Yeni Üyelik
24.
Bölüm

23. Bölüm | Şah Mat Olmadan

@byzloey




Merhaba piyonlarım, bölümü geç ettiğim için çok özür dilerim. Normal şartlarda dün gece atmış olacaktım ama ufak bir sağlık sorunu nedeniyse aksatmak zorunda kaldım. Artık istediğiniz bölümlere geldiğimiz için sizlerden eskisi gibi bol yorumlar isteyeceğim. Son üç bölümdür yorumlarınız çok düştü, bu yorumları sizden istememin en büyük nedeninin sizin sevginizi daha fazla hissetmem ve motive olmam olduğunu lütfen unutmayın.


Sizleri düşündüğünüzden çok seviyor ve bölüme uğurluyorum.

İyi okumalar canımın içi okuyucularım.

Instagram : Yarınlarzifirikaranlik

Byzloey

kişisel hesabımdan ayda en az bir ortalama iki çekilişler olacak, aynı zamanda kitap paylaşımlarımı da oradan yapıyorum. Takip etmeyi unutmayın.




23. Bölüm | Şah Mat Olmadan

Joy, Some place

Ariana Grande, Dangerous woman

Ariana grande, God is a woman

Little mix, salute

Joanna jones, No scrubs

YEVAL LARDEN

Sessizliğim tehlikeydi çünkü aklımdan geçenleri hiçbir zaman dile getiremezdim ve bu yapacağım hiçbir şeyin bilinemeyeceğini gösteriyordu. Bilinmezlik ise tahtadaki tüm taşların hareketlerinin şaşırmasına sebep olmuştu.

Ben koca bir belirsizliktim, tehlikeydim.

Aynanın karşısında gördüğüm Yeval Larden tam olarak buydu. Üzerindeki kırmızılar kanla kaplanmamış kumaşlardan ibaretken Yazgı, elinde silah ve üzerinde kanlar varken Yeval Yazgı Behiç'tim.

Zelal'in Latte'nin boynuna astığı kâğıdı aldıktan sonra onun yerine kendim bir yazı koyup boynuna asmıştım. Eğer Zelal olur da bir daha iletişime geçmek isterse bu kâğıdı alacak ve mesajım ona ulaşacaktı.

Kâğıda ''Seni daha cesur sanıyordum, kardeşim.'' yazmıştım. Ortaya çıkması için attığım zarfı yemeyeceğini biliyordum ama Karmen ile nasıl çekişmeli tanıştıysam ablamla da öyle tanışmak istiyordum.

Artık kendimi Larden olarak tanıtsam da Behiç gibi davranmak istiyordum. Her kimsem o olmak ve bununla gurur duymak istiyordum.

Yıkılan düzeni tekrar inşa etmek istiyordum. Bir Larden düzeni değil, lider düzeni değil eski Behiç düzenini istiyordum.

''Hoş geldiniz Yeval Hanım.'' Araçtan inip anahtarı Vuslat'a doğru attım, hava da yakaladığı anahtarı alarak gülümsedi ve benim kalktığım yere oturdu. Geldiğim eve dışarıdan bir kez daha baktım. Boydan camın önünde duran bana ait olan adama da aynı eve baktığım gibi dikkatle baktım.

Onun bakışları arkasını dönmesiyle kesildi, benimki de kapının eşiğine gelmemle. Kapıyı açar açmaz yüzü tekrar karşımda belirdiğinde içeri geçerek kabanımı almasını bekledim. Arkama geçti ve kabanımı beklediğim gibi çıkarıp astı. Sessizliğinden yayılan gerginliğini ve öfkesini duyumsayabiliyordum. Gece boyu evi turladığını ve kendi kabahatinin farkında olduğunu da biliyordum. ''Tüm gece geleceksin diye bekledim.'' sesinde aynı yüzünde olduğu gibi huzursuzluk vardı. Kabanı asıp karşıma geçti.

''Bende yanında olduğum süre boyunca gerçekleri söylemeni bekledim.'' ellerime baktı, ''Söylemedim mi?''

''Her şeyi söyleyene dek evet, söylemedin sayacağım.''

Yüzüme uzun uzun baktı, göz ucuyla etrafta Karmen'e ait bir iz aradım ama yoktu. Sadece Barkın'ın nefes sesleri vardı. ''Ama...'' işaretimle yüzünü yerden kaldırdı. ''Sana bu gece için şans tanıyacağım, akşam yemeğini beraber baş başa yiyelim. Eğer anlatmak istediklerin olursa dinleyeceğim.''

Tek kaşı havaya kalktı ardından indi. ''Baş başa akşam yemeği mi?'' kafamı aşağı yukarı salladım sonra ''neden, işin mi var?'' diye sordum.

Dudağını yana doğru büzdü. ''Yok.''

Var ama yok olarak anladım. Sadece yandan gülümsedim. ''Sen mutfağa gir, ben de akşam için hazırlanayım?'' gözü mutfakla benim aramda gidip geldi ardından elini cebine atıp kafasını salladı. Yana doğru kayıp mutfağa geçmesini bekledim. Yanımdan geçerek mutfağa girdi ve ceketini çıkarıp gömleğinin yakalarını sıvamaya başladı. Onu arkasından kısa bir izledim, aynı zamanda izlerken yandaki anahtara uzanıp anahtarı avucuma sakladım, ardından merdivenlerden çıkarak kendimi odaya attım. Anahtarı göğüs arama koyarak üzerime uzun ama derin yırtmaçlı ve dekolteli bir elbise giydim. Ayağıma giyeceğim topukluları elime aldıktan sonra sessizce aşağı indim, Hazırlanmam dakikalar sürse de elimden geldiğince hızlı davranmıştım. Hava fazla kararmamalı saat fazla ilerlememeliydi. Çünkü henüz Barkın'ın bağlantılarını kesmemiştim. Bugün içinde yapmayı planladığım şeyleri zihnimde gözden geçirirken onun odasına yavaş hareketlerle girip karıştırdığım çekmecesinde bulduğum kelepçeleri aldım ve salona giderek yastığın arkasına koyarak topuklularımı giydim.

Saçımı karşımdaki aynaya bakarak salıp elimle şekil verdikten sonra da düz belime uzanan siyah saçlarıma baktım. Yüzümde sabah yaptığım sade göz makyajıyla hoş duruyordu.

Giydiğim saten siyah elbise de hoş bir uyum sağlamıştı.

Ayağa kalktığımda gözüm duvardaki saate ilişti. Saat öğleden sonrayı gösteriyordu. Zihnimde geriye doğru saymaya başladım. Hazan'ın gelmesine çok az kalmış olmalıydı çünkü buradan gitmesi gereken bir Alabora vardı.

Çakır Alabora, hala kimliğini çözemediğim bir diğer kişi.

Mutfaktan gelen kokularla çalan zilin sesini işittiğimde tutan hesaplarıma şükredip kapıya doğru topuklunun çıkardığı sesle adımladım. Geç bile kalmıştı.

Hole varıp kapıyı açtığımda göz ucuyla gördüğüm beden de kapının eşiğine gelmiş arkama geçmişti. Karşımda saçlarını dalgalandırmış ve şık bir şekilde takıp takıştırmış Hazan duruyordu. Siyah dar bir pantolon, üzerine göğüs dekolteli korseli bir beyaz gömlek altına da siyah topuklu bir çizme giymişti.

''Merhaba çifte kumrular.'' gözü benim üzerime ve kolları sıvamış, yakasından birkaç düğme açmış Barkın'da gezindi.

Tek kaşı kalkmış Barkın'da uzun kalan bakışları hiç hoşuma gitmemişti. Bu sebeple öne doğru bir adım atarak bakış açısını kestim ve odağını kendi üzerimde topladım.

''Tanrı misafiri kabul edeceğe benzemiyorsunuz ama... neyse ki ben böyle şeylere alınmam.'' ikimizi resmen ittirerek içeriye dalıp salona doğru yürümeye başlaması beni gerçekten büyük bir şoka uğratmıştı. Evi kendi eviymiş gibi rahat görüyordu ve Selcen'in hissettiği rahatsızlığı hissederek kaşlarımı çattım. Barkın da benim gibi kaşlarını çatmış onun arkasından baka kalmıştı. Etrafındakilere hissettiği huzursuzluk gerçekten böyle olduğu için mi yoksa kendini öyle göstermek istediği için miydi tam olarak kestiremiyordum.

''geleceğinden haberim yoktu.'' Barkın sonunda bal rengi gözlerini bana döndürme zahmetinde bulunduğunda ona ters bir bakış attım ve içeriye doğru yürümeye başladım. Gözleri gitmeden hemen önce beni süzerken yırtmacımda takılı kalmış ona arkamı dönmemle afallamıştı.

Onun geleceğinden plana göre haberim olsa da Barkın'ın gözünden baktığımda haberim yoktu. O yüzden buna uygun davranıyordum.

''Bir kahve ikramını çok görmeyeceğinizi zannediyorum?'' Barkın'ın bir eli cebinde diğeri sakallarında bakışları bana döndü. O kapının eşiğinde ayakta dikiliyordu ben ise Hazan'ın tam karşısındaki deri koltuğa oturmak üzereydim. Bakışlarım ona döndü, Hazan'ın istediğini yerine getirmek için bana baktı. Kafamı hafifçe eğdim, hareketime bakındı ve elini sakalından indirip gözlerini sert bir şekilde Hazan'a çevirdi. Hazan ise ''Ellerine sağlık.'' diyerek kışkırtıcı bir şekilde gülümsedi.

Hazan tam olarak kelepçeleri yastığın arkasına sakladığım koltukta oturuyordu. Sanki beni dışarıdan izlemiş gibi tam olarak benim az önce oturduğum yerde oturmuştu. Barkın arkasını dönüp mutfağa gittiğinde onu takip eden gözleri bana döndü. ''Sanırım senin planın biraz fazla...'' derken üzerimi süzüyor çıkardığı kulaklığı da koltuğun arkasına doğru bırakıyordu ki eli ses çıkaracak bir şeye çarptı ve duraksayarak kelepçeyi olduğu yerden hayretler içinde çıkardı. Yutkunuşunu seyrederken gülümseyerek arkama yaslandım ve müstehcen şekilde gülümsedim. ''Fazla fantezili.'' omuzumu silkmeme aldırmadan kulaklığı kelepçeyle beraber arkaya sakladı. ''Üzerinde saklayacak yer yok, şu an takmak için uygun değil. Beni yolcu ederken buradan al kulağının içine hemen yerleştir. Ben seni kapatacağım.''

Kirpiklerimi hızlı hızlı kırpıştırdım. Kolunu geriye yasladığı yastığın üzerinden sarkıtarak bacak bacak üzerine attı. Gözleri etrafta dolanıyordu. Bu hareketiyle ben de etrafta dolandırdım ve kısarak tekrar ona döndürdüm. ''Karmen yok mu?''

Pekâlâ, geliyordu bana derinden bir sinir.

Ona ''neden?'' der gibi kafamı salladım. Dudaklarını yerken gözleri etraftan bana döndü ama gördüğüm kadarıyla cevap vermeye pek de hevesli değildi. Derin bir nefes alarak ona bakmya devam ettim. Eninde sonunda cevap verecekti.

Dudağını kemirmeyi bıraktıktan sonra kaçırdığı gözlerini yine benimkilerle kesiştirdi. ''merak ettim sadece.'' oturuşunu değiştirdikten sonra cebinden çalan telefonunu çıkardı ve içeri adımlayan Barkın'ı duymasıyla telefonu meşgule atıp tekrar cebine koydu. Barkın ise elindeki iki fincandan birini önce bana uzattı ardından Hazan'a ilerleyip diğer Türk kahvesini de ona uzattı.

Barkın, Hazan'ın Türk kahvesi istediğini nereden biliyordu?

Hazan gülümseyerek ''Teşekkür ederim k... Barkın.'' Barkın'ın sırtı kaskatı kesildi sonra anında düzelerek doğruldu, yüzüme bakmadan salondan çıkarak bizi yine baş başa bıraktı.

Üzerine git gide daha fazla şüphe çeken Hazan ise sessizlikte kahvesini yudumladı. Ben de onu izleyerek kahvemi yudumladım, aynı avını izleyen bir avcı gibiydim.

''Selcen ve Dolunay hazır, Karmen'i bulabilirse Selcen önce başlayacak.''

Benim Selcen için Karmen'i sorduğumu düşünmemi istediğini hissederek ona inanmadığımı belli eden bir bakış attım. Bakışlarımdan kaçarak sıcak kahveyi üçüncü yudumunda bitirdi ardından kalkarak ''Kahve için teşekkürler.'' dedi. Fincanı koltuğun kolluk kısmına bırakmıştı. Barkın içeri tekrar geldiğinde ben de yeni ayaklanmıştım. Bakışları ayaklanmış ikimizde gezindi. ''Bu kadar çabuk mu kalkıyorsun? Neden geldiğini bile açıklamadan.'' elinde dumanı tüten kahve kupasını masanın üzerine bırakarak kalçasını yasladı. ''Evet, Kayzer sizi kontrol etmemi ve her şeyin yolunda olup olmadığını kendi gözlerimle görmemi istedi. Ben de kontrole geldim. İşim bitti, gidiyorum.''

Koyulaşan maviyle sarmalanmış gökyüzünden ötürü yanmaya başlayan sokak lambaları camdan yansıdı. Barkın da Hazan'a tepkisizce bakarak iç çekti.

Ben Barkın'a yolcu etmesini işaret ederek kollarımı birbirine kavuşturdum. Sinirim sanki gerçekte bozulmamış gibi taklit olarak yükselmiş gibi bir ifadeye bürünerek camın önüne doğru yürümeye başladım. Hazan'ın adım sesleri ve ikisinin yansıması kapıya doğru gittiklerini gösteriyordu. Birkaç adım geri atarak koltuktaki yastığın arkasına elimi uzattım ve küçük kulaklığı yansımadan onları izleyerek takmaya çalıştım. Hazan bilerek yüzünün bir kısmı arkaya dönük yürüyor Barkın'ı kontrol ediyordu. Neyse ki Barkın hiç arkasını dönmedi ve Hazan'ı resmen kovarcasına dışarı uğurlayıp bir şey demeden kapıyı suratına kapattı.

Habersiz gelmesine kızmışa benziyordu, nedense bana Hazan da buraya benden önce sık sık geliyor gibi geliyordu.

Adımını salona atar atmaz ''Canını mı sıktı?'' diye sordu. Gözlerimi kısıp takabildiğim kulaklığı şu an açma gereği duymadan ona döndüm. ''Hani evinin yerini kimse bilmiyordu, görünene göre dış kapının dış mandalları bile biliyor?''

Ellerim hem gerçek hem taklit gereği öfkeyle titremişti.

''Sakin ol canım, O dış kapının dış mandalı değil maalesef ki. Masa da oldukça önemli bir şahsiyet ve evet yerimi kimse bilmiyordu. Sen yanımda olana dek, sonrasın da birçok kez liderlere kendimi açık etmek zorunda kaldım. Bilmelerine izin verdiğim için biliyorlar. İzimi kaybettirmek istedikten sonra beni bulabileceklerini mi düşünüyorsun gerçekten?''

''Neden kaybettirmiyoruz?''

Birkaç adımla önümde bitti, ellerimi sıcak avucuna alarak ''Çünkü Mia Donna, buna gerek yok. Burası bizim ve hep öyle kalacak. Kimse burada bize zarar veremez. Kimse buraya iznim olmadan giremez.''

Sözleri kendinden emindi, bu yüzden ne söyleyeceğimi bilemeyerek sustum. Alnıma düşen sayılı birkaç kısa telleri eliyle kenarı doğru yapıştırdı ve elini boynuma doğru kaydırdı. ''Yemek hazır sayılır. Gidip bir kontrol edeyim. Masayı beraber hazırlayalım mı?'' dudaklarımı kaplayan gülümsemeyle kafamı salladım. Yüzünü elinin olduğu yere, boynuma indirip şah damarıma bir öpücük bıraktı ve ''Öyleyse sen başla Mia Donna.'' diyerek arkasını dönüp mutfağa doğru adımlamaya başladı.

Bir iki dakika öylece bekledim, öpücüğünün bedenimde yayılmasına ve bedenimin buna alışmasını bekledim. Sonra derin bir nefes alıp arkasından gitmek için yüksek topuklularımla adımladım. Hole geldiğimde dönmem gereken yere dönmek için yeltenmiştim ama gözüm kapıya çarptı ve göğüs aramdaki sıcaklamış anahtarı hatırlayarak yönümü kapıya doğru çevirdim. Bu kez sessiz davranıyordum. Kapıya adımlayıp sessizce açtıktan hemen sonra göğsümden anahtarı alıp yine aynı sessizlikle çektim. Vuslat elleri önünde bağlı bana dönmüş odağını bana çevirmişti. Dışarıda sert rüzgarlar esiyordu.

Anahtarı avucumun içinde saklayarak ona ''Bir isteğim var.'' dedim. Ellerime bakarak ''Buyurun Yeval Hanım.'' dedi. ''Hepinizin uzaklaşmasını ve bizi yalnız bırakmanızı istiyorum. Aşağı bölgeden, çok daha geniş alandan korumaya devam edebilirsiniz.''

''Ama Yeval Hanım.'' kafamı olumsuzca sallayarak lafını kestim. Kaşlarım çatılmış çenem sıkılmış halde bakmam onu duraksatmıştı. ''Yapıyor musun, yapmıyor musun?'' yutkunup gözlerini uzakta olan Ezher'e çevirdi. ''Ona da söyle.'' işareti yaparak karşısında dik durup bekledim. Ezher onun kanından ve büyüğü olduğundan ötürü onay almadan hareket etmiyor gibi görünüyordu. Bu yüzden aralarındaki bağa saygı duyarak dizimi sektirmeye başladım.

Sonunda yenilgiyle nefes verip elini kulaklığının üzerine koydu. ''Herkes yerinden ayrılsın, ikinci koruma planına geçiyoruz. Geniş alan koruması pozisyonu alın.'' elini kulaklığından çektiğinde çatık kaşlı Yeval'in yerini gülümseyen bir Yeval aldı. Ona teşekkür ederek gözlerimle diğerlerinin uzaklaşmasını takip ettim. Herkes yerinden uzaklaşıyordu, onların gitmeye başlamasıyla ben de aynı sessizlikte içeri girdim ve kapıyı kapatıp üç kez kilitledim. Mutfaktan yayılan kokular karnımın guruldamasına sebep olacak düzeyde güzeldi. Kilitlediğim kapının anahtarını göğsümün arasına koyar koymaz mutfağa yaklaşarak kapıya yaslandım.

Barkın yemeğin yanına özel bir sos hazırlıyor görünüyordu, baharatları üç ayrı renkte olan sos tabağına dökerken yüzünü bana doğru çevirip gülümsedi. ''Neredeydin?''

Dudak büzdüm. Yüzünü geri soslara çevirdi ve hazırlamaya devam etti. Tebessümü hala dudaklarındaydı. Göz ucuyla nedensizce beni izlediğini hissettim, ona doğru adımladım ve hemen solundan yukarı uzanıp iki kadehi, yanındaki çekmeceden da tek çatal bıçağı alarak salona doğru yürümeye başladım. Dışarıdan içeri girdiğim için vücuduma vuran ısı beni kendime getirmişti.

Salon ise diğer her odadan daha sıcaktı, sanki yemek boyu yükselecek ısıyı tahmin etmiş de kendini hazırlıyor gibiydi. Ortam gerilecekti, bunu biliyordum. O çoğunlukla susacaktı ve ben sinirlenecektim. Sinirlendikçe sık nefes alıp verecek muhtemelen cayır cayır yanacaktım. Yine de böyle olmamasını umut ederek masanın üzerindeki vazoyla objeleri kenarı çektim ve çatal bıçaklarla kadehleri karşılıklı oturacağımız şekilde koyarak komodin üzerindeki şamdanı almak için salonun ortasına doğru yürümeye başladım. Boydan cam da ilk kez başkalarının gölgeleri yoktu, korumaların hepsi emirlerime uyarak uzaklaşmışlardı. Elime beşli şamdanı alıp yine de camdan dışarıyı kontrol etme gereği hissettim. Vuslat ve Ezher dahil uzaklaşmış görünüyordu, sadece evin tepesinde gezinen bir drone vardı.

Şamdanlığı masanın ortasına bıraktıktan sonra tekrar mutfağa doğru yürüdüm. Barkın elinde iki geniş ince büyük tabak içinde soslu makarna ve patatesli etli bir yemekle kapıya, yani bana doğru geliyordu. Kapının eşiğinde ikimizde yan dönerek birbirimize yer verirken yüzüme çarpan nefesini içime çektim. Gözleri dudaklarımdan tekrar yırtmacıma kaydı ve anında geri çekilip mutfaktan çıktı.

İçinde kaldığım mutfağa şöylece bir bakıp elimi göğsüme koydum ve derin bir nefes alıp dudaklarımı yalayarak tuzluğu, dolapta duran mezeleri çıkararak salona gittim. Barkın dolaptan çıkardığı şarabı tek eliyle tutuyor masanın başında açıyordu. O şarabı açarken ben de elimdekileri ortamızda olacak şekilde yerleştirdim ve kadehleri ona doğru masada ittirdim. İttirdiğim kadehleri yarısına kadar doldururken tek eliyle de tuttuğum yerden tutuyor, sıcak elini benimkinin üzerine koyuyordu.

''Karar verdim.'' Diye mırıldandı ve diğer kadehe geçti. Benim elim önümdeki kadehte kaldı, kadehi kendime doğru çektim ve oturdum. O da doldurduğu kadehten bir yudum alarak kendi sandalyesini çekti ama hemen oturmadı. Elinde kadehle ayakta durmaya devam ederken cebinden çıkardığı çakmakla şamdandaki mumları yaktı. Ortam şimdi çok daha aydınlıktı. Hol de yanan loş ışık pek de yeterli değildi.

''Bu gece bazı şeyleri yine açıklayacağım ama hepsini değil, sende söylediklerimle yetinecek ve bana güveneceksin. Anlaştık mı?''

Ellerimi kaldırıp ''Duyduklarıma bağlı.'' İşareti yaptım. ''Senin çok merak ettiğin, ya da sormak istediğin bir soru var mı? Buradan başlayalım.'' Çakmağı cebine atıp elini sandalyeye yasladı. Hala ayakta duruyor kadehinden sakince yudumluyordu ama çıkan damarları ve sık yutkunuşları gerildiğini gösteriyordu.

Kafamı sallama gereği duymadan ellerimi kaldırdım ve Karmen'den duyduğum aklıma yerleşen cevapsız soruyu ona sordum. ''Annem hayatta mı?''

''Değil.''

Saniyesinde cevap verdi. Bekleme gereği bile duymadı.

''Siz kaçırıldıktan hemen sonra, kalp krizi geçirdi ve öldürüldü.''

''Öldürüldü?'' kirpiklerimin titreyişini ve ellerimin masa altından derimi yırtarcasına çizdiğini hissettim. ''Evden en son kaçırılan çocuk sendin. Ayaz ve Zelal aynı anda kaçırıldı diye biliyorum. Bu yüzden ailenin taşan son damlası senin de ortadan kaybolman oldu. Sen kaybolur olmaz baban tüm adamlarını annenin başına bıraktı ve tek başına sizin peşinize düştü. Bu yüzden zayıf yakalandı, annen de bunları tek başına kaldıramadı.'' Eliyle alnını ovuştururken bu kez oturma isteği duymuş gibi göründü. Sandalyeyi daha çok çekerek oturdu ve kadehi masaya bırakıp dirseklerini masaya yaslayarak birleştirdi.

''İlk kalp krizini kardeşlerin kaçırdığında geçirmişti, ikinci de yemeğine konan bir zehirle öldüğünü düşündüler.''
''Kim düşündü?''

''Babam.''

Elime gelen sıvıyla ellerimi soktuğum yırtmacımdan çıkardım ve canımın acısını görmezden geldim.

Duyacaklarımın ne kadarını sindirebileceğimi hiç düşünmemiştim ama sindirebileceğimi umuyordum. Neleri yutmuş sindirmiştim, bunun da onlar gibi olmasını dileyerek şu an sevdiğim adamın karşısında oturuyordum.

''Babam Kıvanç Karaduman, Ayaz'ı operasyonda kurtararak eve getiren eski emniyet müdürü.''

Diğer elimle tuttuğum kadehi az daha düşürüyordum oynarken masanın ucuna kadar ittirdiğimi fark edemedim, Barkın masanın yemek için her zaman normal örtünün altında duran ince örtüyü çektiğinde kadeh düşmekten son anda kurtuldu.

Buruşan örtüyü rahat bırakıp tekrar eline kadehi aldığında ona eşlik etmek için ben de kadehimi elime aldım, kanlı parmak uçlarım kadehi sardığında anında onun radarına yakalanmış, izimi kadehte bırakmama sebep olmuştu.

''Bu operasyon babamın sınırlarının dışındaydı, kendisi kibirli bir adam olduğundan ötürü uzak durmadı. Aksine yetkisini aşacak kadar ileriye gitti ve görevden alındı. Eğer alınmasaydı emin ol şimdi benim yanımda değil ailenin yanındaydın.''

Benim yanımda değil ailenin yanındaydın.

Hangisi daha ağırdı?

Zorlukla yutkunup kadehimden büyük bir yudum aldım. O da beni taklit etti.

''Yemekten sonra devam edelim mi?'' kadehimi masaya bıraktım, ağzıma sanki büyük bir kenet vurulmuş gibi hissediyordum. Yutkunmak bile zor gibi geliyordu. Bu yüzden elime çatalı alsam da bir süre tabakta oyalandım. Ben oyalanırken sadece sessizce seyretti ama yerinde kıpırdanarak dikkatimi çekmeyi de ihmal etmiyordu.

Ben makarnayı çatalla kaşığın içinde döndürüp ağzıma attığım sırada ayaklandı ve arkasında, ünite çekmecesinde olan ıslak mendili alıp yanıma gelerek kanlı parmak uçlarımı sildi.

''Kandan tiksinmem, korkmam ya da rahatsız olmam. Bunlar çocukluk duygularıdır gözümde.'' Gözü yırtmacıma kaydığında orada kuruyan kanı fark ederek tek dizini kırdı ve ıslak mendilin öteki tarafını dizime değdirip yırtmacı açarak bacağımı silmeye devam etti. ''Ama bir yetişkin olarak, kan görmekten rahatsız oluyorum. Senin kanının akması gözümü kör ediyor.'' Doğrulup elini saçlarımdan yanağıma kaydırdı. Gözlerim güven duygusuyla yumuldu. ''Kendine dikkat et Mia Donna, kanının tek damlası akmasın.''

Çenemi kavrayıp dudaklarımı okşadığında gözlerimi yavaşça araladım ve dudaklarında yok olmak üzere olan gülümsemeyi yakalayarak benden uzaklaşmasını seyrettim. Peçeteyi kenarı bırakarak karşıma oturdu ve benim ardımdan yemeğe başladı. Kadeh neredeyse bitik sayılır haldeydi ve biz daha yemeğe bile yeni başlamıştık. Kokusuyla yeterince alkolü tatmıyormuşum gibi bir de damağımda tadını almış kafamı iyice bulandırmış duygularıma karşı kurduğum savunmamı sarsıntıya açık bırakmıştım.

Yemek boyunca ikimizden de başka bir ses çıkamaması, dışarıda korumalar dahil kimsenin olmayışı burayı çevresiyle beraber çok daha sessiz ve korkutucu hale getirmişti ama nedensizce içimde bir gram bile korku yoktu. Zaten normalde de olmuyordu ama böyle bir alanda, böyle bir zamanda olmalıyken bile olmuyordu.

Bu duygunun ne kadar rahatlatıcı olduğunu dudaklarımda bir tebessümle hissettim. Onun yanında güvende olma duygusunu en saf haliyle hissediyordum. Birbirimize yasladığımız sırtı hissedebiliyor olmak güzeldi. Sırtımın arkasında bir dağ vardı ve yıkılmazdı. O benim yıkılmaz dağım, ruh ikizim olan şah taşımdı.

Ama sakladıkları beni geriyordu, atacağım adımları birden fazla kez düşünmeme sebep oluyordu. Halbuki ben adımlarımı sağlam ve sarsılmaz atmak istiyordum ve bunu onun yüzünden yapamıyordum.

Herkesin sakladığı sırlar vardı. Benim, Karmen'in, Zelal'in, Selcen'in, Hazan'ın, Kutay'ın, Kayzer'in, Tuğra'nın, Dolunay'ın hatta belki Vuslat ile Ezher'in bile. Elizabeth'in bile, ama bu sırların hepsi merkezinde ben olduğum sırlar değildi. Ben benim olan, bana ait olan sırları istiyordum.

Son çatalımı ağzıma attıktan sonra dudaklarımda kalan sosu yalayarak temizledim ve kadehte kalan son yudumu içime çekerek sandalyede geriye yaslandım.

Bilerek yavaş yediğinden ve muhtemelen aklından geçenler yüzünden yemeğe tam olarak odaklanamadığından hem tabağını bitirememişti hem de beni oldukça bekletmişti. Yemeğimi bitirmemin üzerinden neredeyse yarım saat kadar onun sessizlik içinde düşüncelerinde boğuluşunu seyrettim.

En sonunda elini masaya yaslayıp gerilerek gözlerini bana çevirdiğinde toparlanmış aklını ve berraklaşmış bal rengi harelerini fark ettim. Şimdi söyleyecekleri her ne ise daha fazla kendini hazırlama ihtiyacında bulunmuştu. Benim dışarı çıkmamı ve etrafı boşaltmama sebebini de duman altı olan zihnine bağlıyordum.

''Bu işe sadece intikam için girmedim. Siyaseti öyle pat diye bırakamazsın. Buna ne kendi devletin ne de bağlı olduğun birlikler izin vermez.''

Çenesi gerilirken cebinden çıkardığı paketten bir dal aldı ve dudağına yerleştirip ucunu yaktıktan sonra devam etti. ''ama eğer başka bir devlet aracı olur ve operasyon için beni geçici süreliğine görevden almak isterse, devletler arası anlaşma yoluyla alabilir.''

Ellerimi kaldırdım. ''Senin ne alakan var?''

''İntikam içindi başta her şey ama sadece intikam için her şeyi bırakamazdım. Soyumu riske atar devletler arası anlaşmazlığa sebep olabilirdim.'' Ellerimi onun gibi masaya yaslamadan hemen önce masaya bıraktığı paketine uzanıp bir sigara da ben dudaklarıma yerleştirdim ve çakmakla ucunu yaktım.

Göz ucuyla da saate bakıyordum ve neredeyse yediye yaklaştığını görüyordum.

''ama babam kararlılığımı gördüğü için yapacaklarımın önünü kesmek istedi. Bunun için bana bir teklifte bulundu. Eğer onun operasyonuna dahil olursam karşılığında bana Tuğra'yı verecekti. Yer altına sızmak için alt yapı kurduğumdan haberdardı. Bu yüzden beni yetkili kişilerle görüştürdü ve ne kadar bu işlerden nefret etsem de istediğini alarak beni buna dahil etti.''

''Nasıl yani?'' kaşlarım çatılmış söylediklerini algılamaya çalışıyordum. ''Babam benim hep onun gibi polis olmamı istiyordu ama ben polis olmayı hiçbir zaman istemedim. Ben hep çok daha yukarı tırmanabileceğim bir yere gelmek istedim. Bu yüzden siyasete atıldım, düzensizlikleri ve bozulan her düzeni tekrar toparlamak istedim ama... yapamadan başka bir bozulan düzenin ortasına düştüm. Babamın yine istediği oldu, beni istemediğim halde dahil etti.''

''Görevin ne?''

Sigarasından fazla duman çektikten sonra, yaşaran gözünü sildi. Duman gözlerini yakmış olmalıydı. ''Görevim babanı bulmak ve kaybettiği çocukların kimliklerini tespit ederek doğruluğunu kanıtlamaktı. Sadece bu kadardı. Babanı bulacak ve devlet işlerini bozmak isteyenlerin isimleriyle birlikte onda olan kanıtlı belgeleri alacaklardı. Karşılığında da Tuğra Akkor'un çatışmada bilinmeyen bir kişi tarafından öldürüldüğünü belirteceklerdi.''

''Söyledin mi? Beni ve abimi?'' kafasını olumsuzca salladı. ''Ben söylemedim, söylemediğim için babam işe kendisinin el atacağını ve artık operasyonda olmadığımı, Tuğra'ya dokunamayacağımı aksi takdir de siyasi hayatımı tamamı ile sona erdireceğini söyledi.''

İşte bu beklenmedikti. Sertçe yutkundum. Neden böyle bir şey yaptığını merak ediyordum. Kıvanç Karaduman neden oğluna böylesine sert bir tepki vermişti merak ediyordum. Açıklayacağını hissederek ona kendini hazırlama süresi verdim. Bitirdiğim sigarayı masa örtüsüne bastırıp masanın ucunda bıraktım.

Onun sigarası da çoktan bitmişti ama hala elinde duruyordu. Dudaklarını kemirerek gözünü benim söndürdüğüm sigarama dikmişken ayaklanarak şarap şişesini aldım ve kadehleri yine yarıya kadar doldurdum.

Benim şişeyi geri koymamla bakışları daldığı yerden oturan bana döndü.

''Bunu söyleme sebebini merak ediyorsun ama aslında cevabı biliyorsun.'' Çarpık tebessümün ardından kadehinden yudum aldı ve dudaklarını yalayıp sözlerine devam etti. ''Ben tekrar siyasete dönme isteğimden vazgeçtim. Burada kalmaya karar verdim, sadece bunu herkesten saklıyorum çünkü o bağlantıların hepsine bir gün ihtiyacım olacak. Babam da bunu fark ettiği için beni bununla tehdit etti.''

İtalya'da Barkın'ın kuyusunu kazan siyasetçi mafya liderlerini anımsadım. Sözlerinin doğruluğu aşikardı ama yine de zihnimde koca bir soru işareti dolanıyordu. Yanan mumlar yavaşça masaya doğru akmaya başladığından dikkatimi çekti, oraya kenetlenerek onu dinlemeye devam ettim.

Her yanan mumda dinlerken yandığımı da hissettim.

''Bu tehditlerin, hayatımın sona ermesinin sebebi sensin. Yeval. Benim hayatımı bitirdin ve tekrar beni var ettin. Ben artık Salvor değilim, Salvor çok daha derinlerde. O sert, her şeye gözü dönen adam değilim artık. Yanımda sen varken Salvor kimliğimden korkar oldum. Yaptığım ufacık şeyde nefesin kesilir diye ya da gördüğün bir başka yüzüm seni benden uzaklaştırır diye ödüm kopar oldu ve işin kötüsü ne biliyor musun?'' masada bana doğru eğilerek gözlerimi ona dönmeme sebep oldu. ''Ben bunu sadece sana göstermek istiyordum ama bunu istemeden herkese gösteriyorum. İşte Yeval, bu benim sonum olacak.''

Öfkem damarlarımdan nefesime karışarak dışarı çıktı. Kadehe çarpan elim şarabı dökmeye başladığında öfkeme hâkim olamadan ayaklandım. Söylediği şey gayet açıktı, beni kullanarak onu öldüreceklerini düşünüyordu ama hala bir şeyi fark etmiyordu. O da Dolunay'da benim ne derece ateşte yandığımı fark etmiyordu. Aklımdan geçenleri göremiyor duyamıyorlardı.

Ayağa hışımla kalktığımda şaşıran ifadesini maskesinin ardına gizleyerek dudaklarını yaladı ve ellerimi izledi. ''İster Devlet İster Millet yönetsinler. Bir Behiç'i yönetemezler. Herkes sözü geçtiği yerde kalır ve buraya gelirlerse, duyacakları tek söz bizimki olur.''

Dudakları keyifle kıvrılırken içine çektiği nefes sanki onu ferahlatmış gibiydi, yüzünden okuduğum ifade tam olarak buydu. ''Ölmeme izin vermez misin?''

Gerginliğimi mi yoksa hissetmeye başladığım atağı mı engellemeye çalışıyordu emin değildim ama ona minnettar bir bakışla zihnimi gevşetmeye çalışarak aynı şekilde karşılık verdim. ''Benden başkasının elinde mi? Hayır, vermem.''

Cevabım onu güldürdü, sesli gülüşünü özlediğim için sadece onu izleyerek zihnime gülüşünü kazıdım. Aynı zaman da göz ucuyla da kelepçenin olduğu yöne bakıyordum çünkü az önce kulaklıktan bir ses gelmişti.

''Kızlar, tetikte olun. Behiç malikânesine geldim.''

Dolunay'ın sesinin hemen ardından Selcen'in ''Saat beşten beri tetikteyim.'' Demesi ve arkadan gelen birden fazla adamın inlemesi duyuldu. O sesler de neyin nesiydi?

Dakikalar sonra Hazan'da '' Ben de Çakır Alabora'nın evinde kahve arıyorum, yerini biliyor musun? Kendisi söyleyecek halde değil de.'' Diyerek kafamı daha da karıştırdı. Bunlar adamlara ne yapmıştı?

Dolunay zihnimi okumuş gibi '' Umarım adamlar hala hayattadır.'' Diyerek güldü. Kızlar ise aynı anda ''maalesef.'' Dedi ve beni neredeyse ifşa ettireceklerdi.

Gülmemi son anda tutarak ayakta durduğumu hatırladım ve koltuğa doğru yürümeye başladım.

Göz ucuyla da hemen arkamda duran Barkın'ı seyrediyordum. Kalkıp gelmeyi tercih etmemiş onun aksine sandalyeyi bana çevirmişti.

Gözü camdan dışarı kaydığında kaşları çatıldı ve ayaklanarak cama doğru gitti. Cebinde titreşimde olan telefon içeri yayıldığında elim yastığın altında saklı soğuk kelepçeyi sardı ve sıkıca kavradı.

Onun eliyse yumuşak kumaş cebine gitti ve telefonu çıkarıp aramayı açarak ''neredesiniz?'' diye sordu. Sesi kızgın geliyordu ve yüz ifadesi sesi kadar keskindi. Bakışları bana döndüğünde gülümsedim. Muhtemelen arayan Vuslat'tı.

''Kapat, Karmen'i malikaneye yönlendir.''

Telefonu öylece cebine geri koyarken bakışlarıyla bedenime yayılan gerginliği belli etmemeye çalışarak gülümsememi genişlettim. ''Baş başa yemek derken bunu mu kastetmiştin?''

Kirpiklerimle ona onay verdim. Bana yaklaşmasını bekliyordum ama yaklaşmıyordu. ''Ne karıştırıyorsunuz Yeval.''

Omuz silkerek verdiğim cevaba huzursuzca karşılık verdi. ''Tuğra Akkor'dan uzak durman gerek. Babanın yerini tek bilen o.''

Damarıma oynuyordu ama o damarı kesip atabileceğimi hala anlayamıyordu. Keskin ve sert bakışlarımla karşılık verdiğimde bunu anlayarak kafasını olumsuzca salladı. ''Bu gece, planladığınız her ne ise. Senin, Hazan'ın ve Dolunay'ın hatta muhtemelen Selcen'in de gerçekleşmeyecek. Buna izin veremeyiz. Henüz.''

Bana sırtını dönerek gitmeye yeltendiği anda kelepçeyi arkama saklayarak onun hole yaklaşmasını bekledim ve kelepçeyi açarak hazır hale getirip peşinden gittim. ''Beni engellemeye çalışma Yev-''

Eli kapı kulpuna gitti ve açılmadı. Yüzünü bana döndüğünde duraksadım. ''Anahtar nerede Yeval?''

Dudak büzdüm. Gözünü etrafta gezdirdi ve üzerime doğru yürümeye başladı. ''İstediğin oyunu oynayabiliriz ama şimdi değil. Mia Donna, anahtarı ver.'' Kafamı olumsuzca sallayarak koridora yaklaştım. Koridorun giriş yerinde demirden havluluğa benzer bir şemsiyelik yeri vardı. Kelepçeyi oraya takarsam oradan imkânı yok kurtulamazdı.

O tarafa doğru yanaştığımda hemen yanındaki duvara sırtımı yaslamak zorunda kaldım çünkü attığı büyük adımlarla bana yetişmiş beni duvarla arasına sıkıştırmıştı. Gözleri dekolteme değil doğrudan benim gözlerime bakıyordu.

''Etrafa koymadığına eminim, elinin altında olsun istersin.'' Yüzünü kulağıma yaklaştırdı ve elini yırtmacımın içine getirerek parmağının tersiyle kanattığım bacağımda gezdirmeye başladı. ''Anahtar aşağında mı, yukarında mı Mia Donna?''

Ellerimi kaldırıp ''Hani parmağıma yüzük takmadan sınırları aşmak yoktu?'' dediğimde yine seslice güldü. ''Sınırları aşacağımı kim söyledi?''

Pekâlâ, bu cevap gayet makuldü. Elini duvara yaslayarak ''Bu arada...'' diye fısıldadığında dudakları dudaklarımın hemen üzerindeydi ve diğer eli hala bacaklarımın üzerinde geziniyor iç uyluğa doğru kayıyordu. ''Aşmayacağımı da kimse söylemedi.''

Gözleri dudaklarımdan göğüs dekolteme indiğinde ben de indirdim ve ucu ufacık görünen anahtarı gördüm. Yutkunuşumla bakışlarımız birleşti. ''Eğer benim yapmamı istemiyorsan, anahtarı bana ver.'' Kafamı olumsuzca salladım. Ellerim hala arkamdaydı. Kelepçeyi sıkıca ve düzgünce kavradım. Gözlerini yumup nefes verdiği anda ise duvara yaslı bileğine kelepçeyi geçirip ne olduğunu anlamasına fırsat vermeden diğer kelepçeyi de demire geçirerek kapattım.

''Cazzo, bunu yapmış olamazsın.''

Geriye attığım adımlarla karşımdaki görüntüye baktım. ''Yeval aç şunu, bunu yapmış olamazsın.''

Omuz silkerek ellerimle ''yaptım. Şimdi sen burada biraz bekle, bende dağıttığım masayı toplayayım.'' Dedim. Zihnimi meşgul eden bir anne ölümü boğazıma bir yumru gibi oturmuştu ama bunu gizlemeyi çok iyi başarmıştım. Bu başarının sonra çok büyük bir zarara sebep olacağını bilsem de, bunu yapmaktan vazgeçmedim.

''Ben engelleyemesem bile Karmen bunu engelleyecek Yeval.''

''Kim bilir, belki o da senin kadar meşguldür?''

Dudaklarıma yaydığım o tehlikeli gülüşe baktı ve ''Siktir.'' Diyerek duvara bir yumruk attı.

Söylemiştim, sessizliğim tehlikeydi ve kimse ne yapacağımı bilmiyordu. Yine söylemiştim ki, Behiç düzeni geri gelecekti. Bugün de bunun başlangıcıydı çünkü Behiç düzeninde, Tuğra Akkor diye bir isim yoktu.

SELCEN ALAKURT

Sessizlik, kendime ve önüme odaklanabildiğim tek an. Öfkemi büründürdüğüm sessizlik yolumu aydınlatan tek an. Sevgi ve saygının arasına çektiğim bu çizgi kaybolmadığım, kimin ne yaptığını ön sıradan değil en arkadan seyrederek herkesi görebilmek ne yapacağımı bildiğim tek an.

Bu yedi yaşımdan beri böyle oldu, yedi yaşımda hastalıktan kaybettiğim annemden sonra ondan tek öğrendiğim şey, her şeyi uzaktan sessizce izlemekti. Bir ressamın en iyi bildiği şey resmi bitirene dek sık sık uzaktan bakmaktır çünkü. Annem de öyle yapardı, tuvale her attığı darbede uzaktan bakar öyle devam ederdi. Derdi ki uzaktan bakmak resmi zihninde tamamlamaktır.

Beni de öyle yetiştirdi, öyle yetişen bir kadın olarak hep gölgelerde gezindim. Yeval'in zamanla nasıl yanıp ateşe dönüştüğünü, Dolunay'ın zamanla Tuğra'nın gücünü nasıl kendine çektiğini, Kutay'ın nasıl ikili oynadığını, Babamın neler sakladığını, Barkın'ın aslında kim olduğunu ve Karmen'in arkasında bıraktığı izleri hep böyle gördüm ve zihnimde tamamladım.

Avucumdaki zarlara bakarken Karmen'i ilk fark ettiğim anı anımsadım. Kulüp önünde ter su içinde koşudan gelmiş sırtımı soğuk duvara yaslayarak su içiyordum. Sonra bir hareketlilik sezmiştim, bunu göreli aman aman fazla bir vakit olmamıştı. Emin olduğum şey beni çok daha önceden izlediği ama kendini sadece o an öne çıkardığıydı. İzlendiğimi bilmemi istiyordu.

Bu yüzden fark ettiğimi ona belli ederek suyu dudaklarımdan ayırdım ve doğrularak onun olduğu yöne doğrudan döndüm. Karşımdaki duvarda hiç kimse yoktu görünürde ama bu sadece yakın açıda olan bir şeydi. Uzaktan baktığımda onu arkasında saklanan bir gölge olarak görebiliyordum.

Oyuna dahil olmamı istiyordu. Barkın babamı ve Çakır'ı önünden çekmek istediği için onların yerine Kutay ve benim girmemi istiyordu ama hem onları çıkartamayıp hem de fazla taş olarak bizim girebileceğimizi bilmiyordu. Karmen arkasını toparlamamı ve ip uçlarını birleştirmemi, birleştirdiğimde ise Yeval'i korumamı istediği için izlerini hep arkasında bana bıraktı.

Zarları bıraktı, piyon ve at taşını bıraktı. Bazen de cesetlerin yanına zarlarla S harfi çizerek beni kendine uzaktan bağladı.

Sadece aylardır zarları toplamama rağmen odamda biriken zar sayısı beş yüze yakındı. İki yüzden sonra saymayı bıraktığım için sayıyı sadece gözlerimle tahmin etmiştim. Baş ucumdaki üç çekmecede doluydu. Sadece ilk bıraktığı zarı baş ucumda, gözümün önünde tutuyordum. Bazen gölgesi, dövmeli eli rüyama giriyordu. Çünkü onu Yeval için döndüğümde saldırı gününde görmüştüm. Şapkası yüzünü tamamı ile saklıyordu, deri ceketini çıkarıp motorunun üzerine bıraktığı an vücudunda ve elindeki dövmeler açığa çıkmıştı. Bir adamın üzerine eğilip onu yakasından tutarak kaldırdığında keskin ve oynayan çenesini görmüş onu uzaktan izlemiştim. Ağzındaki sakızı motoruna bindiğinde fırlatıp atmış yerine sigara yakarak birkaç nefes çekerek onu da atmış ve ortadan bir anda yok olmuştu.

Yeval ortalıkta yoktu, panik duygumla kalp atışım birbiriyle eşitti. Gece boyu uyuyamadan yatakta dönüp durmuştum. Beni ne zamanlar izliyor ne zamanlar işkence uzmanlığı yapıyordu bilmiyordum ama bilmemek daha çok hoşuma gidiyordu. Her sabah uyandığımda görmediğim biriyle görüşecekmiş hissi beni mutlu ediyordu.

Dudaklarımı yalayarak elimdeki zarı havaya atıp yakaladım. Oturduğum sandalyeden ayağa kalkarak deponun açıldığı yere döndüm. Hemen yan sandalyemde Karmen'in gidip alıp geldiği Leman Savsa denilen kıvırcık saçlı adam oturuyordu. Uçak yeni inmişti ve izlediğime göre Karmen onu buraya getirmişti. Ben de sadece çok konuştuğu için sessizlik istemiş ağzına fularımı bağlamıştım.

Sonunda kararmaya başlayan havanın önünde onu gördüğümde derin bir nefes alarak zarı ayak ucuna doğru yuvarladım, elinde telefon olduğu için tam olarak içeriye odaklı girmemişti ama zar sesini duyduğu an telefonu fırlatıp belindeki silahı sıkıca kavrayarak bana doğrultmuştu.

Görevimiz saat beşte başlasa da şu an saat altıydı ve Karmen henüz yeni gelmişti. Gittiği yer konsolosluk olduğu için orada ne yaptığını bilmiyordum ama onu izletiyordum, o da benim tarafımdan izlendiğini biliyordu. Bilmemesine imkân yoktu.

Silahı yavaşça indirdikten sonra şapkasını düzeltti, ona doğru yürümeye başladım. Yüzünü şu an göremesem de gördüğüm andan beri aklımdan çıkmadığı için zorluk yaşamadım. Kaşlarını çattığını tahmin edebiliyordum.

Üzerinde soğuk havaya rağmen giydiği dar siyah bluz dövmelerini yine açığa çıkarmıştı.

Bana doğru attığı her adım kalp ritmimle eşitti.

''Son zamanlarda bana zar bırakmıyorsun.'' Bir şey söylemeden Leman'a doğru yürümeye başladığında önüne geçerek onu engelledim. Yüzünü kaldırmasını beklemiştim ama kaldırmamıştı. Elimi uzatmaya korktuğum için olduğum yerde kaldım. Kolay kolay liderler hariç kimseyle konuşmuyordu, onu sadece çatışma anında uzun şekilde konuşurken görmüştüm. Sesi hiç duymasam da Yeval'inki gibi eşsizdi. Sadece cümleleri bile kulağımda defalarca yankılanacak kadar güzel yerleşirken gülüşü hayalimde bile canlanamıyordu. Aynı zamanda Yeval'in gerçek sesinin güzelliğini daha da çok merak etmeme sebep oluyordu.

Benim önünden çekilmeyeceğimi anladığında yüzünü çok hafif kaldırdı, şimdi sadece keskin çene hatları belliydi. Yana kayıp geçmeye kalkmadı, ona da engel olacağımı bildiği için yapmadığını varsaydım. ''Konuşmayacak mısın?'' diye mırıldandım.

''Daha önce de sana bırakmadım.'' Diyerek kestirip attı. Leman Savsa arkamızdan abuk subuk ne dediği anlaşılmayan şeyler söylüyordu. ''Daha önce hiç karşına çıkmadım.'' Diyerek arkamı döndüm. Yanımdan geçip Leman'ın yanına gitmişti.

Neden diye sormasını bekledim ama yine cevap alamadım.

Dudaklarımı yalayarak bende yanına, Leman Savsa'nın önüne geldiğimde ağzındaki bandanamı çıkardı ama yere atmadı ya da bana geri vermedi. Ağzı açılan Leman derin bir nefes vererek depoyu sesiyle sardığında Karmen'in göz ucuyla bana baktığını fark ettim ama hiçbir mimik oynatmadım. Bunu yapmak zordu ama aynı zaman da uzmanlık alanımdı.

''Şükür seni verene.'' Leman'ın söylediğine göz devirmeden edemedim.

''Ben çok mu konuşuyorum, neden herkes ağzımı bağlıyor?'' devam ettiği cümlesi ben ve Karmen tarafından cevapsız kaldığında devam etti. '' İlk defa bu kadar güzel bir bayanın benimle konuşmaya bile tenezzül etmediğini görüyorum. Yeval bile daha iyi davranmıştı.''

Tek kaşımı kaldırarak onu süzdüm. Yeval mi?

Karmen cebinden çıkardığı bandajı Leman'ın tekrar ağzına bağladığında cebine attığı bandanamı fark ettim. Leman'ın ağzını tekrar bağladıktan sonra karşımda öylece dikildi. Bir şey söylemeden dikilmesi benim konuşmamı beklediğini hissettirdiği için huzursuzca kıpırdandım. Neden geldiğimi açıklamamı bekliyordu. Gelmeden önce karşısında bu kadar gerileceğimi hiç düşünmemiştim.

''Baştan beri... peşinde bana bıraktığın şeyler planın bir parçası mıydı?''

''Hayır.''

Derin bir nefes aldım. Zihnimde günlerdir uykumu kaçıran tek bir soru vardı ve onu sormak alacağım cevabın korkusundan imkânsız gibi geliyordu ama imkansızı aştım ve sordum.

''babamı öldürecek misin?''

Cevap vermedi. Ulaç Tolun'u o öldürmüştü, üzerine bıraktığı zarı kendi ellerimle almıştım ve bu kez zarı bana bırakmadığını biliyordum. Bu kez kendi izini bırakmak isteyerek bırakmıştı. Sıradakinin babam olduğunu da biliyordum ve bu uykularımı kaçırıyordu.

Babam bana babalık etmişti, saçlarımı okşamış bana masallar okumuştu ama etrafımızdaki kimse için iyi biri olmamıştı. Annem için bile.

Cevap vermemesi nefesimin kısa süreliğine kesilmesine neden oldu.

''Onu öldüreceğinizi biliyorum. Bunu sen mi yapacaksın onu bilmek istiyorum.''

''Hayır.'' Dedi.

''Sana inanmıyorum.'' Dedim. Gözlerimin arkası cayır cayır yanarken güçlü durmak kaç yaşıma gelirsem geleyim bana zor gelen tek şeydi. Kafasını yerden doğrudan kaldırıp o buz mavisi beyaza yakın gözlerini gözlerime diktiğinde sertçe yutkundum ve geri adım atma ihtiyacıyla dolup taştım ama korkaklığımı maskemin ardına saklamayı başararak olduğum yerde durmaya devam edebildim.

''Hayır.'' Diyerek tekrarladı. Bunu söylerken doğrudan gözlerimin içine bakıyor, çenesini öfkeyle sıkıyordu.

''Kimin yapacağı, henüz netleşmedi.''

''Yani sen olabilirsin.'' Dedim. Sesim içimin aksine güçlü çıkmıştı.

Yüzünü tekrar eğdiğinde sakladığı gözlerini görmek için şapkasını kafasından çıkardım.

''Gözlerime bak.''

Bakmadı.

''Karmen.''

Bakmadı.

Dudaklarımı yaladım. Leman hala bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Bu canıma tak etti.

''Baban kötü bir adam.''

''Sen de öylesin.''
''Ben de ölmeyi hak ediyorum.''

Bu söylediğine gülmeden edemedim.

''Kime göre? Yeval'e göre ölmeyi hak ediyor musun? Ya da Barkın'a göre?''

''ya sana göre?''

İşte bu soruyu beklemediğim için duraksayarak bu kez geri adım attım. Öylece kala kalmıştım, gözlerimde nasıl bir ifade olduğunu bile bilmiyordum. Yüzünü yine yerden kaldırdı ve beyazımsı mavilerini içimi üşütecek şekilde bana kenetledi.

''Eğer sana beni öldürmeni söyleselerdi öldürmez miydin?''

Yapardım demedim ama yapmazdım da demedim.

Bana doğru bir adım attığında gerileyerek nefes nefese ona baktım.

''Babanı öldürme emri bana verilseydi, bunu bilseydin yine de öldürmez miydin?''

Onu gördüğümden bu yana ikinci kez bu kadar uzun konuşuyordu.

''Ki bu hala olabilir. Ölmeyi hak ettiğimi düşünmeyecek misin o zaman?''

''belki şimdiden düşünüyorumdur.'' Diyerek sırtım duvara yaslanana dek geriledim.

Soğuk duvara çarpmam üç kez yankılandı.

''Neden öldürmüyorsun o zaman?''

Doğru soru, neden öldürmüyordum?

''Silahım yok.'' Diyerek yalan söyledim. Elini belime uzattı, belimi kavrayışı ve beni çekişiyle ömrümde ilk kez nefesimin kesildiğini hissettim. Dokunuşu en az elinden düşürmediği işkence aletleri kadar soğuktu ve kesici hissettiriyordu.

Tanrım, ölüyordum.

''Yok mu?'' belimde saklanan bıçağı kalçamdan çıkarıp elime bıraktı. ''Şimdi var, neden hala yapmıyorsun?'' elleri duvara falan yaslı değildi ama burnumun dibindeydi. Nane sakızı gibi ferahlatıcı yumuşak bir kokusu vardı ama aynı zamanda keskindi de.

''Düşmanını öldürmemek zayıflıktır, Selcen Alakurt.'' Yüzünü boynuma yaklaştırıp dudaklarını kulak mememe değdirdi. Tüm bedenim kasılıyordu. Fısıltısı kulağımın içinden tüm hücrelerime sızdı.

''Düşmanına duygular beslemek ise, küçüklüktür. Sen de Yeval de bazen hala çocuk gibi oluyorsunuz.''

''Sen hiç olmadın mı?'' normalde asla böyle karşılık vermeyeceğimi bildiğim için kendime şaşırdım ama bunu kendime bile belli etmedim. ''Çı.'' Dedi. ''ben hiç sizin kadar çocuk olmadım.''
Dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı, bıçağı sıkıca kavradım. ''ama şu an sana baktığımda bunu anlayabiliyorum.'' Dişlerimi sımsıkı sıkarak bıçağın kabzasını sıktım. Yeval'den öğrendiğim gibi sabırlı olmalıydım.

Bana baktıkça çocuk olduğumu anlıyorsa, bakışını belki de değiştirmeliydim. Belki o zaman çocukluğumu değil kadınlığımı görürdü. Elimdeki bıçağı tekrar gözlerine bakarak avucumda sıkı sıkı tuttum. Sessizlik bizi sardığında kulağıma tek gelen vızıltı Leman Savsa'ydı. Sonra köşeye fırlattığı telefonun titreyişi karanlık, tozları havada uçuşan sessiz depoda yankılandı. Karmen gözlerini üzerimden ayırmadan tek parça kalabilen telefona doğru yürüdü ve tek dizini kırıp telefonu alarak doğruldu. Kimin aradığını bilmiyordum ama pek fazla dinlemedi, sözünü keserek

''Dolunay Akkor?'' dedi. Sonra telefonu kapattı ve bana arkasını dönerek deponun çıkışına yöneldi ama en az onun kadar yankılanan sesim onu durdurmaya yetmişti.

''Tuğra Akkor'u kurtarmaya mı gidiyorsun?''

Bir süre arkası dönük olduğu yerde durmaya devam etti. Gülümseyerek o gelmeden önce oturduğum sandalyeye doğru topuklu sesimi yankılanacak şekilde duyurarak yürüdüm. ''Yanlış cümle kurdum. Soru sormamam, gidemiyorsun demem gerekirdi.''

Bedeni bana döndüğünde kafasındaki karışıklık vücuduma bir zevk dalgası gönderdi. Dudaklarımı yukarı kıvırdım ve sarı saçlarımı omuzumdan arkaya sarkıtarak sandalyeye oturup bacak bacak üzerine attım. Altıma giydiğim dar diz üstü etek oturduğumda sıyrılmış rahatsızlık hissi uyandırmıştı. Bu yüzden oturuşumu düzelttim ve düzeltirken eteğimi aşağı çekiştirip arkama yaslandım. Gözleri bana baksa da, bir kez bile vücuduma kaymamıştı. Bu ona karşı dalgalı denize benzeyen duygularımı daha da git gelli hale büründürdü.

Bakışları altında ezilmeden kendimi toparlayarak boğazımı temizledim ve elimi dudağıma yerleştirip ıslık çaldım. Islık çaldığım an deponun arkasındaki iki kapı aralandı ve içeri soğukla beraber yetmiş beş adam girdi. Hepsi kurs yerinde kendi eğittim otuzlu yaşlarda eğitimli boksörlerdi. Karmen şapkasını yerden alıp kafasına geçirirken derin bir nefes verdi. Başına ne geldiğinin farkındaydı.

''Hiç çocuk olmadığın ötürü bilmezsin.'' Dedim yine gülümserken. ''Çocuklar kızınca çok çekilmez olurlar.''

Büyük depo içeri dolduran adamlarla sarıldı. Tüm toz havaya kalktığından gözlerim sulanmış boğazımda öksürük kalmıştı. Yine de ses çıkarmadım. Karmen kapının eşiğinde etrafında daire şeklini almış boksörlerin ortasında kalmıştı. Leman Savsa gözleri pörtlemiş vaziyette ağzındaki şeye rağmen anladığım kadarıyla ''Siktir.'' Demişti.

Sonra bana dönüp bir şeyler daha demişti ama verebileceğim dikkat o kadardı, fazlası değildi. Tekrar Karmen'e döndüm. Şapkasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Beni sözleriyle alt edemediğini ama içime dokunduğunu biliyordu. Dudaklarını yaladı ve ''Öyle olsun.'' Diyerek şapkasını düzeltip yanındaki adama sert bir yumruk geçirdi.

Yanındaki adam geriye sendelerken kargo cebinden çıkardığı ninja bıçaklarını aralardaki adamlara fırlatarak sayıyı azaltırken birkaçını tekmeleyerek mesafesini korudu, gerisine de belinden çıkardığı silahla mermisi bitene dek ateş etti. Bu adamların ölümüne hiç üzülmüyordum çünkü hepsini babamın emrine girmeleri için eğitmiştim.

Ailesi olmayan, aksine birçok aileyi katleden ve zarar veren insanlardı. Aynı babam gibilerdi.

Onu dövüşürken izlerken zihnimde yankılanan ''Eğer sana beni öldürmeni söyleselerdi öldürmez miydin?'' Sorusu beni meşgul etti. Eğer öyle olsaydı onu öldürür müydüm? Daha doğrusu öldürebilecek kadar güçlü müydüm?

Bundan emin değildim, eğer o gerçekten olması gerektiği gibi bir yabancı olsaydı uzun süren her detayını ince ince hesapladığım yolla onu elbet öldürebilirdim ama o yabancı olarak kalmamayı seçmişti. Bir gölge olmaya devam edebilirdi ama bana izler bırakıyordu, bana yanımda olduğunu hissettiriyordu. Bunun babam ve Yeval için olduğunu biliyordum ama bu beni üzmeye yetmiyordu. Bana yeten şey her daim orada olduğunu bildiğim yerde olmasıydı.

Ellerimi yüzümden saçıma çıkarıp derin ve gergin bir nefes aldım. Adamların sadece on beş tanesi yerde yatıyordu. Diğerleri yere düşse de kalkıp onun etrafını sarmaya devam ediyordu. Bunlar ona yetmezse diye bir bu kadar daha adamı arkada bekletiyordum.

Kulağımdaki kulaklıktan plana başlamak üzere olan Dolunay'ın sesini işittim. O başlayana dek biz de hazırlanmıştık, Yeval'den ses gelmiyordu ama onun plandan şaşmayacağını biliyordum. Bugün tek güvenmediğim kişi Hazan'dı ve eğer plan mahvolacaksa kesinlikle onun yüzünden olacaktı, buna kalıbımı basardım.

Sağ elimle kulaklığa baskı uyguladım. ''Saat beşten beri tetikteyim.'' Karmen ve diğer adamların inleyişlerinin onlara gittiğine emindim.

Sessizlik devam edince kafamı geriye attım ve tavanda sallanan lambaya kör olana dek baktım. Bu gece sanıyordum ki oldukça uzun olacaktı.

''Ben de Çakır Alabora'nın evinde kahve arıyorum. Yerini biliyor musun? Kendisi söyleyecek halde değil de.'' Hazan'ın kanımı fokurdatan sesini duymamla boynumu indirdim ve oturuşumu dikleştirdim. Kaşlarım ortada birleşircesine çatılmıştı. Ne demek kendisi söyleyecek halde değildi?

Çakır Alabora tahtanın ta kendisi ve bu oyunun en güçlü karakteriydi ama yakından bakıldığında gerçekten herkesin her şeyiyle isteyebileceği bir adamdı. Güçlüydü, nazikti ve en iyi özelliği de sabırlıydı.

Bana hastanede öyle sabırlı davranmıştı ki şaşkınlığımı günlerce atlatamamıştım. Ben bile narkozlu halimi öldürmek istiyordum ama o sadece benim saçma sapan cevaplarıma karşılık veriyordu. Yarım yamalak hatırlasam da bunların hepsini biliyordum. O adamın herkese hissettirdiği garip bir duygu vardı. Bana da çocuklarını koruyan bir baba gibi hissettiriyordu ama bildiğim kadarıyla bu halinin sebebi bir yüzük ve bir sözdü.

O sözü ve yüzüğü hala öğrenemesem de bu uzun sürmeyecekti. Onun da kimliği ortaya çıkacak sırları ortaya dökülecekti. Çünkü bunu arzulayan bir çift alev fışkıran gözler görmüştüm. Bunun olacağını Yeval'in gözlerinin içinde görmüştüm. Yaşadığı her şeyi içine nasıl atıp yandığını, yanarak nasıl ateşe döndüğünü görmüştüm.

Bu yüzden onun karşısında olan ve olacak herkes için üzülüyordum.

''Umarım hala adamlar hayattadır.'' Dolunay'ın cümlesine yarım yamalak gülümsedim ve ''Maalesef.'' Dedim. Benimle beraber Hazan'ın da sesi eşlik etti.

Sanırım sayılı ortak noktalarımızdan biri tam olarak buydu. Ses artık gelmemeye başladı, herkes işine odaklanmış olmalıydı. Bende bu yüzden ayağa kalkıp askıda olan çantamdan sigaramı çıkardım ve dudaklarıma yerleştirip çakmakla ucunu yakıp derin bir nefes çekerek hala dövüşen, dövüşmekten terlemiş siyah bluzu üzerine yapışmış ve nefes nefese kalmış Karmen'e döndüm. Şapkası yere düşmüş ve onu geri alamamıştı. Onu izlerken parlayan gözlerimi hissedebiliyordum, o da hissetmiş gibi bana döndüğünde sigarayı yukarı kaldırıp çarpıkça sırıttım. ''Bir sigara molası?''

Yüzünü yana eğerek bana küfreder gibi bir bakış attı. Ben de ona omuz silkerek ''sen bilirsin.'' Dedim ve devam et der gibi sigarayı tutan elimle işaret yapıp duvara sırtımı yasladım.

Bence en güzel tanışmalar kitapları yere düşürüp çarpışarak değildi, bence en güzel tanışma karşımda duygularımı kaptırmak üzere olduğum adamın yüzünü uzun uzun görebileceğim, gücünün kokusunu alabildiğim şekilde onu izleyebilmekti.

HAZAN PARLAS

''Kim olduğunu biliyorum, kim olduğumu biliyorsun. Gözüm üzerinde, Zelal.''

''Böyle mi yazmış?'' elimdeki kâğıdı dayımın önüne bıraktım. Elimdeki küçük kâğıdı bıraktığım yere baktı ve öne uzanıp kâğıdı alarak okudu. ''Hala kim olduğunu öğrenemedik.'' Dedim. ''Çok iyi saklanıyor, babasının kızı.'' Diyerek gülümsedi ve arkasına yaslanıp işaret parmağını dudaklarında gezdirdi. Derin düşünüyordu. Bileğindeki saate baktıktan sonra ''Sen git, ben halledeceğim.'' Dedi.

''Yeval'e ve Barkın'a da notlar gönderiyor.'' Dedim. ''Biliyorum.'' Dedi. Bildiğine şaşırmadım. Dayımın gözü herkesin üzerindeydi, o her şeyi benden önce bilirdi. ''Kutay'ın izini bulabildin mi? Karmen onu nereye saklamış?'' dedim üzerime ceketimi giyerken. ''Kutay Larden, dün gece Karmen İtalya'ya gittiğinde kaçtı. Nerede olduğu henüz belli değil ama istemediğimiz bir şey yapmaz.''

''yapamaz diyecektin herhalde dayı.'' Diyerek gülümsedim.

''Yapamaz.'' Diyerek düzeltti ve ceketinin iç cebinden içi dolu bir şırınga çıkarıp bana uzattı.

''Dikkatli ol, ona bir zarar gelmesin.'' Verdiği şırıngayı alıp cebime sakladım.

Gözümü limuzinden dışarı uzatıp ilerideki Alabora malikanesine baktım. Dayım beni Barkın'ın evinden almış buraya getirmişti. Çünkü sabah aracımın üzerine kıvrılmış küçük bir not bulmuştum, Zelal şimdi de bana ulaşmıştı. Herkese apaçık uyarı yolluyordu ama asla açığa çıkmıyordu. Onu açığa çıkartacak bir hamle de bulunmalıydık. Görünene göre o da Akkor'un ölmesini istemiyordu. Keza biz de istemiyorduk, bu yüzden Kutay Larden bizim için önemliydi çünkü onunla bir anlaşmamız vardı, baştan beri bize çalışıyor bizim istediklerimizi yapıyordu.

Arada bizden gizlediği şeyler olsa da Kayzer bunlar önemsiz olduğundan sesini çıkarmıyordu çünkü arada Barkın vardı. Barkın'a Karmen dahil hiçbirimiz söz geçiremezdik.

Bunun bilincinde hareket etmek ne kadar zor olsa da beklediğimizden çok daha iyi sonuçlar elde etmiştik, Behiç'in çocuklarının kimliğini belirlemiş emin olmuştuk. Sıra Zelal'in kimliğini ve Ilgaz Behiç'in yerini tespit etmekti.

''Zayıf görün, Çakır'ın seni alt etmesine izin ver.'' Kapıyı açıp indikten sonra dayıma dönüp alınmış bir ifadeyle baktım. ''O zaten güçlü bir adam, beni alt edebilir.''

''Mafya liderleri senin uzmanlık alanın, söylediğinden bu kadar emin olma.'' Diyerek göz kırptı. Cebimden çıkardığım parlatıcıyı cama bakarak dudaklarıma sürüp ''olur.'' Dedim ve kürklü ceketimin önünü kapatıp Alabora'ların korumalarla korunan evine doğru yürümeye başladım. Araç burada beni bekleyecekti.

Saçlarımı ceketin içinden çıkarıp arkama doğru savurarak adımlarımı hızlandırdım. Hava soğuktu, botumun içindeki bıçağı ayak bileğimi oynatarak kontrol ettim ve cüzdanımı koyduğum iç cebin fermuarını kapatıp korumaların önünde durdum. Burnum şimdiden kırmızı kesilmişti.

Gözlerim etrafı tararken evin köşelerinde dışarıya dönük kameraların bana doğru döndüğünü gördüm. Kameralardan sonra bahçedeki korumaları ve alarm sistemlerini inceledim. Hepsini kapı açılıp korumalar bir bir önümden çekilene dek zihnime kazımıştım.

Kayzer Gürkan Alabora'yla konsoloslukta bir toplantı gerçekleştirecekti, ben de burada oğluyla koca evde baş başa kalacaktım.

Derin bir nefes alıp içeri adımımı attığım an üzerime yerleşen gerginlikle omuzumu hareket ettirdim. Tüm gece ayakta olduğum için uykum vardı, ekrana bakmaktan gelen göz ağrısı da hala üzerimdeydi. Kirpiklerimi ardı ardına kırpıştırıp kendime geldikten sonra herkesin benden hazzetmediği ortamlardan birine yine girmiş bulundum.

Kötü bir insan değildim, sadece taktığım maske ve içlerinde göründüğüm kişilik öyleydi. Bu kişiliği istediğim için değil zorunda olduğum için oynuyordum.

Çünkü Kayzer benden bunu istemişti, sevdiğim insanlar da bunu yapmam gerektiğini söylemişti. Dış kapının önüne gelip durduğumda parlak siyah camdan yansımama baktım. Saçlarımı boyatmıştım, giyim tarzımı renklendirmiştim. Halbuki ben böyle ters, renkli giyinen ne yapacağı o kadar da belli olmayan biri değildim. Mantığıyla hareket edip az konuşup çok dinleyen genelde kamuflaj tarzı giyinen bir insandım. Bir gün gerçek beni tanıdıklarında verecekleri tepkiyi gerçekten merak ediyordum. Belki o zaman beni severlerdi.

Kapı açıldığın da üzerinde gri takım elbisesiyle Çakır Alabora karşımda yerini aldı. Tamamen iyileşmek üzere gibi görünüyordu, hastane dışında onu hiç zayıf düşmüş görmemiştim. İşte bu güçlü birinin yapabileceği bir şeydi. Her yaraya rağmen ayakta durmak, her daim kendini koruyabilmek.

''Hazan Parlas.'' Gözlerini kıstı şüpheyle. ''Çakır Alabora.''

Bir adım geri çekildi. ''Lütfen içeri geç.'' Onun açtığı boşluktan içeri girdim. Kapıyı kapattıktan sonra tek eli cebinde tek eli boynunu sıvazlar vaziyette bana döndü. ''Ceketinizi verin lütfen.'' Uzattığı eline baktım, gözlerimle gülümseyerek ''Teşekkürler kalsın, içeri geçelim mi?'' diye sordum.

Gözleri ceketimi taradı ama hiçbir şey olmadığı için bir şey bulamadı ve elini uzatıp geçebileceğimi işaret etti. Gri camdan tasarlanmış salona girerek üçlü koltuk takımına oturdum ve bacak bacak üzerine attım. Saat beş olmuştu, hatta buraya doğru yürürken on dakika geçirmiştim bile.

''Ne içersiniz?''

''Şimdilik bir şey içmek istemiyorum.'' Kafasını onaylar şekilde salladı. Kapının eşiğinde bekleyen kadın hizmetçiye ''Bir şey istemiyoruz, teşekkürler.'' Diyerek nazikçe gitmesini işaret etti. Kapının eşiğinden kaybolan kadınla salon sessizleşti, Alabora ve ben baş başa kaldık.

''Kayzer önemli bir konuyu iletmek istediğini söyledi, o önemli konu nedir ki babamla baş başa görüşürken benimle sizi görüştürüyor?''

''Görücü usulü evliliğe inanır mısın?'' dedim vakit geçsin diye taktığım maskeyi yüzüme uydururken. Yüzünü garip bir ifade sardı ve beni baştan aşağı süzdü. İşte bu gerçek Hazan'ın bile kahkaha atmasına sebep olmuştu. ''şaka.''

''Fark ettim.''

Kaşlarımı kaldırdım.

''Öyle mi? Hiç öyle görünmüyordu.''

Yüz ifadesini düzeltip boğazını temizledi, duruşu dikleşirken meraklı gözleri benimkileri bulmuştu. Göz ucuyla şöyle bir saate baktım. Buçuğu yeni geçmişti. Haber gelmeden onu gafil avlayamayacağım için, Dolunay'ın plana başlaması ve haberin Alabora'ya gelmesi gerekliydi. Geldiği vakit şaşkınlığı onu zayıf düşürecekti ve onu en garanti yakalayabileceğim zaman dilimi oydu.

Gözlerini üzerimden ayırmadan konuşmamı beklediğini fark ettiğimden boğazımı yalandan temizleyerek oturuşumu düzelttim. Ellerimi diz kapağımda birleştirerek gözlerimi ona çevirdim. Gri gözleri solgun görünüyordu, görünüşe göre tek uykusuz olan ben değildim.

''İtalyanlar...'' diye mırıldandım. ''Buraya geliyorlar, havalimanına yapılacak izinsiz bir iniş tespit edildi.''

''İzinsiz bir iniş de ne demek?''

''Masadan biri İtalyan'ları Türkiye'ye sokma planı yapıyor demek.'' Dedim. Dayım Çakır Alabora ve Gürkan Alabora'yla en acil konuşulması gereken konuyu tam zamanında öğrenip ortaya atmıştı.

''Barkın Karaduman için.'' Dedi ve öne eğilip dirseğini dizine yasladı. ''Evet, o ve Leman Savsa için.'' Dedim.

''Leman savsa'yı neden vermiyor?'' diye sordu bana bakarak. Cevabı bildiğimi nereden bildiğini merak etsem de sormadım. ''Çünkü Leman savsa bir Karmen ve Barkın'a karışım tedarik eden bir laboratuvarcı. Onu vermek demek İtalyanlara güçlü bir silah vermek demek.''

Alnı düşünce duygusuyla kırıştı, sessizlik için öne eğilmiş karşımda otururken gözleri boşluğa bakıyordu. Muhtemelen bu söylediğimden bir haberdi. Dudaklarımı yaladım, parlak rujumun tadı ağzıma geldi. Yüzümü yana çevirip içeriyi inceledim, göz ucuyla tavanın köşelerine baktım. Her köşede neredeyse kamera vardı.

''Vazgeçtim, bir kahve içebilirim sanırım.''

Çakır Alabora yüzünü kaldırıp ifadesini değiştirirken, aşçı olduğunu düşündüğüm kadına seslenmek için dudaklarını araladı ama ayaklandığımda dudakları geri kapandı ve yüzünü yine şaşkın bir hal aldı. ''Kahveyi başkası yapınca pek içemiyorum. Kendim yapabilir miyim?''

Bu söylediğim doğruydu, yabancı gördüğüm kimsenin elinden kahve içemiyordum. Çakır Alabora benim gibi ayaklanarak ''Tabi, eşlik edeyim.'' Dediğinde derin bir nefes vererek öne geçip eliyle işaret ettiği mutfağa girdim. Beyaz renk parlak döşenmiş mutfakta hiçbir şey yoktu. Sadeydi ne masanın ne tezgâhın üzerinde hiçbir şey yoktu. Şekerlik, makineler ya da biblo meyvelik gibi bir şey beklemiştim.

''Makineler şu dolabın ardında.'' Diyerek önüme geçip geniş kapağı açtı. Dolabın içi makinelerin dizildiği kahve köşesi gibi duruyordu, fişler arkadan uzanıyor olmalıydı.

Barkın'dan alıştığım hareketten dolayı omuzumun üzerinden Alabora'ya döndüm. ''Rahat olabilirsiniz.'' Kafasını belli belirsiz sallayarak sandalyenin birine oturdu ama üzerini çıkarmadı, düğmesini bile açmadı.

Ondan dikkatimi alıp yine tavanın köşelerine baktım. Sadece bir kamera vardı. İşte bu iyiydi.

Bileğimdeki saati öne doğru bileğimi sallayarak çevirdim. Bilekliğimde Kutay'ın sistemine bağlı bir sistem vardı. Saatin ön yüzünü kameraya tuttuğum an Kamera aynı görüntüyü tekrarlayacaktı çünkü nerede olduğunu bilmediğimiz Kutay Larden bunu bizim adımıza yapacaktı.

''Neden bu haberi ayrı ayrı verme gereği duydunuz?'' sesindeki şüpheli ton beklediğim bir şey olduğundan bocalamadan cevabı verdim. Verirken aynı zamanda onun çaprazındaki sandalyeye yönelmiştim. Doğrularak benim sandalyemi nazikçe çekti. ''Onların konuşması gereken başka konular daha vardı, sonuçta eski dostlar.'' Cevabı verirken ki yüz ifademden beden hareketlerime kadar dikkatle inceledi. Doğru söylediğimden emin olduğu için de bir şey demeden arkasına yaslandı. Bir dirseğini sandalyenin bel kısmına diğerini de masaya yaslayarak ortada parmaklarını kenetlemişti.

''Leman Savsa şu an nerede?''

''Karmen'in elinde.''

''Kutay gibi mi?'' kafamı sallayarak onu onayladım. Yalan söylediğimi belli etmemek için tüm oyunculuğumu kullandım, Çakır Alabora oyuncu eğiten biri olduğundan bunu kolaylıkla anlayabilecek en sayılı adamlardandı çünkü.

Kutay'ın kaçıp saklandığını ve emrimizde olduğunu söylemeden konuyu kapatmaya çalışıyordum, bir yanım şüphesinin hala yanmaya devam ettiğini söylüyordu. Bu yanımı hala göz önünde tutuyordum, yoksa fena darbe yerdim.

''Kutay'ı tutmasının hiçbir sebebi yok.''

Bileğimi iyice açığa çıkararak hafifçe eğimli tuttum, akıllı saat şimdi kameraya dönüktü. ''Bildiğimiz bir sebebi yok evet.'' Bu söylediğim sanki Karmen'in bilmediğimiz bir sebebi varmış gibi izlenim veriyordu. Bu izlenimden almak istediğimi aldım, Alabora'nın dikkatini dağıtıp beş dakikalık bir sessizlik elde ettim. Göz ucuyla da aynı zamanda saatime bakıyordum, tamamlanma işlemini görünce parmaklarımı onunkiler gibi kenetleyerek ceketin kol kısmıyla saati kapattım. Ekran kapanmadan önce gördüğüm kadarıyla vakit gelmek üzereydi, içimden geriye saymaya başladığım vakit bir dememle kulaklıktan bir ses geldi.

''Kızlar, tetikte olun. Behiç malikanesine geldim.''

Bunu duymamla ''Kahveyi yapmayacak mısınız?'' diyen Çakır Alabora'ya odaklanmam bir oldu. Cümlesi biter bitmez ceketinin iç cebindeki telefon çalmaya başlamıştı. Bu sırada kulaklıktan gelen ses Selcen'inkiydi.

''Saat beşten beri tetikteyim.'' Arkadan gelen inleme, kavga sesiyle zihnimde bir görüntü canlandı ve ayaklanan Çakır Alabora'yla görüntü kayboldu.

''Ben gelene dek o evin kapısı dahil açılmayacak, anladınız mı beni?'' telefonu kapatıp ''Gitmem gerek.'' Diye mırıldandığında kucağımdaki elimi ceketimin düğmesine çıkarıp önünü açtım ve elimi içerden şırıngaya uzattım.

''Neden, bir sorun mu var?'' dedim, yüzünü arkasına döndüğünde ayaklanmıştım.

Bana cevap vermedi, hızlı adımlarla kapıya yöneldiği sırada şırıngayı cebimden çıkararak ''Üzgünüm.'' Diye mırıldandım ve hızlı adımlarımla onu boynundan yakaladım. Tek kolumla boynunu sararak kavramış sıkmıştım. Dirseğimi yakalayarak savunma yapacağı anda ise aldığım eğitimlerle buna mâni olup şırınganın sivri ucunu boynuna sapladım ve yarısını boşaltarak boynundan çıkardım. ''Ama daha kahve içmedik.''

Kirpiklerinin kırpımı, nefes alışverişi ve ayakta durma dengesi yavaş yavaş azalıyordu. ''Onu öldürürseniz, beni de...'' Bir anda ayaklarımın üzerine bedeniyle düşüverdi. Onu tutma gereği duymadım. Ayak ucumdaki bedenine bakarak ensemi terletmeye başlayan saçlarımı yine arkaya attım ve bileğimdeki tokayla alttan toplayıp ayaklarımı Alabora'nın etrafa savrulan ellerinden kurtarıp dolaplara yöneldim, kapakları açarken aynı zamanda da sol elimi kulaklığa uzatmıştım.

''Ben de Çakır Alabora'nın evinde kahve arıyorum. Yerini biliyor musun? Kendisi söyleyecek halde değil de.'' Üçüncü açtığım dolapta kahve kapları ve bitişik ikili şeker kabı görmemle indirip tezgâhın üzerine onları koydum ve makineden cezveyi alıp içine tek kişilik orta şekerli kahve malzemelerini koydum. Neyse ki fincanlarda kahvelerin olduğu raftaydı.

''Umarım adamlar hala hayattadır.''

Göz ucuyla yerde yatan hala nefes alan Çakır Alabora'ya baktım ve ''Maalesef.'' Dedim. Benimle beraber aynı anda birinin de aynı cümleyi kurduğunu duydum. Bu şaşırtıcıydı.

Selcen ve benim aynı fikirde olmam, üstüne üstlük aynı anda aynı cümleyi kurmam hem korkunç hem de tehlikeliydi.

Makinenin düğmesine bastıktan sonra bu tarafa gelen adım seslerini işitmemle alelacele kapının eşiğine geldim ve Çakır'ın önüne geçerek onu kapattım.

Baştan aşağı beyaz giyinen aşçı kadın önümde duruyordu. ''Bir arzunuz mu vardı, keşke zahmet etmeseydiniz.'' Dudaklarıma yaydığım yalandan gülümsemeyle ''Teşekkür ederim ...''cümlenin devamını etmek üzereyken gözü bacaklarımın arasından arkamdaki görüntüye kaydı ve ifadesi değişti. Bu yüzden gözlerinin irileşmesiyle dudaklarını araladığı anda elimle ağzını kapatıp onu da patronunun yanına sürükledim ve şırınganın kalan yarısını da onun boynuna sapladım. Çığlığı elime hapsolmuştu. Gözleri kayıp dengesi bozulunca onu da bıraktım ve öten makineye ellerimi çırparak ilerleyip köpüklü kahvemi fincanıma doldurdum ve sandalyeme oturup bacak bacak üzerine atarak Kutay Larden'in gelip Çakır Alabora'yı kurtarmasını ve Tuğra Akkor'un ölümünü engellemesini bekledim. Bu sırada ayılacak olan Alabora'ya da bir kahve yapmayı planlıyordum.

DOLUNAY AKKOR

Bunu yapacağıma pişman değilim. Olmayacağımda.

Ama bir pişmanlığım var, yıllar önce bu yüzüğü çıkardığıma pişmanım, deli gibi pişmanım hem de.

Sağ elim sol, boş yüzük parmağımda dolandı. Sertçe yutkundum ve aynadaki ifademe son kez baktım. Öfkeyle dolup taşıyordum.

Avuç içlerim kaşınıyor, bu kaşıntı ancak silahın soğuk kabzasını hissettiğimde duruyordu. Yüzümü yukarı kaldırıp gözlerimi yumdum ve sesli bir nefes alıp verdikten sonra yüzümü indirip siyah uzun kabanımı koltuktan alarak üzerime geçirdim. Saat beşti, kızların hepsi görevinin başına geçmiş olmalıydı.

Ben de gitmek için hazırdım, adres zihnimin derinliklerindeydi. Silah hemen önümdeydi. Siyah dar eteğim ve siyah omuzu açık kazağım ile hazırdım. Altıma giydiğim çizmeler rahattı. Kabanım da beni olduğumdan daha da sıcak tutuyordu, bu yüzden önünü açık bırakarak elimi önümdeki silahın tetik korkuluğuna uzattım ve sıkıca kavrayıp cebimdeki araba anahtarını çıkararak artık mezardan farklı olmayan bu evden çıktım.

Kalbim öylesine güm güm atıyordu ki başka hiçbir şeyi duyamıyordum. Gerçekten bu gece bazı şeyler son bulabilir, son bulan şeylerin başlangıcı olabilirdi. Silahı ön kısma bırakarak anahtarı taktım ve kontağı açıp korumaların açtığı yoldan aracı çıkardım. Tek elle direksiyonu kontrol ederken tek elle de dikiz aynasından saçımın önünü düzeltiyordum. Yaptığım koyu makyaj beni olduğumdan daha ciddi ve soğuk gösteriyordu. Keskin yüz hatlarına sahip olduğumdan genelde gülümsediğimde bile ciddi ifadeden çıkamıyordum.

Bu huyum çoğunlukla hoşuma gidiyordu, sonuçta benim benliğim buydu.

Malikane buradan yarım saat uzaklıktaydı, yavaştan soluklaşan mavi gökyüzü vaktin yaklaştığını bana fısıldıyordu. Yeval'in zihnindeki kum taneleri bitiyordu.

Kulağıma taktığım kulaklıktan hiçbir ses gelmese de hiçbir kızın çuvallamayacağını düşündüğüm için panik olmadım. Gayet soğuk kanlı bir şekilde araba kullanıyordum.

Karmen ve Barkın gelemezdi, bundan adım kadar emindim çünkü Yeval'i ve Selcen'i ben yetiştirmiştim. Onlar benim kızlarımdı ve ben nasıl dediğimi yaparsam onlar da yapardı.

Ama Çakır Alabora bir kızın onu uzun süre oyalayabileceği bir adam değildi, sevdiği kadın bile olsa. Bu gece tek korktuğum isim oydu, onu tanıdığım boyunca ondan ikinci korkuşumdu. Bu gece eğer karşıma geçerse savaşmadan kazanırdı ve bunu biliyordu. Kahretsin ki bunu bende biliyordum.

Gözümde onun yüzü, teni ve duruşu canlandı. Sesi kulağımdan hiç gitmiyordu zaten. Bu beni en deli eden şeyiydi. Ne zaman konuşsa sesi kulaklarıma hapsoluyordu ve yemin ederim ki o hapishanenin anahtarı bende değildi.

Camların dördünü de açıp fazlasıyla oksijeni içime çektim. Ona ne olacağı hakkında bir fikrim yoktu ama ona bir zarar gelemeyeceği bilinci beni rahatlatıyordu.

Hiçbir zaman kocam için bunlardan birini hissetmemem kendimden iğrenmeme neden oluyordu. Eğer evlenmek zorunda kalıp ona satılmasaydım belki de iğrenmezdim bu kadar. Çünkü onu baştan beri sevmiyordum.

Onunla evli olduğum ve soy adını kullandığım için kendimi de sevmiyordum. Dolunay Akkor'dan nefret ediyordum. Eğer ufacık bir sevgim kalmış olsaydı bu kişiye sadece kardeşim için olurdu.

O bu hayatın bana verdiği tek şeydi.

Mavi laciverte, lacivert siyaha çok hızlı şekilde dönmeye başladı. Aradan sadece yirmi dakika geçmişti ama o yirmi dakika bana saatler gibi gelmişti. Aracı evin yakınında, beni görebilecekleri ama müdahale edemeyecekleri mesafede durdurdum. Birkaç koruma gördüklerini belli etmeden etrafı izlemeye devam ediyordu. Öndeki beş korumadan biri diğerlerinin önüne geçmesiyle evin içine yaklaştı.

Ona ve diğerlerine haber verilmesi sadece dakikalar sürecekti. Erkekler, onun için geldiğimi bilecekti.

Ben Dolunay Akkor, herkesin kâbusu olan Tuğra Akkor'u öldürmeye gelmiştim. Hiçbir Azrail ölümünü ruha önceden belli etmezdi ama ben Azrail değildim. Her şey hızlı değil yavaş yavaş hissede hissede olsun istiyordum. Aynı bana olduğu gibi.

Aynı Yeval'e olduğu gibi.

Aynı Barkın Karaduman,

Karmen'e olduğu gibi.

Aynı diğer zararı dokunduğu liderler gibi.

Sol elimi kulaklığa uzatıp baskı uyguladım ve kızlara geldiğimi haber verdim. Selcen ve Hazan adamlara ne yaptılarsa hallettiklerini belirtmişlerdi, bu sadece dakikalar sürdü. Hiçbir dengesi olmayan kızlardan erkeklerin hala hayatta olduğunu duyduktan sonra arabanın önündeki silaha bakıp kabanımı çıkardım ve silahı alarak aşağı indim.

Gürkan Alabora ilk geldiği zamanlar beni ziyaret ettiğinde, evin etrafını bombalarla sarıldığını öğrenmiştim. O bombaların tüm yetkisini zor da olsa kendime alabildim. Bunu yapabilmek için Gürkan Alabora'yı ikna etmek zor olmadı ama bomba süresini ve onu takip eden kişilerle iletişime geçmek zor oldu.

Kapıdaki korumaların önüne Barkın ve Çakır'ın korumaları da eklendiğinde dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. Sadece kırk beş derecede kalan yolda bombalar yoktu. Kalan her toprağın altında uzaktan kontrollü bombalar vardı.

''İçeri giremezsiniz Dolunay Hanım.''

''Eğer içeri girmezsem, sen de hayatta kalamazsın.'' Diyerek ellerimi önümde kavuşturdum. Silahın namlusu şimdilik yere bakıyordu. Eğer gerekirse kan dökerdim ama zaman kaybetmek ve ona kaçma şansı tanımak istemiyordum. Ona söylemiştim, eğer ikinci kez benimle zıt düşerse onun için geleceğimi söylemiştim.

Korumalar söylediğimle birbirine baktı. ''Lütfen olay çıkarmadan eve dönün.''

Yanındaki korumaya döndüm söz aldığı için. Kurumuş dudaklarımı yaladım ve diğerleriyle de göz teması kurup ''Eğer önümden çekilmezseniz...'' diyerek söze başladım yüksek sesle. ''Ayağınızın altında kalan bombaları teker teker patlatmaktan çekinmem.'' Bunu bilmeyen ve birbirine safça bakan korumalara gülmek istedim, eğer canım hala yanıyor olmasa sanırım kahkahayla gülerdim.

Ama sadece yutkunmakla yetindim.

''Blöf yapıyorsunuz?'' tek kaşımı kaldırdım. Bunu söyleyen sarışın korumaya doğru bir adım attım ve burun buruna gelince gözlerimi kıstım. ''Blöften, kart oyununda bile nefret ederim.'' Cebimden telefonu çıkarıp en solumuzdaki bombayı aktifleştirmesi için Gürkan Bey'in adamını buldum ve arama tuşuna basıp telefonu kulağıma yasladım.

''Hangisi Dolunay Hanım?''

''Dokuz yönü.'' Birkaç dakika sadece klavye sesi işittim. Korumalar sık yutkunuşlarla birbirlerine bakıyor doğru olup olmadığını daha yeni merak ediyorlardı. Sonra büyük bir sesle patlama gerçekleşti. Malikanenin büyüklüğü neredeyse iki malikane kadar olduğundan, bir uçtan diğer uç etkilenmiyordu bile. Kararan havada büyük bir aydınlık oluştu, havaya uçan korumanın parçaları bir yanda yakınındaki korumaların ''Dikkat edin.'' Bağırışları sessizliği bölüyordu. ''Şimdilik yeterli.'' Diyerek telefonu kapatıp tekrar cebime koydum. Silahların birçoğu patlama anında refleksle bana dönmüştü ama hiçbir tetiği çekemez hatta parmaklarını tetik korkuluğundan tetiğe bile getiremezlerdi.

Şu an bulunduğum uç bombaların tek olmadığı bölgeydi, bu yüzden diğer kapıdan değil bu kapıdan girmem gerekiyordu. Kollarımı çaprazlama birbirine bağlayarak silahın namlusunu yine yere doğrulttum. ''Eee, hala karşımda durmakta kararlı mısın?''

''Patrona haber vermek zorundayım.''

''Zaten verdiniz, bir daha beni aptal yerine koymayı dene ve başına neler geleceğini hep birlikte izleyelim.'' Arkasındaki uzun boylu yapılı adam ''Ölsek de yerimizden kıpırda-'' cümlesi kurmak üzereyken devamını dinleme sabrı göstermeden alnının ortasına bir mermi yerleştirdim. ''Şu an canımızı riske atıyorsunuz Dolunay Hanım, biz emir kuluyuz.''

Etrafımı çember gibi sarmaya başlamaları umurumda değildi. Bunu söyleyen kişiye yüzümü bile dönmedim, arkamda muhtemelen namlusu bana bakan silahı elinde tutuyor ürkekçe canını kurtarmanın yollarını arıyordu.

''Öyleyse emirleri yerine getirin ve yolu açın. Eğer içerideki şahıs ben girmeden kaçacak olursa bunun bedelini çok ağır ödetirim.''

Arkalardan bir korumanın ''Patronumuzu arıyorum, onunla konuşun lütfen.'' Dediğini işittim. Diğer herkes bu fikirle bana döndü. ''pekâlâ, ara ver telefonu.'' Diyerek omuz silktim. Herkes telefon açıldığında konuşanın Çakır olacağını umuyordu. Kimse orta kalınlıkta tatlı bir kadın sesi işitmeyi beklemiyordu. Bu yüzden büründükleri hal beni gülümsetti.

''Hm, Eğer içeri girmek isteyen Dolunay Akkor için Alabora'dan onay almak için aradıysanız... kendisi şu an bu soruya cevap veremez ama ben sizi bu konuda ikna edebilirim sanırım.''

Şu anki kadar en son ne zaman keyiflendiğimi hiç hatırlamıyordum.

''patronunuz şu an ayaklarımın dibinde yatıyor, belki yaralı belki de ölü vaziyette orasını söylemeyeyim sürprizi kaçmasın. Eğer Gürkan Alabora hepinizden bunun hesabını sorsun istemiyorsanız, yolu açın ve sorun çıkarmayın.''

Koruma amiri olduğunu düşündüğüm esmer otuzlarında küpeli bir adam diğerlerine kafa işareti yaptı. ''Gidin, kontrol edin.'' Korumaların neredeyse yarısı araçlarına yönelse de Barkın'ın ve Tuğra'nın kişisel korumaları hala karşımda dikiliyordu.

''Aynı şey Barkın Karaduman için de geçerli.'' Hazan'a ''teşekkür ederim Hazan.'' Dedim. Telefon aynı anda kapandı ve elinde telefonu tutan koruma geri çekildi. Amirleri olan adam da gözümün içine bakıyordu. Yenilgiyi kabullenmiş vaziyette geri adım atması, diğerlerinin de aynı hareketi yapmasına ve yolu benim için açmalarına sebep olmuştu.

Hepsine göz ucuyla bakarak ''Sonunda.'' Diye mırıldandım, açtıkları yoldan kontrollü bir şekilde geçerek malikane kapısını ittirdim ve o saray büyüklüğünde zenginliği dışından bile belli olan evin önünde durdum. Her köşede yanan lambalar hala aynıydı ve bakımı hala yapıldığı için eskimemişti bile. Evin dışının bir kısmı çaprazlama yapraklarla komple sarılıydı, kalanı beyaz duvar desenliydi. Bu görüntüye birkaç dakika takılı kaldım. Evi baştan aşağı inceledim ve ardından yüzümü evden çekip kapıya doğru adımladım.

Beyaz kapı kapalıydı ama önemi yoktu. Evin bir duvar deseni gerçek tuğla taşıydı ve onu çektiğinizde arkasında bir anahtar duruyordu. Tuğra bu anahtarı bulan ilk kişiydi ve bu eve o anahtarla girmişti. Tüm aile bireylerinin anahtarını bıraktığı yeri açtım. Çocuklar için anahtar yaptıracak fırsat aileye hiçbir zaman fırsat olmamıştı. Sadece Yeşim Behiç ve Ilgaz Behiç'in anahtarı vardı. Ilgaz Behiç'in anahtarı Tuğra'da olduğundan ben de Yeşim Behiç'in anahtarını aldım. Biri kapı kulpunun en solundaki tuğlanın arkasındayken diğeri en sağındaki tuğlanın arkasındaydı.

Çıkardığım tuğlayı geri yerine koyduktan sonra aldığım anahtarla kapıyı açtım ve içeri adımımı attım.

İçerisi sarı renk ışıkla, parlak mermerle canlı görünüyordu. Ortadaki hala solmadan canlı kalmayı başarabilen çiçeğe yaklaşıp kısa bir süre kokladım ve ardından silahın namlusunu çek bırak yaparak mermiyi ucuna getirdim.

Çizmemin topuk sesi, silahın gövdesinin çekilme sesi Tuğra'ya zaten geldiğimi haber vermişti. Ben holden salona geçmeden '' Hoş geldin karıcım.'' Demesi de bunu kanıtlıyordu.

Ona iğrenerek baktığım bir ifadeyle içeri girdim ve oturduğu koltuğa fazla yaklaşmadan çaprazında durdum. Elinde kadeh içinde elma suyu rengi alkolle gözü seğirir vaziyette bacak bacak üzerine atmış oturuyordu.

''Seni uyarmıştım.'' Dedim.

''Uyardın.'' Kafasını aşağı yukarı salladı. ''Dinlemedin.'' Diye ekledim. Kafasını sağa sola sallarken dudak büzdü. ''Dinlemedim.'' Kafası gitmiş görünüyordu. Silahı tutuşumu sıkılaştırdım, ardından namlunun ucunu ona doğrultarak şekilde silahı kaldırdım.

''Beni öldüremezsin.''

''Ah, yapma ya?''

Yüzünü bana döndüğünde kızaran gözlerini ilk kez böyle görmenin şaşkınlığını ve merakını yaşadım. Kadehi kenara bırakarak yüzünü bana döndü. ''İmzayı Yeval'den alamadın.''

''Ama Ilgaz Behiç'in yerini hala sadece ben biliyorum.''

Kafamı sağa sola salladım. ''Yeval babasına eninde sonunda kavuşacak.''

''Kim bulacak babasını? Zelal mi?'' silahı tutuşum gevşeyip tekrar sıkılaştı. ''Belki de.'' Diye mırıldandım.

''Ilgaz Behiç'in işlerini devralmadan, o resmen ve fiilen krallığını yitirmeden onu ne Zelal ne Kayzer, ne de Gürkan Alabora bulabilir.'' Ayağa kalkarak hırslı yüzünü bana doğru daha fazla çevirdi. Onun bana attığı adımla aynı büyüklükte geri adım attım. Mesafemi korumazsam bunu kullanabilirdi.

''Senin yaşıyor olman bunu değiştirmez. Ilgaz Behiç hala kayıp, sen varken de yokken de öyle olacak.'' Sözlerime kahkahalarla güldü. Yakasından iki düğme açtıktan sonra bir elini kolunu kenetler şekilde göğsüne yasladı, diğer elini de dik şekilde tutup çenesini sıvazladı. ''Öyle mi dersin?''

''Sana Yeval'den uzak dur demiştim.''

''Sadece Yeval mi? Yoksa...'' bir adım daha attı ama bu kez geri adım atmadım. Korkmadığımı görsün istiyordum. ''Alabora'nın da karşımda durmanda etkisi var mı?''

İkinci adımı attıktan sonra durdu ve ellerini cebine yerleştirdi. ''Mesela onu omzundan vurmamın, beni öldürme isteğini tetiklemede hiç mi payı yok karıcım?''

Göğsüm aldığım dengesiz nefesler inip kalkıyordu, damarıma bastığını biliyordum ama kendimi gizlemeyi onun konusunda başaramıyordum. ''Romeo ve Juliet... senin en sevdiğin romandı değil mi?'' dedi koltuğun kolluğunun arkasından bir kitap çıkarırken. ''İki aşık, aşlarını doruklarda yaşarlar ve hızlı yükselen aşk... hızlıca son bulur. Aynı sizinki gibi.''

''Kes sesini.'' Diye mırıldandım. ''Senin eski nişanlının yüzüğünü evlendiğimiz günden beri saklamana göz yumdum, beni kandırmana ve gücüm için evlenmene göz yumdum.'' Her sözünde daha da yaklaşıyordu ama ben onun aksine hareket dahi etmiyordum. Kararlı ve hırslıydım, damarlarımda kan yerine alevler aşağı yukarı hareket ediyor gibi hissediyordum. Hem de her zerrem de bu yangını hissedebiliyordum.

''Seni masaya ben oturttum, eski nişanlınla her aynı ortama gelişine göz yumdum, sesimi dahi çıkarmadım ve sen... sen nankör.'' Silahın ucunu tutup göğsüne namluyu yapıştırdı. ''Karşıma elinde silahla geçiyorsun. Seni bugüne dek hiçbir şeye zorlamadım. Bugüne dek benim için hiçbir şey yapmadın.'' Kafasını yine sağa sola salladı. ''Erkeklerin savaşında, bırak erkekler savaşsın. Sen bir Akkorsun ve hep öyle kalacaksın.'' Dedi.

Bu sözlerine şimdi deliler gibi kahkaha atan ben olmuştum. ''Ben. Hiçbir zaman. Akkor. Olmadım. Hiçbir zaman da. Olmayacağım.'' Silahı göğsüne üç kez vurdum ve üzerine doğru yürüyerek onu gerilettim.

''Güç benim kanımda var, âşık olduğum adamı bırakıp senin yanında oturdum, senin elini tuttum, senin evinde yaşadım. Yüzüğü kendi parmağıma bile takamadım. Senden tiksindiğimi bildiğin halde, seni değil onu sevdiğimi bildiğin halde onun kalbini kırmak için hep aksi gibi davrandın.'' Sonunda adımları durduğunda benimkiler de durdu.

''benden tiksindiğini bildiğim halde?'' yüzünü yüzüme doğru eğdi. ''Söylesene kapının arasından bana bakarken gülümseyen, beni kendine aşık etmek için sadece benimle ilgilenen ve söylediklerimi harfi harfine yapan kadın, nasıl tiksinir?''

Eskiler zihnimde bir tiyatro sahnesi gibi canlandı. Sonra o sahnelere Yeval'de katıldı. Kanım onun sözleriyle daha da yandı. Yanmanın tadını aldım demişti, zevkli değil. Yakmanın tadını merak ediyorum demişti.

Yakmak da yanmak kadar acıtıyor kardeşim demek istedim ama diyemedim.

''aksi gibi davrandım. Çünkü seninle bir anlaşmamız vardı, Alabora eğer aramıza girmeye çalışırsa... onu öldüreceğimi söylemiştim.''

''Onu öldüremezdin. Senin gücün buna yetmez.'' Diye fısıldadım kinle gözlerine bakarken. ''Onu öldürmeye, kimsenin gücü yetmez.'' Eklediğim cümle onda çarpık bir tebessüm oluşturdu. ''Ben, yer altında herkesin hayatını mahvetmiş tek insanım. Kimsenin yapamaz dediği şeyleri yapmış, kimsenin bulamadığı karşısında hayatta kalamadığı insanları bugün ki haline getiren kişiyim.'' Yüzünü geri çekerken söyledikleriyle duyduğu gurur her hareketinde ve her mimiğindeydi. Midem çalkalandı.

''Bir daha düşün, sence onu öldüremez miydim?''

Kafamı yine olumsuzca salladım. ''Artık önemi yok, çünkü onunla aynı yer yüzünde bile olmayacaksın.''

Tetik korkuluğundan tetiğe elimi getirdim. Gözü namluya döndü ve gözlerini yumarken fısıldadı. ''Eğer şimdi ölmezsem, yemin olsun ki hepinizin hayatını ölene dek mahvederim.''

''Daha fazla edemezsin.'' Diyerek tetiği çektim.

Ama ses çıkmadı.

Bir daha tetiğe bastım ama yine mermi çıkmadı. İçi boştu.

Tuğra yumduğu gözlerini aralarken gözleri arkama döndü ve kaşları çatıldı, çenesi sertleşti.

''Sana söylemiştim.'' Silahı elimden düşürdüm. Savaşmadan, yüzünü görmeden yenilmiştim. Geleceğini biliyordum, içimden bir ses bundan emindi ama o sesi duymak istememiştim. ''Şah mat olmadan... bu tahtadan hiçbir taş eksilmeyecek.''

Verdiği nefesi ensemde hissettim. Tam arkamda duruyordu, onun için geleceğimi biliyordu. Göz ucuyla omuzumun üzerinden ona baktım. Gri takımının üzerine gri kabanını giymişti. Nasıl doğrulmuş ayaklanmıştı bilmiyordum ama adım kadar emindim ki şüphelenmemem için bıraktığı birkaç mermiyi harcatmaları için korumalara emir vermişti.

Çakır Alabora gerçek bir tahtaydı ve izin vermediği hiçbir hamleyi, hiçbir taş yapamazdı.

Bunu son kez çok daha iyi anladım ve yüzümü ona döndüm. Onun hemen arkasında nefes nefese, şaşkınlıkla bana bakan Kutay'ı görmüştüm. Hırsla titreyen ellerimi sıkıca yumruk yaptım. Uzun zamandır ortada görünmemesinin bana zararı olacağını hesap etmem gerekirdi. Gözleri benimle kesişince Çakır'ın arkasına geçerek görüş açımdan çıktı ve elindeki telefonu cebinden çıkardı. Kime haber vereceği umurumda değildi. Umurumda olan tek şey varlığıyla varlığıma nefes veren karşımdaki adamdı.

Gözlerindeki ifade yüzüğü parmağıma takarken, diz çöktüğü yerden doğrularak dudaklarıma yapışırken ki baktığı ifadeyle aynıydı.

İtalya'nın Verona'sı Romeo ve Juliet'in ölümlü kötü sonu, ikimizin dikiş tutmayan yara bandıyla kanaması durmayan ve hiçbir parçası birleştirilmek için bulunamayan tek ortak yaramızdı.

 

Loading...
0%