynı benim gibi belli belirsiz gülümseyerek.

 

Elindeki defteri aldım, göz ucuyla hala silahını izliyordum. Onun da gözlerinin sol elimdeki yüzükte olduğunu biliyordum. Defterin ilk sayfasını açtığımda önüme çıkan yazıları hızlıca okudum.

 

19.19

 

Karmen.

 

23.19 

 

34.000.000 Euro.

 

Okuduğumu anlayamayacağı hızda sayfayı çevirip kâğıda Yeval yazarak ona çevirdiğimde gözlerini kısarak yazıyı okudu ve ''Yeval?'' diye sordu. İfadesiz yüzümle ona bakmaya devam ettim.

 

''Evli misiniz?'' dedi bu kez de yüzüğüme bakarak. Kafamı olumsuzca salladım.

 

Yüzüğün önemini bilmemesine imkân yoktu, yüzüğün sahibi olarak ben bilmiyordum ama Tuğra ve Dolunay biliyordu. Tuğra bana bu yüzüğü nerden bulduğumu sorduğunda Dolunay bana bunun Selcen'in verdiğini söylemişti. Selcen'in bundan haberi yoktu, Dolunay bunu önemseyerek Selcen ve Tuğra'yı gerekmedikçe hiç yan yana getirmedi ve bu sır yıllarca saklandı.

 

Gözlerimi bal rengi gözlerden tekrar deftere çevirip kalemi sıkıca tuttum, yazışımı beklerken meraklı gözlerini üzerimde gezdirdiğini görebiliyordum. Yarayan alnımın sızısıyla yüzümü buruşturarak defteri bir kez daha ona çevirdim. ''Şah Mat neresi, bizi nereye götürüyorsunuz?''

 

''Şah Mat satın aldığım otel, sizi güvenliğiniz sağlanana kadar orada misafir edeceğiz.''

Gülerek defteri tekrar önüme çektim ve hızla aklımdakileri yazıp ona çevirdim.

 

''Misafir etmek mafya dünyası için fazla nazik bir kelime değil mi?''

 

Benim gibi güldü ama benim aksime o keyifle gülüyordu, ben ise sinirle.

 

''Amacım size zarar vermek değil, hiç olmadı. Birkaç gün sonra her şeyi daha iyi idrak edebileceğinizi düşünüyorum.''

 

Onu dinlerken deftere tekrar döndüm ve ''Bakın Bey orada olacak mı?'' Diye sordum.

 

''Olacak ama tanışacağınızı sanmıyorum.''

 

''Neden?'' kaşlarımı da kaldırmıştım defterle beraber. Bu Barkın Bey kimse buradan kurtulmadan onu görmem iyi olurdu çünkü döndükten sonra nedense içimden bir ses bahsedilen Barkın beyin aradığımız İtalyan adam olduğunu ve bir daha karşılaşacağımızı söylüyordu.

 

''Barkın beyin kim olduğunu sadece üsttekiler bilir. Güvenlik için.'' Kafamı anlayışla sallarken defterin kendi el yazılarımla dolduğu kısımları yırtmaya yeltendim ama elini uzatarak beni engellediğinde bir sayfayı bile yırtamamıştım, sadece kafamı kaldırdım ve değen ellerimizle sarhoş edici kokusuna direnç göstererek ona baktım. ''Kalsın, ziyan etmeyelim.''

 

Elimden defteri aldı, kalemi de ona uzattım. Şoför arabayı yavaşlattığında önümüzde ve arkamızda duran tüm arabaların farları etrafımızı sardı. Sanki biz dünyaydık, onların hepsi de güneşti ve biz o güneşin etrafında dönüyor her açıdan kendimize ışık alıyorduk, kör edici bir ışık.

 

Duran arabanın ilk açılan kapısı yanımdaki adamındı, arabadan ceketinin önünü tutarak indi ve inerken boğazını temizledi. Elimi kulpa uzatmadım, bana gelen adımlarını daha atmadan tahmin etmiştim. Onu bekliyordum.

 

Benim kapım açıldığında içeri esen rüzgarla dakikalardır alamadığım nefesi sonunda düzgünce aldım ve uzattığı eli tutarak arabadan indim. Üzerimdeki cekete ne olmuştu bilmiyordum ama incecik bir bluzla duruyordum ayrıca alnım hala deli gibi sızlıyordu. Elimi oraya uzatmamak için delice bir savaş verdim. Arkadaki arabaların kapısı açıldığında bu savaşı vermek çok daha kolay olmuştu çünkü dikkatim inen diğer insanlardaydı. Bazısının ayakkabısı bile yoktu ve bundan sonra ayakkabıya ihtiyaç duyup duymayacakları da meçhuldü.

 

İnsanlar otelin girişine yönlendirilmeye başlandığında kafamı önünde durduğumuz otele doğru kaldırdım. Bir tarafı beyaz bir tarafı siyah olarak ikiye ayrılmış bir binaydı. Beyaz kısım da siyah renklerle şah, siyah kısımda beyaz renklerle mat yazıyordu ve yazının hemen arkasında piyon ile vezir logosu vardı.

 

Önünde durduğumuz arabanın kapısı kapandıktan hemen sonra önümdeki adam arabaya yeltenmek için bana doğru eğildi. Eli hemen omuzumun üzerinden arabaya uzandı ve iki kere vurup hızla geri çekildi. Umuyordum ki nefesimi tuttuğumu anlamamıştı.

 

Yoksa en sevdiğim karamel kokusunu çekmek için sarhoşluğa doğru bir adım atacaktım ve şu an lazım olan bir şey varsa o da sağlam bir kafaydı.

 

''Buyurun Yeval Hanım.'' Elini öne doğru geçmem için uzattığında eline ters bir bakış atarak yerimde durdum. Önden gitmek istemiyordum, bilmediğim yolda önde yürümek aptallık olurdu. Hareket etmediğimi görünce ''Peki, beraber gidelim.'' Diyerek ilerlemeye başladığında onunla aynı hızda yürüyerek içeri girdim. Siyah cam kapı açıldı ve içerideki korumalar kafalarıyla bize selam verdi. Giriş griyle döşenmiş otelin ışıklandırmaları az ve özdü. Göz yormadığı için buna sevinerek asansörün önünde durdum. Elini uzatarak düğmeye bastığında gözleri bendeydi ama benimkiler beklediğinin aksine onda değil korumalardaydı. Arkamda sekiz yanımızda iki koruma vardı. Diğer insanlar sağda ve solda bulunan geniş asansörlere yönlendirilmişti.

 

Önümüzdeki asansör açıldığında sabırla bekledim ve yanımdaki adamın yeltenişini önemsemeden asansöre önden girip sırtımı aynaya yasladım. Dudaklarını kıvırarak içeri doğru bir adım attı ve hemen önümde durarak en üst katı tuşladı.

 

Kat 27.

 

Ellerini önde birleştirerek bedenini bana çevirdiğinde solumuzda kalan iki korumaya şöyle bir baktım. İkisinin de kafaları dikti, kulaklarında siyah bir kulaklık takılıydı. İfadeleri sabit ve sertti, gözleri bile seğirmiyordu.

 

Gözlerimi yerden kaldırdığımda göz göze geldiğim bal rengi gözler beni esir aldı. Asansörden ötürü olmak zorunda olduğumuz bu yakınlık kokusunu çok daha yakından hatta direk kaynağından almamı sağlıyordu.

 

Her hücremle iddiaya girerdim ki boynu ve köprücüğünden yayılıyordu bu koku. Koku hassasiyeti ve karamele takıntısı olan biri olarak bunu çok emin şekilde söyleyebilirdim. Gözlerimi damarları çıkıp kaybolan boynundan tekrar gözlerine çıkardığımda onun da gözlerinin parmağımda olduğunu gördüm. Yüzüğe bakıyordu, gözlerindeki düşünceleri okuyabilmeyi istedim o an.

 

Evli misiniz?

 

Derin bir nefes aldığımda dikkati yüzükten çekildi ve kalkıp inen göğsüme çıktı. Oradan da beklemeden yüzüme, tam olarak gözlerimin içine baktı.

 

Sessizlik yarışı mı istiyorsun karamel?

 

Bu konuda karşımda hiç şansın yok.

 

Asansörün kapısı önümdeki adamın tam arkasından aralandığında gördüğüm yüzü önümden çekildi ve yerine koyu gri ceketinin görüntüsü geldi. Adım sesleri koridorda duyuluyordu.

 

Otelin dışı gibi bir tarafı tamamen siyah bir tarafı tamamen beyaz döşenmiş koridora çıktığımda onun adım seslerine benimkiler de katıldı. Korumaların adım sesleri duyulmuyordu ama arkamızda olduklarını görebiliyordum.

 

Gözlerimle koridordaki korumaları süzerek yürürken önümdeki bedenin duraksaması ve dikkatimin dağılmasıyla ona çarptım. Yüzünü bana çevirerek kaşlarını kaldırmış halde baktı, ben ise bu hiç olmamış gibi sadece geri çekildim.

 

Sadece yaralı anlım tekrar bir sızlama hissettirmişti ama önemi yoktu, acıya alışkındım.

 

Kesiklere ve kana da öyle.

 

Biri beyaz biri siyah olan kapıların tam önünde durduk. Arada kalan yer duvar değil boydan boya gri renk bir camdı. Camın hemen önündeki iki kapı da açıldı. Önümdeki beyaz kapıya ve içeri baktım.

 

''Geçici süreliğine burada kalacaksınız.''

 

Ona tek kaşımı kaldırarak baktım. ''Defteri vereyim mi?'' diye sordu yüzümü incelerken. Korumalar tahmini üç adım ötede duruyordu. Elleri arkalarındaydı, içlerinde beyaz gömlek dışlarında siyah düz takım vardı. Kafamı aşağı yukarı salladığımda elini ceketinin iç cebine uzattı ve üzerinde dövme olan eliyle bana doğru uzattı.

 

Defteri alarak az önce yazdığım sayfaları geçip temiz sayfayı açtım. Yazdığım yazı için sadece elimden destek almıştım. Defteri avuç içime yaslayarak ''Emir kipinizden hoşlanmadım.'' Yazdım ve ona çevirdim.

 

Bu yazıma güldü, dudaklarını yalayarak derin bir nefes aldı. Bunu beklemediği hareketlerinden belli oluyordu.

 

Bir koruma bize doğru yaklaştığında dikkati dağıldı sandım ama beni yanılttı ve elini kaldırıp adamın sözünü kesti. ''Efendim-''

 

''Bekle.'' Koruma hemen yanımda durdu, bedeni bana dönük duruyordu ve silah tam da benim tarafımda yaslıydı beline.

 

Buna içimden gülümseyerek karşımdaki bal rengi gözlere döndüm. İçimden her şeyi düşünüp her şeye gülebilirdim ama sessizliğin güzel bir yanı varsa bu da sizin yüzünüze yapıştırdığı o maskeydi. Ben içimden gülerdim ama onların ruhu duymazdı.

 

''Ne istediğinizi tam çözemiyorum. Konuşma tarzımdan hoşlanmıyorsanız bunun için bir şey yapamam, siz de bir şey yapamazsınız.''

 

Defteri avuç içimde sıksam da yüzümde gram mimik oynamadı. Defteri kaldırdım ve ''Öyle mi?'' diye yazıp ona çevirdim. Deftere baktı baktı ama hiçbir şey anlamadı. Bu yazıların olduğu sayfayı yırtıp defteri kapatarak kalem ile beraber ona uzattım.

 

Elimden almak için kolunu kaldırdığında ise ilk yaptığım şey onu kolundan kendime çekerek belindeki silahı almak ve bize yeltenen korumayı yakasından tutarak solumuzda kalan camdan aşağı fırlatmaktı. Kırılan cam sesiyle geride kalan tüm korumalar bize gelmeye yeltendi ama neye uğradığını şaşıran bal rengi gözler irileşmiş vaziyette bana baktı ve elini kaldırarak diğer korumalara ''Durun.'' Emri verdi.

 

Aralanan dudaklarından da aynı alkol kokusu geliyor muydu acaba? Belki de dudaklarındaydı bu alkol kokusunun kaynağı.

 

Elimde duran kâğıdı kaldırıp ona doğru salladım, diğer elimdeki silahı da ona doğrultmuştum. Gergin nefesler alırken elimdeki silaha ve bana baktı. ''Senin gibi birisi nasıl oldu da organ mafyası tarafından kaçırıldı anlayamadım.''

 

Şaşkınlığını hala atlatmamıştı ama gizliyordu. Maske taktığını biliyorum, çünkü aynısı bende de var.

 

Dudak büzerek omuz silktim. Bende nasıl yakalandığımı sorguluyordum, eğer bu kadar kalabalık olmasalar ve zamanlamayı iyi kullanmasalar beni yakalamak için başka şansları olur muydu merak ediyordum.

 

''Tamam, emir kipiyle konuştuğum için özür dilerim.'' Gözlerimi kısarak devam et dercesine silahı salladım. Bakışları kırılan camdaydı, aşağı düşen adamın sesinin buraya gelmeyeceğini bildiğim için ölüp ölmediğini tam olarak anlayamıyordum.

 

Yirmi yedinci kattan düşen biri nasıl hayatta kalır?

 

Azrail'in Zamanı değil demesiyle.

 

Kafasını olumsuzca sallayarak baş parmağını alnına uzattı ve sıkıntıyla kaşıdı. Bu sırada duruşunun rahatlığı maskemin altından bir şaşkınlık sızıntısına sebep oldu. Beni mi ciddiye almıyordu yoksa ölümden mi korkmuyordu?

 

''O adamı zor buldum.'' Diye mırıldandı ve elini alnından çekip bana memnuniyetsiz bir bakış attı. ''Aynı zamanda çok para ödedim. Çok masraflısınız Yeval Hanım.''

 

Alayla gülümseyerek kurumuş dudaklarımı yaladım. Bana doğru bir adım attı, adımına baktım ve tekrar gözlerimi gözlerine çevirdim. Sanırım yaşadığı şaşkınlık buraya kadardı. ''Silah sizde kalsın, kendinizi güvende hissetmezseniz eğer kullanmakta serbestsiniz.'' Bir adım daha attığında silahın ucu göğsüne değdi. Ona ne yaptığını sorgular şekilde baktım.

 

''Ölümden korkmuyorum Yeval Hanım, Azrail gölgemde saklanırken bu oldukça zor.'' Aldığı derin nefesle göğsü inip kalkmıştı. Dışarıdan esen soğuk rüzgâr tenimize delicesine çarpıyordu. Üşüdüğümü belli etmemek için bedenimi elimden geldiğince sıktım ama bedenim ve yüz ifadem birbirine zıt anlaşamayan iki küçük çocuk gibiydiler. Yüzüm hiçbir şey göstermezdi ama bedenim her şeyi şikâyet eden küçük kardeşti.

 

''Söylemek istedikleriniz yüzünüzden okunmuyor.'' Diye mırıldandı sadece ikimizin duyabileceği bir sesle.

 

Söylemek istediklerin yüzünden okunmuyor dedi, dilinden kelimeler çıkmıyor demedi.

 

''Silahı indirin Yeval Hanım, onu sizden almayacağım. Sizi alı da koymuyorum sadece birkaç gün yanımda kalmanızı istiyorum.'' Kafamı ''Neden?'' der gibi salladım.

 

''Çünkü oradaki adamın başınıza bela aldınız demesinin sebebi Yiğit beyin takıntılı zapt edilemez erkek kardeşi.''

 

Silahı göğsünden çekerek karşısında dikilmeye devam ettim. Ceketinin önünü açtı ve üzerinden çıkarıp çevik bir hareketle omuzuma bıraktı. ''Şimdi, izin verirseniz kalanını odamda konuşalım. Birbirimizi öldürmeden.''

 

Gülümseyerek elini uzattığı arkasında kalan siyah kapıya doğru yürüdüm ve aralık kapıyı elimle ittirerek açtım.

 

Girişte yerde duran büyük bir siyah piyon yanında da kırmızı bir vezir vardı. Hemen çaprazındaki koyu gri kadife koltuklara ilerleyerek omuzumdaki ceketi belli etmeden üzerime biraz daha çektim ve koltuğa oturup arkama yaslanarak bacak bacak üzerine attım. Gözlerim kapıyı kapatarak tam karşımda oturan o adamdaydı.

 

''Alkol?'' diye sordu koltuk takımının hemen önündeki cam rafın önünde durarak. Rafın içinde ışıklar yanıyordu ve alkol şişleriyle duvara asılı cam kadehler aşağı sarkıyordu. Kafamı olumlu anlamda salladım.

 

Bu sırada bir tane kadehi alması dikkatimi çekti, kadehi aldı ve ''Kırmızı şarap?'' diye sordu. Yine kafamı salladım ve kadehi çıkarıp alkol şişesini masaya bırakışını izledim. ''Öldürdüğüm adam Yiğit Ervan. Organ mafyalarının eskiden en bilinen ismiydi ama artık bu ismin Tuğra Akkor ve Ulaç Tolun aldı. '' dudaklarım keyifle kıvrıldı. Kadehi doldurduktan hemen sonra karşımda dikilirken gözleri dudaklarıma kaydı ve zekasını ortaya koyarak ''Onları tanıyorsunuz, hatta belki de onların içindesiniz.'' Dedi.

 

Kafamı aşağı yukarı salladım.

 

Tam üstüne bastın.

 

''Öyleyse sizi az önce ölümden kurtardığımın farkındasınızdır, buraya getirme sebebim de tam olarak bu. Yiğit Ervan'ın takıntılı kardeşi abisinin bir kadın yüzünden öldüğünü duyunca etrafta sizi arayacaktır.'' Gözlerimi kısarak elimdeki silahı salladım. Gülümsedi.

 

''Başa çıkabileceğinizi biliyorum, onu gördüm ama adaletsiz dünyanın insanlarını adaletli sanmıyorsunuzdur herhalde? Şimdi nasıl gafletle yakalandıysanız aynısını yapana kadar durmayacaktır. Bu sorunu başınıza ben açtım, birkaç gün mühlet verin bunu çözeyim.''

 

Silahı önümdeki cam masaya bıraktım ve ona defter ile kalem vermesini işaret ettim. Koltukların arkasındaki siyah çekmeceliği açtı ve defter kalemle geri dönüp tek eliyle bana doğru uzattı. Defteri aldım ve ilk açtığım boş sayfaya ''Ya kalmak istemezsem?'' yazarak ona çevirdim.

 

''O zaman sizi zorla tutmak için elimden geleni yapacağım ama başarılı olup olmayacağımdan ben de emin değilim.'' Bu söylediğine ikimizde samimiyetle güldük. Gülüşümüz bir süre sonra son bulurken yaklaştı ve silahın tam yanına elini uzatarak Önüme bir kadeh koydu, içine şarap doldurdu ve ince uzun parmaklarıyla masa da bana doğru ittirdi. Kimse dokunmadı, sadece gözlerimiz değdi kadehe ama o kadeh devrildi, kucağıma düştü ve içindeki şarap bedenime yayıldı. Bu şarap benim kanımdı, şarap şişesinin kırılan cam parçaları benim kalbimdi ve kucağıma düşen bu kadeh benim hayallerimdi. Kadehi bana uzatan bu adam ise ölümle aramdaki tek engeldi.

 

''Afiyet olsun.'' Kirpiklerimi ardı ardına kırpıştırdım. Ne kadeh devrilmişti ne üstüm şarap olmuştu. Kadeh önümde içindeki kırmızı şarapla duruyordu, hemen silahın yanındaydı. Kendime geldikten sonra elimi yavaşça kadehe uzattım ve uzun bordo ojeli tırnaklarımı sürterek ince uzun parmaklarımı kadehin ince kısmına dolayıp kendime doğru çektim.

 

Kendisine alkol doldurmayışı merakımı harlamıştı ama sormadım. ''Sizi bu kadar özel kılan ne?'' diyerek tam karşıma oturdu ve benim gibi bacak bacak üzerine atıp ellerini üzerinde birbirine kenetledi. Ceketinden burnuma doğru yayılan karamel kokusu bayılmam için verilen bir narkoz gibi hissettiriyordu.

 

Kadehten bir yudum aldım, dudaklarımda varla yok arası kalan rujun az kısmı kadehin ucundaydı. Kadehi cam sehpanın üstüne bıraktım ve deftere ''Dilsiz olmamdır belki.'' Yazarak ona çevirdim. Önce yazdığım yazıya ardından kıvırdığım dudaklarıma baktı. Kaşları gördüğü bu görüntülerle çatılmış, dudakları düz bir çizgi halini almıştı.

 

''Böyle şakalar yapmayın.''

 

Kafamı yine ''Neden?'' dercesine salladım. Yaslandığı yerden doğrulup dizini diğerinin üzerinden aldı ve iki dirseğini de dizine yaslayarak öne doğru eğildi.

 

İçine giydiği gömleğin vücuduna yapışmasını izledim derin bir nefes daha alırken.

 

''Çünkü kendi canınızı yakmanızı duymak istemiyorum.''

 

Şaşkınlıkla dudaklarımı yaladım, elimdeki deftere ve kaleme bir süre bakınırken neden gözlerine bakamadığımı düşündüm. Böyle bir cümleyi Dolunay'dan bile duymamıştım. Mahvolmanı istemiyorum, önümde eriyip gidiyorsun, ruhunu kaybedişini görüyorum gibi kelimelerini çok duymuştum ama bunu görmek istemiyordum dediğini hiç hatırlamıyordum.

 

Parmaklarımın arasına aldığım kalemi sıkarak deftere ''Yarayı kabuk bağlamadan kanatıyorum.'' Yazdım.

 

''Kabuk bağlamadan deşilen yara derine iner.'' Dedi ifadesizce.

 

''Eğer deşen sensen korkman gereken bir şey olmaz çünkü yarayı deşip deşmemek senin elindedir.''

 

''Umarım yaramı deşmek hiçbir zaman benim elimde olmaz, şimdiye dek öyle olsaydı benden geriye hiçbir şey kalmazdı.''

 

Elimden bir anda düşen kalem ortam da ki sessizliği ikiye bölen bir bıçak gibiydi. Sanki bu an ikiye ayrıldı ve resmin bir tarafı beyaz diğer tarafı siyaha döndü. ''O yüzüğün sizde olması için özel bir şeyin olması gerekli. Yüzüğü size kim verdi.''

 

''Dolunay, Dolunay Akkor.''

 

Yüzündeki mimikler belli belirsiz değişti, gözlerini benden kaçırarak etrafta gezdirmesi düşündüğünü gösteriyordu. ''Tuğra Akkor'un eşi... siz...''

''Dolunay Akkor'un kız kardeşiyim. Yeval Larden.''

 

Kafasını sallayarak cebinde titreyen telefonunu çıkardı ve kapatıp cam sehpanın üzerine silahın önüne bıraktı. ''Bana üç gün verin, üç günde sizin için oluşturduğum tehditleri ortadan kaldırayım.''

 

Kadehe uzandım ve parmaklarımı ince bele dolayıp dizime yaslayarak arkama yaslandım. Bu sırada karşımdaki bal rengi gözlere kabul ettiğimi gösterecek şekilde kafamı sallıyordum.

 

Siyah kapalı kapı tıklanmaya başladığında ikimizin de yüzü tıklatılan kapıya döndü. ''Efendim benim, Ezher.''

 

Karşımdaki adam ayağa kalktı ve gözlerini benden ayırmadan ''İzninizle.'' Diyerek kapıya doğru ilerledi. Araladığı kapıdan görünen siyahlar içindeki adamın gölgesi içeri düştü. Yüzünü net olarak göremiyordum. Sadece boyunun hemen hemen kapının önünde dikilen bal rengi gözlerin sahibiyle aynı olduğunu görebiliyordum.

 

''Tatil nasıldı?''

 

Adamın yüz ifadesini göremiyordum ama garip bir sessizlik sorusuna eşlik ettiğinden karşısındaki adamın gülümsediğini hissettim.

 

''Çok güzeldi, teşekkür ederim efendim. Şule yakın zamanda sizi görmek istiyor.''

 

''Bu sıralar etrafımızda olması tehlikeli olur ama ayarlamaya çalışacağım.'' Karşısındaki adamın gölgesini izledim. Sanırım kafasını sallamıştı. ''Cama ne oldu?''

 

''Cam...'' bal rengi gözler bana döndüğünde gülümsedim. ''Yerde kanları gördüm ama çocuklara soracak vaktim olmadı.''

 

''Çocuklardan öğrenebilirsin kalanını Ezher, eser sahibiyle zaten sık sık karşılaşacaksın.'' Adam ''Anlamadım efendim.'' Dediğinde dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsedim. ''Oteldeki her insanla tek tek ilgilenmeni istiyorum, teslim edilmeden önce herkesin güvenliği ve sağlık durumları kontrol edilsin.'' Onlar konuşurken gözlerimi etrafa çevirdim. Kapalı iki kapının ardında muhtemelen lavabo ve yatak odası vardı. Hemen salonun ön kısmında ise Amerikan bej rengi mutfak loş bir ışıkla aydınlanıyordu. Salondaysa sadece bir oturma grubu duvara monte büyük ekran televizyon, orta sehpa ile çekmecelik ve girişte büyük piyonla vezir vardı. Başka hiçbir eşya görünmüyordu, sadece duvarda asılı birkaç tablo ile kadeh bardakları vardı.

 

Yüzümü gelen sesle onlara döndüm ve karanlıkta onları izledim. Kapıya elini yaslamıştı, boyu gerçekten uzun duruyor gömleği üzerine tam oturuyordu. Ne çok yapışık duruyor ne de bol görünüyordu. Sanırım eğildiği zaman gerilen gömlek sadece o zaman darlaşıyordu.

 

''Tabi efendim. İyi akşamlar.'' Sözleri ve bir kafa sallayışıyla onu takip eden kapı kapanışı.

 

İşte bu kadar. Yine karanlık, yine önümde bir kadeh ve önüme oturan bal rengi gözlü bir adam. İsmini sormalıydım, neden şimdiye dek sormamıştım ki? Mesela o bana adını sorduğunda?

 

Elimdeki kadehi dudaklarıma uzatıp büyük bir yudum aldım. Alkol dayanıklılığım yüksekti, bu yüzden hızlı içmemin ya da çok içmemin hemen etkisini gördüğüm pek söylenemezdi ama yabancı bir yerde ve benim için yabancı olan bir adamla aynı yerde bulunacaksam az da olsa etkisini görmemeyi tercih ederdim.

 

Bu yüzden kadehi bitirdikten sonra sehpanın üzerine bıraktım ve defteri alıp ''Bana ibanınızı verin size kaybettiğiniz paraları temin edeyim.'' Yazarak ona uzattım. Uzattığım deftere baktı ve kafasını çevirip güldü. Çevirmese de olurdu sanki?

 

''Borcunuz olsun.''

 

Defteri kendime çektim, dudaklarım gülümsemenin verdiği rahatlıkla genişlemişti. ''Neden faizlenmesini mi bekleyeceksiniz?''

 

Bu kez ona çevirdiğim defteri uzatmama gerek bile kalmadı. Dudaklarını az önce sesli gülmemek için ısıran adam şimdi onları serbest bırakmış çok sesli olmasa da gülmüştü. ''aynı masaya oturduğum birçok ticaret adamından daha zekisiniz keşke karşımda sizi bulsaydım daha önce.''

 

''Bu kadar üzülmeyin, şimdi karşınızdayım.'' Yazdım bu kez de.

 

Ona çevirirken gözlerim belli belirsiz kapanır gibi oldu. Uykum geliyordu, sabahın dördü beşi civarı uyanan biri için bu saatler çoktan milyonuncu rüyaları görmesi gereken saatlerdi. Defterdeki yazıyı okumasının ardından tekrar çalan telefon ikimizin de dikkatini dağıtarak ilgiyi üzerine çekti.

 

''Size odanıza kadar eşlik edeyim. Yarın siz uyanmadan yeni kıyafetler getirteceğim. Bedeninizi söyleyebilir misiniz?''

 

Kâğıdı dizime yaslayarak alkol kalan dudaklarımı yaladım ve kâğıda ''M beden giyiyorum. Uyanma saatim 4.00'' yazarak yazılı defteri ona uzattım.

 

''Dört mü? Sabah dört mü?'' Kafamı aşağı yukarı salladım ve camın üstüne bıraktığım silahı kendime doğru çekip parmaklarımı dolayarak ayağa kalktım. ''Peki, dediğim gibi siz uyanmadan temin edilecek.'' Şaşkınlıkla yüzüne baktım aynı onun gibi, o ise bunu fark etmeden kalktı ve önden kapıya doğru ilerleyip önden kapımı açtı.

 

Açılan kapıdan ceketi omuzlarımdan indirerek ona uzattım ve öyle çıktım. Uzattığım ceketi aldı ve bana ait olacak odanın beyaz kapısını açtı. İçerisi tamamen beyazlarla döşenmiş odaya göz ucuyla bakıp şöyle bir süzdüm. Bana hiçbir şekilde hitap etmiyordu.

 

Yine de bunu belli etmeyerek ''İyi geceler'' demesi üzerine ona döndüm ve kafamı salladım. Elini çekmediği kapıdan içeri geçmemi bekledi. Koridor kırık camdan içeri sert rüzgarlar girdiğinden ötürü fazla soğumuştu.

 

''İçeride her beden alınmış düz renk pijamalardan hazırda bulunuyor. Dolapta yiyecek her şey mevcut gece acıkırsanız diye.'' Bedenimin dönük oldu otel odasına daha dikkatli baktım. Duvarlar açık griydi, salon takımı yeşildi ve duvarda aynı tonlarda asılı tablolar vardı. Duvarda asılı televizyonun altındaki ünitede konsollar ile Playstation duruyordu. Öteki duvarda asılı olan alkol dolabı ile kadehleri görünce burada kalacak olmamın çok da kötü olmadığını düşündüm. Öteki rafta da kitaplar vardı ama hiç açılıp bakılmadığına yaklaşmadığım halde emindim. Salonun solunda ve sağında bulunan iki kapıya da şöyle bir baktıktan sonra ışığı yanan mutfağa bakmadan arkamda kalan bedene yüzümü döndüm ve silahı kenara bıraktım.

 

''Bir isteğiniz olursa...'' yüzünü az önce camdan aşağı attığım adamın arkadaşları olan korumalara doğru çevirdi. '' söylemeniz yeterli. Saat kaç olursa olsun.'' Bileğimdeki saate göz ucuyla baktım.

 

00.55

 

Kafamı aşağı yukarı sallayarak elimi kapıya uzattım ve eline değmeden tuttum. ''Öyleyse... gidiyorum.'' Diye mırıldandı aramızda bir parmak boşluk kalan ellerimize bakarak. Onun dövmeli eli benim ise koyu kan kırmızısı ojelerim ışık altında parlıyordu. Kafamı aşağı yukarı salladığımda gözlerini benim aksime ellerimizden çekerek yüzüme çevirdi ve elini yavaşça kapı kulpundan çekti. Kapıyı ittirdim, tam önünde ellerini cebine yerleştirerek durdu kapatışımı izledi. Kapattığım kapının ardından dürbüne gözümü yaklaştırıp diğer gözümü kapattım.

 

Birkaç saniye kapının önünde durdu ardından derin bir nefes verip soğuk çarpıtan kırık cama baktı ve arkasını dönerek odasına ilerleyip kapıyı kapattı.

 

Gözümü dürbünden çekerek yüzümü tekrar odaya döndüm. Boydan boya camdı dışarıyı gören yer. Gri camı örten perdeler olmadığı için burada içeri ay ışığı sızıyordu.

 

Burada içeriyi aydınlatan mutfak ışığı olmadığından içeri süzen ay ışığı içeri gri tonuna büründürmüştü. Cama yaklaştım ve manzaranın güzel olmasına sevinerek avucuma perdeyi sardım.

 

Saçlarım yaralı olduğundan ötürü kanlanan alnıma yapışmıştı. Aynaya baksam ben bile görmezdim. Muhtemelen uyandığımda acısını artık hissetmez hale gelecektim, o yüzden aldırmadım ve camdaki yansımamı görmezden gelerek dışarıyı izlemeye başladım.

 

Ay ışığını, etrafını saran bulutlarla beraber bu kez gök yüzünde aya eşlik eden yıldızları. Onları görmeyi ve izlemeyi özlemiştim ama çok fazla uykum vardı. Bu yüzden önümdeki balkon kapısına uzattığım eli geri çektim. Balkona bu incecik üstle ve soğukta öylece çıkacak değildim.

 

Çıkmayacağım için arkamı dönerek kapalı kapıyı açtım ve yatak odasına girdim. Odanın içerisi fazla büyüktü. Geniş aynalı bir makyaj masası, çift kişilik bir yatak ve büyük bir dolap vardı. Bunun yanı sıra burada da duvara monte televizyonla beraber üçlü bir koltuk duvara yaslı şekilde duruyordu.

 

İlerleyerek dolabı açtım, tahmin ettiğim gibi düz gri renk pijamalar burada asılıydı. M bedeni bulduğum gibi yatağın üzerine bıraktım ve önce alnımı temizlemek için yatak odasından çıkıp kapının hemen yanında kalan lavaboya ilerledim.

 

İlerlerken aynı zamanda gözlerimi ovuşturuyordum, kurumuş dudaklarımı yalayarak az uz kalan alkolü de dudaklarımdan tükettim ve elimi lavabonun kapısına uzattım ama o kapıyı açmadım.

 

Bir ses beni durdurdu. Bir ayak sesi.

 

Elimi kapının kulpundan çektim ve beyaz kapıya ilerleyip delikten koridora baktım. Bir erkek bedeni görüş açıma girdi. Siyah deri ceket, siyah bir şapka ve siyah kapının kapısına uzanan dövmeyle sarılı bir el.

 

Siktir!

 

Elini uzattığı siyah kapıyı hiç çalmadan açtı ve bir dakika bile beklemeden içeri girdi.

 

Karmen.

 

Aradıkları o adam, Barkın Bey dedikleri kişiye çalışan o adam.

 

Elimi bir an kapı kulpuna bilinçsizce atarak gözlerimi kapı koluna indirdim. Ne yapıyordum ben? Aptal gibi odaya mı dalacaktım? Kaç yaşındaydım beş mi?

 

Elimi kapı kulpundan çekerek odada tur atmaya başladım. O adam Barkın Bey'e çalışıyordu, bu bal rengi gözlü adam da Barkın beye çalışıyordu. Tuğra ve Ulaç beyde bu adamı arıyordu. Peki neden?

Bu adam İtalya'dan Türkiye'ye neden gelmişti ve neden kimse onun yüzünü bilmiyor onu arıyordu?

 

Sessizce nefes vererek elimi saçıma daldırdım ve odanın ortasında bir anda duraksadım. Sıcaklamıştım, az önce üşüyen ben şimdi bir anda ter su olmuştum. Gözümün çarptığı balkona ilerleyerek kapıyı araladım. Acaba beni bulamayan Selcen Dolunay'a gittiğinde Dolunay ne tepki vermişti.

 

Ah organ mafyası tarafından kaçırıldığımı duyduğunda kahkaha atacağına emindim. Muhtemelen Tuğra da bunu duyduğunda ilahi adalet diyecekti sanki inanıyormuş gibi. Sen organ mafyasıyla evlenirsin, kardeşin bir organ mafyası tarafından kaçırılır.

 

Ne güzel bir karma ama öyle değil mi?

 

Araladığım camdan gelen rüzgârın yetmediğini hissettim, kapıyı aralayarak kendimi dışarı attığımda ilk gördüğüm şey perdesi aralık yan odadan hiçbir ışığın gelmemesiydi. Normalde mutfakta yanan ışığın az da olsa bu cama yansıması gerekliydi ama yansımıyordu.

 

Kaşlarımı çatarak iki balkon arasında kalan duvarın çıkıntısına baktım. Acaba otuz yedi numara ayak o duvarda bale yapar gibi dümdüz parmak uçlarından durup dengesini bozmadan karşıya geçebilir miydi?

 

Şöyle bir aşağıya göz attım. Yirmi yedi kat aşağıya.

 

Karma hep seni buluyor, bir adamı yirmi yedinci kattan aşağı attıktan sonra bunu yapmak istediğine emin misin gerçekten?

 

Risk mi?

 

Elbette.

 

Dudaklarımı yalayarak elimi balkonun demirlerine yasladım. Siz delirdiğimi düşünüyor olmalısınız ama delirmek mi?

 

Delirme kelimesi hiçbir anlam ifade etmiyor çünkü hiçbir deli sandığımız gibi tımarhanede yatmıyor. Aslına bakarsanız her kamu özel binaların altına yazabileceğimiz kadar yaygın bir şey olmalıydı bu kelime. Çünkü kimse normal değil ve bunun için gittikleri yere tımarhane yazılmıyor.

 

Ayaklarımı çıkıntılı ucu keskin ne çok kalın ne de çok ince olan beyaz duvara koyarak duvardaki çıkıntılı desenlerden tutundum. Uzun tırnağın dezavantajları fazlaysa eğer başında sanırım bu geliyordu. Dudaklarımı yalayarak saçlarımı omuzumdan arkama salladım ve sıkıca tutunarak bir sonraki desene elimi uzattım. Önce eller, sonra ayaklar. Denge ve nefes stabil, heyecan ve panik yok.

 

Önce üç adım, iki tutunma. Sonra iki tutunma ve üç adım.

 

Ayağımı zor durduğum çıkıntının üzerinden siyah ince balkon demirine uzatarak duvarın keskin köşesine tutundum ve geniş balkonun köşesine sessizce atladım. Önce demirin üzerinde iki büklüm durmayı başardım sonra da oradan kayarak balkona girmeyi başardım.

 

Derin aldığım nefeslerle az önce gösteremediğim paniği ellerimin yaşamasına izin verirken gözlerimi balkon kapısına çevirdim. Perdeler sandığım kadar da açık değildi, uzaktan ne kadar öyle görünse de kenarlardan ortaya kadar çekilmişti ve balkon kapısı kapalıydı. Şansıma küfrederek balkonun köşesine oturduğumda tam kafama bir tane geçirmeye hazırlanıyordum ki bir ses duydum.

 

''Tuğra Akkor hiçbir şekilde bir kadına kendini savunmayı öğretmez. Ona karşı güçlenecek kimseyi yanında bulundurmaz. Bu kızı eğiten biri varsa bu kişi sadece Dolunay Akkor olabilir. Bana o aileyi araştır Karmen. Nedense temiz görünen halının altında oldukça pislik yattığını hissediyorum.''

 

Gözlerimi duvarın çaprazında kalan aralık pencereye kaydırdım, sesin kaynağı oradaydı. Şu an sevinçten ellerimi çırpmamak için inanılmaz büyük bir çaba harcıyordum.

 

Yüzümü yaslandığım yerden hafifçe eğerek içeriyi görmeye çalıştım. Karanlığa giren tek ışık ayın ışığıydı, içeri ince çizgi gibi süzülerek giriyordu. Aydınlattığı yüz ise koltukta oturup bacak bacak üstüne atmış o bal rengi gözlerin sahibiydi. Hemen arkasında ayakta dikilen kafasında şapka olan adam ise ellerini cebine yerleştirmişti. Bal rengi gözlü adam önündeki sigara paketini alıp sigarayı dudaklarına yerleştirirken paketi Karmen'e uzattı. Karmen bir harekette bulunmayınca paketin ağzını kapatarak geri yerine atıp Karmen'in uzattığı çakmakla sigarasını yaktı. İçine çektiği nefesle çukurlaşan yanaklarını buradan bile görebiliyordum.

 

Gözlerimi ovuşturarak yerime sindim ve üşüme duygusu tekrar bedenimi sarmaya başladı. ''Kafasına sıktığım adamın kardeşi sorun yaratacak. Onu halletmeni istiyorum, yoluma çıkmasın. Buradaki insanların bilgilerini ve naklini takip et.'' Derin bir nefes çekti içine ve dumanı bıraktı dışarı.

 

Acaba alkol ve karamel kokusuna karışsa sigarası yine gelir miydi kokusu bu kadar yoğun? Bir ara denemek gerekliydi. Bir ara bu merakımı gidermem gerekliydi. Gözlerimi kısarak sigarasındaki külü küllüğe bırakışını izledim. Yüzü öne doğru uzandığında biraz daha aydınlanmış çenesi ile vücudundaki kaslar daha çok belirginleşmişti.

 

''Ulaç Tolun'un işi bitik, sıra Tuğra Akkor'da. Ben onlarla uğraşırken Alakurt'un ve Alabora'nın önüme çıkmaması gerekli. Oyunu uzatmak istemiyorum.''

 

''Oldu bil.'' Sonunda sesini ilk kez duyduğum Karmen'e gözlerim kaydı. Sesi inanılmaz kalındı ama aynı zamanda hiç duymadığım bir tondu. Elinde tuttuğu bıçağı yeni gördüğümde içimde durduk yere bir korku oluştu. Küçük bir bıçaktı, ayın aydınlattığı kadarıyla gördüğüm yerde kan kurumuştu.

 

''Yaralandın mı?'' diye sordu bal rengi gözlü adam.

 

''Çı.'' Dedi Karmen'de.

 

''Kanının tek bir damlası dökülmesin.'' Karmen kısık sesle güldü. Tanrım! sesi çok güzeldi.

 

Onun da en az benimki kadar diğer insanlardan ayrılan bir sese sahip olduğuna sevdiğim her şey üzerine yemin edebilirdim.

 

''Dökülmez, bir daha olmaz.'' Dedi bu kez de keyifle. ''Güzel.''

 

''O zamandan bıraktığın enkazı yeni toparladık.'' Diye mırıldandı ve şapkasını çıkarıp tam karşısına oturdu. Tam da benim oturduğum yere, karşısına.

 

İşin kötüsü şapkasını otururken çıkardığı için yüzünü görememiştim.

 

Buna kendimce yanarak dudaklarımı ısırdım. Hemen önünde dakikalar önce içtiğim ve bitirerek kenarında ruj izimi bıraktığım kadeh duruyordu. Karmen oturduğu yerde doğrularak kadehi eline aldı. ''Bu kızın mı?'' Bal rengi gözler kadehe döndü ve kafasıyla Karmen'e onay verdi.

 

''Bu dünya ayık kafayla çekilmezdi zaten.'' Kadehi bırakarak arkasına yaslandı. Karşısındaki adam gülümseyerek elindeki sigarayı küllüğe bastırdı ve Karmen'e baktı.

 

''Alakurt'u engellemek kolay, kızı gözetimim altında ama Alabora sıkıntı.''

 

Karmen'in sözleriyle derin bir nefes aldı. İnip kalkan göğsüne baktım bir süre ve bir şeyin farkına vardım. Karmen bu adama bilgi veriyordu, ondan emir alıyor onunla konuşuyordu.

 

Yer altının korkulu isimlerinden biri neden bir sağ kola haber verirdi?

 

İçimden koca bir Siktir! Çektim.

 

Hatta birden fazlasını çektim.

 

Siktir.

 

Siktir.

 

Siktir.

 

İçeriden bir gürültü geldi. Karmen elindeki bıçağı kadehin içine bıraktı ve ayağa kalkıp şapkasını tekrar kafasına geçirdi. Bu sırada arkası bana dönük olduğundan tek görebildiğim şapkasını takarken kullandığı dövmeli eli ve parlayan deri ceketiydi.

 

''Yarın gece tekrar geleceğim. Bir kadeh daha çıkar.'' Dedi ve kapıya doğru ilerleyip beklemeden odadan çıktı.

 

Onun çıkmasıyla bal rengi gözler dudak izi olan boş kadehe ve içine konulan küçük kanlı bıçağa kaydı. O karşısındaki görüntüyü izliyordu ben ise onu. Ay ışığı ise ikimizi.

 

Oturduğum yerde doğruldum, dudaklarına bir gülümseme yaydı. Gözlerini kadehten ayırmamıştı ama biliyordum. Burada olduğumu anlamıştı.

 

Ne zaman anlamıştı bilmiyordum ama uykuya yenilerek dikkatli bakma açısı bulamadığım bir zaman dilimi olmalı diye tahmin ediyordum. Derin ve gergin bir nefes alarak ellerimi yere yasladım ve doğrularak demirlere yaslandım. Kendimi göstermesem de gölgemin onun önüne düşmesini izin veriyordum. Bacağını indirdi ve ayağa kalkarak bana doğru gelip balkon kapısını açtı.

 

Tam olarak nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordum açıkçası yüzünden anladığım kadarıyla o da bilmiyordu.

 

''İçeri geçmeyecek misin?'' dedi.

 

Siz demedi, sen dedi.

 

''Resmiyeti ihlal ettik diye düşünüyorum.'' Diyerek arkasını döndü ve az önce oturduğu yere doğru ilerlemeye başladı. Arkasından içeri girdim ve kapıyı örttüm.

 

Çekmeceden yeni bir kâğıt kalem çıkararak cam sehpaya bıraktı ve oturup karşısına oturuşumu saniye saniye izledi.

 

''Özel alanıma girmeniz hoşuma gitmedi.'' Kalemi alıp kâğıda oturmadan ''İşe yaramayacağını biliyorum ama yine de özür dilerim.'' Yazdım ve gösterdim.

 

''Doğru yaramayacak.''

 

Kurumuş dudaklarımı yalayarak karşısına oturdum, kadehin içindeki bıçağı kaplayan kan şimdi daha parlaktı. Yakından gördüğümde bıçağın o kadar da küçük olmadığını fark etmiştim.

 

''Ne zamandır dinlediğini sormak istemiyorum.'' Dedi yazıma bakarak. ''Eminim sorsam alacağım cevap bende büyük bir öfke uyandırırdı.'' Dudaklarımı büzerek omuz silktim ve kâğıda ''Bir gün görmek isterim.'' Yazdım.

 

''Ben de bir gün görmenizi isterim.''

 

Cam sehpanın üzerine bıraktığı sigara baktım, kâğıda içebilir miyim yazmak için uzandığım sırada benden önce davrandı ve paketi önüme doğru ittirdi. Önüme gelen pakete baktım. ''İçinde çakmak var.''

 

İçinde çakmak varsa neden Karmen sana çakmak uzattı?

 

Uzattığı paketi açıp içindeki sigara dalını dudaklarıma koydum ve çakmakla ucunu yakıp derin bir nefes çektim. İçime sızan o dumanın ağırlığını ve beni zehredişini hissettim. Saniye saniye ölümü hissetmek zordu ama yavaşlatılmış ölümü her saniye izlemek mümkündü. Doğduğumuz andan öldüğümüz ana kadar, ağlayışımızla ve canımızın yanışıyla hepsi ölüme yürüdüğümüz bir yoldu.

 

Dudaklarımdan ayırdığım dalı küllüğe uzattım ve dumanı havaya bırakıp diğer elimle kâğıdı önüme çekerek ''Sen Barkın'ın Bey'in sağ kolu değilsin.'' yazdım.

 

Kafasını olumsuzca salladı. ''Değilim.'' Derin bir iç çekerek önümdeki pakete uzandığında bende paketi ona doğru ittirdim. İkinci dalı dudaklarına yerleştirdi ve benden daha hızlı şekilde ucunu yakıp içine en az benim kadar derin bir nefes çekti. Kâğıda bu kez ''Sen Barkın Bey'sin.'' Yazdım.

 

Kafasını olumlu şekilde salladı. ''Bir sürü sorun olduğuna eminim.'' Çektiği nefesi dışarı bıraktı. Kafamı aşağı yukarı salladım. ''Ama sorularına cevap verebileceğimi sanmıyorum. En azından şimdi değil.''

 

''Neden?'' yazdım kâğıdı çevirip elimdeki kalemi bırakmadan. ''Çünkü önce ne kadarını söyleyebileceğimi düşünmem gerekiyor ve...'' bileğini yüzünün hizasına getirerek saate baktıktan hemen sonra ayağa kalktı. ''Sabah'ın dördüne sadece iki saat otuz üç dakika kaldı. Ben bu saat diliminde düşünürken senin de uyman gerektiğini düşünüyorum.'' Başımda dikilen bedenine baktım. ''Yarın istediğim cevapları alabilecek miyim?'' ben yazmaya devam ederken hemen baş ucumda olduğundan yazdıklarımı erkenden okumuş bir yandan da yazım bitmeden soruma cevap vermişti. ''Onu yarın göreceğiz.''

 

Kafamı aşağı yukarı sallayarak çoktan küllükte unuttuğum için bitmiş sigaraya ters bir bakış attım ve kalemi bırakıp ayağa kalkarak onunla kapıya kadar sessizce yürüdüm. Yine önden giderek siyah kapıyı araladı, ikinci kez aynı şeyi yaşıyor kendimi dejavuda hissediyordum. Araladığı kapıdan çıktım ve beyaz kapıyı açıp onun gibi kapının arkasına geçerek aralıktan baktım. Bu kez arkamda kalmayı seçmişti. Işıkta daha da açılan bal rengi gözleri içime işledi, soğuk rüzgârı içime çekmemi isteyecek kadar içime işledi hem de.

 

Aklım yine bulanmaya başlar gibi hissettim, gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırıp bilincimi ayık tuttum. ''Sizin kim olduğunuzu öğrenmemin iyi olduğunu düşünüyorsun... ama bunun iyi bir şey olmadığına emin olabilirsin.'' Dedi aralık kapıdan doğruca bana bakarak. Ne eli kapı kulpundan bir milim oynamıştı ne de gözleri gözlerimden bir saniye için ayrılmıştı.

 

''Tuğra ve Dolunay Akkor'la bağlantın olduğunu öğrenmem de aynı şekilde. Eğer öğrenmeseydim... bu gece çok daha farklı bitebilir aklımdaki düşünceler aydınlık yollardan geçebilirdi ama...'' derin bir nefes verirken gülümsedi, gözleri şimdi benden etrafın siyah ve beyazlığına dönmüştü. Kapının kulpunu tutan eli sıkılaştı, el damarları belirirken dikkatim hem burnuma dolan kokusuyla hem de elinin görüntüsüyle dağılmıştı. ''Aynı şimdiki gibi sen beyazların içindesin bense karanlığın.''

 

Yanlış görüyorsun Barkın.

 

Ben beyazların içinde değilim, hiçbir zaman olmadım neden biliyor musun? Çünkü beni tanımıyorsun.

 

Benim doğduğum yerdi karanlık.... Ve unutma ki karanlıkta beliren her ışık sadece birer yıldız ışığıdır.

Loading...
0%