Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. Bölüm | Sen bana Kalırsın

@byzloey

8. Bölüm | Sen Bana Kalırsın

Never Know, Bad Omens

Beautiful Crime, Tamer

 

Elimdeki kahve fincanından tüten dumana baktım. Perdeler iki yana ayrılmıştı, iki saat belki uyumuştum, pek emin değildim. Açık alanda geceden vazgeçen gün doğuyordu. Güneşin doğuşunu bugün kaçırmamıştım ve gördüğüm kadarıyla Barkın da bugün gün doğumunu izlemekte bana eşlik ediyordu çünkü on beş dakikadır sessizce arkamda dikiliyordu. Gece boyu Çakır Alabora’yı düşünerek uykumu fazlasıyla kaçırmış sonunda uyuyabildiğimde ise iki saat sonra aynı düşünceyle geri uyanmıştım. Aşağı inip kendime kahve yaptığımdan beri benimle denk gelmese de evin içinde dolaşan Barkın da uykusuzdu.

Göz altlarının hafif halkalanmasından ve ifadesiz yüzünden bunu anlayabiliyordum. Yine de onun önüne geçmemiş konuşmaya çalışmamıştım. Sadece sıkı bir at kuyruğu yapmış yüzümü yıkamış gün doğumunu kaçırmamak için buraya inmiştim. Bana eşlik edeceğini hiç düşünmemiş olsam da bu güzeldi, arkamda olduğunu bilmek güzel hissettiriyordu. Özellikle uykunun haram olması gereken gecelerde.

Gün doğduğunda ve etraf aydınlığa döndüğünde adım sesleri yanıma varana dek devam etti, tam yanımda durup benim gibi omuzunu camın köşesindeki duvara yasladı. Bedeni benim ona dönük olduğum gibi bana dönmüştü. ‘’Güneşe baktıktan sonra neden bir süre göremezsin biliyor musun?’’ diye mırıldandı. Gözleri üzerimdeydi, bakışlarından yorgunluğu okunuyordu ve bunun sebebi karşımda belki de tanıştığımızdan beri ilk defa maske takmamasıydı. ‘’Çünkü fazla ışıkta en az karanlık kadar kör edicidir.’’ Yüzümü yere eğerek gülümsedim.

Birçok konuda aynı fikirde olduğumuz insanlar olabilirdi ama baktığımızda aynı şeyleri gördüğümüz insan sadece ruh eşimizdi ama ben bir ruhum olduğundan henüz emin değildim, ruhu olmayan birinin ruh eşi de olamazdı.

Kafamı ayak ucumdan geri kaldırdığımda Barkın’ın güneşi sollayan o gözleri tenimi cayır cayır yakmıştı. ‘’Garh’ın tasarımcısını dün ölü bulmuşlar, üzgünüm. Üvey ailenin ölümüne sebep olan kişiyi bulmak için elimizdeki en büyük şanstı bu adam.’’ Yaslandığım duvardan doğruldum. ‘’Defter yok, tenimi kullan.’’ Eliyle ilk iki yakası açık göğsünü gösterdi ve yaklaşmamı işaret etti.

Ona yaklaştım, kokusu her zamankinden az dağılıyordu sanki hepsi tenine gömülü gibiydi.

Yaklaştıkça yoğunlaşan kokusunu bir saniyeliğine yumduğum gözlerimin eşliğinde içime çektim ve alkolle karamel’e olan zaafıma bir kez daha küfrederek tırnak ucumu dokunuşumla kırışan gömleğine değdirdim. ‘’Kazara mı, kasten mi?’’

‘’Kasten, zehirlenerek ölmüş.’’

‘’Aynı…’’ devamını yazmadan elimi kavradı. ‘’Aynı korumayı öldürdüğümüz gibi.’’ Kafamı aşağı yukarı sallayarak yüzümü cama çevirdim ve güneşin beni kör etmesine izin verdim. En azından o sadece gözlerimi yakıyordu, yanımdaki güneş tüm hücremi yakma kapasitesine sahipti.

Asıl korkunç olan ise buna benim izin vermemdi, yakan o değildi yanan bendim.

Elimin üzerindeki sıcak parmaklarını yavaşça üzerimden çektiğinde elim boşluğa düşerek aşağı kaydı. Barkın üzerinde duran dünkü gömleğiyle saçı başı dağılmış halde ilk kez karşımda duruyordu. Bileğindeki saate bakmak için kolunu aramızdaki boşluğa uzattı. Derin bir iç çekerek bileğini geri indirdikten hemen sonra ‘’Bir saate çıkacağım, çıkmadan odanı kontrol edeyim mi?’’ diye sordu.

Ona üstünü işaret ettim, kendine çekidüzen verdikten sonra neden olmasındı?

Gözleri işaret ettiğim yüzüne ve kıyafetlerine kaydı ve gülerek ‘’Ben bir duşa gireyim.’’ Dedi. Ona hak verircesine kafamı sallayarak arkasından ilerlemeye başladım. Duraksadı, salonun ortasında bana döndü. Tek kaşımı kaldırarak ona baktım, giderken açmaya başladığı düğmeleri fark etmemiştim. Bir parmağıyla açtığı düğmeyi tutuyor önünü kapatıyordu. ‘’Sen?’’ ona solumda kalan mutfağı işaret ettim parmağımla. ‘’Ha.’’ Boğazını temizlerken elini tuttuğu açık düğmeleri arasından yine o kahverengi noktaları gördüm, gördüğümü fark etti.

Elimi bir düğmesinin üzerine koyarak hafif araladım, boynundan uzanan benekleri sık ve sığ olarak karışık şekilde tüm göğsünden karın kaslarına uzanıyordu. Elimle vücudunu işaret ederek sorguladım, bu bir hastalık mıydı yoksa zararsız bir şekilde teninde olan basit benekler miydi? Daha önce boynundan uzandığını görmüştüm ama nereye kadar devam ettiğini düşünmemiştim.

Yüzünü sanki bundan utanıyormuş gibi yere eğdi, eğer bu sağlığına zararlı bir durum değilse önemsiz olmalıydı ama görünen oydu ki onun zayıf noktalarından biri lekeli vücuduydu. ‘’Doğum lekelerim.’’ Gömleği tutan elini yavaşça aşağı kaydırdığında gömleğin önü düz şekilde açıldı, içeride şekillenen ve bir sık bir sığ dizilen kahve noktalarına baktım. Parmağımı kaldırırken gözlerim ondan izin istiyordu. Elini kaldırı parmağımı kavradığında izin vermeyeceğini düşündüm ama beni yanılttı. Parmağımı sıcak teninin üzerinde bıraktı ve ellerini geri çekti. İşaret parmağım diğer parmak uçlarımla beraber zikzak gibi hissettiren teninde gezindi.

Farklıydı, farklılığı ise ölümcüldü.

‘’Tiksinmedin.’’ Diye mırıldandı. Tatlı olarak adlandırabileceğim bir gülümsemeyle bakışlarımı ona kaldırdım, dik dik baksam da dudaklarım kıvrılmıştı. Aptallığı uykusuzluğundan olmalıydı.

Elimi noktalı teninde gezdirip ‘’Bu tiksinç bir şey değil.’’ Yazdım. ‘’Öyle mi?’’ diye sordu. Kafamı aşağı yukarı salladım ve omuzumdaki yarayı ardından onun bedenindeki lekeleri işaret ettim.

‘’Eğer uzun cümle kuracak olursan, defter arama ellerini kullan. İşaret dili biliyorum.’’ Ellerim göğsünden kayıp kemerine çarparak boşluğa düştü. Gözlerimdeki tatlılık şaşkınlıkla değişirken kirpik kırpışım gerekli olduğundan daha da arttı. ‘’Yani artık biliyorum, Vuslat’tan biraz ders aldım. İlerlemek için zamana ihtiyacım var.’’ Tek kaşımı kuşkuyla kaldırdım, böylesine kısa bir süre içinde öğrenmiş miydi gerçekten? Hem de onca şey olurken.

Ellerimi onu test etmek için kaldırdım. ‘’Tiksinç olmasının aksine güzel bir şey.’’ Ellerimi çevirirken gözlerime onay istercesine baktı. Kafamı sallayarak devam ettim. ‘’Çünkü tenimizdeki her iz bizi diğer insanlardan farklı kılıyor.’’

‘’Son işareti anlamadım.’’ Gülerek son kısmı üzerine yazdığımda cümleyi birleştirdi ve derin bir nefes verip ‘’haklısın.’’ Diyerek bana katıldı.

Ellerimi kaldırdım. ‘’benim de doğum lekem var.’’

‘’Öyle mi?’’ gözleri daha önceki şaşkınlıklarından çok daha farklı bakışa bürünmüştü, Kaşları neredeyse saç dibine yaklaşacaktı. Bu halini yadırgasam da sormadım, onun yerine ‘’Ben lekelerimi ve izlerimi seviyorum. Bedenime ve bana aitler çünkü.’’ Dedim.

Dudakları muzip bir şekilde kıvrıldı ardından bir elini ensesine koyarak ovuşturdu. ‘’Şimdi sen gidip duş alıyorsun, ben de kahvaltı hazırlıyorum.’’

Kafasını olumsuzca salladı ve tam arkasından açılan kapıya dönerek gelen Ezher’i işaret etti. ‘’Şefimiz geldi.’’ Ezher ne olduğunu anlamayarak ikimize bakıp başıyla selam verdikten hemen sonra Barkın ‘’Gidiyorum.’’ Diyerek bana son bir bakış attı ve Ezher’e önünü tamamen dönmeden önce gömleğinin önünü yine eliyle örttü. Ezher bakışlarını ona koşan Latte’ye çevirdiği için Barkın gidene kadar onun bu halini görmemişti.

Kapı kapanma sesi gelene kadar da bakışlarını kedimden çekmedi. Barkın sonunda odasının kapısını örtünce Latte’yi bıraktı ve bana döndü. ‘’Siz geçin Yeval Hanım ben kahvaltıyla sofrayı hazırlayayım.’’

Cevap beklemeden mutfağa yöneldiğinde bana dönen Latte ile kısa süre bakıştık ardından aynı anda peşinden mutfağa doğru yürümeye başladık. Kapının eşiğine gelene dek bizi fark etmese de dolabı açar açmaz sesimizi duydu ve bize döndü. ‘’Bir şey mi oldu?’’

Kafamı olumsuzca sallayarak yardım edeceğimi işaret ettim. İtiraz etmek için dudaklarını araladı ama ona parmağımı salladığımda sustu. Sonunda biri sözümü ikiletmeden dinliyordu.

Sırayla tek tek peynir, salam ve zeytin gibi kahvaltılıkları çıkardı, ben de tabak çıkararak ellerimi yıkadım ve tek tek doğramaya başladım. Ezher Vuslat’a göre çok daha sessiz kalıyordu, sadece görev icabı hareket ediyor gibiydi.

Onu kaşla göz arasında bir kez daha inceledim, yaşına rağmen gerçekten dinç bir yapıya sahipti ve saygı onun için en önemli şey gibi görünüyordu. İşini bu kadar sevmesi hem güzeldi hem de korkutucu.

Tabaklara doğradıklarımı kenarı ayırarak tek tek hepsini dolaba geri yerleştirmeye başladım, Ezher ocak başına geçmişti. Tabakları tepsiye koyarak salondaki masaya götürürken benim gitmemi bekledi ve göz ucuyla gördüğüm kadarıyla ben mutfaktan çıkar çıkmaz ceketini çıkarmaya yeltendi.

Belki bu saygı konusundaki hassasiyet ona patronlarından bulaşmıştı.

Peşimden gelen Latte’nin poposuna hafif vurarak onu öteye ittirirken güldüm ve ileri adımlayıp tabakları masanın iki yanına yerleştirmeye başladım. Tabak sesleri burayı ölü evi olmaktan kurtarıyordu. Hadi ben konuşamıyordum, diğerleri neden hiç konuşmuyordu?

Bu sessizlik onların da içini sıkmıyor muydu? Miyavlayan Latte’ye bakarken kafamı eğdim ve anlamayacağını bile bile ‘’Değil mi aşkım?’’ işareti yaptım.

Patisini havaya kaldırdı, gülerek önünde eğildim. Ellerimi kafasına uzatarak nazikçe okşadım. ‘’Sanırım öyle aşkım diyor.’’ Latte ona uzattığım elimin altından koşarak Barkın’ın paçalarına gittiğinde hem beni böyle satmış olmasına hem de Barkın’ı fark etmeyecek kadar odağımı bozmasına sinirlenmiştim. Ben eğilmiş ellerimi dizlerime sarmış vaziyetteydim, o da uzun boyuyla tam arkamda dağ gibi dikiliyordu.

‘’Sen yeni öğrendiğine emin misin?’’

‘’Yine son dediğini anlamadım.’’ Diye mırıldanarak önüme doğru adımladı, benim gibi eğildi ve dizine atlayan Latte’yle oynamaya başladı.

Kafamı bir şey yok dercesine salladım. Dakikalar sonra Ezher ceketi üzerinde ve önü iliklenmiş elinde tepsi ile geldi ve ortaya patates, omlet ve pankek tabaklarını koydu.

Onu orada bırakalı en fazla on beş dakika olmuştu ve hepsini yapmış mıydı?

‘’Afiyet olsun. Dışarıdayım efendim.’’

‘’Eline sağlık.’’ Ezher bana gülümseyerek kapıya yöneldiğinde arkasından doğrularak yaptıklarının gerçek olup olmadığına inanamayan gözlerle baktım. Hepsi leziz görünüyor beni ye diye adeta çığlıklar atıyordu. Köşede ki sandalyeme aç karnımın yönlendirmesiyle yürümeye başlarken Barkın’da Latte’yi dizinden indirdi ve doğrularak önüme geçip sandalyemi çekti. Üzerine bugün açık gri bir takım giymişti, kol düğmeleri kırmızı değil gümüştü. Benim üzerimde de yine elbise vardı, kırmızı bir tarafı uzun bir tarafı kısa tülden bir elbiseydi. Altına da beyaz renk kısa topuğu, üstünden bağcığı olan bir topuklu giymiştim.

Çektiği sandalyeye oturarak onun karşıma oturmasını bekledim. Ceketini düzeltti ve karşıma oturup dirseklerini masaya yasladı. ‘’Bugün şah mata gideceğim, dün satın alımına yetişemediğim insanların kimliklerini kontrol etmeli kayda almalıyım.’’

Ellerimi kaldırarak sonunda çok merak ettiğim sorulardan birini sorabildim. ‘’O insanlara ne yapıyorsun?’’

‘’Anlaşmalı olduğum kişiye teslim ediyorum.’’ Anlaşmalı olduğum kişi, bahsettiği İtalyalılar mıydı?

Yani buradaki herkes İtalya’ya mı gidiyordu, iyi ama neden?

Barkın daha fazlasını anlatmaya gönüllü olmadığını belli ederek kahvaltıya başlamak için çatal bıçağı aldığında bende üstüne gitmeden çatalımla bıçağımı elime aldım ve kahvaltıya başladım. Benim hemen ardımdan o da başladı.

‘’Gitmeden önce senin odanı tarayacağım, evin kalanını Ezher ve Vuslat ben gittikten sonra tarayacak. Sen bugün evde misin?’’ kafamı aşağı yukarı salladım, ardından elimdekileri bırakıp ona döndüm. ‘’Selcen’le görüntülü konuşacağım. Belki Dolunay’ı da ekler ağzını yoklarım.’’

‘’Görüşürken benim bilgisayarımı kullan. Kimsenin erişemeyeceği şifrelerle koruma altına alındı, Kutay’ın bile ulaşamayacağı şifrelerle.’’ Elimle ona onay verip ‘’Odana girebilir miyim peki?’’ diye sordum. ‘’Dilediğin gibi kullanabilirsin.’’ Rahat bir nefes alıp elime tekrar çatal bıçağı aldığımda bedenime çok daha soğukmuş gibi geldi ve o soğuk hızla içeri yayıldı.

Onun odasına, onun kokusuyla harmanlanmış ve izleriyle kaplanmış odasına gerçekten girmek istiyor muydum? Ya da girersem çıkmak ister miydim?

Dudaklarımı içe kıvırarak çatalın uçlarını hafif batırdım, dikkatimi dağıtmalıydım. Bedeni karşımdayken aklımda hala onu canlandırmaya çalışmamalıydım. Hadi onun aptallığı uykusundandı dedim ya benimki nedendi?

Çatalı dudaklarıma sürterek indirip kahvaltımı yüzüm eğik yapmaya devam ettim. Bu kadar düşünce yeterdi, fazla bileydi.

Çatalımı sertçe patatese bandırdığımda hırsımı ondan almak istiyor gibiydim, tabakla ikisinin çarpışma sesi Barkın’ın kaşlarını kaldırarak bana dönmesine sebep oldu. Ağzındaki omlet parçasını yavaş yavaş çiğniyordu ve benim bu anda bile tek düşünebildiğim onun kokusuyla nazik dokunuşlarıydı.

Gözlerimi onun bal gözlerinden kaçırıp tabağıma patatesleri almaya başladığımda ‘’Tabağı önüne al istersen.’’ Diye mırıldandı. Olumsuzca kafa sallayarak kendi tabağımdakileri yemeye başladım. Masanın üstüne Latte atladı, dikkatimi ona verirken Barkın’ın sarılarına benzeyen sarı gözlerini üzerime dikti ve dikkatimi dağıtma fikrimi yerle bir etti.

Yenilgiyle nefes verip tabağımın kalanını ağzıma attım ve ayaklandım. Barkın bu hareketlerimi adlandıramadığını söyleyen mimikleriyle beni izliyordu. Ona ikinci kez dönüp bakmadan üst kata çıkmaya başladım, acilen kendimi lavaboya atmam gerekliydi.

Elimi boynuma uzatarak ovuşturdum, diğer elimin acısını hareketlerimde hissediyordum. Açtığım lavabodan bana ait olan şeftali notaları olan koku duyuluyordu. Biraz sofistikeydi ama Barkın kadar kalıcı değildi. Uykusuzluk bende ciddi çoklu kişilik bozukluğu etkisi yaratıyordu.

Derin bir nefes alıp hafif makyaj olan yüzüme su vurdum ve bozulmaması için peçeteyle özenle ıslaklığını aldım. Kullandığım ürünlerin suya dayanıklılığına kefil olabilirdim.

Ellerimi lavabonun iki yanına koyarak aynadaki yorgun bakışlarıma bakarken yutkundum, ben ne yapıyordum? Nasıl bir intikam ateşi beni tanımadığım bir adamın evine getirmiş, iş birliğini kabul ettirmiş ve onun tenine karşı reddedilemez bir çekim hissettirmişti.

Gerçekten İntikam ateşi miydi bunları yaptıran yoksa… yoksa diye bir şey yok.

Hayır var, yoksa merakımdı. Eğer İntikam değilse merakımdı, evet bu kadardı. Sadece merak ve yeni bir hayata atılma isteğiydi. Onun olduğu hayata.

Nefeslerimin düzene girmesini sabırla bekledim, fayansı sıksam da önemsizdi. Kolum acısa da dikkat etmiyordum, sadece gözlerime bakıyordum. Gözler yalan söylemez derlerdi, söylüyordu. Yumuşak bakıyordu.

Ya da Ayna yalancıydı, ayna bana kendimi yanlış gösteriyordu. Ellerimi lavabonun kenarından çekip dudaklarımın iki ucuna yerleştirdim ve jokerin dudaklarını andırırcasına yukarı kadar kaldırdım.

Bak güldüğümü gösteriyor ama ben gülmüyorum. Çünkü sen yalancısın, yalancı ayna.

Beni birine karşı farklı hislere büründüğüme inandırmaya çalışıyorsun, yalancı ayna.

Bana farklı biriymişim gibi bakıyorsun, yalancı ayna.

Dışarıdan kapım tıklandığında ellerimi mecburiyetle dudaklarımın ucundan çektim, yana doğru çekilmiş yanaklarım serbest kaldı. Dudaklarım inceldi ve küçüldü. ‘’Yeval, odana giriyorum.’’

Elimi aralık kapıya uzatarak lavabodan çıkmaya yeltendiğimde aydınlığın arasından bedeni göründü, saç diplerim hala ıslaktı ve onun dikkatini çekmişti. Daha fazla yüzüme dikkat kesilmesine izin vermeden önüne geçip odama girdim. Tek dağınıklık dün kenarı bıraktığım kıyafet parçalarıydı.

Onları görmezden gelerek çekmecelere yöneldi. Önce elleriyle orayı aradı tek eliyle, ardından bulamayınca kapatıp dolabıma döndü. ‘’Kıyafetlerini zaten yerleştirteli çok olmadı, orada olamaz.’’ Elinde olduğunu yeni fark ettiğim üst arama dedektörünü dolaba doğru kaldırdı ve kapakları açtı. ‘’Ama yine de emin olalım.’’ Dedektörü içeride gezdirdikten sonra askıları kenarı çekti ve katlı olan kıyafetlerin altlarını hızlıca kontrol etti. Elindeki cihazla dolabın kapaklarını kapattıktan hemen sonra yatağıma ve diğer yerlere ilerlerken onun peşinden ilerliyordum.

Uzunca geçen dakikaların ardından ‘’Temiz.’’ Diyerek dedektörü indirdi ve baş parmağını ensesine uzatıp sıkıntıyla kaşıdı. ‘’Pekâlâ, odama girdikten sonra dikkatli olman gereken bazı yerler var. Masamın altında parmak izi algılayıcı bir yer var benim parmak izimi algıladığında arasından silah çıkarıyor başkasının izini algıladığında ise odayı sisle sarabilecek bir sisteme bağlı. O yüzden masanın altına mümkün olduğunca değmemeye çalış, bilgisayarı senin için açtım. Kapanmamasına özen göster kapanırsa benim yüzüm hariç kimsenin yüzüyle açılmaz. Şifresi sadece yüz hatlarımı kapsıyor.’’ Odanın çıkışına ilerlerken bir yandan onu takip ediyor bir yandan da onu dinlemeye devam ediyordum. Merdivenlere yönelerek kafasını bana çevirdiğinde bende hemen arkasından ona yetişerek hızlıca inmeye başladım. Adımları aceleciydi, bileğini kaldırıp saatini kontrol ettikten sonra tekrar odağını bana çevirdi.

‘’Ha bu arada.’’ Adımları kapının tam önünde durduğunda hazırlıksızca sırtına çarptım. ‘’Affedersin.’’ Durmaktan vazgeçip yürümeye devam ederek kapıya yanaştığında uzanan eli kulpu kavradı. ‘’Kapıda seni bekleyen bir hediye var.’’ Kapıyı araladığında içeri vuran rüzgâr ve uğultusu başımı döndürmüştü. Gözlerimi kıstım, Barkın asılı paltolardan birini rastgele alarak omuzlarıma bıraktı. Yoğun tanıdık kokuyla ona baktım, güneş gibi gözleri paltonun bana büyük gelişine baktı ardından gülümsedi. O önden çıkarken ben de adımlarını takip ettim. Ayakkabılarımız tek bir ayak izi bırakıyordu çünkü onun adımlarını takip ediyordum.

Sonunda kar sesi kesildiğinde ben de adımlarımı durdurdum ve kafamı kardan kaldırdım.

Keşke kaldırmasaydım.

Ya da hayır, keşke hiç eğmeseydim.

Bu güzellik ve bu renk şaka olmalıydı?

Sesimi kullanamadığım halde dudaklarımı kapatma ihtiyacı hissettim, palto omuzlarımdan düştü ve Barkın’ın bu tepkime karşın gülüşü duyuldu. ‘’Harika değil mi? Seni yansıtıyor.’’

Karşımdaki yıldız kadar parlak araç önceki arabamın son çıkan modeliydi ama sorun araçtan çok aracın rengindeydi. ‘’Kırmızı, sadece kan renginde.’’ Ona kurduğum cümlenin aynısını dejavuyla bana hatırlatan Barkın’a kısa bir bakış attım. Soğuktan şimdiden titremeye başlayan parmaklarımı ve kızaran ellerimi umursamadan aracın önüne geldim ve ellerimi parlak koyu kırmızı rengin üstünde gezdirdim. Onun da üzerine kar taneleri yağıyordu ve çok güzel görünüyordu. Adeta nutkum tutulmuş hissediyordum, sanki normalde konuşabiliyor da şimdi dilimi hissedemiyordum.

Dudaklarım geniş bir gülüşle kıvrılırken aracın camına yapışmış, kardan ıslanarak nemlenmiş kâğıdı fark ettim. Adımlarımı aracın öteki tarafına çevirerek önüne geldiğimde elimi uzattım ve alırken parçalanmamasına özen gösterdim.

‘’Dişlerinin beyazlığını kimse merak etmiyor Bella, dudaklarını kapat ve bir daha aracı hurda edip yaralanma. K.’’

Bella?

Notu Barkın’a işaret ederken tırnağımı Bella’nın üzerine koydum. ‘’Güzel Kız anlamına gelir, aynı zamanda isim olarak da kullanılır. Aynı Ahsen gibi.’’ Tamam, demek ki doğru hatırlıyordum. Notun yırtılmamasına bir kez daha özen göstererek katladım ve onun benim notumu saklaması gibi bende onun notunu saklama amacıyla cebime yerleştirdim. Barkın dikkatle kâğıdı katlayışımı izledi ardından yere düşen kabanı silkeleyip bana içeri girmemi işaret etti. ‘’Buz kraliçesi olmadan içeri girmelisin.’’ Garaj olduğunu tahmin ettiğim sol yönden siyah bir araç bize doğru geldiğinde ikimizin de yüzü birbirinden gelen araca döndü. Ezher şoför koltuğunda göründü, araba önümüzde durdu ve şoför koltuğundan inerek uzakta duran korumalara kafa işaretiyle gelmelerini emretti. Adamların ikisi öne binerken diğerleri de Barkın’ın aracının arkasına gelen diğer araca yönelmişti. O aracın içinden de Vuslat indi ve adamlar yerini aldı.

Barkın dikkatini araçlardan tekrar bana çevirince ben de karşılık vererek bakışlarımı onunkilere çevirdim. ‘’Akşam yemeğinden erken geleceğim.’’ Kafamı aşağı yukarı sallayarak yamulan kravat iğnesini düzeltmek için ona yaklaştım ve titreyen ellerimle taktığı buz mavisi kravatındaki gümüş iğneyi düzelttim. ‘’Teşekkür ederim.’’ Kısık sesine karşılık gülümsemiştim, boğazını temizleyerek ‘’Hadi içeri gir artık.’’ Dedi ve arabasının açılan arka kapısına doğru yürümeye başladı. Kar şimdiden omuzlarına düşmüş saçlarının arasına karışmıştı. Elindeki paltoyu Vuslat’a vererek ‘’Evin her köşesini arayın.’’ Diye tembihledi. Eli kapı kolunu kavrarken o güneş sarısı gözleri bir kez daha bana dönmüştü. El sallayarak arkamı döndüm ve sıcak eve girip kapıyı arkamdan kapattım.

İçerisi normalde çok daha sıcak olurdu ama sanki onun gidişiyle sıcaklık da gitmişti, belki de bedenimle elbisem nemlenmişti. Yüzümü sağa sola sallayarak mutfağa yöneldim ve kendime büyük bir bardak su doldurarak salona doğru yürümeye başladım.

Ben içeri geçerken kapı ikinci kez açılmıştı, içeri Vuslat ve Ezher girdi. ‘’Yeval Hanım, aramalara başlayacağız.’’ Salona yönelen adımlarımı koridora çevirerek kafamı aşağı yukarı salladım ve Barkın’ın odasına ilerlemeye başladım. Koridorun sonuna gelene kadar Latte de beni takip etmişti ama odanın kapısını açınca onu içeri almamak için ayağımın tekiyle onu engelledim. İçeride risk barındıran bilmediğim şeyler de olabilirdi ve ona zarar gelsin istemezdim. Onu kapıda tutarak içeri girdikten hemen sonra kapıyı örttüm. İçerisi aynı onun gibi kokuyor teni gibi sıcak hissettiriyordu. Dudaklarım içe kıvrılırken kuruyan dudaklarımı ıslattım ve önümü odaya döndüm.

Tahmin ettiğim gibi etrafı tamamı ile camdı, duvar sadece kapının hizasında vardı. Kalan her yer camdan ibaretti. Yatağı gri renk, nevresimi bordo siyah karışımındaydı. Dolapları ve masası beyaz renk olmakla birlikte halısına kadar her yer temiz ve tertipliydi.

Hızlı adımlarla beyaz sandalyesine oturup açık bilgisayarın karşısına oturdum. Görüntülü konuşma uygulaması köşede duruyordu, ona tıklayıp onun hesabından çıkış yaparak kendi hesabıma giriş yaptım ardından arama kısmına Selcen’in ismini yazarak arkama yaslandım. Yaslanırken bile iki kez düşünmüş etrafı kolaçan etmiştim. Dizimi masanın altına gelmesin diye geriye doğru çekiyordum.

Dakikalar sonra arama sesi kesilip Selcen’in yüzü ekran göründüğünde aramanın yanıtlanma sesi kulaklarıma doldu. ‘’Günaydın.’’

Ellerimi yasladığım dizimden kaldırıp ‘’Günaydın.’’ Dedim.

‘’Bugün neden gelmek yerine yüz yüze aradığını biliyorum ve bunun yüzünden dünden beri aklımı kaçırdım.’’ Ellerini sarı saçlarından geçirerek yüzünü yana eğdi. ‘’Kutay aramalarımı açmıyor, nereye gittiğini de bilmiyorum. Babam her yerde onu arıyor, Tuğra da onu bulduğunda elinden kurtulamayacağını söylemiş. Nerede olduğunu biliyor musun?’’ derin bir iç çekip kameraya üfledi, kafamı olumsuzca salladım. ‘’Dün beni aradı ama sadece arkamı kollamamı söyledi, nereye gideceğini söylemedi.’’

‘’Dolunay abla gece bize geldi, sana bir şey oldu zannettim ama zaten ucu ucuna kurtulmuşsun.’’ Kafamı aşağı yukarı salladım ve dün olanları kısa şekilde özet geçtim. Ben anlattıkça beden dili benim kadar kuvvetli biçimde değişikliğe uğramıştı. Onu tanıdığım süreçte bu dili beraber öğrenmiştik. Sonunda ellerimi indirip sözü ona bıraktığım dudaklar düz bir hal aldı. ‘’Detaylardan haberim var zaten, Dolunay abla dün bizde kaldı. Eve giderse Tuğra’nın hala yaşayıp yaşamayacağının garantisini veremeyeceğini söyledi. Deliye dönmüş görünüyordu.’’

‘’Şimdi nerede?’’ diye sordum. ‘’Bilmiyorum altı gibi çıkmış evden.’’ Arama ekleme kısmına Dolunay’ın ismini girdim ve bekledim, Selcen ile görüntümüzün yanında ismi belirdi ama yüzü görünmedi. Aramayı cevaplamamıştı. Mesaj olarak ona iyiyim yazarak tekrar Selcen’e döndüm.

‘’Ona zarar gelmemiştir değil mi Yeval, bulmuşlar mıdır? O izini çok iyi kaybettirir, bulamazlar dimi onu?’’ kafamı aşağı yukarı sallayarak ‘’Dediğin gibi izini çok iyi kaybettirir.’’ Diyerek tekrarladım onu.

En az Barkın kadar sağlam birinin yanına gittiğini söylemişti ama kim olduğunu neden söylememişti anlamıyordum ve delicesine merak ediyordum. ‘’sen yaralandın mı peki, iyi görünüyorsun bende iyi olduğunu duydum.’’

‘’İyiyim.’’ Elleriyle yüzünü avuçlayıp sıkıntıyla nefes verdi. ‘’Polis nasıl oldu da hala kapınıza gelmedi?’’ dudaklarımı büzerek omuz silktim. Bunu bende tam olarak bilmiyordum.

‘’Barkın siyaset adamı belki de içeride adamları vardır.’’

Olabilirdi, bu oldukça mantıklıydı. ‘’Belki de.’’ Dedim.

Kapının ardından adım sesleri ve Ezher ile Vuslat’ın sesleri boğuk duyuluyordu, sanırım salon kısmını aramayı bitirmişlerdi.

‘’Ulaç Bey bugün beni yanına çağırdı, muhtemelen Kutay’ın yerini bildiğimi zannediyor.’’ Alayla gülümsedim, kollarımı çaprazlama bağlarken bir yandan da kafamı onaylamazca sallıyordum. ‘’Onu bulmak isteme sebebi korumak değil, değil mi? Tuğra için bir an önce bulmak istiyor.’’ Kafamı hak verircesine salladım.

‘’Önceki başarısızlığının üstünü örtecek orospu çocuğu.’’ Öfkeyle ellerini ensesinde birleştirip ovuşturdu. Haklıydı, Kutay’ın şu an yapması gereken tek şey hayalet olmaktı. Aynı benim bir süre sonra muhtemelen yapacağım gibi.

O günlerin gelmemesini ne kadar umsam da öyle bir durumda hangi taşın yerinden oynayacağını merak ettiğim için bir yandan da istiyordum. Hangi taş çatlar, yerinden oynar hangisi olduğu yerde kalır delicesine merak ediyordum.

‘’Orada durumlar ne, ilerleme kaydedebildiniz mi?’’ birbirine doladığım kollarımı çözerek dalgın düşüncelerimden sıyrıldım. ‘’Garh tasarımcısı ölü bulunmuş. Kasten öldürüldü.’’

‘’Başka ip ucu yok mu? İllaki tasarımcısı kadar bilgili ya da işe yarar birisi vardır.’’

‘’Araştıracağız.’’

Kafasını sallayarak üstündeki spor atletini çıkardı ve ayaklanıp dolabından yenisini çıkarır çıkarmaz üzerine geçirdi. ‘’Desene uzun süre ev hapsindesin ama merak etme, ziyarete eğer Barkın Bey izin verirse gelirim.’’

Gülerek ona kesin izin verir bakışı attım. Gerçi artık yerimiz biri konumdan işaretlemiş gibi açıkça ortadaydı ama Barkın’ın yine de böyle bir risk alacağını düşünmüyordum. Sadece Kutay’ı merak ediyordum çünkü ona sormam gereken tek önemli soru kimin onu kolladığı değil Tuğra’nın nasıl yerimi öğrenmiş olmasıydı. Eğer teknolojiyle ilgili her şeyle Kutay ilgileniyorsa buna da cevabı olmalıydı.

‘’Kutay’a ulaşırsan acil benimle iletişime geçmesini söyle, olur mu?’’

Selcen ‘’Ulaşabilirsem, neden olmasın.’’ Diye mırıldandı.

Kenardaki saat vaktin öğlene geldiğini gösteriyordu. Selcen’in ders saati yaklaşmıştı, kameraya yaklaşan yüzünde veda vardı. ‘’İyi dersler, kapatıyorum.’’ Diyerek ona el salladım. ‘’Teşekkürler, bu kafayla nasıl ders vereceksem… neyse kendine dikkat et.’’ El salladıktan hemen sonra ekran karardı ve yerini boş bilgisayar ekranın bıraktı.

Bilgisayarın arka planında bile bir satranç tahtası ve kırmızı siyah beyaz satranç taşları vardı. Bu adam, kafayı cidden bozmuştu.

Tahtanın ortasında kırmızı bir şah vardı, şahın etrafını ise siyah piyonlar sarmıştı ve kalan tüm taşlar beyazdı. Kafamı onaylamazca sallayarak dosya isimlerine bakındım.

Y.

Z.

K.

Tamam, Y’nin ben olduğumu düşünüyordum, K’nın da Karmen olabileceğini kendimce yorumlarım ama Z? İşte onu düşünsem de bulamamıştım, sonunda bir cesaretle fareyi üstüne doğru sürükledim ve Z dosyasının üzerine bastım ama basar basmaz bilgisayar kilitlendi, ekranda bir çarpı işareti belirdi ve ekran karardı.

Siktir.

Dudaklarımı ısırarak oturduğum yerden hızlıca kalktım, umarım Barkın bunun için bana kızmazdı.

Ellerim dudaklarımı sarıp yolmaya başlarken odada bir tur volta attım ama ne yapmam gerektiğini kestirememiştim. Sonunda bir yol aramaktan vazgeçerek işim kalmadığı için kapıya yönelip koridora çıktım. Üstüme sinen kokusu burnuma doluyordu, görmezden gelmeye çalışarak kapının yanındaki asılı kabanımı aldım ve üzerime geçirip dışarı çıktım. Vuslat ve Ezher kapıda ellerini önlerinde kavuşturmuş nöbet tutuyorlardı.

Ellerimi cebime yerleştirerek kapıdan çıktığımda ikisi de bana baktı. ‘’Bir isteğiniz mi var Yeval Hanım?’’ Vuslat’a dönüp olumsuzca işaret yaptım ve çiftliğe doğru yürümeye başladım.

Biraz hava alıp onun kokusundan uzaklaşmam ve yaptığımın utancını sindirmem gerekiyordu, bu yüzden yalnız başıma atları görene dek karları izleyerek yürüdüm.

Güneş tepede olmasına rağmen en az ayna kadar yalancı şekilde ısıtmıyordu, karlar erimekten uzak bedenim sıcağa hasretti. Yine de yüzümün kızarmasını ve üşümesini önemsemedim. Havayı içime çekerek tahta kapıyı araladım ve ağır at kokusuna yüzümü ekşittim. İçerinin ışığı otomatik olarak yandı. Ren ortalıklarda görünmüyordu.

Yan yana dizili üç attan siyah ve beyazı geçerek beneklinin önüne geldim. Bir elimi cebimden çıkararak uzun yüzünde gezdirdim.

En az sahibi kadar güzel benekleri olduğunu yeni fark ediyordum, diğer elimi de cebimden çıkararak atın tüylerine uzandım ve beneklerinde ellerimi gezdirdim. Barkın’ınkiler gibi çıkıntılı hissettirmiyor zikzak çizmiyordu ama bana onu hatırlatıyordu.

O beni duymasa da dudaklarımı kıpırdatarak onunla konuştum.

‘’Merhaba Piyon.’’ Diğerlerinin çıkardığı sesler bizim konuşmamızı bölse de piyon önemsemedi, gözleri bendeydi.

‘’Aklımda kendimle konuşmaktan çok yoruldum, sesimi özledim.’’

Ellerim yüzüne doğru kaydı yine, yumuşaktı ve bakımlı olması onu daha da güzel gösteriyordu. O farklıydı. Ben gibi, Barkın gibi biz gibi farklıydı.

‘’Hani isteyen duyar derler ya, beni kimse duymak istemiyor mu?’’ kendini geri çektiğinde onu okşayan ve yumuşaklığına alışan elim aramızdaki tahta parçasına düştü ve bir ses duyuldu. Canım yanmıştı ama mimik oynatmadım. Aynı Barkın’a uzandığım ve elimin kemere çarparak düşmesi gibi olmuştu, ikisi de kendilerindeki kusurun kusursuzluk olduğunu göremiyorlardı.

‘’Sende istemiyorsun demek.’’ Yüzümü yere eğdim, elim hala tahtanın üstünde düştüğü yerde duruyordu, adımlarımı geri dönmek için çevirmiştim ki yumuşak bir doku parmak ucuma değdi. Kafamı kaldırdım.

Piyon kafasını okşayabilmem için oldukça eğmişti, arka ayağı havada kafası eğik şekilde sesler çıkardı. Gülümseyerek elimi kulaklarının arasına uzattım.

Ne kadar içeride oyalandığımı tam bilmesem de piyonla uzun uzun konuşarak saatlerimi onunla geçirdim. Onu sevdim, okşadım ve bana göre dertleştim. O ne kadar duymasa ve cevap vermese de önemi yoktu çünkü ben ikimizin yerine yeterince konuşmuştum.

Tavlanın önünden çekilip tahta kapıyı araladığımda beni geri içeri sokabilecek şiddette bir rüzgarla karşılaştım. İçerisi soğuktan tamamı ile korunmuyordu ama kapının ardındaki soğuk içeri o kadar da işlemiyordu. Dışarı çıkar çıkmaz rüzgâr tarafından yüzümde iz bırakacak bir tokat yiyerek geri sendelemiştim ama dengemi korudum. Gökyüzü mavisi yerini gece mavisine bırakmak üzereydi, mavinin tonu koyu tonlara doğru koşuyordu.

Görünüşe göre gerçekten içeride uzun zaman geçirmiş ve bunu fark etmemiştim. Ellerimi tekrar cebime yerleştirerek karları izlemek için kafamı eğdim, ayaklarım karın içine girip çıkıyor üst kısımda topak topluyordu.

Bazı topaklar topa benzediği için vurarak yürüyordum, ta ki evin kapısına arkadan yaklaşıp Vuslat’ın konuşmasına tanık olana kadar. Onun sesini duymamla durmamıştım ama beni durduracak tek isim dudaklarından çıktığında durmuştum.

‘’Barkın Bey lütfen bizim de gelmemize izin verin. Ekip araçları tüm yolları kuşatıyor.’’ Ezher Vuslat’i izleyerek kravatını gevşetirken Vuslat da sıkıntıyla gömleğinin yakasını çekiştiriyordu. İkisi bakışırken Vuslat kafasını olumsuzca salladı. Kaşlarım çatılmış arkalarından onları dinliyordum, ikisi de telefona öyle odaklıydı ki onlara yaklaştığımı duymamış fark etmemişlerdi.

‘’Atların yanında efendim.’’ Bir dakikanın ardından telefonu yüzüne doğru kaldırdı ve kapanan telefonu görüp ‘’Yok gelmiyor.’’ Diye söylendi. Ezher’in ise tek dediği ‘’ Cocciuto.’’ Olmuştu. Ne dediğini anlamadım. Bir süre sessizce bekledim ardından adım seslerimi duyacaklarından emin olarak onlara doğru ilerledim. İkisinin de duruşu tetikte beklermişçesine düzeldi ve asker duruşuna büründü.

Ezher elini kapıya uzatarak araladığında yüzünde hala bir hoşnutsuzluk vardı ama bunu belli etmeyerek ona gülümser şekilde bakındım içeri girdim ve neden Barkın’ın polislerle tehlikede olduğunu düşündüm. Benim yüzümdendi, Barkın Karaduman beni yanına almanın tüm Dünya’yı karşısına almak olduğunu biliyordu ve buna rağmen Dünya’yı karşısından kıpırdatmıyordu.

Beraber aranıyoruz ha? Harika.

Eve girdikten sonra ardımdan kapanan kapıyı duyar duymaz paltomu astım ve hızlı adımlarla merdivenleri çıkarak odama girip şarja takılı telefondan Barkın’ı aradım, sonunda bulduğumda oval kutucuğa basrak mesajlar kısmına girdim.

Eve gel.

Sadece iki kelime, iki kelime altı harf.

Eve gel.

Mesajı attıktan sonra bir elimi dudağıma götürüp ısırmaya ve tek ayağımı sektirmeye başladım. Telefon az önce elindeydi, mesajı görürdü değil mi? Hemen görmeliydi. Belki de görüp görmemezlikten gelmişti.

Beş dakika kadar telefonun başında bekledim ama cevap gelmedi. Sinirlenerek ekranı kilitledim ve telefonu yatağa atarak aşağı indim, mutfağa girer girmez davlumbazın ışığını yakmıştım. Dışarıdan gelen son aydınlık parıltılarıyla beraber mutfağın tamamını aydınlatmaya yetiyordu.

Dolapları karıştırarak yapacağım soslu tavuk için tava ve malzemeleri tek tek çıkarmaya başlarken dikkatimi şu ana vermek için elimden geleni yapıyordum. Aksi halde şimdi aynı lise dönemlerinde olduğu gibi gelip gelmediği belli bile olmayan bir mesaj için koşa koşa yukarı çıkacaktım. Dolapta göz gezdirerek aradığımı bulduğumda sevinçle elimi uzattım. Neyse ki dolabın altında tavuk göğsü vardı, eğer yoksa Vuslat ya da Ezher’den rica edebilirdim ama boşuna zahmet ettirmemiş olmak içimi rahatlattı.

Tüm malzemeleri tek tek çıkarıp tezgâha dizdikten sonra önüme gelen saçlar için odama çıkarak saçımı sıkı bir at kuyruğu yaptım, ardından elbisemi çıkarıp altıma tayt üstüme de uzun bir salaş bir kısa kollu geçirerek telefona göz ucundan bakmaktan başka bir şey yapmayarak mutfağa geri indim.

Hava maviden siyaha kaymaya başladığında içerisi çok daha kararmıştı. Yine de ışığı açma ihtiyacım olduğunu düşünmedim. Ellerimi lavabonun içine uzattım ve suyu açıp avucuma sıktığım sabunla ovalamaya başladım. Ben ellerimi ovalarken kulağıma dolan kapı sesleri içimi kıpır kıpır etmişti. Heyecanla boynumu mutfağın kapısına uzattım ve dış kapı açıldı. Islak ellerimi kurulamadan hole çıktım, kapı kapandı ve içeri giren soğuk kesildi. Gülümseyerek kabanını asan Barkın’a baktım.

‘’Geldin.’’ Ellerimden sonra üstümde gezinen bakışları karanlıkta bile ışıl ışıldı, halbuki güneş karanlıktan kaçardı.

‘’Gel dedin.’’ Diyerek önümde durduğunda gözlerim üzerinde gezindi, nasıl gittiyse yara almadan ve üstü bozulmadan o şekilde geri gelmişti.

Bu da demek oluyordu ki eline bugün silah almamış aldıysa da üstüne kan sıçratmamıştı. ‘’Üstümü değişip geliyorum, sen geç.’’ Kafamı aşağı yukarı sallayarak onun odasına doğru yürüyüşünü İzledim. Ardından kapısını açtığında görüş açıma giren bilgisayarla anında mutfağa koştum. Bir şey dememiş sormamıştı, nedeni önemsiz görmesi ve bana güvenmesi miydi yoksa birazdan soracak olması mıydı tam olarak emin olamıyordum. Göz ucuyla koridora baktıktan sonra bir ayağımı diğerinin üzerine yasladım ve dudaklarımı ısırarak hızlıca tavukları çıkarıp doğrama tahtasında güzelce küp şeklinde doğramaya başladım. Tamam, bu şekilde kaçış olmazdı ama en azından yemek yaparken zaman kazanmış olur cevaplarımı geç verirdim.

Zaman bahanelerin en güzel dostuydu.

Dilimlediğim tavuklara sos hazırlarken koridordan ses geldi. Kapı aralandı, arkamdan gelen adım seslerini işittim. Isırdığım dudağımı rahat bırakarak ona yüzümü döndüğümde ilk defa gördüğüm haliyle karşımda dikildi. Siyah bir eşofman ve siyah dar bir kısa kollu. ‘’ısıyı yükselttim.’’ Dedi gözleriyle bile gülümsemeyi başararak.

Ellerimi hızlıca yıkadıktan sonra arkama uzatıp kuruladım, havluyla uğraşamayacaktım. ‘’Polislerin peşinde olduğunu bilmene rağmen neden eve gelmedin? Yakalanabilirdin.’’

‘’Dur, Yavaş ol. Sadece anladıklarımı birleştirdim ve polislerin peşimde olduğu kısmı anladım.’’ Kafamı aşağı yukarı sallayarak göğsüne sivri tırnağımla iki kez vurdum ve neden gelmediğini sordum. ‘’Çünkü işim bitmemişti.’’

‘’Bitirdin mi?’’ kafasını olumsuzca salladı. Ellerimi kaldırıp ‘’Neden geldin o zaman?’’ diye sordum.

‘’Sen öyle istedin. İlk kez beni istedin, reddedemezdim.’’ Alayla gülümseyerek yanımdan geçtiğinde boğazıma bir düğüm atılmış gibi hissettim çünkü yutkunamıyordum. Aralık dudaklarımı uslu bir kız gibi kapattım ardından dolabı açışını izledim. Oradan birkaç peynir ve farklı soslar çıkardı. Birçok malzemeyi tezgâhın öteki tarafına yerleştirirken bana baktı ve ‘’Eee yemek yapmıyor muyuz?’’ diye sordu.

Bir an önce kendime gelmem gerektiğini kendime hatırlatarak kafamı onaylarcasına salladım ve tavukların başına geçtim. Görünene göre en sevdiğim şey olan soslu makarna yapıyordu. Çıkardığı top şeklinde kurumuş çubuk makarnalardan onları anlıyordum. O sosları karıştırıp kendi işine odaklanarak bana arkasını dönünce ben de malzemelerimi önüme çekerek ona arkamı döndüm. Sadece göz ucuyla hazırladığı sosu kremayla birleştirdiğini görüyordum, bende tavuğun sosunu hazırladım ve tavuğu harmanlayarak tavaya atıp kapağını kapattım. Bir süre sonra da gereken suyu ekledim. ‘’Atların yanındaymışsın, bindin mi?’’ sonunda bana doğru dönerek kremasını hazırlamayı bitirdiğinde beni görebileceği yere geçtiğini göz ucuyla gördüm ve kafamı olumsuzca sallayarak kalçamı tezgâha yasladım. Gözleri bana döndü, ona gününün nasıl geçtiğini sorarak göz ucuyla tavukları kontrol ettim ve ardından dolaba yönelmeye başladım. ‘’Şah Mat’a gittim, tek tek herkesi kontrol ederek nakil için kullanılacak yolu kontrol ettim. Sonra da Mahi’yle bir toplantı yapmalıydık ama iptal ettim.’’ Elime aldığım salatayla ona dönerken tek kaşımı kaldırdım, buz dolabının önünde eğilmiş vaziyette duruyordum ama bunu duyduğumda doğrulmuştum. Mahi ile buluşacaklarsa konuşacaklarının önemli olması gerekliydi, bırakıp gelmesi onu kötü etkileyecek olmalıydı.

Buz dolabı ötmeye başladığında yüzünü bana çevirdi ve şaşkın bakışlarımı fark etti. ‘’Merak etme, sonra telafi edeceğimi ve bu kez seninle geleceğimi söyledim.’’ Aldığım diğer salatalık malzemelerinin ardından tezgâhın boş kısmına hepsini yerleştirirken başka bir şey söylemedim. Sadece sessizce meyveleri tek tek yıkamaya başladım. Hakkımızda arama emri varken nasıl rahat rahat gideceğimizi merak etsem de bunu söylediğine göre bir planı olduğunu düşündüm. Bu yüzden gündüz yaptığım şeyin utancıyla daha çok üstelemedim. Barkın yanıma gelerek tencerenin içine ne ara kaynattığını bilmediğim suyu makineden boşalttı ve makarnaları koyarak sosu hazırlamaya devam etti. Ben de tavukları kontrol ettim ve dinlenmeye gelme aşamasına kadar onunla ilgilenerek göz ucuyla Barkın’ı izledim. Sarımsağı dikkatle ve hızla rendeden geçirişine ve sosları göz kararı tutamıyla içine dökmesine hayranlıkla bakıyordum, fazla kontrollüydü. Kendinden emin hareketlerine bakarsa bu makarnayı yapmakta iyiydi ve birçok kez yapmıştı.

İzlediğimi fark etmemesi için daha uzun bakmak için yanıp tutuşan yanımı baskıladım ve yıkadığım salatayı soymaya başladım. Ben salataları soyarken o da kaynayan makarnayı süzmüş sosla karıştırmaya başlamıştı. Bende onu izlerken baş parmağımın iç kısmına bugünden hatıra ufak bir kesik bıraktım. Barkın’ın fark etmemesi için belli etmeden elimi suya tutarak yıkıyor gibi yaptım. Küçük bir kesik olduğundan fark etmesi zordu ama aptallığımı ifşa edecek kadar da büyüktü.

Biraz elime odaklanarak kanamanın kesilmesini bekledikten sonra baş parmağımı içe kıvırarak onu değdirmemeye özen gösterdim ve salataları doğramayı bitirdim. Benim hemen ardımdan mutfağı kaplayan o müthiş sosun kokusu yayıldı ve kokunun kaynağını Barkın elindeki kapakla kapatarak kesti.

Kahvaltımı güzel etmeme rağmen bu koku karnımda bir canavar besliyormuşum gibi sesler çıkartmama sebep oluyordu. Dudaklarımı yalayarak elimi domatese uzattım ve Barkın eliyle onu kendine doğru yuvarladı ve havaya atıp tutarak ‘’Kay bakalım.’’ Dedi.

Tuttuğu yeni yıkanmış domatesin önce kabuğunu soydu ardından salatalarla aynı büyüklükte hızlıca doğrayıp marula geçti. ‘’Nar ekşisi sever misin?’’ ona çıkardığım nar ekşisini göstermek için tezgâhın karanlıkta kalan kısmına uzandım ve ışığa doğrultup salladım. Dudakları yana kıvrıldı. Nar ekşisini önüme bırakıp dolabın alt kısmını kurcalayarak salata tabağını buldum, ben bulup çıkarana kadar Barkın düşündüğümden ve duyduğum bıçak sesinden çok daha hızlı şekilde doğrama işlemini bitirmişti. Oval derin salata tabağını önüne bıraktığımda bana kısa yakıcı bakışlarıyla gülümseme attı ve ardından yağ ile nar ekşisini işaret etti. Ben onları dökerken o da ocağa gitmiş iki yemeğin de kapağını açarak karın acıktırıcı kokuların tekrar mutfağa yayılmasına sebep olmuştu.

Yüzünde memnun bir gülümsemeyle bana yanına gelmemi işaret ettiğinde sıktığım limonu kenarı bırakarak parmağımı emdim ve çekmeceden çıkardığı çatalı makarnaya bandırışını izledim. Makarnaya üfledi ve bana uzattı, karnımın gürültüsünü duysa da duymamazlıktan gelişine minnettar şekilde bakarak çatalı dişlerimin arasına aldım ve dudaklarımdan dilime kadar beni yakmasına izin verdiğim makarnayı çiğnedim. Çiğner çiğnemez içinde bir tat baskın duygularımı azdırdı. İçinde alkol vardı. ‘’Anladın değil mi?’’

Kafamı aşağı yukarı salladım. Aynı kokusu gibi sarhoş edici nahoş bir tat içimi cayır cayır yakıyordu. Dudaklarımı aralayıp derin bir nefesi içime çektim. Bana kısa bir bakış atıp çatala biraz daha makarna aldı ve ağzına attı. Yüzünü sıcaklıkla buruştursa da anında toparlamış ve elini güzel olmuş dercesine parmak uçlarını birleştirerek sallamıştı.

Fokurdama sesi gelen tavuğa döndüğümüzde çekmeceyi açmaya yeltendi. Onu engelleyerek elinden çatalı aldım ve tavuğa bandırıp üfleyerek ona uzattım. Bu yaptığıma ne yapacağını bilemeyen bakışlarıyla karşılık verdi. Gözlerinde şaşkınlık izleri dolanıyordu.

Daha fazla büyüsüne kapılıp ışık altında parlayan bal rengi gözlerine dalmamak için çatalı dudakları arasından çektim ve yenisine batırıp üfleyerek kendi dudaklarımın üstüne yerleştirdim.

Bu sırada çatalı fazla dudaklarına bastırdığımı fark etmiştim, tavuk dudaklarımın içini çok daha fazla yaktı, çatalın izlerini gösteren kırmızı dudaklarından kaçmak için ona arkamı döndüm ve salatayı karıştırdım. Tamam, bas baya kaçıyor ve bunu itiraf ediyordum. Ne yani bende insandım, uzun zamandır ortaya çıkmamışsa bu duygularımın olmadığı anlamına gelmezdi.

Yani, gelmezmiş.

Salatayı birkaç kez yerli yersiz karıştırdıktan sonra ocağın kapatıldığını duydum. Barkın ocağın başından hemen arkama geçti ve sıcak göğsü soğuk sırtımla buluştu. ‘’Affedersin.’’ Kollarını iki yanımdan kaldırarak tabakları alırken kolları arasından burnuma dolan kokuya boyun eğerek dudaklarımı ısırdım ve salatayı bırakıp onun geri çekilmesiyle ocağın kenarına ben geçtim.

Tabakları içeri götürdü, bende yemeklerin ağzını kapattım ve götürmek için çekmeceden altlıklar çıkardım ve o kolları, kahverengi noktaları benek gibi gözüken, damarlarla sarılıp dövmelerle devam eden kolları yine iki yanımı sardı. Sardığı iki yanımdan çatal bıçakları alırken bana da katlanmış peçeteleri işaret parmağıyla gösterip tekrar salona gitti. Gidişine emin olduktan sonra derin bir nefes bırakıp gözlerimi ovuşturdum ve dediğini yaparak peçeteleri ardından da salata tabağını alarak arkasından salona gittim. Ben salona gidip elimdekileri bırakana kadar o çoktan iki eliyle yemekleri getirmiş altlığın üstüne koymuştu.

Üstünden buharlar tüten yemeklere büyük bir açlıkla bakarak oturdum, onun dudaklarından çıkan gülüşle bile dikkatim dağılmadı. ‘’Sen tabakları doldur o zaman, ben içecekleri getireyim.’’ Yanımdan hızlı adımlarla satranç tahtasına ilerleyerek asılı kadehlerden iki tanesini aldı, sonra dolabı açıp şarap şişesini diğer eliyle tutarak bana doğru yürümeye başladı. O kadar acıkmış ve sabırsızlanmıştım ki onu bile göz ucuyla ancak görebiliyordum. Onun yanıma varmasını beklemeden hızla yemekleri tabaklara doldurdum ve çatalımı alıp onun içeceği yavaş yavaş doldurmasını önemsemeden yemeğimi yemeye başladım. O ise sakin ve sabırlı şekilde kadehlere şarapları doldurdu ve önce benim önüme ardından kendi önüne kadehleri koyarak sandalyesine oturdu. Ona kendimden daha fazla koymuştum çünkü o vücutla anca karnı doyar ve ihtiyacını karşılar diye düşünmüştüm. Tabağına bakıp gülümsemesinden anladığım kadarıyla buna o da memnun olmuştu.

Dudaklarımın arasında eriyen makarna tadıyla muzip şekilde gülümseyerek ona baktım, şu an bunun güzelliğinde inlemek isterdim ama maalesef ki yapamıyordum. Onun yerine dakika başı alkole olan aşkımda yaptığım gibi dudaklarımı yalıyor tadını kendime bir saniye bile unutturmuyordum. Barkın ikinci çataldan sonra bıçağıyla beraber çatalını kenarı bırakıp beni izlemeye başladığında yarısını şimdiden bitirdiğim tabağın devamını yerken ağırdan almaya başladım. Bir anda böyle durgun kesilmesi ve yemeyi bırakması meraklandırmıştı.

‘’Ye sen.’’ Diyerek elini devam et dercesine uzattı. Tek kaşımı kaldırarak ona neden devam etmediğini sordum. ‘’Bende beğendim eline sağlık ama senin şu halini izlemek daha keyifli geldi.’’

Çatalı bırakıp ‘’neden?’’ diye sordum tekrar ellerimle. ‘’Çünkü ilk kez sevdiği yemeği yiyen küçük bir kız çocuğuna benziyorsun ve bu nefes kesici bakışları bir daha göremeyecek olmaktan korkuyorum.’’ Elimdeki çatal büyük bir gürültüyle tabağın kenarına çarptı, yine de gözlerini üzerimden ayırmamıştı ve sözlerinden pişman değildi.

Birkaç dakika aramızda bir sessizlik oluştu, o sessizlikte ne o gözlerini üzerimden çekti ne de ben yemeye devam ettim. Sadece çatalı aldım ve yemek tabağının içinde gezdirmeye başladım.

‘’Beğenmedin mi?’’ diye sorduğunda tabağındaki son tavuğu ağzına atmıştı, o parmaklarını kadehin ince beline sararak arkasına yaslanırken kafamı olumsuzca sallayarak yemeye devam ettim. Derin bir iç çekerek kadehinden büyük bir yudum aldı. ‘’Eğer güzel sözlere alışık değilsen ve şu ifadenin sebebi buysa… seni buna alıştırmamız gerekecek.’’

Gözlerimi kaçamak bakışlarla onunkilere çıkarırken makarnayı doladığım çatalı yine ağzıma attım. Evin içinde ışık bile yakmamıştık. Sadece köşedeki ayaklı abajur yanıyor içeriyi loş sarı ışıkla aydınlatıyordu. Aynı zamanda yüzlerimizin yarısı karanlıkta yarısı da aydınlıkta kalıyordu, aynı dünyanın ortasındaymışız gibi. Gece ve gündüz gibi, bir tarafımızda karanlık diğer tarafımızda aydınlığı saklıyormuşuz gibi.

Tabağımdakileri alelacele bitirdikten hemen sonra bende kadehimi elime aldım ve arkama yaslanarak onu taklit ettim. Aynı yalancı bir ayna gibi, onun bana baktığı gibi güneş kadar sıcak baktım. En azından öyle sandım.

Çünkü ona göre başarısız olmuşum gibi görünüyordu.

Bacağımı diğerinin üstüne atarak kadehimi dudaklarıma yasladım ve kalanını kafama diktim, hızlı diktiğimden ötürü boğazımdan aşağı alkolden çok ateş parçaları yutmuşum gibi hissettirdi ama sonrası hoştu. Nahoşluk bedenime yayıldı. Gözlerim dengesizce kırpıldı, bir kadehle bu hale gelecek kadın değildim ama bu şarap çok daha maziden gelmiş geçmişte yolculuk yapmış gibiydi. Ağırdı ve onun kokusu bana gün boyu içmiş kadar etki etmişti.

Boş kadehi masaya bırakarak ileri sürükledim ardından kollarımı çaprazlama bağladım. ‘’Sana ufak bir şey aldım, gelirken.’’ Boğazını temizleyerek ayağa kalktığında işaret ve orta parmağını birleştirdi ardından bana da kalkmamı işaret edip ‘’gelsene benimle.’’ Dedi.

Dediğini yaparak kalktım ve yavaş adımlarla peşinden koridora ilerledim. Adımları odasına yönelikti, sessiz takibim açılan kapıyla son buldu.

Bilgisayarının ekranı aydınlanmış üstünde hala çarpı işareti ile duruyordu. Ekranı açık bilgisayarın önünde ise oje vardı, kan kırmızısı bir oje.

Dudaklarımı ısırarak ona döndüm. Masasına ilerleyerek ojeyi aldı ve kapının eşiğine gelip önümde durdu. Kapı hemen arkamda kalmıştı. Ben girerken aralık bıraktığım için geri çıkmamın tek yolu biraz daha kapıyı aralamamdı. Ojeyi kaldırarak gözümün önüne getirdiğinde bu fikrimden vazgeçtim. ‘’Rengi tutturabilmiş miyim?’’

Ellerimi kaldırıp alayla ‘’Umarım tutturmak için birinin kanını akıtmamışsındır.’’ Dedim. ‘’İlk gösterdiğini bilmiyorum.’’ Diye fısıldadı sanki karanlıkta seslerin yasak olduğu bir odadaymışız gibi.

Tırnağımı göğsüne uzatıp umarım yazdım ve gerisini yazarken alkolün etkisine yenik düşerek dengesizce tenine tırnağımı daha fazla batırdım. Kıyafeti tırnağımın ucuyla kenara kaydı sonra kurtulup tenine geri yapıştı. Son cümleyi yazarken hızlı nefes alışverişimden ötürü göğsüm şiddetle kalkıp indi ve tırnağımın ucu onun kahve noktalarından birini kesercesine deşti. Yüzünü buruşturarak beni bileğimden tutup sırtımı kapıya yasladığında gözlerindeki ilk defa gerçek güneşin yakıcılığını görüp tanıdım. ‘’gerçekten bana ceza mı vermeye çalışıyorsun yoksa tahrik mi etmeye çalışıyorsun çözemiyorum. ‘’ nefesini yüzüme sertçe üflüyordu. Bir elini omuzumun üzerinden kapıya yaslamıştı ve kapı onun baskısıyla örtüldü. Adımlarım geri giderken sırtım yaslandığı sertlikle kapıya çarptı. Sertçe yutkundum ve gözlerine korkunun gizlendiği cesaretle baktım. Boynun da ki damarlar baş ağrısında zonklayan damarlar gibi çıkmış renginden ötürü gözlerimi almıştı. ‘’Sabır Yeval…’’ diye fısıldadı. ‘’Çok tehlikeli bir şeydir.’’ Gözlerini yumarak bir kez daha nefesini üfledi. ‘’dolarken de taşarken de.’’ Bileğimi tutan eli yavaşça tenimden ayrılıp belime yerleşirken yeni tıraş olmuş yanağını kulağımda hissettim. Çenesi soğuktu ve gözleri yakarken teni üşütmeye başlamıştı.

‘’Sabır konusunda yeterince iyi oldum, bunu yerle bir etme.’’ Kulağıma çarpan sesiyle ensemden aşağı soğuk ürpertiler yayıldı. Yine de dik duruşumu bozmadan ona baktım. Yüzümü çevirdiğim an burnu benimkine değdi ve geri çekildi. Ellerimi aramızda kaldırarak ‘’Sabır konusunda tek iyi olanın kendin olduğunu mu sanıyorsun?’’ diye sordum. Sabır konusunu hiç açmamalıydı yoksa büyük bir zararla çıkardı.

‘’Bence bu konuda karşımda hiç şansın yok.’’ Diye ekledim. ‘’Doğru, yok.’’ Dedi. Ardından çenesi kasıldı. ‘’Çünkü senin sabrettiklerin çok daha derinde.’’ Elini boğazıma uzatarak ses tellerimde gezdirdi. ‘’Burada.’’ Dedi.

Gözlerimi yumdum, kirpiklerim ağlamamaya direnircesine ardı ardına kırpıldı çünkü elleri tenimin üstündeydi ve bu yaptığının zamanı çok yanlıştı. Elinin tersiyle tenimde gezinmeyi bırakıp avuç içiyle boğazımı kavradı ve baş parmağını yine şah damarımın üzerine getirerek okşamaya başladı.

Gözlerimi araladım ve ellerimi kaldırdım.

‘’Benim. Sesimi. Kestiler.’’ Tane tane yaptığım işaretleri izledi. ‘’Ben senin sesin olurum, olmaz mı?’’ kafamı olumsuzca salladım. ‘’Sesim olmanı değil silahım olmanı istiyorum. Böylece kurşunu sıkıp sıkmamak bana kalır.’’

Böylece sen bana kalırsın Barkın.

‘’Ben zaten senin elinde bir silahım Yeval, O tetiği ancak sen çekebilirsin.’’ Eli boynumdan çeneme doğru yükseldi. Diğer eli hala belimdeydi ve nazikçe okşuyordu, sesindeki hassasiyet yüksek dozlu bir sakinleştirici gibi hissettirdi. Silah şeklinde kaldırdığım elimi indirdim.

Yaşadığım bu anı dengelemek için derin bir nefes aldım, benim geri çekilecek yolum yoktu. Onun ise atabileceği koca adımları vardı ama atmıyordu, önümde durmaya devam ediyor elini tenime mühürlüyordu. Ellerimi göğsüne uzatmak için kaldırdığım sırada dış kapı açıldı, ellerimi geri indirdim. Uzaklaşması lazımdı, gerçekten acil bir şekilde benden uzaklaşmalıydı. Çünkü kendimi pimi çekilmiş bir bomba gibi hissediyordum ve işin kötüsü geri sayımı göremiyor ne zaman patlayabileceğimi bilmiyordum. Titrek ellerim aşağı düşerken koridordan adım sesleri bize doğru yaklaştı, Barkın kapıya yasladığı eli kulpa kadar kaydırdı ve beni kapı arkasında bırakarak kapıyı hafif araladı. Araladığı kapıda kimi gördüyse sadece başını sallamış kapıyı anında geri örtmüştü.

‘’Nerede kalmıştık?’’ diye fısıldadı ve avuç içini tekrar kapının üzerine bastırdı. Kafamı olumsuzca sallayarak ‘’Hiçlikte, hiçlikte kalmıştık.’’ Dedim. Gözlerini kısıp o kıyamet alameti gülüşünü yine çıkardı. Ben neden daha önce aptal gibi yüzünü dönmemesini istemiştim ki, dönsündü yüzünü. Bir insan niye cayır cayır yanmak isterdi ki?

‘’Ben gideyim artık.’’ Ona arkamı dönüp kapıyı araladım, gitmeme engel olmadı ama sırtıma göğsünü daha çok bastırıp yüzünü yine saçlarımın arasına uzatarak kulağıma ‘’Hem sığındığın hem de kaçtığın kişi olmak güzel.’’ Diye fısıldadı.

Evet, karar vermiştim. Bugünden sonra ondan gerçekten kinle nefret edecektim. Böyle saçma sözlerle beni kandırdığı ve kendimi aptal gibi hissettirdiği için ondan nefret edecektim.

Edecektim, hatta etmeye başlamıştım.

Kapıyı hızla aralayıp aynı tempolu adımlarla odama çıktım, kaçmıyordum. Gayette medeni şekilde odama çıkıyordum, acele etmemin tek sebebi kedimdi. Gözleri Barkın gibi bal rengi olan gözlerim.

Ah, kedimden de nefret ediyordum!

Odama çıkar çıkmaz yüz üstü kendimi yatağa attım, göz kapaklarım yastıkların uyguladığı baskıyla kapandı. Şu an çığlık atmak için neler vermezdim!

Barkın’ın adım seslerini aralık kapım sayesinde net şekilde duyabiliyordum. Ellerimi saçıma geçirip tokayı çıkardım ve kabarmadan etrafıma dağıtarak dirseklerim üstünde doğruldum, biraz daha nefes alamasam kendi kendimi boğmuş olurdum.

Yatağa zıplayan ve miyavlayan Latte’ye ters bir şekilde baktıktan sonra onu da yataktan attım. Üzgünüm aşkım ama şimdi gözüme görünmesen iyi olur.

Yastıktan atlayarak düşen Latte ayaklarımın ucunu cırlayarak tırmalasa da önemseyemedim, yataktan geri doğruldum ve odamda duran sürahiye baktım. İçi boştu, boğazımdaki kuruluk nüksederken elimle Barkın’ın parmak izlerinin üzerinden geçtim. Boynumdan ve şah damarımdan.

Sonunda bir nebze olsun sıcaklık gitmişti ve nefes alabiliyordum, sanki izleri benim dokunuşumla silinebilirmiş gibi.

Yine de suya ihtiyacım vardı, hem de büyük bir bardak dolusu. Bunun için ne kadar istemesem de aşağı tekrar inmem gerekecekti. Latte’yi eğilip özür mahiyetinde öptüm ardından peşimden gelip ses yapmaması için kapıyı ardımdan sessizce kapatıp merdivenin ilk basamadığına bastım. Son basamağına kadar acele etmediğim için şanslıydım çünkü son basamağa gelmeden önce bir ses duydum. Hareketsizliğimle beraber yanan kısık loş merdiven ışığı da söndü. Aşağıdan burayı görmenin mümkünatı yoktu.

Duyduğum ses benim emin olmam için tekrarlanmış gibi ikinci kez duyulduğunda eğilip merdivene oturdum. Bu ses nefesimi kesen değil daha çok nefes veren sesti.

‘’İki gün.’’

Barkın derin bir iç çekti. ‘’Bu kez ne istediler?’’

‘’Bir adamı öldürmemi.’’ Kadehlerin masaya konduğunu merdivenin orta boşluğuna hafif eğildiğimde göz ucuyla gördüm. İçerisi yine karanlıktı ve dışarının ışığıyla yetiniyor görünüyorlardı. Barkın’a ışık da karanlıkta fark etmiyordu ama Karmen’in hep karanlıkta ortaya çıkmasına bakılırsa o karanlığı oldukça seviyordu.

‘’Sesini öyle özledim ki, duymazsam biri beni işkence kafesine tıkmış gibi hissedeceğim.’’ Barkın’ın doldurduğu viski bardağını alıp kafasına dikti. Yüzünü bile ekşitmemişti. Dövmeli eliyle tuttuğu bardağı sıkıyordu. Bahsettiği kafes benim ona hediye ettiğim kafes diye düşündüm. ‘’şimdiye dek öldürmediklerini nereden biliyorsun? Nereye kadar kardeşini almadan sadece sesini duyabilmek için istediklerini yapacaksın? Videoda yüzü bile görünmüyor, onun nasıl bir kadına dönüştüğünü bile bilmiyorsun.’’ Barkın da kalçasını masaya yasladı ve Karmen’e dönüp viskisinden yudum aldı. Bakışları ondaydı ve ses tonundan anladığım kadarıyla Karmen’le fikri çakışıyordu.

Karmen sadece iç çekerek bardağına yenisini doldurdu. Sonra Barkın’a dönerek o da kalçasını masaya yasladı. ‘’Öldüremezler, Eğer öldürselerdi beni ellerinde tutacak hiçbir şey olmazdı ve şimdiye tabanları yağlamışlardı. Ellerinde tutup bana sesini dinletiyorlar ki yaşadığını bileyim ve istediklerini yapmaya devam edeyim.’’ Doldurduğu bardağı yine beklemeden son damlasına kadar kafasına diklediğinde ellerimi kuru dudaklarıma götürüp oynadım. Fark edilmemek için elimden geleni yapıyor nefes bile almıyordum çünkü bu diğer her konudan çok daha önemliymiş ve gizli kalmalıymış gibi hissediyordum.

‘’Onu kaçıranlardan birinin tahtadan bir taş olduğunu biliyorsun değil mi?’’

‘’Sikerim tahtayı da taşları da.’’ Diye mırıldandı ve bardağı kenarı fırlatarak duvarda parçalanmasına sebep oldu. ‘’on altı yıl oldu, on altı yıl. Bir günde, bir saniyede ölen tonlarca insan sayısı var siktiğimin pezevenkleri neden on altı yıldır ölmüyor.’’

‘’O Eline ayağına hâkim ol, Yeval’i uyandırma.’’ Karmen cam batan avucunu önemsemeden sıktığında kanlarının damlaları parkeye yağmur damlası gibi düştü. Kaşlarım hüzünle havalanmıştı, kardeşi esir alınmış ona karşı kullanılıyordu. Biri nasıl ona karşı böyle bir şantaj uygulayabilirdi ki? Karmen’e bunu yaşatacak kişi kim olabilirdi, bu kadar cesur ve manyak olan kim vardı?

‘’Kardeş özlemini bir tek sen anlarsın.’’ Diye fısıldadı Karmen, eğer onu tanımasam ağlamamak için kendini sıktığını düşünürdüm. ‘’Kardeş özlemini değil kaybını anlarım, seninki hala yaşıyor. Onu kurtarmaya da sıra gelecek, buradaki herkesle işim bittiğinde kardeşini sana getireceğim. Lo giuro sulla mia vita.’’

[Hayatım üzerine yemin ederim.]

Bir elini Kermen’in omuzuna yerleştirerek sıktığında birbirlerinin nesi olduklarını anlamasam da kardeş olmadıklarını anlamıştım.

Ve bir şeyi daha anlamıştım, çok boktan bir şeyi.

Barkın’ın kardeşi ölmüştü, intikam almaya gelen adamın bana çiftlikte karların arasında gezerken anlattığı kardeşi ölmüştü!

O günü anımsadığımda kardeşinden bahsederken gökyüzüne baktığını hatırladım, gözlerim endişeyle kapandı.

Buraya kardeşi çağırdığı için gelmişti ama o buraya geldiğinde kardeşi onu toprak üstünde değil toprak altında karşılamıştı. Ellerimi boğazıma uzatıp ovuşturdum.

Amacı kardeşine bunu yapanı bulup öldürmekti. Hatta sadece kardeşini öldüreni değil, herkesi öldürmekti.

Hepimizi kardeşinin yanına gömmekti.

Loading...
0%