Yeni Üyelik
33.
Bölüm

31. Bölüm | Kodex

@byzloey

Merhaba piyonlarım, nasılsınız? Umarım keyfiniz yerindedir. Değilse de yerine getirecek güzellikte inişli çıkışlı bir bölüm armağan ediyorum sizlere.

Sizi sandığınızdan çok seviyorum, iyi okumalar. Beğenmeyi ve bol yorum atmayı unutmayın. :)

Kitaplarım hakkında haberdar olmak için;

Instagram : Byzloey

Yarinlarzifirikaranlik

31. Bölüm | KODEX

you don't own me , G- Eazy

Born to die, lana del rey

ZELAL BEHİÇ

Toplantı Gecesi

Akkor değil, Behiç.

Milyonlarca parçaya bölünmüştüm, belki der yer yüzünde en küçük parçalara ayrılarak yerleşen tek zihin bendim. Her yerde gözüm kulağım, zihnim ve silahlarım olmalıydı. Sadece benim için değil, ailem için.

Ben her yerde olmalıydım, ruhum bedenimden ayrılıp gök yüzünde bedenim de yer yüzünde gezinmeliydi. Böyle yetişmek insanı normal dışı yapıyordu.

Çok daha korkuncu, bunun için ilaç kullanmış olmama bile gerek yoktu. Bu benim zarar verilmemiş zihnimdi.

Bunun zararını hepimiz çekecektik ama en çok karşımızdakiler çekecekti. Çünkü hiçbiri bu acıyı çekmemiş, çekmediği acının karşılığı olan silah olma şerefine nail olamamıştı.

Yeval'in sesi silahıydı, yıllar önce kaybedip geri kazanmıştı ve içinde tek bir kurşunla hazırda bekliyordu. Eli tetikteydi, bunu hissedebiliyordum.

Karmen'in bedeni silahıydı, yıllar önce itilip kakılmıştı ve şimdi öyle bir güce sahipti ki silahlara bile ihtiyaç duymuyordu. Onun kalpsizliği bizden ayrı düşmesiyle olmuştu ve bunun da zararını karşı taraf çekecekti. Tek atışlık hakkını aynı kardeşimiz gibi hazırda bekletiyordu.

Benim zihnim silahımdı çünkü her şeyimle tahtanın üzerinde ruh gibi gezinmek zorundaydım. Her yerde olmak ve gerektiğinde tahtayla birleşmek gerektiğinde ise ayrılmak zorundaydım. Şimdi zihnim de her şey oturduğuna göre benim de silahım da tek bir kurşunum beklemede kalabilirdi.

Çünkü tam şu anda karşımda oturan düşmanlarıma vermem gereken bir mesaj vardı.

İçinde sayılı zehir olan pasta dilimlerine şüpheyle bakmakla yetinip yemeye dair hiçbir harekette bulunmamaları beni güldürdü. Çakır'ın tam karşısına, baş köşeye geçip oturarak bacak bacak üzerine attım.

Teoman Alakurt'un dudakları hayatının en büyük darbesini almış gibi açılmıştı, tahminlerinin olduğuna emindim ama hiçbir zaman emin olmak istememişti. Onun tek bildiği beni korumak için Tuğra'ya bıraktığıydı.

Bizi evde baş başa bıraktığında onu baştan çıkarabileceğimi hesaba katmamıştı, Teoman Alakurt beni istiyordu ve Tuğra bunu çok iyi biliyordu.

Aşık bir adamın, âşık olduğu kadını korumak için yapabileceklerinin sınırını o zaman zorlamıştım. Teoman'ın planını esirken duyduğumu ve benim onunla geçirebilecek bir zamanımın olmadığını söyleyerek onu bana olan duygularından vurmuştum.

Buna karşılık bana Zelal değil Dolunay olmayı öneren tam olarak kendisi olmuştu, bana yeni bir kimlik vaat etmişti.

Benim cevabım ise aklımda bir kimliğin olduğuydu. Teoman değişen göz rengimden, saç rengime ve kimliğime şüphe duymamıştı. Kendimi çok iyi kamufle etmiştim.

''En son ki teklifi değerlendirmeye bile almadan reddetmeniz ne üzücü.'' Diyerek karşımdaki İtalyanları küçümsedim.

''Uyuşturucularınız için yeni bir sponsor bulmuşsunuz diye duydum, sponsorunuzun adını biliyor musunuz?'' ellerimi masada birleştirip gözümü Ivan'a diktim, onun da gözü ayrılmayacak şekilde benim üzerimdeydi. Normalde Tuğra'nın onun üzerine atlayacağını çok iyi bilirdim ama şu an onu tutan bir dizgin varsa o da Zelal kimliğimdi.

''Z adında biri.''

''Kırmızı zarfla paraları göndermiş olmalı.'' Dedi Ayaz gülerek. Ivan kaşları çatık ona döndü ama bu cümlenin devamı gelmedi.

''Kırmızı rengi gördüğünüz her yerde bir Behiç izi bulabilirsiniz, kırmızı bizim rengimizdir. Akıttığımız kanı temsil eder.'' Ivan gergince Vladimir ve diğerlerine cümleleri çevirdi ama hiçbirinin yüzünde bir değişiklik oluşmamıştı. Bu konuda ustalardı, kendilerine ve mimiklerine hâkim olabiliyorlardı.

Bu İtalyanların en takdir ettiğim özellikleriydi, aslında tek takdir ettiğim özellikleriydi.

''Bize karşı gelerek bir sonuca varacağınızı düşünmeniz ne büyük yanılgı.'' Vladimir'in söylediğini Ivan çevirdi. Başımı hafif çevirip Barkın'la göz göze geldim.

Çenesini oynattı, bunu en son yaptığında birinin kafasına sıktığını duymuştum.

Ellerini masaya yaslayıp parmağıyla ritim tutarken kafasını eğdi, bu masanın her ne kadar sessiz dursa ve görünse de galibi oydu. En yüksek rütbeye ve güce aslında o sahipti ama bu sessizliği neden tercih ediyordu, bunu kimse bilmiyordu.

'' Bu söylediğinizden korkmamız mı gerek?''

''Aklınız başınızdaysa.'' Diye yanıtladı Ivan ama söylediğinden şimdiden pişman olmuş görünüyordu. Barkın'ın çenesi bir kez daha seğirdi ve işaret parmağıyla masayı işaret ederek döndürdü. ''Aklı başında birini görebiliyor musun?'' sonra güldü.

''Bu konuyu uzun uzun tartışmak isterim, gecenin sonunda. Baş başa.'' Vladimir araya girmek için dudaklarını araladı ama Ivan elini kaldırdığında durmak zorunda kaldı. ''Elbette.'' Bu konuşmanın son konuşmalarından bir önceki konuşmaları olduğunu hissettim ama hiçbir endişe duymadan arkama yaslanarak gülümsedim ve atışmalarını büyük bir zevkle seyrettim.

''Öyleyse bu gece son yemeğimiz, anlaşmanın bitmesi bazı iplerin kopması ve bazı engellerin de kalkması anlamına gelir.'' Çakır kadehini kaldırıp bana uzun yıllar sonra yalandan da olsa gülümseyerek ona eşlik etmemi bekledi. Kadehimi önümden alıp kaldırarak ''İplerin kopmasına.'' Dedim ve yüzümü Ayaz

ile Yeval'e döndüm. Çakır'ın gözleri de Barkın ve Kayzer'e dönmüştü. Herkes kadehlerini yavaşça kaldırıp dudaklarına yaslarken gözlerimi kısarak Çakır'a baktım. Onun da bakışları Tuğra'nın üzerindeydi.

Tahtada taşları birbirine bağlayan o ip, görünmez bir gölge tarafından tamamı ile kesiliyordu ve ip sayesinde ayakta kalıp, kesinti sonrası patır patır yıkılacak taşları büyük bir zevkle seyretmeye hazırlanıyordum.

Gözlerim Yeval'in üzerinde büyük bir parıltıyla takıldı.

Siyahların şahını arıyordun kardeşim, işte şahın tam karşında.

Teoman Alakurt dikkatimi dağıtarak boğazını temizlediğinde tüm dikkatler onun üzerine toplandı. O kadehini kaldırmamış, bir yudum bile almamıştı.

''Sanırsam burada bölünmek durumunda kalıyoruz, ufak bir duyuru ile verdiğim kararı yaymak istiyorum.'' İşte bu gecenin şaşırtıcı anıydı.

''İtalyanların Türkiye topraklarından ayrılması uzun zamandır süre gelen tüm işleri çöpe atmak ve bağı uzun vadeli koparmak demektir. Bunu uygun bulmayarak kendi adıma bir anlaşma öneriyorum, istediğiniz tüm imkanlar ve maddiyatlar Alakurt ve Akkorlar tarafından karşılanacaktır. Karşılığında istediğimiz tek şey anlaşmanın her maddesinin sadece bu iki soy adı taşıyan kişiler için geçerli olması.'' Tuğra kadehini Teoman'ınkine çarparak bana baktı ve tek kaşını kaldırarak kadehini kafasına dikti.

Onları böylesine güçlü kılan ve konsolosluk dahil karşılarında ayakta kalabilme dayanağını verenin İtalyanlar olduğunu en başından biliyordum ama onlar benim yıkımımın İtalya'ya kadar uzanacağını bilmiyordu.

''Öyleyse sadece bu iki soy adı taşıyan insanların olduğu bölgelerde savaş olmayacak ve kan akmayacak. Diğer hiç kimse artık güvende değil.''

Barkın İvan'a tehlikeli bir gülüşle bakarak bitmemiş kadehini ikinci kez kaldırdı ve ''Hiç kimse artık güvende değil.'' Diyerek onu tekrarladı. Ayaz'a yüzünü döndüğünde Ayaz ağzına en ara attığını bilmediğim sakızını çiğneyerek ''Ne Türkiye'de Ne de İtalya'da.'' Diyerek ekleme yaptı ve ikisi birbirine bakıp sanki herkesten gizli bir planları varmış gibi gülümsedi.

Daha önce altından zor kalktıkları yıkımdan bahsettiklerini anlamam uzun sürmedi. Yıllar önce bu işe ilk girdiklerinde, onlara ilk mektup yolladığımda İtalya'nın gündeminden bir ay boyunca düşmeyen ve hem siyaseti hem mafyaları derinden sarsan bir katliam haberi almıştım.

Bu katliamı yapanın ikisi olduğunu anlamak zor değildi, sebebini öğrenmek haberi almamdan çok daha uzun sürdü.

Ayaz'ın Barkın'a karşı koz olarak kullanılması Barkın'ın gözünü karartmıştı. Tüm masayı tek başına kurşuna dizerek Ayaz'ın ufkunu açmıştı çünkü o masanın üzerinde Ayaz'dan çaldığı zarlar vardı.

Zarlar K harfi şeklinde masada duruyordu.

Bedenimden ufak bir titreme geçtikten sonra ana dönerek aynı Yeval gibi merakla bakmayı bitirip İtalyanların ayaklanmasıyla yüzümü onlara çevirdim.

Vladimir, iki adamı daha Arturo ile ayaklandı ama Barkın yüzünü Arturo'ya döndüğünde Arturo olduğu yerde duraksadı. ''Bize eşlik etmez misin Arturo?''

''Baş başa dedin zannediyordum?'' Ivan Ayaz'a dönüp onun da Arturo gibi kalıp kalmayacağını düşünmeye başladı. Ayaz ayaklanıp elini Yeval'e uzattığında bu sorunun cevabını almış gibi tekrar Barkın'a döndü.

''Zaten öyle olacağız.''

Çakır'la göz göze geldiğimizde kafasıyla diğerlerine gitmelerini işaret etti. Kayzer sonradan gelen Hazan'la aynı anda kalkıp önden salondan ayrıldı. Onların bu hikâyedeki yeri sadece olayların içinde olmaktı, fazlası olmayı istemiyorlardı çünkü bu görevlerini riske atardı.

Yeval bana gülümseyerek Ayaz'ın koluna girdiğinde ben de ona gülümseyerek farklı gözlerimle baktım. Gözü her yerimi dikkatle inceledi ve sonra önüne dönerek salondan abisiyle beraber ayrıldı.

Leman ve diğerleri de sırayla kalktığında Teoman ve Tuğra'nın kalkıp kalkmamak arasında kaldıklarını yüzlerinden okuyarak sesli bir şekilde sandalyemden kalktım ve ''Gecenin sonuna geldik.'' Diyerek ikiliye döndüm. ''Beyler.'' Elimle kapıyı işaret ettiğimde Çakır'ın yerinden kalkıp tam arkama geçtiğini elini kapıya uzatıp açtığında fark ettim.

Barkın, Arturo ve Ivan ile odada baş başa kalmıştı.

Hizmetliler el hareketiyle öbür kapıdan dışarı çıkarken içeride olacakların tahminini bile yapmaktan kaçınarak Tuğra ve Teoman'la beraber dışarı çıktım.

Çakır tam arkamdaydı, Tuğra'nın ona dönüp bir şeyler söylemesiyle duraksadı. Bizim hemen arkamızda kalmışlardı ama duyabileceğimiz kadar yakın mesafede de sayılmazlardı. Her ne dediyse Çakır'ın ifadesi çok daha sertleşti.

Metal parmağıyla oynamaya başladı, ne zaman öfkesini dışarı atmak istese bunu yapardı. Aralarına gitmek için duraksayıp geri dönmek istediğimde yanımda duran aynı kızı gibi kumral saçlara ve renkli gözlere sahip olan Teoman Alakurt'u unuttuğumu fark ettim.

Bana kendini hatırlatmak için kolumu nazikçe kavrayıp ''Biraz konuşalım ha? Dolunay Akkor.'' Dedi. Dolunay Akkor'a baskı yapmıştı.

''Elbette.'' Bunun üzerinde ona karşı durmadan bedenimle beraber tamamı ile ona döndüm. Tüm ciddiyetim maskemin üzerine makyaj gibi oturmuştu.

Duruşumu daha da dikleştirerek farklı gözlerimi üzerine diktim.

''İçeride ve dışarıda, gönderdiğin zarftaki yazılarda yazılan göz dağı verilen hiçbir şey benim ve onun...'' derken Tuğra'ya baktı. ''Üzerinde etki etmeyecek. Bunu söylemek istedim, aksi halde sonuç vermeyecek bir çabanın içinde boğulacağını biliyorum. Bunu istemem. Sonuçta benim yanımda çok uzun süre kaldın.'' Gözlerimi kısarak ''Ne kadar da düşüncelisiniz.'' Diye mırıldandım. Ardından bir adım daha atarak mesafemizi kısıtladım.

Uzaktan bir motor sesi duyuldu, Ayaz motoruna binmiş elini Yeval'e uzatmıştı. Göz ucuyla ikisini takip edebiliyordum.

''Neden etki etmeyeceğini çok iyi bildiğini varsayıyorum.'' Diyerek ellerini cebine yerleştirip o da ufak bir adım attı. Ayakkabılarımızın ucu birbirine değiyordu. Dudaklarımı yalayıp içeriden ısırdım.

''Ilgaz Behiç'in esir düşmesini mi kastediyorsun?''

''Esir değil, benim esirim.'' Zaferle gülümsedi. Ne yazık, bir Ilgaz Behiç'i esir aldığı için seviniyor dışarıda olan üç Behiç için korku duyamıyordu.

''Her ipi koparabilirsin ama sizi tuttuğum o ipleri koparmaya gücün yetmez. Ilgaz Behiç elimde olduğu sürece...'' gözleri motoru park alanından çıkaran Ayaz'a döndü. ''Seni ve onu öyle sıkı tutarım ki, nefes bile alamazsınız.'' Bize yaptığı köpek muamelesini görmezden gelerek yüzümü ona doğru eğdim ve babamın kaçırıldığı günü öğrendiğim zamanki bakışımı takınarak onu bakışlarımla binlerce farklı şekilde öldürerek gözlerinin ardına baktım.

''Beni ve onu tutabilirsin evet...'' gözlerimle Ayaz'ın arkasında oturan yüzünü bize dönerek gözlerini kısmış Yeval'i işaret ettim. ''Ama tut tutabilirsen Yeval'i.''

Onun hemen arkasından bize yaklaşan Tuğra'nın kaşları çatıldı, gözleri merakla açılmıştı. Geriye doğru çekilip gülümsedim ve ikisine gayet masumane bir ifadeyle bakıp ''İyi akşamlar.'' Diyerek arkamı dönüp aracıma doğru ilerlemeye başladım. İçeriden gelen bir kurşun sesi dışarıya kadar ulaştı. Çakır gözlerini yumarak alnını ovuştururken adımlarını eve doğru döndürmüştü.

Sanıyorum ki Salvor el kaşıntısını gideriyordu.

ERTESİ GECE

Dişlerim arasına sigarayı sıkıştırıp kapıyı sertçe kapattım ve eski zülüm dolu evime doğru adımlayarak aralık kapıyı ayağımla ittirdim.

O esmer saçları dağınık, kara gözleri nefret kusan bakışları sigaramı dudaklarımdan ayırıp zafer kazanmış bir kadın gülüşü yapma isteğimi tetikliyordu. Elindeki kadehi kaldırıp ''Barışmamıza ha?'' diye alaya aldı cümlemi.

''Zelal Behiç.'' Kahkahası içeriye sığmayarak dışarı taşmıştı. Omuzumun üzerinden onun kendisine çalıştığını zannettiği ama aslında her birinin bana çalışıyor olduğu korumalara bakıp kafa işaretimle gitmelerini emrettim.

''Lütfen kapıda kalma karıcığım, henüz boşanmadık sana hala karıcığım diyebilirim değil mi?'' içeri doğru adımlayıp biten sigaramı dışarı fırlattım ve kapıyı ardımdan örtüp tekli koltuğa doğru yürüdüm.

''Adımı tercih ederim.''

''hangisini?''

Elindeki kadehi dudağına yaslamadan önce beyaz dişleriyle gülümsedi.

''Beni kandırdığın ismini mi?''

''Kandırmak güç, kandırılmak güçsüzlüktür. Sen benim en güçsüz rakibimdin.'' Bu sözlerim onu incitmiş gibi kaşları çatıldı ve kadehi hemen sağımdaki duvara fırlatıp büyük bir patırtı çıkardı. ''Güçsüz mü?''

''Dokundu mu?'' diyerek bacak bacak üzerine attım. Gözlerini kısarak işaret parmağını bana doğrulttu. ''Ben senin tek aşık rakibindim.''

Ona eşlik ederek gözlerimi kısıp ''Öyle miydin?'' diyerek onu çileden çıkaracak şekilde kaşlarımı kaldırıp gülümsedim.

İstediğim gibi çileden çıkmasına tırnak ucu kadar kalmıştı. ''Dolunay Akko-''
''Bir daha Akkor soy ismini adımın yanında kullanırsan dilini kopartırım.''

Sessizliğini bekleyerek sakin oturuşuma devam ediyordum ama beni şaşırtacak bir aptallıkla, belki de sarhoşlukla susmayı değil kendi istediğini yapmayı seçti. ''Sen hala Akkorsun.''

Ayağa kalkarak belimde saklı olan bıçağı alarak onu yakasından duvara sertçe çarptım ve bıçağı boğazına yaslayarak ''Tek kelime daha et de dilinin boyunu ölçeyim.'' Diye fısıldadım. İğrenç nefesi yüzüme çarptı ama tek kelime daha etmedi, dudaklarımı onunkilerin hemen önüne gelene kadar yaklaştırdım ve biri kara biri gökyüzü olan gözlerimle ona baktım. ''Sen benim bir saniye bile Akkor olduğumu mu zannetmiştin?'' dişlerimi gösterircesine güldüm. ''Seni aptal.'' Kafamı olumsuzca sallarken daha önce öpmekten iğrenmeme rağmen kendimi tutarak öptüğüm dudaklarına baktım. ''Gelen nikah memurundan imza atan nikah şahidine kadar herkes babamın çalışanıydı, her biri benim adımı soy adımı kendininkinden iyi bilir. Sen kimin şehrinde kime istediğini yaptırmaya çalışıyorsun?''

Gözleri yavaşça kaymaya başladı, kendinden geçecek kadar alkollü ama söylediğimi anlayıp bunun şokunu yaşayacak kadar dirençliydi. ''Yalan söylüyorsun.''

''Sanırım bunu öğrenmek için fazla vaktin yok, elini çabuk tut.''

Bıçağı boğazından çekip tekrar belime yerleştirdim ve geriye doğru adımlayıp aramızda uçurum genişliğinde mesafe bıraktım. ''Şimdiye dek bunu neden saklayasın? Kimliğini bildiğimi biliyordun.''

''Buna inanmak hem seni hem de onu zincire bağlayacaktı.''

''Sen de Akkor gücü altında masada olacaktın, kendi kimliğinle masanın başına geçmeden önce herkesin yüzünü görmek istedin.'' Kafamı aşağı yukarı sallayarak kollarımı birbirine doladım. ''Herkes her şeyi tam da istediğin gibi yaptı.'' Elini ensesine atıp kaşıdı.

''Şanslı kadınım, ne diyebilirim ki?'' omuz silkerek kahkaha attım.

''Sana öğrettiğim bir oyun vardı hatırlıyor musun? Kumarhaneni açtığın ilk gün.'' Ensesini kaşımayı bırakıp tehlikeli bir bakışla dudağını yaladı.

''Üçte bir.'' Kafasını aşağı yukarı sallayarak kendini az önceki oturduğum yere attığında ona doğru dönüp kafamı hafif yana doğru eğdim.

''Bir oyun üç kez kazanılır bir de kaybedilir. Her şeyiyle.'' Nefes alışveriş hızımın değiştiğini hissediyordum.

''Sen üç kez kazandın, şimdi kaybetme vakti.'' Beni tehdit ediyordu.

Beni.

Tehdit.

Ediyordu.

Gel beni öldür diyordu.

''Yanımda çok uzun süre durdun kocacığım... aynı şekilde karşımda durabilecek misin merak ediyorum.''

O uzun diline gözlerimi kısarak baktım ardından onu hiçbir yanıyla ciddiye almadığımı belli edecek şekilde gülümseyip arkamı dönerek bu evden son kez çekip gittim.

Aracımın önünde duran telefondan en sık aradığım numarayı alışkanlıkla bakmadan çevirirken tüm korumaların gitmesiyle sessizleşen bu yerin eski zulüm duygusu üzerime çok daha çöktü. Duyduğum kulağımdan çıkmayan küçük Yazgımın çığlıkları ve korkuları gözümün önünden gitmiyordu. Beni bu kadar zalim yapan, duygularımı derinden sarsıp kül eden de tam olarak buydu. Kardeşimin acılarına göz yuman bir abla, bir kadın artık bir insan bile değildi.

Bunu ailemizi bir araya getirip herkesi çökerterek bir daha bu hale düşmemek için yapmış yolumdan ne kendim için ne de kardeşlerim için bir an bile şaşmamıştım. Her ayrılık ve acıyı beraber olduktan sonra atlatabileceğimiz düşüncesiyle kendimi yıllarca kandırmıştım, şimdi ise gerçek rüzgâra karışıp bana sert darbelerle kendini hatırlatmıştı.

Çevirdiğim numara açıldığında ''Zelal abla.'' Sesi beni karşıladı. Aracı çalıştırırken aramayı hoparlöre alarak çıkışa doğru sürdüm.

''Kardeşlerime iletmeni istediğim bir şey var.''

''İkisi de evde.'' Sesinden gelen derin boğuk ton kaşlarımı çatmama sebep oldu.

''Bir sorun mu var?'' soruma gülerek cevap vermesi içimi soğutmuştu ama verdiği cevap hoşuma gitmedi.

''Kardeşiniz Barkın Bey'le baş başaydı...''

''tahmin edeyim, Ayaz'ın gazabına uğrayan talihsiz kişi sen oldun.'' Beni mırıldanarak onayladı. ''Çok mu sert davrandı.''

''Yumuşak olduğunu hiç görmedim.'' Sesi ne kadar boğuk gelse de konuşmasından çok daha büyük bir darbe olmadığını düşünerek uzatmadım.

''Kardeşlerime benim mührümün basılı olduğu mektupla eve gitmelerini ilet, Eski kayın babam tarafından harap edilen bahçenin onarılmaya başlaması gerek. Çünkü evimize dönmemiz düşündüğümüz kadar uzun sürmeyecek.''

''Sabah'ı beklemeyeyim mi?''

Aracın içindeki saate bakarak önüme geri döndüm. Güneşin doğmasına zaten üç saat vardı.

''İkisi de uyanmak için sabahı beklemez, zarfı ilet.'' Telefona uzanıp kapattıktan on dakika sonra çocukluğumun geçtiği malikanenin arka kapısından içeri girdim.

Benim odam en üst kattaydı, yatak odasıyla karşı karşıyaydı. İkinci katta Ayaz ve Yazgı'nın odası bir de ortak banyoları vardı, ilk kat ise çalışanlar mutfak ve misafir odalarından ibaretti. Evin dışındaki camlar filmli olduğundan ikisi de evde olduğumu anlamayacaktı.

Işığa hiçbir zaman ihtiyacımın olmaması en çok gölge olmam gereken anlarda işime yarıyordu. Aracı arkada kilitli kalan garaja park ettikten sonra kapısını kapattım ve eve arka kapıdan girip merdivenlerden kendi odama doğru çıkmaya başladım.

Kardeşlerimi beraber çalışırken görmek bana her zaman güç veriyordu, şimdi de o güce ihtiyacımın olduğunu hissediyor onlara ihtiyaç duyuyordum.

Y E V A L L A R D E N

Her yer gözlerimin içi gibi darmaduman, dağılmış topraklar gibiydi. Sert bir rüzgâr esiyordu. Aynı daha önce olmak istediğim rüzgâr gibi. Rüzgâr olmak istiyorum demiştim. Barkın alevdi, Çakır tahtaydı. Tahtayı deviren de rüzgardı. Sert eserse, tüm taşları devirirdi.

Ne önüm de ne arkam da kimlerin olduğu önemsiz bir detaydı, evden çıkarken eve girerken önüme bakmadan ilerlerken tüm bu rüzgârı içimden dışıma bir fırtına olarak aktığını hissediyordum. Çünkü bir Behiç ancak böyle şiddetli bir öfke yayabilirdi. Biri alevdi biri rüzgâr. Biri volkandı biri deprem.

Evin kapısının önünde, elim kapının kulpundayken dönmeyi diledim. Bu kapıdan hiç çıkmamayı ve sevdiğim adama hiç sırtımı dönmemiş olmayı diledim. Çünkü o bana sırtını yaslamak için dönmüştü ben ise elimde bıçakla her an sırtına saplamaya hazır bir halde kendime engel olabilmek için dönmüştüm. O bana güvenmişti ama ben ona hiçbir zaman güvenmemiştim.

Tahtadaki hiçbir taşa güvenmemiştim. Piyonundan vezirine kadar. Bu oyunun şahı yoktu, en büyük taşı vezirdi. O vezir de iki kişiydi.

Saatler önce kızdığım o tek beden artık tek değildi. Biz artık bir değildik, aramıza giren sır uçurumları bizi çoktan ayırmıştı. Yüzük parmağımda hissettiğim o gümüş yüzüğü paramparça etmişti.

Kapıyı açıp ileri doğru adım atmaya yeltendim, ardından ayağımın arasına dolanan kedimle duraksadım. Hava zifiri karanlıktı, rüzgâr en az olmak istediğim kadar sertti.

Hatta neredeyse istemediği her şeyi alıp götürüp yok edecek güçteydi.

Tek dizimi kırıp eğilerek elimi kedimin beyaz tüylerinin üzerine koydum ve okşadım. Kedim kucağıma zıplamıştı. Ben hala kapının eşiğinde duruyordum. İçeride hala buz kesmiş, hayatının belki de en büyük mucizesini yaşamış Barkın olsa da benim için yok gibi hissettiriyordu.

Onun kendine gelmesi günler sürerdi, iyi yanı bir veziri en uzun ancak bu kadar oyunda etkisiz kılabilirdim.

Dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. Babam neredeydi bilmiyordum, annem hangi mezar taşının altında hangi toprağa karışmıştı bilmiyordum ama abimin nerede olup hangi toprağa ayak bastığını ablamın ne zaman ortaya çıkacağını biliyordum.

Bir volkan kolay patlamazdı ama patladığında da içinde alev kalmazdı.

Kedim kucağımdan atlayıp arkama doğru gittiğinde doğrularak omuzumun üzerinden arkama baktım. ''Gidiyor musun kardeşim?'' sözleri alaycıldı. ''Bu eve aramızda sırlar olmadığında döneceğimi söylemiştim.'' Diyerek dudaklarımı yaladım. Üzerinde hala bir şey yoktu, üzerindeki kıyafeti Barkın'a fırlatmıştı ama Barkın'ın üzerinde olduğu söylenemezdi. Elindeki bezle temizlediği silahı beline yerleştirip kapıyı tamamı ile açtı. ''Öyleyse dönmene hala var.'' Önüme geçerek dışarı çıktığında uzaktan bize doğru yürüyen Vuslat'ı karanlıkta zor da olsa seçtim. Havanın aydınlanmasına saatler vardı. ''Gitmeden görmeni istediğim bir şey var, Barkın sen gittiğinde özellikle her şeyiyle kendisi ilgilendi.'' Uzaktan gelen Vuslat'ı görse de umursamadan evin arkasına çiftliğe doğru yürümeye başladı. Kedimin içeride olduğuna emin olduktan sonra kapıyı çekip arkasından yürümeye başladım. Evin içinde kalan Barkın'ın bedeni benim yokluğumda soğuk rüzgarla değil kapının bıraktığı izle irkilecekti. Bunu biliyordum.

Evin solundan dolanarak arkasına geçtiğimizde Karmen adımlarını duraksattı ve yana doğru geçerek önümü açtı. ''Eskiden her sabah gün aymadan yüzüyordun, buna hasret kaldığını düşünen biri var.'' Kafasıyla evin üst katını işaret etti. Önümdeki ışıklı oldukça geniş ve derin havuzdan arkama döndüm. Odasının boydan boya yapılı olan camın önünde dikilen bal rengi hareler bizi izliyordu. Ben giderken uyandığını belli etmese de ben yanından ayrılır ayrılmaz uyanmış görünüyordu.

''Ona teşekkür etmeden gitmeni istemedim.''

''Daha önce senden yumruk yediğini söyledi.'' Diyerek gülümsedim ve onun bizi gülümseyerek izleyen ifadesinden gözümü ayırmadım.

''Onu tanıdığım için önden hıncımı aldım diyelim. Arabada olanları unuttuğumu zannetmiyorsun herhalde.''

''bende neden onu kafese tıkmadığını merak ediyordum.'' Dedim, gülüşü kulağıma doldu. ''O kadarına gücüm yeter mi denemedim hiç.'' Ona katılarak kıkırdadım.

Uzaktan gelen Vuslat'ın adım sesleri artık işitilecek kadar yakındı.

Ceketinin cebinden çıkardığı iki zarfı bize doğru uzattı. ''Ablanızdan size bir mesaj var.'' Cama kaldırdığım yüzümü indirip Vuslat'a döndüm. Zarfları bize uzatıyordu ve Karmen benden önce alıp çoktan açmıştı bile. Zarfı almak için elimi uzattığım da ''İkisinde de aynı şey yazıyor.'' Diyerek gülümsedi. Bir eli ceketinin düğmesini tutuyordu ve başı saygıyla eğik duruyordu.

Zarfı yine de açıp yazanları okudum. ''Her zamanki gibi kardeşim dağıtıyor ve toplamak ikimize düşüyor.'' Karmen bir kez daha güldü ve kolunu omuzuma atarak zarfımı eline aldı.

Ablamız bizden evimizin darmaduman ettiğimiz bahçemizi toplamamızı istiyordu. Vuslat onun söylediğine gülerek ''Size eşlik etmemi ister misiniz?'' diye sordu.

Yüzümü yana çevirip abime gülümseyerek ''Hayır Vuslat teşekkür ederiz, biraz abimle baş başa sohbet etmek istiyorum.'' Bu cümleme şüpheyle baktı. Tek sırları olan sevgilim değildi, bu yüzden tek gerçeği ondan beklemek adilsizlik olurdu. Görünene göre ona teşekkürüm sonraya kalmıştı.

Abimin kolunun altından çıkıp elimi cebine attım ve motorun anahtarını alıp Vuslat'a göz kırptıktan sonra önden binanın ön tarafına doğru yürümeye başladım.

''Üstündekini versene.'' Arkamdan Vuslat'ın üzerindekini aldığını işitirken güldüm. Motoru önde çapraz park edilmiş şekilde duruyordu. Üzerine oturup kontağı çevirdiğimde kırmızı ince şeritli ışıklar motorun etrafında yanmaya başladı.

Kilidi kaldırıp üzerine aldığı ceketle arkama binmesini bekledim. Tutunmuyordu bile, sadece boynunu kaşıyordu. Gaza yüklenip evin önünden döndüğümde anlık yalpalama hissederek tutunmayı seçti.

Bu haline gülerek yokuştan hızımı düşürmeden aşağı doğru sürdüm. Sürmeyeli yıllar oluyordu ama unutacak kadar da sayılmazdı. Havanın soğuğu üzerime vurduğunda ufak bir titremeyle hızımı hafif düşürdüm, görüşümün ara sıra bozulması gücümü geçici süre kullanamamama sebep oluyordu. Yutkunup kirpiklerimi hızlıca kırpıştırdım. ''İyi misin?'' belime bir el sarıldı ve elimin üzerine güçlü bir el konarak sürüşümü kolaylaştırdı. ''Kenara çek.''

''Hayır.'' Kafamı olumsuzca sallayarak kendimi toparlamaya çalıştım, sırtım sıcacık olmuştu. Gevşettiğim tutuşu sıkılaştırarak sürmeye devam ettim. Yolun boş olması benim için büyük avantajdı çünkü etrafıma bakmıyordum.

Eli üzerimden çekilip diğeri gibi sıkmadan belimi sardığında rahat bir nefes vererek dönüş yaptım. Farlar oldukça uzağa kadar yolumu aydınlatıyordu.

Başka hiçbir konuşma yapmadan yolu seyrederek malikanenin önüne kadar geldik. Kapılar bizim için yine açıktı, dışarı değil içeri aracı park etmek için girdiğimde aniden frene asıldım. Sırtıma sert bir göğüs çarptı.

Giriş tamamen bahçe eşyaları ile doluydu. Üst üste dizili paket topraklar, tohumlar ve kutuda diklemesine duran görselinden gördüğüm kadarıyla salıncak ve bahçe süsleri girişi boydan boya kapatmıştı. Ayağımı yere koyup motoru yavaşça geriye doğru çekerek kenarı bıraktım.

''Vuslat'ın gelme teklifini reddetmemeliydim.'' Diye mırıldanarak kontağı kapattım ve motordan inip girişe tekrar baktım.

''Gömme işlerinde iyisindir sen, çok uzun sürmez değil mi?'' Abim gülerek kaşlarını kaldırdı, hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyordu.

''Cesetleri gömmekle uğraşmam, yani çok uzun sürer kardeşim.''

''Harika.'' Anahtarı ona doğru fırlattım, havada yakalayarak cebine attı ve arkamdan gelmeye başladı.

İlk önce poşetteki toprakları yüklendim. Sol taraftan başlamayı düşünüyordum, peşimden gelen abim benim üç katım poşeti sırtlanarak gelmeye başladığında ''Eee'' diye mırıldandı ve benim poşeti bıraktığım yere omuzuna yüklediği toprakları bırakarak ellerini çırptı. ''Baş başa kalmanın sebebini söylemeyecek misin?''

''I-Ih, söylemeyeceğim.'' Kaşları çatıldı. ''Soracağım.'' Diyerek cümlesini düzelttim. Demek istediğimi anladığında dudaklarını büzdü. ''Pekâlâ. Dinliyorum.'' Duvara diklenmiş tırmığı alarak toprağın üzerini altıyla biraz karıştırdım. Abim de arkamdan getirdiğimiz torbaları açarak üzerine yeni toprakları dökmeye başladı.

''öncelikle... nasıl işkence uzmanı olduğunu merak ediyorum.'' Kolyesi boynundan sarktı, onun botları sayesinde ayağına hiçbir şey olmazdı ama benim beyaz kalın topuklu ayakkabım mahvolmuş durumdaydı.

Sorumun ardından geçen sessizlik o günü gözünde canlandırmış gibi hissettirdi, dudaklarında bir tebessüm vardı.

''İtalya'da eskiden mafya liderleri ölseler konuşmazlardı, Barkın'da ben de çok fazla elimizi kana buladık.'' Yutkundu ve toprağın üzerini düzlemeye başladı. ''Benim psikolojik rahatsızlıklarım ipin ucunu kaçırmama sebep oluyordu, Barkın'ın siyasetle ilgilendiği zamanlar ben konuştururum diyerek adamları onların evinde olan mahzene indiriyordum ve hiçbiri sağ kalmıyordu.'' Seslice nefes verip devam etti. ''O zamanlar Leman Barkın'a koku hazırladığı için bizimle kalıyordu ve üzerimi kana bulanmış gördüğü her an kusuyordu. Kan tutuyordu.'' Tırmalama işim bitince onun gibi toprakları üzerine dökmeye başladım. Kulağım tüm dikkatimle ondaydı, göz ucuyla ifadesini görebildiğim kadar görmeye ve ifadesinden duygularını anlamaya çalışıyordum. Bu onun gibi birine karşı pek kolay olmuyordu.

''Sonra bana bir teklifle geldi, Barkın'ın fikrini düşünmüş ve bize özel karışımlar hazırlamayı kabul etmiş. Eğer bunu yaparsa ben de onun kan görmesini engelleyecektim ama ben bunu kabul etmedim. Anlaşmayı değiştirdik, onu aksine kan görmeye alıştırdım, o da bana istediğim karışımları hazırladı.'' Dinlerken yüz ifademin değişikliğine mâni olamıyordum. Bu çok zordu. Leman'ın bu kadar eskiden rolü olduğunu hiç düşünmemiştim. Her taş beni her gün şaşırtıyordu.

''Sonra insanlara bağıracakları değil de susmaları gereken acılar yaşatmak hoşuma gitmeye başladı çünkü bu acıyı tek ben duyuyor bu acıyla deliriyordum ama sonra bunu başkalarına yaşatabildiğimi ve yaşattıkça kendi acımı onlara aktarmış olduğumu hissettim. Bunu yapmak nefes almak kadar rahatlatıcı gelmeye başladı.''

Döktüğümüz toprağı aşağıda kalan toprakla karıştırarak tekrar evin girişine doğru yürümeye başladık. Çiçekleri ekmemiz gerekiyordu, saksıda olan kırmızı gülleri kucaklayarak tekrar bahçeye doğru adımlamaya başladık. ''bu yolla konuşturamadığımız birçok kişiyi konuşturduğumuzu fark edince, herkes benden kaçmaya başladı. Çünkü daha önce hiç böyle şeyler görmemişlerdi.''

''Leman onlara çalışmıyor muydu?'' diyerek lafını kestim.

''Konsolosluk ve siyasetçiler aynı kişi değiller. Konsolosluklar ülkeler arası kimliği gizli tutulan üyelerin oluşturduğu bir heyet. Onları sayılı kişiler tanır, o da ortak iş yaptıkları için.''

''Yani Leman'ı ortaya atmak ortak planınızdı.'' Diye mırıldandım. ''Konsolosluk ve Barkınla benim planımdı, Leman'ın yem olacağından haberi yoktu.'' Bunu ondan duyduğum gün yakınışı gözümde canlandı. Gülüşüme engel olamadım.

İkisi Leman'ı baya baya harcamıştı ama ona acımıyordum çünkü o da uzun zamandır maskesini indirmemişti.

''Başka soru?'' toprağa diz kapağımı yaslayarak oturdum. Abim çiçekleri dikeceğimiz yerleri seçerek yeri ayarladı. Bir yandan da göz ucuyla beni izliyordu. ''Kıvanç Karaduman nerede?''

''Burada.'' Kaşlarım çatıldı. Saksıyı toprakta açtığı yere koyup aşağı doğru biraz daha bastırdım. Gün aydınlanmıştı, saksının kenarlarına avuçlarımla toprak koyup yaymaya başladım. Yavaş yavaş terlemeye başlıyordum.

Alnımı kolumla silip gülün etrafını toprakla düzledim. ''Sadece henüz kendini açık etmek istemiyor.''

''Neden?''

''Ben onun yaptığı şeyler sorgulamam, biraz sert bir adamdır. Barkın'la bu yüzden çok sık çakışırlar.'' Sanırım oğlu babasına çekmişti. Annesinden zarifliğini babasından asabiliğini almış olmalıydı.

''İkisi de kendi kararlarını birbirine uygulatmaya çalışır.''

''Ya sen?'' Kafasını olumsuzca sallarken dudaklarını büzdü, elleri benim gibi toprak olmuştu. İkimizin dizi toprağa karışmış görünüyordu. Dizimi kaşıyıp doğruldum ve yana çöküp diğer gülü de aynı şekilde dikmeye başladım.

''Ben sadece bana doğru geleni yaparım.'' Aynı benim gibi.

Sözlerindeki içtenliği seziyordum, bu yüzüne de yansıyordu. Benim gibi ikinci gülü diktikten sonra sırtını duvara yaslayıp diğer cebinden paketi çıkardı ve içinden birini dudaklarına yaslayıp bana fırlattı. Havada yakaladığım paketten bir dalı dudaklarımın arasına sıkıştırıp elindeki çakmağı havada yakaladım.

İçime giren her ağır koku da ve ciğerlerime ulaşan her zehirde zihnimin daha çok açıldığını hissediyordum. Beni karamel kokusundan, temiz havadan uzaklaştırıyordu. İçime çektiğim derin nefesten sonra dışarı dumanı üfledim. Rüzgâr o zehri aldı götürdü ama asıl zehir içimdeydi.

Delibal'ın zehri içimdeydi ve ne rüzgâr ne de başka bir şey onu söküp atabilirdi.

''Annesi ve babası ayrı mı?'' kafasını olumsuzca salladı ve dudaklarına yasladığı sigarayı parmaklarının arasına alıp nefesini yana doğru üfledi. Boynundaki damarlar havanın aydınlanmasıyla çok daha belirginleşmişti.

''Hayır, Barkın ve ben Türkiye'ye gelince annesi babasına işleri uzaktan değil bizzat kendisi yanımızdan yürütmesini söyledi. Bu zaten Kıvanç Bey'in işine geliyordu çünkü uzakta kalmayı o da düşünmüyordu.''

''Annesi yalnız kalıyor.'' Diyerek üzgünlüğümü sesime yansıttım. Buna üzüldüğüm bir gerçekti.

''Hayır, Kıvanç Bey sık sık gidip geliyor.'' Diyerek dudağını yaladı. Dudaklarımı kemirerek bakışlarımı diktiğimiz güllere çevirdim. ''O da sana... Ayaz diye sesleniyor mu?''

''Bu seni rahatsız mı ediyor?'' sorusu içtendi. Dudağımı büzüp ''Sayılmaz.'' Diye mırıldandım.

Açıkçası rahatsız edip etmediğini ben de bilmiyordum. Sadece ona bu isimle seslenememek rahatsız ediyordu ama bunu yapamıyordum. Bunun suçlusu kimse değildi bendim.

''Başlarda kimsenin bana Karmen demesini istemezdim. Bu ikimizin, ailemizin içinde olan bir şeydi çünkü. Sonra Ayaz isminin asıl kimliğimde olduğunu görünce fikrimi değiştirdim. Belki kardeşim beni bu ismimle hatırlar diye düşündüm ama esir tutulduğunu zannedince bu düşüncem kül oldu.''

''Hatırlamam imkansızdı.'' Diyerek bitirdiğim sigarayı duvardan öteye doğru fırlattım.

''Kendini bile hatırlamıyordun.'' Diyerek bana katıldı. ''Sen de öyle.'' Sigarasını benim gibi fırlatarak doğruldu.

''Biz bile kim olduğumuzu bilmezken bilenler vardı.'' Arkamdan giriş kapısına doğru gelirken kendi kendine söyleniyordu, buna öfkeli olduğunu sesinden anlayabiliyordum.

Bu konu üzerinden yapılabilecek hiçbir şey olmadığından susmayı tercih ettim ve iki gül daha kucaklayıp bahçenin ucuna çöktüm. Benimle beraber yanıma çöküp saksıyı koyacağımız yerleri seçmeye başladı.

''Ya Hazan, onunla aranızda olan bu durum ne?''

''Benimkini mi soruyorsun yoksa Salvorunkini mi?''

Yandan attığı gülüş sinirimi bozdu, omuzumla ona hafif çarpıp ''İkinizinkini de soruyorum.'' Dedim.

''Barkın'ın sebebini biliyorsun. Benimki de onunkine benzer.''

''Sadece bu mu?'' diye kuşkuyla sordum. Nedense buna inanmak içimden gelmiyordu. Aklıma düşen soru işaretleri yüzünden buna inanmakta güçlük çekiyordum.

''Size bu konuda inanmıyorum.'' Çiçeği önümden alıp toprakça açtığı yere koydu ve benim yerime çevresini toprakla düzledi. ''İnanamaman için bir neden yok.''

''İnanmam için de?'' tek kaşımı kaldırıp kollarımı birbirine doladım.

Seslice nefes verip ''Yeval.'' Diye mırıldandı.

''Ona karşı bir toleransınız var, neden onu bu kadar değerli görüyorsunuz?'' söylediğim doğruydu hep önemli biri olduğundan bahsediyorlardı ama öneminin sebebini açıklamıyorlardı, bu sinir bozucuydu.

''Söylemiyorsun?'' sessiz kalmaya devam etti. Aralanan dudaklarımı kapatıp ''Peki.'' Diye mırıldandım ayaklanırken. ''Yeval Saçmalama.'' Dizlerimi çırpıp uzattığı elini engelledim. ''ben bahçenin öbür tarafını yapacağım.''

''Yeval.'' Arkamdan ayaklanıp paçalarını silkelediğini gördüm. ''Barkın'la beni ayıran şey neyse seninle de ayırıyor.'' Yüzümü ona dönüp adımlarımı kestim. ''Gerçekten yeterince ayrı kaldığımızı düşünmüyor musun?'' sesim istemsizce yükselmişti.

Yine de kısmak istemedim çünkü yıllardır kısık bile olamamıştı.

''Bu konunun bizimle alakası yok.''

''Yok mu?'' yüz ifadem tamamen değişti. ''Yok mu?'' diye tekrarlayarak üzerine doğru yürüdüm ve göğsüne işaret parmağımla vurdum. ''Ben hiçbir bok bilmiyorum! Siz her boku biliyor ona göre hareket ediyorsunuz, kime karşı kendinizi korumanız gerektiğini ve kime güvenmeniz gerektiğini biliyorsunuz ama ben...'' en sonunda iki elimle göğsünden onu ittirdim. ''ben hala bilmiyorum! Leman'ı kaçak zannediyordum ajan çıktı, Barkın'ı mafya zannediyordum siyasetçi çıktı, ablamı esir zannediyordum burnumun dibinde çıktı, yıllardır arkadaşım olan Kutay'ı korkağın teki zannediyordum o da polise çalışan bir ajan çıktı. Söylesene sen ne çıkacaksın?''

Geriye doğru onu savurmama izin verdi, beni hiçbir şekilde engellemeden gözlerime bakıp öfkemin bitmesini bekledi ama bu bitecek bir öfke değildi.

''Biliyor musun ben herkese karşı tetikte olmaktan çok yoruldum. Sırların yükünden yorulup yaslanmak için size geliyorum ve görüyorum ki en büyük sırları omuzuma yükleyen sizsiniz.'' Gözlerim cayır cayır yanıyordu ama tek damla akmadı. Titreyen elimi zapt edip sesimi kontrol altında tuttum.

''Tuğra'yı öldürmek istiyorum öldüremezsin diyorsunuz, Teoman'ı öldürmek istiyorum öldüremezsin diyorsunuz. Bana doğruyu söyleyin diyorum tek kelime edemiyorsunuz.'' Nefes nefese kalmıştım. Sakinleşemeyeceğimi fark ettiğinde ellerini bileklerime dolayıp beni kendine çekmek istedi ama elinden kurtulup geriledim. ''Belki de gerçekten herkesin düşündüğü gibi bir piyonum. Beni nereye çekerseniz oraya gidiyorum. Bunu sevdiğimden yapıyorum, sizin karşınızda sevgimden duramıyorum.'' Dudaklarını bir şey demek için araladı ama buna izin vermedim. ''Bunu yapamadığınıza göre, bu beni sevmediğiniz anlamına mı geliyor?''

Kafasını hızla olumsuz şekilde salladı, ''Beni kızdırıyorsun Yazgı.''
''Sen beni kızdırıyorsun abi.''

''Neden çocuk gibi davranıyorsun?'' Gerçekten şaşırmış görünüyordu, ne yapacağını bilemediği ifadesinden belliydi. Ne yapsa ters tepecekti çünkü dolduğum patlamanın fragmanını izlediğini o da biliyordu.

''Çünkü çocukken çocuk gibi davranamadım.'' Davrandığım günleri de hatırlayamıyordum. Bu bana verilmiş en büyük ceza olmasa da en büyük eksiklik ve zulümdü. Selcen'in çocukluk anılarını dinlediğim her gün kalbimin ne kadar karardığını çok yeni fark ediyordum. Onun saçı okşandığında kendi elimi saçlarıma uzatıp o eli hayalimde başkasının yapıyordum.

Ablamın eli sandığı kadar üzerimde değildi ve bunun eksikliğini yaşamadığımı zannediyor olmalıydı ama yaşıyordum. Yirmi dört yaşında bile yaşıyordum. Kalbimin ortasında orayı ikiye yaran ama kan akmayan bir çizik vardı, çiziğin her noktası başkasına aitti.

''Bana gerçekle gelmeyen hiç kimseye müsamaha göstermeyeceğim. Bu abim olsa bile.''

''Yeterince ayrı kaldığımızı düşünmüyor musun diyorsun ya sen düşünmüyor musun?'' Beni benim silahımla vurmaya çalışıyordu.

İşlemezdi.

''Hazan'la uzun süre ortak iş yaptık, başka hiçbir bağım yok. O işte Barkın'da vardı. Oldu mu?'' kafamı olumsuzca salladım.

Kaşlarım çukurlaşacak derecede çatıktı, hala hızlı nefesler alıyordum. Bağırışımız yükselse de neyse ki kimse duymuyordu.

''Hazan'ın konsoloslukla bağlantısı var, bu işte beraber olmak zorundayız.''

''O bir polis konsoloslukla ne işi olsun?'' diye sordum. Dudaklarını birbirine bastırdı. Zihnimde bir ışığın gözlerimi daha da aydınlattığını hissederek sımsıkı birbirine bağladığım kollarımı gevşettim. ''tabi... Kayzer konsolosluğun ajanı değilse...''
''Yeval.''

''Sen de gidiyorsun konsolosluğa... Barkın yokken de.'' Dudakları hala mühürlü gibi kapalıydı. ''Siyasetçi değilsin. Bu her halinden belli.'' Kendi kendime konuşuyordum. O da beni dinlemeyi seçiyordu.

Dudaklarımı ısırıp onu baştan aşağı süzdüm. Dövmelerini, vücudunu ve kabiliyetini zihnimde tarttım. ''Helikopterle güvenliği sağlıyorsun, konuşmayanları işkenceyle konuşturuyorsun. '' gözlerindeki bakış yavaş yavaş değişmeye başladı.

''Keskin nişancısın, dövüş ve silahta özellikle de bıçakta çok iyisin. Ajan olsan neden bu kadar kabiliyetli yetiştirilesin... aynı bir polis gibi.'' Nefesim ciğerime giden yolda takılı kalmış gibi hissettim. ''Yeval...'' diye fısıldadı.

''Bir polis tarafından kurtarılıp yetiştirildin...'' sesim öyle kısık çıkıyordu ki duyup duyamadığından emin olamıyordum. ''Aynı bir polis gibi.''

Ağzını bıçak açmıyordu, gözlerindeki bakış düşüncelerimin doğruluğunu kanıtlar gibi bakıyordu. Geriye doğru yalpaladığımda öne doğru atıldı ama elimi kaldırıp onu engelledim.

''Ne zaman söylemeyi düşünüyordun, ben artık dayanamaz hale gelince mi?''

''Söyleyemezdim.'' Yüzümü buruşturdum. ''Ben senin kardeşinim ne demek söyleyemezdim?'' dudaklarını yalayıp yüzünü yere eğdi. '' Hazan'la akademiden beri beraberiz, aramızdaki bağ bundan ibaret. Onun kimliğinin açığa çıkması yeterince planda sarsıntı yarattı.''

''Söylemediğiniz için yarattı.'' Sesim yine yükseldi. Ondan bir adım daha uzaklaştım. ''Başka sakladığın neler var?'' soruma güldüm ve ''Affedersin, söyleyemezsin.'' Diye ekledim.

Ağzını yine bıçak açmıyordu ama o sustukça benim bağırasım daha çok geliyordu. Seslice nefes verip ona ters ters baktım.

''Barkın bile senden çok daha fazla bana güveniyor, senden çok daha fazla benimle gerçeği paylaşıyor.'' Bunun canını acıtacağını biliyordum, acıtmayı seçtim. Çünkü o benimkini çok acıttı. ''O bile senden daha çok yanında kalmamı istiyor.''
''Bunu söyleyemezsin.'' Diyerek o da karşılık verdi. ''Seni bulmak için yıllarımı verdim, yine veririm.''

''Bulmak için yıllarını verdiğini saniyelerde kaybediyorsun.'' Bana doğru adım attı, ağzından firar etmek isteyen her cümle boğazına düğümlenmiş gibi duruyordu. Çenesi öyle kemikli göründü ki dişleri kırılacak zannettim.

Canını yakmayı gerçeği söylemesi için seçmiştim. Çünkü acı yalan ve gerçekten üstündür.

''Sana olan sevgim tüm duygulardan üstün kardeşim. Öfkeden bile.'' Elini saçıma uzatıp ne kadar öfkeli olsa da büyük bir sakinlikle okşadı. Hayır hayır, tek zaafa oynayan ben olmalıydım o değil.

'' Doğru Barkın çok daha fazla gerçeği anlatabiliyor ama benden çok güvenemez ve benden çok seni isteyemez. Bunu yapmaya kalktığı an...'' dudağını kulağıma yaklaştırıp ''Onu öldürürüm.'' Diye fısıldadı.

''Öldüremezsin.'' Diyerek karşı çıktım. ''İzin vermez misin?'' dedi yandan gülerek.

Eli enseme inip kavradı ve yüzünü geri çekip yakınlığı bozmadan ''Dikkat et kardeşim, abiciğini sevgiline düşman etmek istemezsin.''

''Dikkat et abiciğim... kardeşini kendine düşman etmek istemezsin.'' Bu karşılığıma güldü. Sanki az önce birbirimize bağıran biz değilmişiz gibi birbirimize büyük bir sevgiyle bakıyorduk.

''Bir daha sakın birinin seni benden çok sevebileceğini söyleme, düşünme bile.'' Elimi enseme atıp elini aşağı indirdim ve uzaklaşıp tekrar soğuk bir ifadeyle ona baktım. ''Bunu bana başkasından daha çok güvenene kadar söyleyemezsin.'' Tek kaşını kaldırıp tehditkâr şekilde bana baktı.

''Ön planında olmadığım kimseyi ön planımda tutmam.'' Kafasını geriye atıp İtalyanca bir şeyler mırıldandı. Muhtemelen küfretti. ''Seni işime karıştırmayacağım.''

''Öyleyse ben de seni işime karıştırmayacağım.''

''ben senin abinim.'' Diyerek kafasını doğrulttu. ''Her daim gölgendeyim.''
''Karanlıkta gölge olmaz.'' Karşı çıkışıma öfkelendi. Sesli bir nefes alıp yüzünü yana doğru eğdi.

''Seni daha önce de uyardım ya yanımda ol ya da önümden çekil.''

''İkisinin de olamayacağını biliyorsun.''

''Oldur o zaman.'' Diyerek sesimi yükselttim.

Tam bu sırada arkamdan bir ses yükseldi. ''Yazgı!'' tenimin diken diken olduğunu hissettim. Olduğum yerde buz keserek mühürlendim. Abimin bakışları omuzumun üzerinden arkama doğru kaydı ve dudakları aralandı. Kirpikleri çok daha yavaş kırpılıyordu.

Sertçe yutkundum.

''Ayaz.'' Tam arkamda durdu, abim kollarımdan tutup arkama doğru beni çevirdi. Oldukça yavaş ve ürkekçe yapmıştı.

''Umuyorum ki başkaları için tartışmıyordunuz.''

Hatırlıyordum, hatırladığım eski anılarda korkup çekindiğim kişiyi hatırlıyordum. O kişi tam karşımdaydı. O kişi benim ablamdı.

''Hayır.'' Abimin sesi oldukça normal çıkmıştı ama bunu yapmak için zorlandığını biliyordum.

Biri mavi biri siyah olan hareleri abimden bana kaydığında bende ''Hayır.'' Dedim. Dudaklarına bir tebessüm yayıp ''Güzel.'' Diyerek arkasında hiç başlanmamış bahçeye baktı. Ardından önüne dönüp arkamızda kalan işi biten bahçeye baktı.

''Öyleyse sizi bahçenin öbür tarafına alayım.'' Elindeki anahtarı gördüğümde kaşlarım belli belirsiz çatıldı. ''ben gelene kadar bahçe biter diye umuyorum.''

''ne zaman geleceksin?'' diye sordum. Gülümseyerek ''Keyfim ne zaman isterse.'' Diyerek beni cevapladı ve yanağımı okşayıp abime göz kırparak evin arka tarafına doğru yürümeye başladı.

''Acaba bizde ruhsal bozukluk genetik olabilir mi?''

 

KARMEN'İN GÖZÜNDEN GEÇMİŞ

''Konuşacağı yok.'' Diyerek kendini koltuğa attı.

Bal rengi gözleri öfkeyle parlıyordu, çenesini seğreltti. Eli kan revan içindeydi. Yakasındaki kravatı çıkarıp kenara fırlattı. ''Yarım saat sonra toplantım var.'' Elleri alnına uzanıp ovuştururken elimdeki eldiveni çıkarıp köşeye bıraktım. Leman için birkaç zehirli bitkiler topluyordum. Barkın'ın istediği birkaç karışım olduğunu söylemişti.

''Bir de ben deneyeyim, konuşturmayı.'' Yüzünü bana çevirip ''Sert davran.'' Dedi. Bu söylediğine gülümsedim. ''Çok daha sert.'' Diye ekledi.

''Acımam.'' Diyerek kalçamı masaya yasladım.

''Üzerimi değişip çıkacağım, gelirken istediğin bir şey var mı?''

'' Macallan Adami, 1926'' kafasını aşağı yukarı sallayıp telefonunu iç cebinden çıkardı. Bu viskinin üzerine bir viski tanımıyordum. ''Mahzene onunla beraber inen bir adam daha var.'' Kafamı aşağı yukarı sallayıp bileğimdeki saate baktım.

Kapı dışarıdan iki kez tıklandı, Barkın ayağa kalkıp yanımdan geçerken açılan kapıda kıvırcık saçlı renkli gözlü biri belirdi.

Ardından öğürme sesi kulaklarımıza doldu. Seslice nefes verip yüzümü ekşittim. Barkın kendi dilinde küfrederek bizden uzaklaşmasını söyledi ve yanından geçip kapıyı kapattı.

Benim üzerim temizdi. Kapı kapanmadan önce Leman içeri girip yanıma doğru yaklaştı, yüzü sararmıştı. Gözlerindeki sululuğu eliyle sildi.

''Bitki yeterli olmayabilir.''
''O zaman git kendin topla.'' Önümdeki eldiveni ona doğru attım. Tuttuğu eldivene baktı.

''Benim işim var.'' Diyerek yanından geçip odadan çıktım, Barkın yukarı odasına doğru çıkıyordu, Kıvanç Bey Elizabeth hanımla balkonda kahve içiyordu. Belindeki silah ve polis logosu masanın üzerindeydi.

Dudağımı yalayıp merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladım. Mahzen kapısının hemen önündeki askılıkta şapkalar asılıydı. Birini kafama geçirip siyah eldivenleri tekrar elime geçirdim. Elimin kirlenmesini çok sevmiyordum, kirlenmesini değil de daha çok çıkmayan kan kokusunu sevmiyordum.

Kapının üzerindeki kilitleri teker teker açıp içeri girdikten sonra kapattım. Tavanda asılı küçücük belli belirsiz yanan ışıktan başka hiçbir aydınlık yoktu.

Konuşmaya zar zor hali olan adam bir şey bilmediğini sayıklarken diğer adam neden burada olduğunu sorguluyordu. Sen kimsin, ben neden buradayım, beni öldüremezsin gibi şeyler zırvalıyordu.

''Yeri söyle.'' Diyerek dizimi kırıp kötü olana doğru eğildim. Adamın haşatı çıkmıştı, her yeri yara içindeydi.

''Bilmiyorum.'' Dedi. Yakasından tutup onunla beraber doğruldum. Bağlı olan adam hala aynı soruları tekrarlıyordu.

''Yeri söyle.'' Diyerek tekrarladım.

''Bilmiyorum.'' Çenem kırılırcasına kasıldı, elimin karıncalandığını ve burnuma gelen kan kokusuna alışmaya başladığımı hissettim. ''Yer. Hemen.'' Diye fısıldadım.

''Bi-'' kontrolüm buraya kadardı. Adamı duvara fırlattım. Kafasını vurduğu şiddetin sesi içeride yankılandı.

''Yeri söyle!'' diye bağırdım. Düştüğü yerden onu kaldırıp bir kez daha duvara çarptım. ''Hemen!'' eldivene ve boynuma kanlar sıçradı. Kafası düzelemeyecek kadar hasar görüyordu.

''Siktir git.'' Söylediği son fısıltı bu oldu. Boynundan koparacak kadar sıkı onu yakalayarak karşıdaki duvara sanki bir topmuş gibi fırlattım. Kurtulma şansı yoktu, yere doğru kaydı.

Gözümde o değil beni ailemden ayıranlar vardı, beni kardeşimle tehdit edenler vardı. O bir hedef tahtasıydı ama tahtadaki resmin sahibi değildi. Üzerine yürüyüp sanki hala nefes alıyor gibi saçlarından tuttum ve sürükleyerek ortaya getirip diz kapağımı yüzüne geçirdim. Diğer adam hiçbir şey görmüş sayılmazdı ama duyduğu seslere karşı çığlık çığlığaydı.

Belimden çıkardığım bıçakla ayak ucumdaki adamı kapıya doğru tekmeleyip eli bağlı olana doğru yürümeye başladım. Yalvarış ve yakarışları can sıkıcıydı.

Bağlı olduğu ipleri kopardım, yanımdan koşarak kapıya doğru bedenini yapıştırdı ve ayağına dolanan cesedi umursamadan ses geçirmeyen kapıya vurup ağlamaya başladı.

''Yer.'' Diyerek doğrulup bıçağı belime taktım ve ona doğru ağır ağır yürümeye başladım.

''Yemin ederim bil-'' ensesinden tuttuğum gibi onu da odanın ortasına getirdim.
''Ya müneccim olur yeri söylersin ya da arkadaşın gibi cehenneme gidersin.''

''Her türlü öldüreceksin.'' Diyerek yalvarışı kesti. Güldüm. ''Evet.''

''neden söyleyeyim?''

Kulağına doğru yaklaşıp ''Tüm gece inlememek için.'' Diye fısıldadım.

Yalvarış ve yakarış geri döndü ama hiçbir cevap vermedi. Yere yapıştığında ayağımla kafasına bastırdım. İçimde korkunç bir arzu vardı, kendimi zapt edemiyordum. İçerisi nefes alınmaz ağırlıkta kokuyordu ama nefes almaya ihtiyacım yok gibi hissediyordum.

İçeride kaç saat geçirdiğimi bilmiyordum ama dışarının kapısı açıldığında elimdeki adam hala yaşıyor ve inim inim inliyordu.

Dışarının ışığı açılıp içeriyi tamamen vurduğunda, odanın etrafını görmemle duraksadım. Yakasını tuttuğum adam ayaklarımın ucuna düştü ve bir öğürme sesi tekrar kulaklarıma doldu. Beni kendime getirmişti.

Odanın beyaz duvarları boydan boya kandı, yer hatta tavanın bazı yerleri bile kandı. Eldiven kanla sırılsıklam olmuştu, üzerim korkunç görünüyordu. Eldiveni çıkarıp attım ve elimi yanaklarıma uzattım. Kan içindeydi.

Kapının eşiğinde göle benzer kusmuk midemi kaldırdı.

''Sen delirmişsin. Miden nasıl bulanmıyor?'' Leman ışığı kapatıp duvara yaslandı ve midesini tuttu.

Odadan kusmuğa basmamaya dikkat ederek çıkıp kapıyı örttüm ve kapıyı kilitledim.

''Ne istiyorsun?''

''Barkın seni çağırıyor.'' Üzerimdeki kanlı kıyafeti çıkarıp çöp kovasına fırlattım ve dirseğimle alnımı sildim. Terlemiştim ve bu ter kanla beraber iğrenç kokmama sebep oluyordu.

Leman'a arkamı dönüp merdivenlere doğru yürürken ''Bekle.'' Dediğini işittim. Onu duymazdan gelerek yoluma devam ediyordum ki ''Sana bir teklifim var.'' Diyerek dikkatimi çekmeyi başardı.

Durdum ama ona dönmedim.

''Barkın'ın bana yaptığı karışımları kullanmak ister misin?'' omuzumun üzerinden ona kaşlarım çatık baktım. ''Ne zırvalıyorsun?''

Midesini tutup elini ağzına uzattı. Mide bulantısı dakikalar sonra geçtiğinde doğrulabilmişti.

''Bu şekilde işim bitmeden evde kalmam imkânsız, karışımlarımı işkence için kullan.''

''İşkence mi?'' vücudumla ona döndüm. ''Eminim tam bir uzman olursun.'' Dedi alayla. Yüzümü incelerken gözlerine yerleşen korkuyu fark ettim. ''Ne? Hoşuna gitmedi mi?''

Dudaklarım kıvrıldı. ''Hayır.'' Şaşırmıştı. ''Oldukça hoşuma gitti.'' Gözlerine şimdiden yerleşen pişmanlığı görebiliyordum.

Sanırım bunu şimdiden fark etmesi güzel bir şeydi.

 

Loading...
0%