@byzloey
|
Size finale çok yakıştığını düşündüğüm güzel bir bölüm yazdım, lütfen bu seri için son kez her paragrafa yorum bırakın çünkü boş bırakamayacağınız paragraflar dolu aşağıda. Kimliği ifşalanan karakterlerimizle ve çiftimizin ateşli sahneleriyle dolu bölüm sizi bekliyor. Sizi sandığınızdan çok sevdiğimi unutmayın, iyi okumalar piyonlarım. Instagram : Byzloey Yarinlarzifirikaranlik Ufak Not: Byzloey hesabımda önümüzdeki perşembe ikinci serinin tanıtımını paylaşacağım. Yani diğer haftalar da boş geçmeyecek sizlere ufak spoiler ya da tanıtımlar vereceğim hesabımda. Ayrıca bu bölümün kritiğini yapmak için yarın Instagram hesabımda canlı yayın açacağım, bu yüzden katılmayı unutmayın. Yayın için hem panomdan hemde wp kanalımdan duyuru yapacağım dilerseniz takip edebilir ya da kanala katılabilirsiniz. Hem bu seri hem de sonraki seri hakkında sohbet edelim. 25. Bölüm | Kum saati kırıldı Woman Slowed Paint the town red, Doja Cat Streets, Doja Cat - Barkın Yeval Sahnesi için - Müphem, Mabel matiz Derin olur , Mabel Matiz Electric, Alina Baraz Göğüs kafesime ağır gelen bu kalp, kafamın içine sığmayan bu zihin, bana yetmeyen bir hırs ve kibirle duruyorum. Her geçen gün, zamanın ilaç olacağına inanarak ve merhemin geçirmesini bekleyerek kanıyorum. Geçmişimi bir kenara bıraktım bir süre önce, bunu yaptığımda geçmişe olan hasretim diner sandım. Geleceğe bakabilirim sandım. Sonra fark ettim ki ben bunu yaparak sadece geçmişimi geleceğimle birleştirmiştim. Daha iyiye gitmiyordum, daha kötüye gidiyor yanımdakileri de benimle beraber dibe sürüklüyordum. Herkes zirveyi isterken ben yerin dibini istiyordum. Çünkü zirveyi herkes ister, herkes sever. Çıktıktan sonra korkuları başlar, her an düşme korkusu sarar her zerrelerini ve korkudan yaşayamazlar. Ben korkusuz olmak için çöktüm bu dibe, böylece ne korkudan kaçırdım her şeyi ne de olmadığım yere kendimi mühürlemeye çalıştım. Hatırladım ki zirvedeki kimse televizyon önünden arkasına geçmedi, hiçbiri ekran karşısında harcadığı zamanı bir şeyleri düzeltmek için harcamadı. Herkes halka oynadı ama kimse halk için savaşmadı. Herkes kurtarmak istiyordu ama kimse bir şey yapmıyordu. Ben ekran önlerinde değil arkasında olmayı seçtim, göğün altındaydım üstünde değil. Çünkü üstü bana ait değildi, ait olmadığım yerde kalmaya gücüm yetmezdi. Bilmediğim denizlerde kaptan olmak değil bildiğim denizlerde hükümdar olmak istedim ben. Bu yüzdendi kalışım, sabredişim susuşum. Karmen'in kırıp parçaladığı yere düşen her kum tanesini gece boyu toparladım avuçlarımda. Camların parçaları kaybolduğu için tekrar inşa edemedim ama kendi kırılan camlarımdan yeni bir kum saati yaptım. Hiç sağlam olmadı ama en azından paramparça da değildi. Kırılan kar küremin, biblomun, hatta çerçevemin bile cam parçalarını teker teker birleştirdim. Bunlar eskiden kırılan eşyalar değildi tabi ki, bunlar kum tanelerini topladıktan sonra kum saati yapabilmem için kırdığım eşyalardı. Hiçbiri avucumda sağlam olmayan kum saati kadar değerli de değildi. Odama kapanarak gece boyu bunu yapmakla uğraşmıştım. En azından kafamda ne yapacağımı, gücümün ne kadarını göstermek istediğime karar vermiştim. Tuğra'nın ölmeyişi, benim son güçsüz yenilişimdi. Tek taraflı kaybın sonuydu bu. Buna karar vermiştim. Dudaklarımı bir kez bile kapamadan kendimce şarkı söylemiştim camları en güçlü yapıştırıcılarla yapıştırıp dışına bir kat daha geçerken. Ara ara fısıldayabilmiş ara ara sesimi yorduğumdan gıkımı bile çıkaramamıştım ama sonucunda artık istediğim zaman sesimi kullanmaya başlayabilmiştim. Bu benim zirveye çıkışım değil çok daha dibe çöküşümdü. Çöktüğüm yerde bir deprem etkisi yaratarak üstüme kalan herkesi yanıma çekme planımı tüm gece hayal etmiştim. Herkesle beraber. Karmen'le, Zelal'le, Çakır'la, Kutay'la, Dolunay'la, Barkın'la. Benden üstte kalan herkesle. En çok Tuğra ve Teoman Alakurt'la. Nefessiz kaldığım her gün, ailemsiz kaldığım her gece için. Daha önce sesim çıkmadığı için edemediğim yeminlerin neler ifade edebileceğini, nereye kadar uzanabileceğini sesli ettiğimde anlayacağımı hissettim. Tüm göğüs kafesimden hücrelerime, damarlarıma yayılan bir dürtü vardı. Ayaklan diyordu, kalk, eline silahı al ve kana bula bu geceyi. Sonra bir yanım bu gece değil diye fısıldıyordu zihnime ve hücrelerime. En güçlü halinle diyordu, en güçlü silahınla ve en güçlü anında. Elimdeki kum saatini ters çevirdim. Dün gece dahil Barkın'ı görmemiştim. Odamın kapısı kilitliydi, Latte'yi bile yanıma almamıştım. Tüm gece yalnız kalmış kendimle konuşmuştum. En sonunda dinlemek istediğim sesi seçmiş ve uyanmadan sabah soğuk bir duşa girerek kendime gelip en kusursuz halime bürünmüştüm. İçeriden her kötü sesi susturmuş adımı haykıran ve beni harekete geçiren sesleri duyarken, dışarıdan kusursuz keskin bir görünüş elde edene kadar vakit harcamıştım. Gün doğduğunda ise hiç kimseyle göz göze bile gelmeden garaja inmiş anahtarlıktan anahtarlarımı alarak herkesin önümden kaçacağı hızla evden defolup gitmiştim. Barkın öfkemin kokusunu evin her yerinde hissediyordu, bunu biliyordum. Karmen yeniden doğuşumun yaklaştığını benden aldığı yanık kokusuyla biliyordu. Herkes saatin sonlarına, tanelerin sonlarına vardığının farkındaydı. Sadece bir darbe bekliyorlardı. Eğer bir darbe yapılacaksa, nereden ve ne zaman yapılması gerektiği bilinmeliydi. Ayağım gaz pedalından çekilmiyorsa, sesim çıkana kadar dudaklarım kapanmıyorsa, kalbim tekrar atana kadar zihnim susmuyorsa o da güm güm atan kalbimle aynı ritimde vurmak istediğim darbedendi. Torpidodaki silahı alıp kum saatini camın önüne bıraktım. Silahın sürgüsünü çekip bıraktığım da namlunun ucuna gelen kurşunu hissedebiliyordum. Kutay eskiden işletme olan bu yerde kapanı kısılmış fare gibi saklanıyordu. Giydiğim kargo pantolonun cebinden aynı abimin yaptığı gibi bıçağımı çıkardım, silahı belime yerleştirdim ve işletmenin arka kısmına geçip şapkamla yüzümü iyice gizleyerek yukarı cama doğru bıçağı fırlattım. Önce geldiğimi bilsin korksun hissediyordum, tutuşsun ve cayır cayır yansın istiyordum. Öfkemin gözlerimi kör ettiğini görmeden anlayamazdı ama hissedebilirdi. Kilitli kepenge bir el ateş ederek kilidi ayırdım. İçeriden gelen hareketlilik yüzümde bir tebessüm oluşturmuştu. Zihnimi geceden beri meşgul eden sesler yine kulağımda çınlamaya başlayınca silah sesiyle beraber etrafın sessizleşmesinin ona zemin hazırladığını fark ettim. Annemin ölümünü haykırıyordu, babamın yaşayıp yaşamadığını, aynı evde kaldığım sevgilimin sakladıklarını, abimin bile bana istediği gibi davranamadığını bunun sebebinin onun da sırları olduğunu haykırıyor başıma güçlü bir zonklama sokuyordu. Gözlerimi bir saniyeliğine yumup açtım. Zonklama azaldı ve etrafın sesleri gelmeye başladı. Kepengi hızla yukarı kaldırıp eğilerek içeri girdim. İçeride hoş ceviz rengi bir tezgâh arkasında asker yeşili duvar ve çiçekle desteklenmiş dekorlu bir kafenin görüntüsü vardı. İçeride yanan renkli led ışıklar, büyük ayıcıklar ve duvarlara çizilen desenler kahve resimlerine kısaca göz attım. Köşede neredeyse kamufle edilmiş olduğunu zannettiğim merdiveni fark ettiğimde etrafı izlemeyi bırakmıştım, koşar adımlarla merdivenlere yöneldim. Ayağımda ilk kez topuklu yoktu, onun yerine bağcıklı bir bot vardı. İlk kez kendi yerime bir başkası gibi görünüyordum. Hayır, bir başkası değil, bir Behiç gibi görünüyordum. Üzerinde Kutay yazılı sis bombasını merdivenden yukarı fırlattım. İlk basamağına yasladığım ayağımı döndürüp basamağa oturdum. Yukarıdan gelen ''Kimsin?'' bağırışları beni keyiflendiriyordu. Evet Kutay'ın zarar görmemi istemediğini biliyordum, yanımda olduğunun da farkındaydım ama sır sakladığı da kaçınılmaz bir gerçekti. Benim sırlarımı benden saklıyordu. Kafamı olumsuzca sallayarak silahta ellerimi gezdirdim. Dokusu görünüşü her şeyden güzeldi. Gümüş kısmından gözlerim yansıdığında bakışlarımdan kendim dahil korktum kısa süreliğine. Uzun ince çekilmiş bir eyeliner, dumanla desteklenmiş göz kapaklarıma yaptığım göz makyajı ve siyah kalemle her zamankinden keskindi bakışlarım. Keskinliği gözlerimin arkasındandı ama onu bileyen yüzüme taktığım maske ve yaptığım makyajdı. ''Onlar bana acımadı.'' Diye dudaklarımı kıpırdattım. Sesim çıkmamıştı ama önemsememiştim zaten. ''Ben neden acıyayım?'' diye devam ettim. Sonra ayağa kalkarak yukarı doğru çıkmaya başladım. Kutay Merdivenin solundaki duvarın arkasında saklanıyordu, elinde silahı olduğuna emindim. Bana ateş etmemesi ve zaaf göstermesi için yüzüğümü çıkarıp yerden ona doğru yuvarladım. Yüzüğün yuvarlanma sesi sürdü sürdü sonra bir anda kesildi. ''Yeval? Sen misin?'' Kutay'ın ses tonundan bile açığa çıkardığı zafiyete güvenerek adımlarımı ona doğru yönlendirdim. Bana doğrulttuğu silahı kırk beş derece indirerek rahat bir nefes verdi. ''Nasıl buldun beni?'' ona doğru yaklaştım, elindeki yüzüğü alarak onu duymamış gibi bir ifadeyle tekrar parmağıma taktım ve ardından silahın arkasıyla yüzüne bir tane vurdum. İnleyerek yere düştüğünde sisin daha hızlı dağılması için dikkatli adımlarla cama yanaştım ve aralık bırakarak perdeyi çektim. Dışarıdan biri mutlaka izliyor olmalıydı ama müdahale edemediği sürece önemli değildi. ''Ne yapıyorsun Yeval?'' tek gözü beni izlerken el işaretiyle. ''İntikam alıyorum.'' Dedim. Dediğimden tek bir kelime dahi anlayamadı, sisten etraf görünmezken elimle önümü dağıttım. Güya camı aralamıştım ama bu kısım hala oldukça yoğundu, hoş olmayan koku sisle beraber yayılmış gibi etrafı sarmıştı. Botumun sesinin çıkmasını özellikle sağlayarak üç yan yana duran bilgisayara doğru ilerledim ve eğilerek ortadakini açtım. Uyku moduna alınmıştı ve şifre istiyordu. ''Bilgisayarı açmayacağım Yeval, bunu yapamam.'' Dedi inleyerek Kutay, göz ucuyla ona bakıp çarpık bir gülümseme attım ve şifreyi girdim. Şifrenin anlamı oldukça özeldi. Yeval Piyondu, Karmen Kaleydi, Zelal de Kaleydi. Şifreyi girdiğimde aynı anda açılan üç ekranla Kutay bir küfür savurarak bana doğru sürünmeye başladı. Ayağımın ucuyla ona bir tekme attım, yuvarlanarak bir kez daha inledi. ''Neden böyle yapıyorsun?'' diye mırıldanıyordu. Tekrar yüzümü bilgisayara dönerek masa üzerindeki dosyaları açtım. YP dosyası. Yeval Piyon. Kendi dosyama tıkladım. Bir şifre daha istiyordu, boynumu yana eğip kütleterek birkaç aklıma gelen şeyleri denedim. Sonra duraksadım ve aklıma gelen şeyle parmak uçlarımı klavyeye değdirdim. 16.11.1999 Ve dosyam açıldı. Bir sürü fotoğrafımın, sağlık raporlarımın ve hakkımdaki tüm dosyaların olduğu belgeler önüme geldiğinde ayak ucumda bir hareketlilik hissederek gözlerimi ekrandan ayırdım. Kutay'ın elinde olduğunu gördüğüm bıçağın ucu bileğime yaslanmıştı ama içeri giremeden ayağımı çektim. Kaşlarımı çatarak bilgisayarın önünden çekildim. ''Üzgünüm Yeval, bunu yapmana izin veremem.'' Diye mırıldandı. Önünden çektiğim bilgisayara fırlattığı bıçağa anlık bir gafletle atıldım ve ana ekrana değil yan ekrana gelmesini sağlayacak teması sağladım. Bunu yaparken kesilen avuç içimin acısını bile hissetmedim. Kutay ve ben göz göze geldiğimizde bunun ne anlama geldiğini ikimizde fark ettik. Artık hırsım ve ateşimden hiçbir şey hissedemiyordum. Silahın şekle girmesi için yüksek ateşte yanması sonra yüksek derecede soğuması gerekirdi. Yüksek ateşte yanan bedenim şimdi yüksek derecede soğuktaydı, yakmanın tadına duyduğum merak yolumu çiziyordu. Ayağımla Kutay'ın yüzüne bir tekme savurarak kafasını geriye atmasına sebep oldum, yetmedi. Eğilerek onu gömleğinin yakasından kavradım ve sürükleyerek merdivenlere doğru götürdüm. ''Yeval... yapma.'' Kafamı olumsuzca sallayarak şapkamın altından gözlerimi görebileceği şekilde ona döndüm. ''Her şeyi... mahvedeceksin.'' Diye fısıldadı. Dudaklarım yukarı acımasız bir katil gibi kıvrılıyordu ve bunu engelleyemiyordum. Bu kadar korkmasının sebebi hala sabretmemi istemesi olmalıydı ama sabrımın bir volkan olduğunu hala anlayamıyordu. Ben sabaha karşı evden çıkmadan önce Zelal'e bir mektup göndermiştim. O mektubun cevabı gelmemişti. Cevap beklediğim bir mektup değildi, cevabını görmek istediğim bir mektuptu. Yolunu açayım kardeşim, senin aksine artık korkmaları gerektiğini düşünerek harekete geçiyorum. Yıllardır Larden olarak yaşadım ve Behiç soy adına karşı çok büyük borçlandım. Bu borcu ödemek istiyorum, dilersen sende gölgelerin ardından çıkıp borcunu benimle ödemeye başlayabilirsin. Çünkü şu an Behiç olarak sadece ikimiz hareket edebiliyoruz gördüğüm kadarıyla, abimin Karaduman olmakla çok meşgul olduğunu bildiğini varsayıyorum. Neden bana katılıp ona örnek olmuyorsun? O mektup patlamaya hazır volkanın artık etrafı yakmaya başlayan lavlarını akıtmaya başladığının bir imzasıydı. Ona ihtiyacım vardı ama yokluğu ölümüme sebep olmazdı. Evet yalnızlık ölüyormuş gibi hissettiriyordu ama öldürmüyordu. Kutay'ı daha fazla havaya kaldırıp gözlerinin içine baktım. ''Senden sakladığım şeyler için... özür dilerim.'' Ona özrünü kabul etmediğimi belli eden bakışlarla baktım ve acımadan, arkama bile dönüp bakmadan merdivenden aşağı yuvarlanacağı şekilde bıraktım. Kutay'ın bilgisayarında her şeyin olması ve beni doyuracak bilgilerin yer edinmesi demek her şeyi en az diğerleri kadar önceden bilmesi anlamına gelirdi. Artık kimseye tam anlamıyla güvenmemeyi seçmiştim, artık her şeyi kendi yollarımla öğrenip kendi imzam olan şekilde karşılık vermeye karar vermiştim. Kutay ilk kurbanımdı, ona en hafif cezayı vermiştim. Bir yerinden kurşun ya da bıçak girmemişti. En azından şimdilik. Onun yuvarlanma sesi kesildiğinde duyduğum inlemeler de onun gibi git gide azaldı, sis neredeyse yok olmuştu. Adımlarımı tekrar bilgisayarın önüne çevirerek büyük birkaç adımda sandalyeye oturdum ve bilgisayara yaklaşıp kendi dosyamı açtım. Benim hakkımda ve ailem hakkında öğrendiğim kaba taslak bilgilerin her biri önemsizdi, saniyeler süren gözümle okumayı bitirip diğer dosyaya geçtim. Bünyeme giren her ilacın, ne kadar süredir girdiği ve psikolojime nasıl tepkiler verdiği en ince detayına kadar yazıyordu. Aldığım uyuşturucu ve zihinle oynayan ilaçlar son aylarda kesildiği için yan etkileri son buluyordu. Geçmişim zihnimin yapbozunda parçaları birbirine çekiyordu, sesim tekrar geldiğini fısıldıyordu. Beni yıllardır ilaçlarla bastırmış ve uyutmuşlardı. Küçükken yaşadığım travmalar, panik ataklar, sinir krizleri, uzun süre duyularımı hissedememem ve hastaneye yatmak zorunda kalmam dahil hepsi kamera kaydıyla beraber dosyanın içindeydi. İlk kayıtta on yaşındaydım, ikincisinde on dört, üçüncüsünde on yedi. Her biri yeni travmamın bünyeme yerleştiği anlardan bir hatıraydı. Videoların birçoğunda halüsinasyon görüyordum ama ne gördüğümü bile hatırlamıyordum. Sadece dosyalarımda hep kırmızı logolar görüyordum. Sertçe yutkundum ve raporların devamını okudum. Her birini yazdıranın Tuğra olduğuna adım kadar emindim. Yazan kişinin adına baktım, soy adı özellikle silinmişti ama doktorun adının İdil olduğu görünüyordu. Dosyaların altında imzası mevcuttu. Çekilen her fotoğrafımda kısa göz gezdirdim. Tuğra'nın beni yanlarına aldıktan sonraki neredeyse her ay bir fotoğrafım çekilmişti. Hiçbirinden haberim dahi yoktu. Kendi dosyamdan çıkıp KK dosyasına tıkladım. Yeni bir şifre isteği ekranda belirdi. Karmen, Kale. Doğum tarihi 19.08.1994 Ekranda açılan benimki kadarlık belgeler ve videolara baktım. Neredeyse üç belge, sadece bir video vardı. Geri kalan birkaç fotoğraf vardı hepsi de küçüklüğüne aitti. Sonrasında sadece yeni çekildiği belli olan bir vesikalık fotoğrafı mevcuttu. Belgelerin birinde İtalya'da olduğu zamanlar hakkında yazılar mevcuttu, bir çırpıda onları okuyup sağlık raporuna geçtim. Benim kullandığım her ilacın aynısının ona bir tık fazla dozlu verilişi işlenmişti ikinci paragrafa. Sonra benden ayrı olarak Salvorin A kullandığı yazıyordu. Özellikle takipli hasta damgası yemişti ama başka sağlık raporu mevcut değildi. Şapkayı kafamdan çıkarıp ellerimi saçlarımın arasından geçirdim ve videoya girdim. Fareye baskı uygulayan parmağım öylece donu verdi. Karmen çok küçüktü, tanıdığım bir evin alt katının bir odasında dizlerini kendine çekerek yerde oturuyordu. Odada başka kimse yoktu. Sonra kapı açıldı ve tanıdığım o beden ona doğru genç halinde yürümeye başladı. ''Ayaz Behiç...'' kafasını olumsuzca sallıyordu. Dizlerini kırarak onun önünde eğildi. ''Yüzünü göster evlat.'' Dedi. Karmen kafasını oynatmadan sadece ''Siktir git ihtiyar.'' Diye cevap verdi ona. Tüm bedenim donsa da gözlerim her hareketi hassas kamera gibi saniye saniye kaçırmadan izliyordu. Sertçe bir kez daha yutkundum ve arkadan bir kız geldi. ''Babacığım?'' ''Odana dön Selcen.'' Dedi Teoman Alakurt ona. Selcen ''Neden gelmeme izin vermiyorsun, ne var bu odada?'' diyerek kapıyı açmak istedi ama dışarıdaki korumalar engelliyor olmalıydı. ''Odana git dedim kızım, geleceğim. Sözümü dinlersen sana istediğin akülü arabayı alırım.'' Selcen'in sesi kesildi ve bir daha da gelmedi. Teoman Alakurt yüzünü tekrar Karmen'e döndüğünde ''Ablan iyi.'' Dedi. Bu sözüyle Karmen kafasını hışımla kaldırmıştı. ''Neden göstermiyorsun o zaman?'' Teoman Alakurt ''Çünkü sizi aynı yerde tutmak güvenli değil, onu başka birine emanet ettim.'' ''O tekinsiz bakışları olan adama mı?'' diye öfkeyle soludu Karmen. Küçükken bile ters ve soğuk kanlı olduğunu fark ettim. ''Merak etme, kılına dokunulmayacak. Kimliğini benden başkası bilmiyor. Emanet ettiğim kişi bile. Şimdilik sadece kaçırdığımız kurbanlardan biri'' ''Seni bu kadar öfkelendirmedim evlat, çocuk aklınla böyle tehditler savurmamalısın.'' Karmen kafasını olumsuzca salladı ve ''öfkelendirdin ihtiyar. Ailemi, beni, bizi mahvettin. Bende seni mahvedeceğim ve bunu yapmadan ölmeyeceğim.'' Alayla gülerek ''Babamın bir oğlu iki kızı var, hangimizi alırsan al diğerimiz senin için gelecek. Babam için gelecek.'' Dedi ve Teoman Alakurt'u bile şaşırtacak şekilde devam etti. ''Söylesene ihtiyar, senin tek kızın var. Eğer ona bir şey olursa senin için kim gelecek? Evde o ve korumalardan başka kimse yok... görünene göre eşin de yok.'' ''Yaşına göre fazla şey biliyor ve cesur konuşuyorsun evlat.'' Teoman Alakurt ''Yıllar sonra eğer karşılaşırsak bunu tekrar soracağım, tabi baban hayatta olur mu olmaz mı bilmem.'' Diyerek ayaklandı. Bu açık ara Karmen'e üstü kapalı savurduğu bir tehditti. Karmen ona öfkeyle baktı, gözlerini yukarısında kalan lidere dikerek başka hiçbir şey söylemedi. Teoman Alakurt üzerini düzelttikten sonra ona ''Tabi sen de hayatta olur musun olmaz mısın bilmem.'' Diyerek bir tehdit daha savurup arkasını döndü ve çıkıp kapıyı kilitledi. Karmen oturduğu yerde öne arkaya sallanıyordu. Kollarını bacaklarının çevresinden hiç ayırmamıştı. Dudakları oynuyordu ama ne dediği buradan duyulmuyordu. Dişlerimi sıkarak biten videoyu kapattım ve sandalyeye yaslanıp titremeye başlayan ellerimi kontrol altına alana dek bekledim. Her damarım zonkluyor beynimde patlıyordu. Kesilen nefesimi ardı ardına hızla alarak eksiğimi gidermeyi bekledim. Yaşıyordum, yaşıyordum, yaşıyordum. Bunu zihnimde onlarca kez tekrar ettikten sonra daha fazla öfkeyle doğruldum ve diğer dosyaya girdim. ZK dosyasına. Bir sürü şifre denedim ama hiçbir şifre onu açmadı. Diğer dosyaları açabileceğimi biliyor onunkini de açamayacağımı biliyordu ama kendi şifresini bana vermemişti. Zekasına küfrederek onun dosyasını kapattım. Sonra bir dosyayı gördüm. Sadece S harfi vardı. Dosyaya girdiğimde isteyen yeni şifreyle aklıma gelen ilk şifreyi girdim. Barkın Karaduman, yani asıl adıyla Salvor. 19.11.1991 Doğum tarihini daha önce kimliğini gördüğümde görmüştüm. Bunu gördüğümde aklıma aramızda sadece 72 saat olduğu yer edinmişti. Onun dosyası aniden önümde açılıverdi. Sadece bir sağlık belgesi, bir video ve İtalya'daki hayatı hakkında bilgileri vardı. Çoğunluğu siyaset hakkındaydı. Serveti ve soyunun özel olduğuna dair bilgiler yer alıyordu. Videoya girdiğimde konsolosluktan bir görüntü olduğunu anladım. Yanında Hazan, Karmen, Kayzer ve tanımadığım biri daha vardı. Adamın görünümünden yüksek mertebeli biri olduğu belliydi. İtalyanca konuştular, sonra içeri bir adam girdi ve Türkçe konuşarak Barkın'a bir kâğıt imzalattı. Barkın o kâğıdı imzalamadan önce Kayzer'le kısa bir bakışma yaşadı ve imzalayarak Karmen'e baktı. Hepsi Barkın ve karşısındaki adamın önünde ayakta dikiliyordu. Sonra kayıt sona erdi ve belge kapandı. Bu gördüklerime dair hiçbir şey anlayamadım başta, sonra bir daha izledim ve bir şey fark ettim. Hazan'ın üzerindeki kıyafetlerden saçına kadar her şeyi farklıydı. Aklıma yerleşen şüphe tohumlarını zor bela yutarak dosyayı birer kez daha okuyarak kapattım. Bu sırada gözüme bir dosya daha ilişti. IYB Ilgaz Yeşim Behiç. Dosyaya tıkladım. İstediği şifre bilgisayarın şifresiyle birebir aynıydı. Bu yüzden açmam sadece saniyelerimi aldı. Sadece üç dosya vardı. Biri annem ve mesleği hakkındaydı, bu bilgileri zaten edinmiştim. İkinci dosya babam hakkındaydı. Bunca yıl yaptığı işler, yönettiği şirketler ve iş ortakları. Çoğunda Teoman ve Ulaç'ın adı geçiyordu. Bazılarında farklı isimler geçerken bir tane isim tanıdık geldi. Gürkan Alabora, sonra bir isim daha gördüm ve tanıdık gelmesiyle duraksadım. Kıvanç Karaduman. Kaşlarım orta noktada buluşma planı yapmış gibi buluştu. Dudaklarım şaşkınlıkla aralık kalmıştı. Derin bir nefes alıp bakındım. Üçünün ortak olduğu birçok işi gördüm. Birçok sevkiyatta imzaları vardı. Şu an tüm liderlerin kendi üzerine geçirdiği en az on iki şirketin hepsi burada babamın adının altında yazıyordu. Hepsi babamın ortağıydı ama hepsinin asıl sahibi babamdı. Babam bir milyoner ve hükümdardı. Düzen kurucu ve güç kaynaklarıydı. Yanmaya başlayan gözlerimi duvara çevirip birkaç saniye bekledim ardından ekrana çevirip dosyayı okumaya son vererek üçüncü dosyaya girdim. Girer girmez pişman oldum. Bu annemin ölüm belgesiydi. Belgenin altında doktorların imzası vardı, ikinci sayfada bu olayla ilgilenen emniyet müdürünün isminde ise Kıvanç Karaduman yazıyordu. Barkın annemin zehirlendiğini tahmin edip bulanın babası olduğunu ve ölümüyle ilgilendiğini söylemişti. Onun babası benim annemin zehirlendiğini bilerek harekete geçmiş ama yetersiz kalmıştı. Şimdi kendisi de ortadan kaybolmuştu. Gözümden akan bir yaşı sildim. Kalp krizi ve zehrin tüm detaylarını okudum ve son paragrafa geldiğimde hareketsiz bir heykel gibi kalakaldım. Onu hastaneye götüren ismi gördüğümde göz yaşımı sildiğim elim yanağımda dona kaldı. Ezher Polatlı annemi hastaneye götüren kişiydi. Ezher ve Vuslat'ın da soy adı Polatlıydı. Ezher Polatlı, Vuslat Polatlı. Ellerimle yanaklarıma bir tane vurarak ekrandaki yazıyı doğru okuduğumdan emin olana dek defalarca kez okudum. Bu zihnimin bir oyunu değildi. Ezher Polatlı benim annemi hastaneye getiren kişiydi. Bir elimi göğüs kafesimin üzerine yerleştirip nefes aldığımı kendime hatırlattım. Sakinleşmeyi bekledim ve sonunda gücümü toparlayabildiğimde dosyayı kapattım. Babamın çok daha fazla dosyasının olması gerektiğini biliyordum, birçoğunu sildiklerine emindim. Onu sadece bedenen değil belge üzerinden de silmek istiyorlardı. Bu beni daha da incitti ve aynı zamanda güçlendirdi. Çünkü hırsım ikinci bir volkan gibi yükseliyordu. Kapattığım dosyaya birkaç dakika boş boş bakındım ve sonra diğer dosyalara bakmaya çalıştım ama hepsi şifreliydi. Hazan'ın dosyasından Kayzer'in dosyasına kadar. Öfkeyle başımı geriye atarak klavyeye bir tane vurdum. Zelal diğerlerini bildiği halde bana bu kadarının yeterli olduğunu düşünmüştü. Çıkardığım şapkayı tekrar kafama geçirerek ayaklandım ve ardından bilgisayarın monitörlerine birer kurşun sıktım. Eğer bu bilgiler bende yoksa, onlarda da olmamalıydı. Yüzümü ve saçlarımı düzelttikten hemen sonra merdivenlerden hızlı adımlarla inmeye başladım. Silahın sürgüsünü tekrar çekip bırakarak aşağı indiğimde merdivenin öteki kenarında Kutay'ı yarı baygın bana bakarken gördüm ve adımlarımı yavaşlatarak ona yaklaştım. Ardından tekrar yakasından tutup onu havaya kaldırdım. ''H...Hazan gelecek.'' Diye fısıldadı. Ona anlamayan gözlerle baktım. Gözlerine dikkatle bakışım ve kafa karışıklığım ona açıklaması gerektiğini anlatmış olmalıydı. Derin bir nefes alıp acıyla inledi. Yüzü kan revan içindeydi. Onu yere sertçe bırakarak doğruldum ve dışarıdan duyduğum adım sesleriyle etrafa bakındım. Biri geliyordu, hem de neredeyse koşar adımlarla geliyordu. Gözlerim ilerideki tezgâha kaydığında tekrar Kutay'a döndüm ve silahı işaret edip işaret parmağımı dudaklarıma bastırarak ona sessiz olmasını işaret edip, burada olduğumu belli etmemeye özen göstererek tezgâhın arkasına saklandım. Dışarıdaki kepenk yine açıldı ve sertçe geri kapandı. ''Kutay, neler oluyor?'' Bu ses oldukça tanıdıktı, saatler önce planımızı darmaduman eden ve kim olduğu hala bilinmeyen kadının sesiydi. ''Kim geldi?'' ''Y...'' Kutay devamını getiremeden kafası olduğunu düşündüğüm yerini yere vurdu. ''Kutay...'' Hazan hareketlendi ve ardından küfretti. ''Yeval mi, gelen Yeval miydi?'' yüzümü yavaşça tezgâhın ucundan çıkarıp eğildim. Hazan'ın üzerinde yanımızda giydiği kıyafetler yoktu. Dar bir siyah bluz altında dar siyah pantolonla çizmesi vardı. Belindeki silaha ve bluzunun üstüne giydiği pantolon askısına ve sonra taktığı teçhizat kemerine baktım. Silah kabzası, kelepçeler, anahtarlar... Tezgâhın arkasına geçip sırtımı tekrar geri yasladım. Hazan Parlas, yer altına ait bir kadın değildi. Bir polisti. Tekrar yüzümü eğdiğimde Hazan'ın Kutay'ı ayıltmaya çalıştığını gördüm, şu an aklı dağınıktı. Benim ondan çok daha dağınıktı. Yine de saniyeler içinde toparlanmayı başararak silahı sıkıca kavradım ve sessiz olmaya özen göstererek ayaklanıp arkasından sessizce yaklaştım. Her adımda nefes almamak için çabalıyordum, ışıktan ötürü gölgemin düşmesiyle arkasından geldiğimi anlamazsa başka hiçbir şekilde anlayamazdı. En sonunda Kutay'a seslenmeyi bırakıp doğrulduğunda aramızda kalan üç adımlık mesafede gölgem üzerine düştü ve tek hamlede silahına sarılarak bana döndü. Eli tetiğin hemen üzerindeydi ama benimki de öyleydi. ''Yeval...'' diye soludu heyecanla adımı. Başımı eğip ona kısık gözlerle baktım. ''Gitmemişsin.'' Diye ekledi. Göz ucuyla yerde bayılan Kutay'a bakındım ve tekrar Hazan'a döndüm. İşaret dili bilip bilmediğini bilmiyordum ama bunu işaret diliyle sordum. ''Öğrendim. Biliyorum.'' Dedi. Gözü üzerini tarıyordu, yakalandığını bana olan yenilgi bakışlarıyla anladığını anlamıştım. ''Polissin.'' Dedim tek elimle mümkün olabildiğince. Sessizliğini koruyarak gözlerini gözlerimden ayırmadı. ''Barkın bunu biliyor mu?'' diye sordum silahın ucunun yönünü değişmemeye çalışarak. ''Bilmiyor.'' Dedi, gözlerimi daha çok kıstım. Ona inanmıyordum ama bilse neden bir şey yapmasın sorusu da aklımdan çıkmıyordu. Silahı ona doğru daha yakın doğrulttum. ''Beni vurmazsın Yeval.'' Dedi ama söylediğine inanmadığı belliydi. Fazla heyecanlı nefes alıp veriyordu. Tek kaşımı kaldırıp cümlesini sorgulattım. ''Blöf yapıyorsun.'' Diyerek sola doğru yavaşça adımladı. Onunla aynı yönde ben de adımladım, mesafemizi koruyorduk. ''Blöften... kart oyunun da bile nefret ederim.'' İşaretlerimi okudu ve kaşlarını çattı. Onun olayları anlamasına izin vermeyecek o salise içinde bacağına namluyu doğrultarak ateş ettim. Ateşin sesi içeride yankılandı, baygın Kutay hareketlendi ama gözlerini aralamadı. İkinci kişinin inlemeleri içeride yankılandı. Elindeki silah düştü ve alabileceği mesafede de olsa sürüklendi. Ona doğru hızlıca adımlayarak silahı daha öteye fırlattım ve namlunun ucunu ondan çekmeden önünde dizimi kırarak eğildim. Eli pantolonunun üzerinden dışarı fışkıran kanın üzerindeydi, yüzü acıyla ekşimiş dudaklarından acının iniltisi çıkıyordu. Gözlerimi gözlerine sabitleyerek odağını üzerime çektim. Gözlerime bakarken kirpiklerinin titreyişi bile tatmin etti. Ellerimi kaldırıp ''Planı bozdun. Bilerek.'' Dedim. ''Zorundaydım.'' Dedi. Kafamı olumsuzca salladım ardından gülerek yüzümü yere eğdim. Zorundaydı, ona göre zorundaydı. Bana göre, umurumda değildi. Yüzümü yerden kaldırıp ''Sikimde değil.'' İşareti yaparak doğruldum. O da doğrularak bana baktı, dudakları aralıktı ama bir şey söylediği yoktu. Zorlukla yutkunup yüzünü bir kez daha ekşitti. Ben arkamı dönüp gitmeye kalkıştığımda acılı sesi arkamdan gelmişti. ''Nereye gidiyorsun şimdi? Ne istiyorsun ne yapacaksın Yeval?'' Silahı belime koyarak ona döndüm ve yine işaret diliyle ''Kim bilir?'' diyerek cevap vermesini beklemeden hızlı adımlarla kepenkten çıkıp aracıma doğru ilerlemeye başladım. Şapkamı özellikle düzeltmiştim, pek önemi olmayacaktı muhtemelen çünkü plakam ve aracım beni açık ediyordu ama umurumda değildi. Sakladığım şey gelenin ben olduğum değildi, nasıl cayır cayır yandığım ve yakma arzusuyla dolup taştığımdı. Aracıma binip silahı kum saatinin yanına koydum. Ardından gözüm kırık kum saatine ilişti. Tüm gece yaptığım ve emeklerimle her an parçalanmaya meyilli kum saatine baktım. Abim onu paramparça etmişti. İçindeki her kum tanesi aslında bizim sabrımız ve zamanımızdı. Zaman dolmuştu, abim zamanı parçalamıştı. Benim inşa etmem onlara daha fazla zaman kazandırırdı. Zelal'in zamanı dolmuştu, abimin zamanı dolmuştu. Sıra bendeydi, benim de zamanım dolmuştu. Kum saatini elime alarak camı açtım ve beni izlediğine adım kadar emin olduğum adamların gözüne soka soka kum saatini parçalanacak şiddetle fırlattım. Kırmızı tanecikler siyah ve karla karışık beyaz yoldaki tek renkti. Dudaklarım yukarı kıvrıldı ve ayağım gaz pedalına yüklendi. Direksiyonu tam çevirerek yoldan döndüm. Hava yalancı güneşliydi. Her yer kar kaynıyor, rüzgâr tersten çarparcasına esiyordu ama her yer her zamankinden fazla aydınlıktı. Sanki gün bambaşka doğmuştu. Tüm sisler, puslar yok olmuştu. Tek elimi araladığım cama yaslayarak dirseğimi kırdım ve parmak uçlarımla direksiyonu kontrol ettim. Diğer elimle de yanımdaki paketten sigara çıkarıyordum. Çıkardığım dalı dudaklarıma yaslayıp gümüş zippo çakmakla yaktıktan sonra diğer elimle de direksiyonu destekledim. Şimdi gittiğim yer tam olarak kimsenin tahmin edemeyeceği bir yerdi. Selcen'den aldığım adresle gaza fazlasıyla yüklendiğimde rüzgârın şiddeti ve can yakıcılığı da yükseldi. Derin nefeslerle çektiğim ve hızla bitirdiğim sigaramı dışarı fırlatarak camı kapattım ve güneş gözlüğümü gözüme takarak deponun olduğu sokağa döndüm. Karmen'in burada olmadığını biliyordum, onunla şimdi değil vakit geceyi geçtikten sonra görüşmeyi düşünüyordum. Çünkü beni ilk kez böyle görecekti. Baştan sona oydum. Taktığım şapkadan, gizlediğim gözlerime ve gizlediğim gözlerimden giyim tarzımla hareketlerime kadar. Kan işte, çekmiyor bildiğini vakumluyordu. Tekerleklerin kulak çınlatıcı çığlıkları direksiyonu çevirmeyi bırakmamla beraber kesildiğinde depo uzaktan da olsa göründü. Gaza daha fazla yüklenerek dik yokuşu çıktım ve kapısı aralık olan güneşin içine sızdığı deponun önünde el frenini sertçe çektim. Güneş şapkayla saklamama rağmen gözlerime girmeye başlıyordu. Kirpiklerimi kırpıştırıp sulanmasını yok ettim, ardından silahı belime takıp araçtan indim. Çarptığım kapının sesi deponun içinde bile yankılanmıştı. Bot seslerim toprakla ve kurumuş yapraklarda hışırtı çıkartıyordu. İçeriden beklediğim o sesin ''Karmen?'' diye seslenişini işittim. ''Öldüm açlıktan, gerçekten bugün bana hiç yemek vermeyecek misin?'' deponun kapısının hemen önüne geldiğimde duraksadım. İçeri girmedim, sadece gölgem düşüyordu. ''Hadi ama Yeval'e yavşamadım sadece olanı söyledim. Selcen gibi soğuk ve ters değil.'' Hala kendi kendine konuşmaya devam ediyordu, gözlerimi kıstım. Selcen'e öyle demesi bir yana Karmen'in ona yemek vermemesini düşünüyordum. Bu düşünceye kendi kendime güldüm. ''Bu yaptığın çok ayıp, kaç yıllık hukukumuz var.'' Diye devam etti. Elimi kapıya koyup kapıyı araladım ardından adımlarımı gölgesinden gördüğüm bağlı olduğu sandalyeye doğru çevirerek devam ettim. Sertçe yutkunduğunu hafif kaldırdığım yüzümle görüş açıma giren badem elmasından anlıyordum. ''Y...Yeval?'' yüzümü yukarı kaldırarak çaprazında kalan sandalyeyi sürükledim ve tam karşısına geçip oturarak bacak bacak üzerine attım. Renkli gözleri irileşti, rengi attı. Beni beklemediği hatta burayı bulamayacağımı düşündüğü aşikardı ama bulmuştum. Elmacık kemiğinde ufak bir kızarıklık gördüm, dikkatimi oradan alırken gülümseme dürtümü zor bastırmıştım ama bunu belli etmemeyi başardım. ''Sen...nasıl?'' sol bacağımın cebine koyduğum defteri ve küçük kalemi çıkardığımda bakışları beni gergince takip etti, göz ucuyla her hareketini ve her duygusunu görebiliyordum. Dudakları düz bir çizgi halindeydi, kıvırcık saçları dağılmıştı, uykusuz ve yorgun görünüyordu. Kâğıda ''Sen kimsin?'' yazarak ona çevirdim. ''Ben...'' ''Senin bir gün volkan gibi patlayacağını söylemişti.'' Devam et dercesine kafamı salladım kâğıdı indirirken. ''Yanmak istemiyorum.'' Dudaklarımı tehlikeli bir gülümseme sardı. Kafasını geriye atıp bir süre düşündüğünde onu beklediğimi ama daha fazlasını yapmayacağımı hissetmiş gibi yine yutkundu. Sonra doğruldu ve ''Adım soy adım doğru, Leman Savsa.'' Diyerek başladı söze. ''Ama mafyalarla aslında işim yok, ben Barkın'ın kuzeniyim. Laboratuvar uzmanıyım. Bu işlere sadece kuzenim için girdim. Ortalığı karıştırıp Türkiye'ye dayımın yanına kaçarsam Barkın'ı benim peşime yollarlar diye düşündük. Bu yüzden oyuna girmek zorunda kaldım.'' Barkın'ın parfümü ve bana hazırlanan parfümle, Leman'ın eve gelip çıkışını hatırladım. Karmen bu yüzden ona izin vermiş olmalıydı. Derin bir iç çekerek sessizlikle onu dinlemeye devam ettiğimde dudaklarını yaladı ve boğazının kuruluğuyla küçük bir öksürük krizi geçirdi. Gözüm solumda kalan suya takıldı ama kalkıp ona vermedim. Bana acımayana acımayacaktım. ''Beni girmem için tehdit ettiler, kendi isteğimle girmedim. Benden başkasına güvenemeyeceklerini bildikleri için sevkiyat patlatıp üzerime attılar. Bu plan abine aitti.'' Bu kez gülmemi durduramadım. Gayet zekice bir plandı. Parmak uçlarım gülmekten genişleyen dudaklarımda gezindi. ''Ailecek delisiniz biliyorsun değil mi?'' diye mırıldandı halimden memnun olmadığını belli ederek. ''Ablan herkese tehdit dolu mektuplar gönderip istediğini yaptırıyor, abin istediğini yapmayana işkenceyle yaptırıyor.'' Kafasını olumsuzca salladı. ''Sevgilin zaten yılanın başı ama lütfen bunu dediğimi duymasın.'' Dudaklarımı birbirine bastırdım. ''Allah'ım nasıl bir cehenneme attın beni?'' Halinden memnun olmadığı o kadar aşikardı ki eğer acıma duygumdan biraz bile kalsaydı iplerini çözer ona ortadan kaybolmasını söylerdim. Kâğıdı dizime yaslayıp ''Karmen ve Hazan nereden tanışıyor, yakınlıkları ne?'' yazdım ve tekrar kâğıdı kaldırdım. ''Bunu söyleyemem. Bu beni aşar.'' Dedi. Gözlerimi kıstım ve belimdeki silahı çıkarıp kucağıma, namlunun ucu ona bakacak şekilde koydum. Gözleri irileşti sonra yüzünü yana çevirip ''Bak işte hemen şiddet hemen bir canıma kast, sülalece aynısınız ya!'' diyerek yakınmaya başladı. Tek kaşımı kaldırıp başımı eğdim. ''Tamam, demedim bir şey.'' Kaç gündür neler yaşadığını düşünürsek psikolojisinin bozuk olması gayet makuldü ama biraz daha kendine gelmezse ben onu kendine getirecektim. ''Sadece yeni tanışmadıklarını söyleyebilirim. ''Hazan'ın, Barkın'ın ve Karmen'in bir geçmişleri var.'' ''Onun polis olduğunu biliyor muydun?'' yazdım kâğıda. Bir öksürük krizi daha uğradı ve bu kez oldukça uzun kaldı. Boğazından çıkan damarları, başlayan kızarıklığının yüzünü sarıp yok olmasını sabırla bekledim. ''Polis çevresi olduğunu biliyordum ama ailesi öyle zannediyordum.'' Gözlerimi kıstım. Yalan söylüyor gibi görünmüyordu ama doğru söylüyormuş gibi de hissetmiyordum. Sözlerinden emin olamadığım için biraz daha bekledim ve hiç inanmamışım gibi bir tavır takındım. Hiçbir şey söylemedi. Yalan söylediğini hissettim. ''Ya bu konuyu deşeceğim ya da sen bana bilmediğim başka bir şey söyleyeceksin.'' Yazdım bu kez de kâğıdı okuduktan sonra dudaklarını tekrar yaladı ve ''Karmen... Selcen'den bir konu da şüpheleniyor. Ne olduğuna dair bir fikrim yok ama Selcen'e bakışları hiç hayra alamet değil.'' ''Neden?'' yazdım ve ona çevirdim. ''Yemin ederim bilmiyorum, bana her şeyi söylemezler ben sadece kulak misafiri olduğum kadarını biliyorum.'' Elimi enseme atıp ovuşturdum. Başıma girmeye başlayan ağrıları hissedebiliyordum. Başka hiçbir şey bilmediğinden gözlerine bakarak emin oldum, boş bakıyorlardı. En sonunda başka hiçbir şey bilmediğini kabullenince ayaklandım. Gitmem gereken başka biri vardı, gitmem gereken asıl kişi. Sır kelimesinin son zamanlarda eş anlamlısı olan ve beni mahveden bir kişi. Ayaklandığımda belime koyduğum silahı takip etti, ona yaklaştım ve tam önünde durarak yandaki suya uzandım. Kapağını açtığım suyu ona uzattım. Ellerinin bağlı olmasını bir an unutarak almaya yeltendi ama alamadı, gülümsedim. Gülümsediğimi görmedi, dudaklarını öne doğru uzattı ve ufacık bir yudumu alabildiğinde ayağımı koyduğum sandalye ittirmemle devrildi. Leman'ın acı inleyişleri kulaklarıma doldu ve kırılmayan sandalyeye hayretle baktım. Oldukça sağlam olmalıydı. ''Gerçekten... tam bir Behiçsin.'' Leman'ın fısıltısını anlayamadım ama önemsemedim de. Suyu kafama diktim ve bitirdiğim su şişesini tam yanına fırlatarak arkamı dönüp deponun çıkışına doğru yürümeye başladım. Hava yavaş yavaş soğumaya, rüzgâr tersten esmeye, güneş sanki karanlığı istediğimi hissetmiş gibi çekilmeye başlıyordu. Uyandığımdan beri ağzıma tek lokma koymamıştım. Sadece soğuk bir suya ve biraz düşünmeye ihtiyacım vardı. Araca binip silahı yanıma bıraktıktan hemen sonra direksiyonu kırıp geldiğim yoldan döndüm. Barkın'ın uzaklaşmak için gittiği evin yolunu tuttum. Geldiğimde onu duş alırken ve müzik dinlerken yakaladığımı anımsamıştım. O gece güzel bir geceydi, kanım damarlarımda zonklamıştı. Yüzük parmağım cayır cayır yanmıştı. Şimdi de kalbim yanıyordu. Bunu kafasına koyduğunu görebiliyordum ama bekliyordu. Bu oyundan sağ çıkmamızı ve oyunun bitmesini bekliyordu. Belki de sadece aramızdaki sırların oluşturduğu mesafeyi koymayı bekliyordu, bilmiyordum. Sadece o zamana kadar birbirimize istediğimiz gibi dokunamayacağımızı ve bastırdığımız duyguları çok daha derine gömmemiz gerektiğini biliyordum. Bu benim değil, onun kurallarıydı. O bir Hristiyan değildi, haç takmıyor bedeninde dövmesini taşımıyordu ama adam öldürmekten de kaçınmıyordu. İlk tanıştığımız gün beni vermeyeceğini söylediği için adama sıktığını dün gibi hatırlıyordum. Gaza daha fazla baskı uygulayarak hızımı arttırdım. Yollar dolu değildi ama olsaydı da yavaşlamazdım. Sadece bir an önce gidip bu gerginliğimi atmak ve sonra asıl gitmem gereken kişiye gitmek istiyordum. Bu yüzden hâkim olamadığım bir hızla gözlerimi yoldan ayırmadan eve doğru sürdüm. Orada korumalar bile yoktu, neredeyse boş bir araziye biri ev yapmış da bırakmış gibiydi. En azından görünüş olarak öyleydi ama evin her halükârda uzaktan izlendiğine emindim. Nevada'nın önünden geçerken göz ucuyla şöyle bir baktım. Karmen'in Selcen'e nasıl baktığını ve neyden şüphe duyduğunu merak ettim. Bu yüzden telefonun bağlı olduğu radyo kısmından Selcen'i tıklayarak aramaya aldım. En azından ne için aradığım hakkında tahmin yürütebilirdi ya da en azından iyi olduğunu bilebilirdim. Bekledim, bekledim ama aramayı açmadı. Biraz daha bekledim, iki üç kez daha aradım ama yine aramalar cevapsız kaldı. İçimi kaplayan korkuyu bastırarak boynumu kütlettim. Selcen ve Karmen'in karşı karşıya gelmesi için hiç iyi bir zaman değildi, Tuğra hala hayattaydı ve Teoman Alakurt bunu sadece saatler içinde öğrenir abimin peşine düşerdi. Elimi şakaklarıma koyarak ovuşturdum ve tek elle direksiyona hâkim olmaya çalıştım. Aynı anda hem dostlarımla hem düşmanlarımla karşı karşıya gelmem gerekecekmiş gibi hissediyordum. Uzaktan görünen ıssız evin ışıklarının yanık olduğunu görmemle frene ani bir şekilde yüklendim. Kafamı direksiyona vurmaktan son anda kurtulurken ışığı açık eve dikkatle baktım. Işık yanıktı ama içerisi boş görünüyordu, gözlerimi etrafta gezdirerek silahı yan tarafımdan kucağıma aldım ve tekrar gaza basarak eve doğru daha yavaş olan bir hızda sürdüm. Kalbimin atışı kulaklarımda, damarlarımdaydı. Her yerimde atıyordu. Ayağımı yavaşça gazdan çektiğimde evin ışığı yanan camının tam önünde yavaşladım. İçeride kimse görünmüyordu yine. Frene basıp el frenini çektim, anahtarı alma gereği duymadan silahımı kavrayarak arabadan çıktım ve eve doğru yaklaştım. Kapı kapalıydı bu kez. Bu yüzden cam tarafına dolandım, her yer kilitli görünüyordu ve elimi attığım bahçe kapısının bile açılmayışından bundan emin olmuştum. Etrafı kısaca taradıktan sonra içime giydiğim bluzun ucundan biraz yırtarak avucuma sardım. Böylece kırdığım camdan büyük bir ses çıkmazdı. Sardığım elimi camın kulp kısmında kalan yerine doğru döndürüp sertçe yumruk attım. İlkinde kırılmadı ama ikincisinde beklediğimden büyük şekilde kırıldı. Neyse ki büyük bir gürültü çıkarmamıştı. Elimi sardığım parçayı kenarı bırakarak elimi içeriden soktum, kanayan ve kanı kuruyan avuç içim sızlıyordu. Şimdiye kadar ne hissetmiş ne fark etmiştim. Elimi içeri uzatırken gördüğüm kurumuş kan damlacıklarıyla bunu fark etmiştim. Anahtarı çevirip kapıyı araladıktan sonra elimi camdan geri çektim. Üzerine eklenen birkaç çizik çapraz işaret oluşturmuştu. Onları da diğer yaralarım gibi hissedemedim. Kapıyı ittirerek içeri girdiğim ve koridora doğru sessizce ilerledim. Önce gözüm merdivenden yukarı kaydı, sonra koridorun sonuna doğru yürümeyi hedefleyerek o tarafa döndüm. Silahı diğer elimle sıkı sıkıya tutuyordum ama kullanacağımı düşünmüyordum. Yavaş adımlarım koridorun sonuna doğru giderken aralık kapıdan içeri sızan loş ışığı fark ettim. Hava lacivertti artık, içerinin ışığı ise soluk bir sarıydı. Kapının eşiğine geldiğimde duraksadım, kafamı çok hafif eğdim ve eğer eğmez görüntüyü görmeden burnuma dolan kokuyla silahı belime geri koydum. Sevdiğim karamel kokusunun sevdiğim şarapla birleşmesi bana sanki kendi kokummuş hissi yaşatıyordu. Kapının eşiğinde durduğumda bana arkası dönük oturan ve ayak bileğini diğer bacağının üzerine atan Barkın'ı görebildim. Elinde bir fotoğraf vardı, bu benim fotoğrafımdı. Arkadan çalan plak bu kez Türkçe bir şarkı çalıyordu. ''Yalancı bahar mı bu gördüğüm...'' diye başladı plaktan Mabel Matiz. Sonra devam eden sadece o olacak düşüncesiyle dinlemeyi bıraktım ve şarkıya eşlik eden başka bir ses duydum. ''Şüphem büyür de büyür, bakma öyle yabancılar gibi.'' Diye mırıldandı. Sonra derin bir nefes verip devam etti resmime bakarak söylemeye. '' Sesin ayazken içim üşür, Ne korkular azat ettim, be canım.'' Yüzümü yana doğru eğip resmi görmeye çalıştım. Onu ilk gördüğüm gün çekilmişti. Arabama binmek üzereydim. Etrafa bakarken saçlarım etrafa savrulmuştu ve dudaklarım aralıktı. O an yakalanmış bir fotoğraftı ve üzerinde tarih yazıyordu. Ben resme bakarken Barkın mırıldanmaktan söylemeye geçerek şarkıya eşlik etmeye devam etti. '' Göremezler, canım, göremezler. Sende benim gördüğümü, onlar bi' yudum nefesler İçime oturan ağırlığın altında öylesine ezildim ki kıpırdayamadım. Sertçe yutkundum aynı Leman gibi, sessizlik melodiye eşlik etti. Barkın resme bakarak derin bir iç çekti ve sonra duraksayarak doğruldu. Yüzünü sadece omuzuna doğru çevirerek resmi indirdi. ''Yeval.'' Diye mırıldandı. Adımımı içeri atmam gerekiyordu ama ben kıpırdayamıyordum. Bana yüzünü dönmeden bekledi, eli ceketinin iç cebine uzanmıştı. Resmi koyduğunu tahmin ettim. Geriye yaslanarak ellerini dizinin üzerinde birleştirdi. Gözü karşıda, dışarıdaki orman manzarasındaydı. Hala bekliyor ve yüzünü bana dönmüyordu. Ellerimi yumruk yapıp açtım, kesik avucumun sızısı içimde yer aldı. Dışarıdan ise hiçbir şey belirgin değildi. Sonunda ayağımı oynatabildiğimi hissettiğimde ona doğru adımladım ve tam karşısına geçtim. Oturmadım, ayakta tam karşısında dikildim. Gözleri ayak ucumdan yukarı yavaşça tırmandı. Her yukarı çıkışında dudakları daha çok kıvrılıyordu. Kafasını olumsuzca salladı. ''Yazgı.'' Dedi. Sonra ekledi. ''Behiç.'' Yüzümü yukarı doğru kaldırdım, onun bal rengi gözleri ve benim zifiri gözlerim kesişti. Gözünün seğirdiğini ve kirpiklerinin ardı ardına kırpıldığını gördüm. ''Kimden başladın?'' diye sordu. Dudaklarımı büzdüm. Yüzümü inceledi ve güldü. ''Kutay'dan... tabi ki ondan.'' Kafasını yine sağa sola salladı. ''Çünkü en kolay lokma o.'' Ellerimi kaldırıp ''sadece o değil.'' Dedim. ''Hazan'da kolaydı.'' Bakışları değişti. Dişlerimi sıkarak kıpırdamamaya özen gösterdim. Ellerimi yumruk yapmamak için çok zorluyordum. ''Yaşıyor... değil mi?'' ''Merak mı ettin?'' Dudaklarını ısırıp bıraktı, yüzünü yana çevirip düşündü. Kollarımı birbirine dolayarak ona dikkatle bakışlarımı kenetledim. ''Evet ettim çünkü sana önemli biri olduğunu söylemiştim.'' ''Benden de mi?'' diye sordum kollarımı çözerek. Kaşlarını çatması umurumda olmadı. Doğrulması da öyle. ''Hazan Parlas aramızdaki en masum isimlerden biri.'' Soruma cevap vermedi. Sertçe yutkundum. ''Onunla bir geçmişimiz var ama sandığın gibi değil. Hazan kız kardeşimin en yakın arkadaşıydı Yeval.'' Bu kez kaşları çatılan bendim. ''Onu masada bulan ilk kişi oydu, bana haber veren ve benim için yol gösteren oydu.'' ''O bir polis.'' İşareti yaparak ona doğru bir adım attım. Dudakları aralandı ama hiçbir şey söylemedi. O an anladım. Leman'da, Hazan'da tahmin ettiğim gibi yalan söylemişti. ''Biliyordun.'' Sessiz kaldı. Biliyordu. Tabi ki biliyordu. Yüzümü ekşiterek geriye doğru bir adım attım. ''Biliyordum.'' Bacağını indirip ayağa kalktı, bir adım daha geriledim. ''Mia Donna.'' Fısıltısı bana ilk bu kelimeyi söylediği anı hatırlatmıştı, kalbim sıcaklığından eridi ama aklım bu sıcaklığa bir bariyer çekmişti. Artık ona karşı toleranslı olamıyordum. Ruhumun kırıldığını ve sivri veya değil her noktasının bana battığını hissediyordum. O bana doğru geldiğinde yine bir adım daha geriledim. ''Yanılmışım yine...'' işaretlerime baktı ve sırtım cama yaslandığında aramızdaki bir adım mesafede duraksadı. ''Seni tanıdığımdan beri çok fazla yanılıyorum.'' ''Ne konuda?'' diye sordu alacağı cevaptan korkarak. ''Güvenmek konusunda.'' Ne diyeceğini bilemez şekilde gözlerime baktı. Korkmuştu, en son korktuğu anın Hazan'ın beni vurduğu an olduğunu biliyordum. Diz çökmüştü bana bakarken, batmıştı gözlerine sığan güneşi. Derin bir iç çektim. Yüzünü yere eğdi, gözlerini yumdu ve derin bir nefes verip elini ensesine attı. Diğer eli cebindeydi. Yutkunuşuyla oynayan âdem elmasına baktım. O yere bakarken sesimin çıkmayacağını bile bile kendimin duyacağı şeyler söyledim. ''Görmüyorsun vücudumun neresinde olduğunu, nerelerde izin olduğunu. İyi ki görmüyorsun, görseydin gizleyemezdim senden. Saklayamazdım gözlerimdeki duyguları, saklayamazdım dokunmanı arzuladığımı.'' Yüzünü yerden kaldırmadan sessizlik için durmaya devam etti. Ben de kendi sözlerime devam ettim duymayacağını bilerek. Bir elim şah damarıma istemsizce uzandı varlığını hissetmek için. ''Şah damarından başlıyor kalbime kadar, oraya değdi ilk dudakların orada attı ilk senin için nabzım. Şimdi her yerdesin, her yerde atıyor kalbim senin izin var diye.'' Cümlem bittiğinde etrafı saran sessizlik Barkın'ın kafasını kaldırışıyla son buldu. ''Seni tanıdığımda...'' dedi ama devam etmedi. Cebinden resmimi çıkardı ve bana doğru gösterdi. ''Göğsüme bir kor ateş düştü...'' bir adım daha attı iki ayağımın arasına. Yüzlerimiz arasında mesafe yoktu, resmi yine indirmişti. ''Şimdi her yer yangın yeri.'' Diye bitirdi cümlesini ve dudaklarıma baktı. ''Seninle bir oyun oynayalım... her öpüşünde ağzımdan bir şey kaçırayım.'' Gözlerimi kıstım sorgular gibi. ''Her öpüşünde bir sır çekilsin aramızdan, yaklaşsın ruhlarımız yine birbirine. Her öpüşünde güvenim aksın sana.'' Gözlerim nemlendirdiği dudaklarına kaydı. Yolmaktan kanamış ve kızarmıştı. Üst dudağı altına göre daha dolgundu ve öpülesi duruyordu. Sığ nefesim, şiddetle inip kalkmaya başlayan göğsüme dikti gözlerini ve daha çok yaklaştırdı yüzünü. Elleri iki yana uzanmıştı, dar pencereye yaslayacağını düşündüm ama beklemediğim bir şey yaptı. Perdeleri çekti ve diğer eliyle belimi kavrayıp beni göğsüne çekerek kalan ufak alanında görünmesini engelledi. ''Şimdi...'' perde çekilse de belimdeki kolunu çekmedi. Kasları sıkıydı, bunu hissedebiliyordum. Fazla gergindi. ''Oynuyor musun?'' nefesi yüzüme fısıltısı kulaklarımı gıdıkladı. Ellerimi aramıza kaldırıp ''İstediğim her soruya cevap verecek misin?'' diye sordum. Dudak büzerek kafa salladı. ''Hangisini istersen.'' Gözlerim yine dudaklarına indi. Yukarı kıvrılmıştı. Nefesimi yüzüne üfleyerek dudaklarımı yaladım. ''Ben ıslatırdım.'' Diyerek yandan bir gülüş attı. Ardından baş parmağı dudağımı silip attı. Nemli baş parmağı dudaklarımdan yine şah damarıma yol aldı. Dudağı dudağıma doğru yaklaştığında hâkim olamadığım kalbime de engelleyemeyen zihnime de küfrettim. ''Ben hiç... normal nabzını duyamayacak mıyım Mia Donna?'' cevap vermek için dudaklarımı araladım ama ne diyeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kafamdaki şapkayı çıkarıp attı. ''Soruyu bulmak için acele etme.'' Ne dediğini anlayamadan dudakları dudaklarıma kapandı. Üst dudağı alt dudağımı sarıp sarmalandı. Zehir içiyor gibi hissettim. Delibal'ın içime aktığını. Diğer eli çenemi kavrayarak sahiplenici bir şekilde üzerime geldi. Birkaç saç telim çenemi tutan eline dolanmış yüzümü gıdıklıyordu. Ne dediğini dakikalar sonra anladım. Öptüğü süreçte soruyu düşünmemi istedi, sonra da acele etmememi ve yavaş düşünmemi istedi. Aklımda sorularla geldiğimi bilmemesi onun için kötü olmuştu. Ona kaptırdığım alt dudağımın intikamını almak için dudaklarını dişledim. Düz ve keskin dişlerim onun dudaklarını acıtmış olmalıydı. Elimi göğsüne koyarak onu geri çektiğimde yüzünde daha fazlasını isteyen ifadesini ve parlayan gözlerini gördüm. Nefesim öptüğünden çok daha fazlasıyla kesildi, onun hissettiği arzuyu hissetmekle kesildi. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan yukarı kaldırdım. ''Çakır Alabora ile alakan ne?'' Nemli dudaklarını yalayarak yutkundu. ''Ilgaz Behiç, Gürkan Alabora ve Kıvanç Karaduman hem ortak hem de arkadaşlardı. Gürkan Alabora senin ve benim babamın arkadaşıydı hatta, babalarımız o tanıştırana dek tanışmıyordu. Alaboralar çok eski zamanlardan beri Ara buluculuk yapar, aile geleneği gibi bir şeydir bu. Benim babam ve senin baban için de aracılık yaptılar. Bu yüzden Çakır senin çocukluğunu biliyor, seni tanıyor.'' Kaşlarım dinlerken çatılabileceği en derin çukura kadar çatıldı. ''Ben buraya ilk geldiğimde tanıştım, daha önce adını çok duysam da oğlu Çakır Alabora ile buraya gelene dek hiç tanışmamıştım. Ara Buluculuğu sebebiyle ve güçlü bir isim olması sebebiyle iş birliğimiz var.'' ''Peki Çakır ve benim hakkımda bilmediğim ne biliyorsun?'' dudaklarını yine yaladı. ''Bu başka bir soru oldu.'' Gözlerimi devirdim. ''Peki, bu kez önce cevap vereyim soru hazırdı madem.'' Bu söylediğine gülmeden edemedim. Aklınca hazır soruları önceden çıkarak ve ben yeni soru düşünürken bunun tadını çıkaracaktı. ''Kaçırıldığın zaman... babam babamla iş birliği yapmayı kabul etti ve aracı olan kişi Gürkan Alabora'ydı. Bu plan yapılırken Çakır'da yanlarındaydı. Babana seni sağ salim bulup koruyacağına dair söz verdi.'' ''Ama neden?'' diye sordum. ''başka soru.'' Diyerek göz kırptı. Ellerimi göğsünden yakasına çıkararak gömleğini kavradım ve onu kendime çekip kısa bir öpücükle karşılık vererek bıraktım. Ne de olsa soruyu saniyesinde bulmuştum. Bu hoşuna gitmemiş gibi huysuzca bakındı. Elindeki fotoğrafı pantolonun cebine koyduktan sonra çenemi kavrayan eliyle sakallarını kaşıdı. Gözleri havaya kalkan elimdeydi. ''Karmen'in Selcen'den duyduğu şüphe ne ve Selcen şu an nerede?'' ''İki soruyu tek soruda birleştirdin.'' Çenesini sıvazlamayı bırakarak omuz silkti ardından gömleğinin ilk iki düğmesini açarak eliyle kulağımın arkasından saçlarımı nazikçe kavradı. Baş parmağı saç tellerimi okşuyordu. Yüzünü yüzüme yaklaştırırken gözleri gözlerim ve dudaklarım arasında gidip geldi. İçimden saydığım saniye dokuza ulaştığında beklemeden beni kendine çekip dudaklarıma dudaklarını bastırdı. Bu kez öyle şiddetli ve özlemli öpüyordu ki karşı koyamamam bir yana engelleyemedim de. İlk soru için üst dudağımı sızlayana kadar yoğun bir şekilde öptü. Her içine çekişince daha çok sızlıyordu. Yüzümü sızıyla buruşturduğumda saçlarımı tekrar okşadı ve alt dudağıma geçti. Yumuşak dudaklarının tadı aynı gözleri gibi bala benziyordu. Vücudundan gelen sarhoş edici koku irademi kaybetmeme yardım ederken karamel kokusu da ona destek oluyordu. Zaaflarımın hepsi toplanmış onu oluşturmuştu sanki. Ya da kendisi baştan sona zaafım olmuştu. Alt dudağımı neredeyse inleyeceğim şiddetle emip ısırık bırakarak ayrıldığında alamadığım her nefes içime çektiğim an boğazıma dizildi. Onun benimkiyle yarışır hızda inip kalkan göğsü ve nefes sesleri de benim kadar çoktu. Hiç bu kadar şiddetli bir arzu hissedeceğimi düşünmemiştim, böyle hissettiğini de zannetmemiştim. Bu kadarı akıl almazdı. Gözleri gözlerime çıktığında eline doğru indirdim bakışlarını. Elleri yavaşça kalktı, onu takip ettim ve tekrar gözlerine bakmak zorunda kaldım. Ne diyeceğini şaşırmış gibiydi, sersem gibi bakıyordu. Kafasını çok hafif yanlara doğru salladı ve ''Iııı...'' diye mırıldanarak dudaklarını yaladı. ''Selcen dedik.... Şüphelendiğimiz şey...'' ellerini burun kemerine koyup sıktı. ''Baban... Alakurt'ların elinde olabilir.'' Bugün ki izlediğim video kaydı hala gözümün önündeydi. ''Selcen'in.... Bunu bildiğini düşünüyoruz. Yani baban olduğunu bilmese bile birini esir tuttuğunu biliyor olmalı.'' Olamazdı, olmamalıydı. Selcen akıllı bir kızdı, anlar ve bana söylerdi. Ya da en azından açığa çıkarır, babamın kurtulmasına yardım ederdi. Ederdi değil mi? ''Karmen... Selcen'i alı koydu Yeval... Öfkesi başka türlü dinmeyecekti. İzin vermek zorunda kaldım.'' Kaşlarım endişe ve sırtımdaki bıçağın acısıyla havaya kalktı. Bakışlarım bile titriyordu. Sırt sırta verdiğim tek dosttu o, yapmazdı. Yapmazdı değil mi? Titreyen ellerimi o fark etmeden zapt edip ''Ya Dolunay? Onun hakkında da bilmediğim bir şey biliyor musun?'' diye sordum. Kafasını olumsuzca salladı. ''Karmen... benden sakladığı şey ne?'' ''Abinle arana giremem Yeval. O olmaz.'' Yüzümü yere eğdim. ''Zaten benimle konuşmuyor.'' Diyerek o da eğdi. Merak duygum her saniye beynimde zonkluyordu ama elimden de bir şey gelmiyordu. Derin bir nefes bıraktım yere. Hazan'ın yüzü ortaya çıkmıştı. Kutay'ın, Selcen'in, Barkın'ın hatta yakında da çıkacak Karmen'in. Çakır'ın da dediği gibi herkes ölüp yeni bir taş olarak doğuyordu benim için. Zihnimde ölmüşlerdi ama kalbimde hala yaşayanlar vardı. Onları hem fiziken hem de ruhen öldürme arzusuyla cayır cayır yandım. Yumruklarımı sıkarken avuç içlerime geçirdiğim tırnaklarım yaralarımı çok daha deşti ve derine indirdi. Yüzümü sonunda hissedebildiğim acı duygusuyla buruşturdum. İkimizin baktığı o yerde bir kan damlası canlandı. Yanına bir tanesi daha aktı ve Barkın kafasını hışımla kaldırdı. Sıcacık dövme kaplı eli kan akan elimi avucuna aldı. ''Neden merhem sürmedin?'' kafamı olumsuzca salladım. Elimi bırakarak beni tekte kucağına aldı. Gözleri yüzümü incelemeye yemin etmiş gibiydi ama benimkiler avucumdaki kan birikintisine odaklanmıştı. Beni koltuğa götürerek oturttu, ardından arkamdan başka bir odaya geçti. Cebimdeki telefonu çıkarıp gelen bildirimlere baktım, birçoğu boş şeylerdi ama bir tanesi beklemediğim en önemli mesajlardan biriydi. Özür dilerim. Sadece bu ikisiydi. Selcen'in ilk kez dilediği özürdü bu. Yıllarımızı beraber geçirsek de hiç özür dileyecek bir şey yapmamış ve dilememişti. Bu mesajı yazalı üç saat oluyordu, görüp görmeyeceğini bilmeden cevap yazdım. Özrünü değil, cezanı istiyorum. Arkamdan adım sesleri hızla geliyordu, ekranı kilitleyerek telefonu tekrar cebime koydum. Barkın elinde nemli bez, merhem ve sargı beziyle gelmişti. Önümde diz çökerek avucumu açtırdığında direnmeden onu izlemeye koyuldum. Önce nemli bezle kanı temizledi, avuç içim ten rengine döndü. Ufak kan pıtırcıkları Barkın'ın kurbanı oluyordu. Avucum tamamen temizlenene kadar bekledi ve sildi. Sonra merhemden biraz sürdü ve bezle sardı. İşine tamamen odaklanmış görünüyordu. Omuzları yine sıkı ve gergindi, dudakları yine kıpkırmızıydı ama bu kez bunu yapan bendim ve bunun keyfini sürüyordum. Dudaklarımı içe çekip dişledim. Tadı hala damağımdaydı ve uzun süre gitmeyecek kadar derine inmişti. Bu iyiydi çünkü uzun süre ihtiyacım olacaktı. Elimi sarma işlemi bittiğinde doğrularak ellerini çırptı. Ben de ayaklanarak ona aklıma kazınan bir diğer soruyu sordum. ''Neden şimdiye dek saklamakta ısrarcı oldun?'' ''Seni koruyordum.'' Kendini savunduğunu zannediyordu ama her şeyi daha beter ediyordu. ''Böyle mi? Hiç yanlış düşünmüş olabileceğini düşünmedin mi?'' yüzünden anladığım kadarıyla düşünmemişti. ''Diğer her ihtimali gözümün önünden geçirdim. En güvenilir yolu buydu, baksana şimdi bile zapt edilemiyorsun.'' Haklı olduğuna öyle emin konuşuyordu ki güldüm. Henüz hiçbir şey yapmamıştım ama herkes bana karşı sanki dakika başı patlayan bir bomba muamelesi yapıyordu. Şimdiye kadar ki korkuları buysa gelecekteki korkuları gözümde bile canlanmıyordu. ''Yanlış düşünüyorsun.'' Dedim. ''Hayır. Yanlış değil.'' Dişlerimi sıktım. Yanlış düşünüyordu, şimdiye kadar saklayarak sadece aramıza sırların uçurumlarını sokmuştu. Eğer şu an ileriye gidemiyorsak onun yüzündendi, sakladıkları ve kendi aklınca kendi planına uyma çabası yüzündendi. Beni burada heba etmişti. Ona doğru adımlayıp ellerimi hararetle kaldırdım. ''Taktığın o gözlüğün camları öyle siyah beyaz ki başka hiçbir rengi görmüyor, hayatına almıyorsun.'' Ellerimi dikkatle izledi. Yutkundu. İşaret parmağımla göğsüne vurdum. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Bu kez onun sırtı duvara yaslandığında adım atmayı kestim. Ona doğrulttuğum parmağımı tutarak beni kendine çekti ve belimden tutarak yerimizi değişti. Şimdi duvara yaslı olan bendim. Beni sarıp sarmalayarak önümde duran ve öfkeyle bakan oydu. ''Siyah beyaz hayatıma aldığım tek renk kırmızıydı.'' Gözlerini gözlerimden ayırmadan ellerimi tuttu. Tırnaklarım yine koyu kırmızı ojeyle güzel duruyordu ama kırılmışlardı. Dudaklarım öpüşmenin şiddetinden tırnaklarım gibi kıpkırmızıydı. ''Sen kırmızısın Yeval... kırmızıyı nasıl almam hayatıma?'' Bakışları öyle yumuşaktı ki, batan güneş kadar kusursuz görünüyordu. Sanki o batan güneşin rüzgârı tenimi okşuyor gibi hissetmiştim. ''Hala kanadığını görüyorum.'' Diye fısıldadı. Dudakları yine dudaklarımın hemen üzerindeydi, nefesini içime üflüyordu. Zonklayan dudaklarım onun tadının arzusuyla deliye döndü. Beni öpmesine izin verdiğimi hissettirmek için elimi kalbinin üzerine koydum. Tırnak uçlarım kalbini kavrar gibi tutma pozisyonuna geçerek göğsüne battı. Dudakları ise üzerime kapanarak nefesimi kesti. Artık tek nefesim onunkiydi, onunki de benimkiydi. Az önceki kadar şiddetli başlamayan bu öpüşme elini belimde sımsıkı tutmasıyla alevlendi. Belimi öyle sıkarak üzerime ağırlığını veriyordu ki sıcaklık çevremde çember kurmuştu. Boşta kalan elimi ensesine çıkararak onu daha çok kendime çektim. Bana yetecek kadar tadını almak istiyordum. Şu an onun içindeki her nefesi almak ve duymak istiyordum. Ensesindeki elimi sıkılaştırarak saç diplerini okşadım. Bir elini belimden boynuma çıkararak kavradı ama sıkmadı, sadece okşadı. Kafamı sola doğru çevirip öpücüğüne çok daha şiddetle karşılık verdim. Göğsüne batan tırnaklarım acıdı, bu yüzden elimi göbeğine doğru indirip orada bıraktım. İnce gömleğinin altında kalan teni cayır cayırdı. Sıcaklığın bizi sardığı çember bizim cehennem kafesimizdi. Nefessizlikle çıkan damarlarımı hissettiğimde şiddetimi düşürdüm, onun da öyle yapacağını düşünmüştüm ama aksine sanki benim düşürdüğüm şiddeti tekrar yakalamak istiyor gibi çok daha fazla üzerime geldi. Ensesine tırnaklarımı batırarak aşağı doğru kaydırdım, hiçbir güç ya da acı onu durdurmuyordu. Boynumdaki eli çeneme çıkıp sımsıkı kavradıktan hemen sonra dudaklarını hala değmeye devam eden bir pozisyonda çekti. Hayatımda hiç bu kadar nefese ihtiyacım olduğunu hatırlamıyordum. İçimdeki tüm nefesleri çekmişti. Dudaklarımı hissedemiyordum. Gözleri dudaklarımdan gözlerime büyük bir ihtiyaçla çıktığında ''Lütfen... bu geceyi burada bitirme.'' Diye fısıldadı. Gözleri yine dudaklarımdaydı. ''Bu gece imkânsız bir şeye ihtiyacım var.'' Dudakları tekrar dudaklarıma kapandığında tam olarak hissedemediğim nefesi ondan çaldım. Ellerim omuzuna doğru kaydı ensesinde hissettiğim sıvıyı boynuna yayarak omuzlarına ellerimi koymuştum. Benim onun üzerine gitmem onu geriletiyordu. O koltuğun ucuna gelene kadar geri geri adımlamaya devam ettik. Adımı tükenene kadar geriledi sonra duraksadı ve kendini çekti. Ellerimle omuzlarına baskı uygulayarak onu önümdeki koltuğa oturttum. Boynu kızarmaya başlamış damarları her zamankinden fazla çıkmıştı. Şu an ki görünüşünü bu an hariç ne zaman görsem irademi kaybetmeme sebep olurdu ama şu an için hiçbir şey irademi tamamı ile kaybettiremiyordu. Çünkü kalbimde aşkın üzerini örten bir acı örtüsü vardı. Ellerimi kaldırıp ona bu gecenin devam etmeyeceğini gösteren bir bakış attım. İsyan etmeye ve karşı çıkmaya hazır bir halde doğrularak dudaklarını araladı ama ellerim hareketlendiğinde devam edemeden durmak zorunda kaldı. ''Bu gece bir mucize olacak.'' Dedim. ''Ve gece burada bitecek.'' Üzerine doğru eğilip dudaklarına nazik bir öpücük kondurdum. Elimi destek almak için başının yanındaki koltuğa yaslamıştım. Beni yakalamak için elini elime ve belime uzattı ama izin vermeden geri çekilerek aramızda mesafe bıraktım. ''Bu gece... beni son zayıf görüşün.'' Sargılı elimden ufak tefek kan izleri göründü. Gözü oraya takılmıştı ama ben hareketlendiğimde tekrar bana odaklandı. ''Söylediğinde haklıydın.'' Diyerek kanepenin etrafından arkasına doğru adımladım. Doğrulmaya yeltendi, sargılı elimi omuzunun üzerine koyarak omuzuna doğru eğildim ve nemli dudaklarımı kulak memesine değdirdim. Boğazım yumuşamıştı, gözlerimi yumarak bir nefes verdim. İçimde hissedebiliyordum gelecek olan fırtınayı, buna eşlik eden sesimi, gelecekte kopacak kıyametleri. Artık küçük deniz kızı değildim. Artık Yeval Larden de değildim. Artık Yeval Yazgı Behiç'tim. Sesim silahımdı ve ilk kurşun yiyecek kişi kişi Barkın'dı. Barkın nasıl öfke ve korkuda başka bir maskeyle başka birine dönüşüyorsa ben de sesim varken ve yokken başka birine dönüşüyordum. Çünkü biri Larden'di biri ise Behiç'ti. Şimdi özüme dönme vaktiydi. ''Salvor...'' diye fısıldadım. Baş parmağım boğazıyla temas halindeydi. Tüm bedeni alevden bir anda buza dönüştü. Elimin altında teni buz kesmiş, her kası kasılmıştı. Sesimi fısıltı olarak da olsa ilk kez duyuyordu. ''Sen bana etki etmezsin... çünkü ben hala kanıyorum.'' Salvor merhem demekti ama kanayan bir yaraya merhem etki etmezdi.
|
0% |