@cangzek
|
Kemeryakalıların Akay topraklarını işgale başlamasıyla birlikte, Akay halkı korkuyla sığınaklara sığınmaya koyulmuştu. Ekrem Akay, özenle hazırladığı silahıyla konağın çatısına çıkmış, Kemeryakalıların yapacağı son hamleyi bekliyordu. Düşman, gövde gösterisi yaparcasına havaya ateş açıyor, birer birer halkı korkutuyordu. Ekrem Akay ve adamları, çatıda pusuya yatmış, düşmanın hareketlerini büyük bir dikkatle izlemekle görevliydi.
O sırada Cisem, kendi evine doğru yola koyulmuş ve bu hain planın bir parçası haline gelmişti. Kaan Akay’dan gelecek haberle birlikte, o da Akaylar’a karşı kendi hamlesini yapmayı planlıyordu. Tam o esnada telefonu çaldı; arayan Güneş’ti.
“Alo, Cisem?” dedi Güneş.
Cisem hiç cevap vermedi. Sessizliğin ardından konuştu: “Nerede olduğunu tam olarak bilemiyorum, ama tahminlerim var. Akaylarda mısın? Onların gölgesinde mi kaldın?”
“Akaylar şu an işgal altında,” dedi Güneş, sesi endişeyle titriyordu. “Bizi bir sığınağa yönlendiriyorlar.” Yardıma muhtaç olduğu her halinden belliydi; sesindeki çaresizlik, Çisem’in kalbine ağır bir yük gibi çöktü.
Çisem derin bir nefes alarak gözlerini kapattı. “Merak etme Güneş, bu kâbus çok yakında sona erecek,” dedi, sesine kararlılık katarak. “Acele et. Onların tuzağından bir an önce kurtulmaya çalış ve bulunduğun yerin koordinatlarını bana gönder.”
Tam Güneş birkaç kelime daha edecek gibi olmuştu ki, telefonun diğer ucundan bir kıpırtı sesi duyuldu. Ardından hat ani bir sessizliğe gömüldü. Çisem, telefonu kulağından yavaşça indirirken, içinde beliren ürpertiye engel olamadı. “Güneş?” diye seslendi, fakat cevapsız kalan bu son çağrı, gerçeğin keskin soğukluğunu hissettirdi.
Olay yerinden sığınaklara doğru kaçarken, Güneş için kâbusun henüz bitmediği apaçık ortadaydı. Korku içinde, Akay ailesine eşlik ederken gözleri sürekli etrafı tarıyordu, ama bir türlü Çağın’ı göremiyordu. Yüreğine çöken belirsizlik, adımlarını her geçen saniye ağırlaştırıyordu. Ejder Akay’ın kararlı adımları eşliğinde sığınağa doğru ilerlerken, dayanamayarak yanındaki Anka’ya döndü ve tedirgin bir sesle Çağın’ı sordu.
Anka, gözlerini dahi kırpmadan, cevap vermeye tenezzül etmedi. Yüzünde taşlaşmış bir kararlılık vardı. Onun tek arzusu, saldıran bu çetelerin yakalanması ve hak ettikleri cezayı bulmalarıydı. Ancak Güneş’in içindeki endişe, sığınaktan daha derin bir yer bulmuştu kendine. Sessizliğin ortasında kaybolmuş olan Çağın’ın akıbeti, artık onu adım adım takip eden bir gölge gibiydi.
Ancak Çağın, hamlesini çoktan yapmıştı. Gümüş Kuyu’daki tüm askeri birliklere, kolluk kuvvetlerine ve belediye başkanına ulaşıp, şehrin işgal altında olduğuna dair tüm kanıtları belgelemişti. Şimdi ise konağın derinliklerinde, askeri güçlerin gelmesini sabırla bekliyordu. Tek başına olmasına rağmen, zihnindeki plan netti. Acil bir canlı yayına bağlanarak, ulusal bir çağrı yapmaya karar verdi. Gözlerini kararlılıkla kameraya dikti ve sesini yükseltti; bu ses, sadece ülkesine değil, tüm dünyaya ulaşacaktı.
“Bu bir ulusal çağrıdır,” diye başladı, kelimeleri her geçen saniye daha da ağırlık kazanıyordu. “Topraklarımız ve Akay ailesi büyük bir saldırı altında. Bir grup terörist, hem ailemizi hem de şehrimizi hedef almıştır. Halkımıza ve bize zarar gelmemesi için tüm insanlığın yardımına ihtiyacımız var. Bu gece, Gümüş Kuyu tehlike altında. Şimdi harekete geçin, ya da bu katillerin işlediği cinayetlere sessiz kalarak ortak olun.”
Çağın, cümlelerini tamamlayıp yayını kapattığında, tüm dünya Gümüş Kuyu’ya odaklanmıştı. Dakikalar içinde sosyal medya platformlarında en çok konuşulan konu haline gelmişti. Kemer Yakalılar ise o an itibarıyla terör örgütü olarak ilan edilmiş, ulusal ve uluslararası dikkatlerin hedefi olmuştu. Konağın derinlerinde bekleyen Çağın, sessizliğin içinde yankılanan bu büyük dalganın, artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini biliyordu. Savaş sadece silahlarla değil, kelimelerle de kazanılıyordu ve Çağın, bu savaştaki en önemli adımı atmıştı.
Şehirde olağanüstü hal ilan edilmiş, halkın evlerinden çıkması yasaklanmıştı. İç çatışma sona erene kadar sokaklar sessizliğe bürünmüş, gerilim her köşeye sinmişti. Bu sessizlik içinde, Kaan Akay dışarıda güç gösterisini sürdürerek konağa doğru öfkeyle seslendi:
“Dışarı çıkın, adi pislikler! Taha’yı bize teslim edin. Metinler bunu yanınıza bırakmaz!”
Sesi sokaklarda yankılanırken, bir an için gözleri çatıda bir hareket yakaladı. Kendilerine doğru hızla yaklaşan bir cismi fark ettiğinde, tehlikenin farkına varmıştı. Kaan, soğukkanlı bir şekilde ekibine emir verdi: “Yere yatın!” Çatıya baktığında, Ekrem Akay’ın sinsi bir zevkle aşağıya baktığını gördü. Yüzünde zalim bir gülümseme belirmişti.
“Hak ettiğinizi alın bakalım, ucubeler!” diyerek kahkahayla güldü.
O anda sis bombaları patladı ve yoğun duman tüm çeteyi sardı. Oksijensiz kalan adamlar, birer birer yere yığılmaya başladı. Kaan, kolundaki fuları hızla ağzına bağlayarak kendini zehirden korumaya çalıştı. Sis bombalarının etkisinden kaçmak için hızla yerinden fırlayıp motosikletine doğru koşmaya başladı, ancak kimyasal maddenin etkisi zihnini bulandırıyor, algılarını bozuyordu. Ufak çaplı halüsinasyonlar görmeye başlamıştı. Gözleri bulanıyor, çevresindeki dünya adeta dalgalanıyordu. Arkasına baktığında, ekibinin her biri hareketsizce yere serilmişti. Kaan’ın görüşü iyice daralmış, motosikleti bile iki ayrı görüntü olarak algılamaya başlamıştı.
Zorlukla motosikletine binip çalıştırmayı başardı. Zihnindeki tek düşünce Çisem’e ulaşmaktı.
Bu sırada şehirdeki zırhlı araçlar, çeteye karşı harekete geçmiş, Akay konağına doğru ilerliyordu. Yolda yakaladıkları grupları tek tek ele geçirip polis araçlarına bindiriyorlardı. Kaan ise bu kaosun ortasında, askeri birliklere ve polise yakalanmamak için fırsat kolluyordu. Her adımı tehlikeyle çevriliydi, ama içinde Çisem’e ulaşma arzusu, bulunduğu tehlikeyi hafifletiyordu.
Çisem, aceleyle eve vardığında üstündeki kıyafetlerden bir an önce kurtulmak istedi. Kafası karışık, ruhu dalgalıydı; ne yapacağını bilmeden evin ortasında bir sağa, bir sola savruluyordu. Şehirde olağanüstü hal ilan edilmiş, sokaklarda askeri birlikler devriye geziyordu. Pencerelere doğru ilerledi, perdelere uzandı ve onları yavaşça çekti. Kaan’dan gelecek bir haber beklerken, içindeki korku ve endişe büyüyordu. Güneş’in Akayların elinde olduğunu öğrenmişti, bu bilgi yüreğini daha da sıkıştırdı. Durumun ciddiyetini kavramıştı; daha ileri bir plan yapması gerektiğinin farkındaydı, ama ne yapacağını kestiremiyordu.
Korku, heyecan ve öfke zihnini bulandırmıştı, bedenini ele geçiren bu hislerle savaşıyordu. Ama şimdi sakin olmalıydı. Dışarı çıkmak yasaklanmıştı; bu fırsatı değerlendirmeliydi. Kendi evinin içinde güvendeydi, bu yüzden bir an durup planlarını gözden geçirmek zorundaydı. Elindeki belgeler ve deliller, yapacağı her hamlede ona rehberlik edebilirdi. Ne yapacağına karar vermek için kendisini toparlaması gerekiyordu.
Bir anda kapının dışarıdan telaşla çalınmasıyla irkildi. Korkuyla gözlerini kapıya çevirdi. Açıp açmamak arasında tereddütte kaldı. Kapı o kadar ısrarla çalınıyordu ki, Kaan’ın gelmiş olabileceğini düşündü. Kalbi hızla çarparken kapıya doğru ilerledi, derin bir nefes alıp yavaşça açtı. Fakat karşısında beklediği kişi değildi. Göz göze geldiği yüzler, onu tamamen şaşırtmıştı. Güneş’in annesi ve babası, sessizce ama endişeyle Çisem’in karşısında duruyordu. Birbirlerinin gözlerinde korku ve umutsuzluk vardı; belki de Çisem’in en zor anı şimdi başlıyordu.
Çisem, Güneş’in ailesiyle yüz yüze geldiğinde, kelimeler boğazında düğümlenmişti. Ne diyeceğini bilemeden durdu, gözleri şaşkınlıkla doluydu. Güçlükle birkaç kelimeyi ağzından çıkarabildi: “Akif Amca, Belma Teyze… Sizin burada ne işiniz var?”
Belma, hızla içeriye doğru bir adım attı. “Kızım, iyi misin? Güneş nerede?” diye sordu, sesi endişe ve kaygıyla titrekti.
Çisem, ne diyeceğini bilemiyordu. “Şey, o… O arkadaşlarındaydı,” diyerek belirsiz bir yanıt verdi, kelimeleri boğuk ve yarım kalmıştı. Akif ise kaşlarını çatarak, derin bir nefes aldı.
“Yaklaşık 24 saattir yoldayız. Geldiğimiz gibi bir saat de karakolda geçirdik. Bizi tutukladılar! Şehirde olağanüstü hal ilan edilmiş. Neler oluyor burada?” diye hiddetle sordu. Akif’in sesinde korku ve öfke birbirine karışıyordu, ama Çisem’in zihni karmakarışıktı. Söyleyecek söz bulmakta zorlanıyordu.
Tam o sırada kapı bir kez daha çalındı. Çisem’in gözleri kapıya kaydı, içindeki huzursuzluk büyürken kapının ardında kimin olduğunu merak ediyordu. Akif, kapıya doğru bakarken yüzünde soğuk bir ifade belirdi. Gelen kişi Kaan’dı. Kapının eşiğinde durdu ve gözlerini önce Akif’e, ardından Belma’ya dikti. Öfkesi her halinden belliydi.
“Sizin burada ne işiniz var?” diye sert bir sesle sordu Kaan, gözleri ateş gibi parlıyordu.
Çisem, olan biteni anlamakta zorlanıyordu. Şaşkınlıkla Kaan’a döndü: “Sen onları tanıyor musun?”
Kaan’ın yüzünde acı bir gülümseme belirdi. “Evet,” dedi soğukkanlılıkla. “Onlar Metinler.”
Çisem bir anda donup kaldı. Güneş’in ailesinin Metinler soyisminin olduğunun farkında bile değildi. Şimdi her şeyin neden bu kadar karmaşık olduğunu daha iyi anlıyordu, ama bu gerçekle yüzleşmek ona ağır gelmişti. Güneş’in soyadının “Metin” değil de “Metiner” olduğunu bilmek, tüm hikâyeyi değiştirmişti. İçinde büyüyen şüpheler zihnine işledi; acaba Güneş’in buraya gelişi sadece masum bir öğrencilik hayatı mı, yoksa Metinler’in Kemer Yakalılar ve Gümüş Kuyu’yu ele geçirme planının bir parçası mıydı?
Çisem’in zihni bu sorularla dolarken, yaşadığı şok her an büyüyordu. Gerçekler su yüzüne çıkmaya başlamıştı, ama bu gerçeklerin ağırlığı, taşıyabileceğinden çok fazlaydı. Kaan, derin bir nefes alarak Güneş’in annesi ve babasına döndü. “Metinler, tanıştırayım, Çisem,” dedi kararlılıkla. Sesindeki tedirginlik, durumun ciddiyetini ele veriyordu.
Çisem, hala olayın ağırlığı altında eziliyormuş gibi, donuk bir ifadeyle Güneş’in ailesine dik dik bakmaya devam etti. Şaşkınlığı ve öfkesi yüzünden okunuyordu. “Biri bana burada ne olduğunu açıklayabilir mi?” dedi, sesi bir fırtına gibi yükselerek…
Kaan, gözlerini hızla saatine kaydırdı. “Çisem, bunun için fazla vaktimiz yok,” dedi aceleyle. “Gümüş Kuyu’ yu derhal terk etmemiz gerekiyor. Askeri donanma her yerde bizi arıyor. Takımımın çoğu yakalandı, üyelerim gözaltına alınmak üzere. Akaylar yine oyunlarını ustalıkla oynadı, ama bu böyle kalmayacak. Er ya da geç intikamımızı alacağız.”
Çisem, ani bir hareketle Kaan’ın önüne geçti, gözleri kararlı ve öfkeli parlıyordu. “Bir saniye! Buradaki olayların çoğu hala çözülmemiş durumda. Güneş… Güneş tehlikede!” dedi, sesine karışan endişe her sözcüğünde daha da yoğunlaşıyordu.
Bu sözler Belma’nın gözlerinde bir yıldırım etkisi yarattı. “Ne?” diye bağırdı. “Kızım tehlikede mi? Ama bu nasıl olabilir? Bundan hiç haberim yoktu!” Yüzü solmuş, şaşkınlık içinde Çisem’e bakıyordu.
Çisem, Belma’ya karşı bakışlarını sertleştirerek, “Bu yüzden onunla daha fazla ilgilenmeliydin,” dedi. Her kelimesinde birikmiş bir öfkenin izleri vardı. O sırada Kaan, Çisem’in kolundan tutarak onu hafifçe geri çekti. “Şimdi birbirimize düşme zamanı değil,” dedi yavaşça. “Birlikte olmalıyız, yoksa bu savaşı kaybedeceğiz.”
Hava gittikçe kararıyor, Gümüş Kuyu sınırlarına doğru yaklaşan tehlikenin gölgesi tüm kasabayı sarıyordu. Bu sefer sadece Güneş’in değil, herkesin kaderi ince bir iplikte asılıydı.
Gümüşkuyu’nun üzerine çöken o karanlık, kararlılıkla devam ederken, yeni bir günün doğmasına sadece dakikalar kalmıştı. Ufuktan süzülen ilk ışıklar henüz görünmemişti, ancak Akaya ailesinin sığındığı yeraltı sığınağında güneşin doğuşunu sezmişlerdi. Gece boyunca yaşanan dehşet henüz hiç kimsenin zihninden silinmemişti. Yorgun ve bitkin bir şekilde, gözleri uykuyla karışık, olayların üstesinden nasıl geldiklerini düşünmekten başka bir şey yapamıyorlardı. Bu geceyi atlatmalarını sağlayan Çağın’ın stratejisiydi. Tabii ki amcası Ekrem Akaya da ona bilimsel bilgisi ve kimyasal silahlarıyla yardım etmişti. Zekâ, akıl ve bilek gücü, bu karanlık geceyi fethetmişti. Fakat biliyorlardı ki bu sadece bir başlangıçtı. Metinler asla durmayacaktı; bu, bir filmin yalnızca kısa bir fragmanıydı.
Çağın, aceleyle sığınağa doğru ilerledi. Göz altları derin çukurlara gömülmüş, yorgunluktan bitap düşmüş bir haldeydi. Yine de kararlı adımlarla ilerliyordu. Yattığı yerde hareketsiz duran Güneş, Çağın’ın geldiğini görünce irkildi. İçinde bir ürperti yükselmiş, tüm tüyleri diken diken olmuştu. Onun bu sessiz gelişi, yaklaşan bir fırtınanın habercisiydi. Bir an göz göze geldiklerinde, Güneş hızla bakışlarını başka yöne çevirdi. Çağın’ın sesindeki endişe belli oluyordu:
“Güneş, iyi misin?” diye sordu. Ancak Güneş’ten tek bir ses bile çıkmadı. Sessizliğe bürünmüş, cevap vermemekte kararlıydı.
“Lütfen, bana bak,” dedi Çağın, elini ona doğru uzatarak. Ancak Güneş, ani bir hareketle onu sertçe itti. “Bana dokunma! Uzak dur benden!” diye bağırdı. “Her şeyin sebebi sensin! Seni gerçekten sevmiştim… Ama sen, beni ve Taha’yı yok edecek kadar gözünü kararttın. Üstelik… kendi yengeni öldürdün. Sen nasıl bir canisin? Hangi takımın liderisin? Bu nasıl bir oyun, ben nerede olduğumu bile bilmiyorum!” Çığlıkları sığınağın duvarlarında yankılanıyordu.
Çağın, Güneş’i susturmak için ellerini onun ağzına götürdü. “Sus! Sus dedim sana!” diye bağırdı. Fakat Güneş, gözyaşlarına boğulmuştu, hıçkırıklar arasında elleriyle Çağın’ı göğsünden itmeye devam ediyordu. “Bana dokunma! Buradan çıkacağım, bu çılgınlığa bir son vereceğim!”
Çağın, sessiz bir kararlılıkla başını salladı. “Artık buradan çıkamazsın,” dedi soğuk bir sesle. Güneş, onun haklı olduğunu biliyordu. Saatler önce Akaylılar’a bir yemin vermiş, Yarası Örgütü’nün en sadık üyesi olacağına dair mühür yemişti. O andan itibaren kaderi onlarla bağlıydı. Ama bir mühür, küçük bir dövme izi, onun kalbini zincirleyemezdi. Güneş, özgürlüğünün hâlâ kendisinde olduğuna inanıyordu. Öfkeliydi, hem de çok öfkeliydi. Sevdiği adam tarafından ihanete uğradığını bilmek, içindeki alevi daha da harlıyordu. Ancak asıl fark edemediği şey, karşısındaki adamın artık tanıdığı kişi olmadığıydı.
“Sana güvenmekle ne kadar büyük bir aptallık ettiğimi şimdi anlıyorum,” dedi Güneş, sesi öfkeyle titriyordu. “Söylesene, benim için asıl planın neydi? Eğer Yarasa örgütüne katılmasaydım, bana ne yapmayı düşünüyordun? Beni de öldürecek miydin? Benide kurban mı yapacaktın? Söylesene!” Çığlığı, sığınağın duvarlarında yankılanırken Akaylar ve diğerleri ona bakmaya başlamıştı. Herkes nefesini tutmuştu.
Çağın, soğukkanlılığını bozmadan derin bir nefes aldı, gözlerini kısa bir an için kapadı. “O kadar körsün ki gerçeği göremiyorsun,” dedi, sesi soğuk ve yorgundu. “Ama ben de sana gerçeği anlatamayacak kadar bitkinim.”
Güneş, hiddetle sesini yükseltti. “Eğer bir gerçek varsa anlat o zaman!” Tam o sırada Anka Akay, birkaç adım geride belirdi ve soğuk bir gülümsemeyle konuşmaya başladı. “Senin buradan çıkmanı sağlayan Çağın’dı.” Bu itiraf, Güneş’in içinde bir anlık şaşkınlık yaratsa da, içindeki yangını söndürmeye yetmedi.
“Ne yani?” diye çıkıştı Güneş, gözleri çaresizce Çağın’a dikiliydi. “Beni kurtarmak için mi mahzene tıktın? Bunu mu demek istiyorsun?”
Çağın, gözlerini ondan ayırmadan, sessizce bakmaya devam etti. Güneş’in anlamasını bekliyordu, ama onun sabrı tükenmişti. “Eğer bana bir cevap vermezsen seni asla anlayamayacağım, Çağın! Lütfen… Son bir kez dürüst ol!” dedi, sesi bu kez kırılgan bir yalvarışa dönüşmüştü.
Çağın’ın yüzüne gölgeler düştü, ama sesindeki kararlılık sarsılmadı. “Seni hem Yarasa Örgütü’nden, hem ailemden, hem de kendinden korumak için böyle bir plan yaptım. Biliyorum, Yarasa örgütüne ve Akay ailesine asla kendi iradenle katılmazdın. Ama arkadaşının hayatı tehlikedeyken bunu yapacağını biliyordum. Çünkü seni sen yapan bu özelliğin. Kahraman ruhun! Bu plan, senin kurtuluş biletindi. Senin içindi.”
Güneş, acı bir kahkaha atarak başını iki yana salladı. “Dalga mı geçiyorsun benimle?” diye hırladı. “Beni kurtarmak için mi, yoksa beni bir köleye çevirmek için mi bu planı yaptın? Hem ailene hem de o iğrenç örgüte bağlı bir köle olmamı mı sağlamak istedin? Sen nasıl bir yaratık oldun, Çağın? Nasıl bir canavara dönüştün?”
Güneş’in bu sözleriyle öfkesi daha da alevlenirken, Anka ileri atıldı. “Dikkatli konuş Güneş,” dedi sertçe. “Aksi takdirde bunun sonuçları senin için hiç iyi olmaz. Karşında Çağın Akay var, o bir lider.”
“Umurumda değil kim olduğu!” diye bağırdı Güneş, gözleri ateş saçıyordu. “Ne sen, ne de oğlun beni durduramaz. Ancak ona bir zamanlar gerçekten âşık olmuştum. Şimdi ise eli kanlı bir caniden farkı yok. Midemi bulandırıyorsunuz!”
Bu sözler üzerine Anka, Güneş’in kolunu sertçe kavrayarak kendine doğru çekti. “Eğer ölmek istemiyorsan ondan özür dile!” diye fısıldadı hiddetle. Tam o anda Çağın araya girdi. “Anne, karışma. O haklı. Yalnız kalması gerekiyor,” dedi kararlı bir sesle. Anka geri çekildi, ama öfkesi dinmemişti.
Güneş, sessizce geriye doğru birkaç adım attı, gözlerinde derin bir hüzün vardı. “Eve dönmek istiyorum,” dedi çaresizce. “Beni burada sonsuza kadar tutamazsınız ya!”
Ama o da çok iyi biliyordu ki artık onların elindeydi, özgürlüğü sadece bir yanılsamaydı. İstediği yere gitmekte özgürdü, fakat ne kadar uzağa kaçarsa kaçsın, örgüte verdirdiği sözle her zaman geri dönmek zorunda kalacaktı. Artık bu bağın esiriydi; bir mühür, bir dövme iziyle mühürlenmişti kaderi. Güneş, Kemeryakalıların başlattığı savaşı kendi lehine çevirmek niyetindeydi. Bir yandan kurtuluşunun Çisem’in yardımıyla gerçekleşeceğinden emin olmak için ona haber salmıştı. Eğer işler ters giderse, Çisem mutlaka yardım getirecekti. Konağın korumaları az sonra sığınaklara ulaştı, Akay ailesini konağa geri götürmek için hazır bekliyorlardı. Güneş, kararlı adımlarla Anka’ya doğru ilerledi. İkisi göz göze geldiğinde, Anka onun bir şey söylemeye hazırlandığını anlamıştı. “Ne diyeceksen çabuk söyle,” dedi Anka, sesindeki sertlik hiç kaybolmamıştı. Güneş, lafı dolandırmadan doğrudan konuya girdi. “Madem bir oyunun üzerine hayatımı bahse koydunuz, şimdi de buradan gitmemi sağla,” dedi, gözleri kararlılıkla parlıyordu. Anka, Güneş’i sert bir bakışla süzdü. “Yoksa ne olur?” diye sordu, sesi öfkeyle yükseldi. O an Güneş, göğsünün iç kısmına sakladığı küçük bir kağıt parçasını çıkardı. Bu, Anka’nın günlüğünden koparılmış bir yapraktı. Anka’nın gözleri bir anda irileşti, yüzüne bir gölge düştü. “Bu ne cüret!” diye haykırdı, şaşkınlık ve öfke arasında gidip gelerek. Güneş, tehditkâr bir gülümseme ile ona doğru eğildi. “Eğer dediğimi yapmazsan, kim olduğunu ve içinde sakladığın kadının asıl ne istediğini, tüm aile fertlerine ve örgüte bu itiraflarınla birlikte açıklayacağım,” dedi soğuk bir sesle. Ejder, Anka ile Güneş'in arasına sert bir tavırla girdi. Eşine şüpheci bir bakış fırlattı. "Acele etmeliyiz, konakta acil bir toplantı düzenleyeceğiz," diye sertçe konuştu. Ardından Güneş'i küçümseyen bir bakışla süzdü. Anka, bir an bile tereddüt etmeden söyleneni yaptı ve hızla sığınaklardan konağa doğru ilerledi.
Olağanüstü halin ilan edildiği gece, Akay Konağı’nda bir sessizlik hâkimdi. Fırtına yaklaşırken, Akay ailesinin üyeleri konakta toplanmış, karanlık bir geleceğin gölgesi altında fikirlerini paylaşmaya başlamışlardı. Zaman, artık sabrın değil, hareketin zamanıydı. Karşılarında duracak hiçbir güç, onları durduracak kadar büyük olamazdı. Metin ailesi bile. Toplantı odasındaki masanın etrafına dizilmişlerdi. Duvarları süsleyen eski portreler, Akay ailesinin köklü geçmişini hatırlatıyor; bu odada alınacak kararların yalnızca bir aileyi değil, bir hanedanı temsil ettiğini fısıldıyordu. Ejder, bakışlarını odadakilere dikti, masaya yumruğunu vurarak söze başladı: "Metinler, zayıf düştüler. Şimdi tam zamanı. Elimizdeki tüm kozları oynayacağız. Onların sahip oldukları topraklar, ticaret ağları ve güç odakları bizim olacak." Odaya sert bir sessizlik çöktü. Ekrem, her zamanki soğukkanlılığıyla konuştu: "Ancak aceleye gelirse, bu bize pahalıya mal olabilir. Zamanı geldiğinde harekete geçmeliyiz. Onların güvenliğini sarsacak hamlelerle başlayıp, içten içe zayıflatmalıyız. Güneş’i ve Taha’yı kullanabiliriz; onlara duyulan güven hâlâ Kemer Yakalıların zaafı olabilir." Güneş’in adı geçtiğinde, Çağın'ın bakışları kısa bir an dondu. Aynı oranda Talya ve Beyna’ da o sıra göz göze geldiler. Beyna hala gerçeğin ve katilin Talya olduğunu direten ifade ile Talya' yı süzüyordu. Talya bakışlarını kaçırsa da bu gerçeği gizlemekte başarısız olmuştu. Çağın’ın, içinde bir anlık tereddüt belirdi. Güneş, haklı olarak ona olan sevgisine karşılık vermemiş, aksine uzaklaşmıştı. Ancak Çağın, ne pahasına olursa olsun ailesinin yanında yer alması gerektiğini biliyordu. Metin ailesi, yok edilmesi gereken bir engeldi, duygular ise bu yolda lüks sayılırdı. Kısa bir nefes aldı ve düşüncelerini dile getirdi:
"Güneş… Onun güvenini kazanmam gerekiyorsa, bunu yapacağım. Fakat bu oyunda duygulara yer yok. Sonuçta, Metinerler karşısında zafer kazanmak, her şeyden önemli." Dedi. İçinden geçenler dışarıya yansıttıklarıyla çelişse de Ailesine karşı henüz açık vermek istemiyordu.
Ejder, memnuniyetle başını salladı. "Güzel. Onları parçalamak için önce en yakınlarından saldıracağız. Kemer Yaka ile başlayacağız. Güvendikleri her şey yok olduğunda, Metinler boyun eğmek zorunda kalacak."
Odada yankılanan bu plan, Akay ailesinin karanlık zekâsını ve acımasız stratejisini yansıtıyordu. Onlar için savaş, sadece fiziksel değil, psikolojik bir mücadeleydi. Her adım dikkatlice planlanacak, her hamle yerinde yapılacaktı. Zamanı geldiğinde, Metin ailesinin gururu ve Kemer Yaka güvenliği yerle bir olacaktı. Toplantı sona erdiğinde, herkes sessizce dağılırken, odadaki soğuk hava daha da derinleşti. Akay ailesi, planlarını tamamlamış, gözlerini karanlık bir geleceğe dikmişti. Yapılan planlar, Metinler için çıkacak fırtınada kaçınılmaz bir yoldu.
|
0% |