Yeni Üyelik
28.
Bölüm

Bölüm 27 -Cadılar Bayramı Kabusu Kısım 1-

@cangzek

Güneş, ailesinin karanlık geçmişini öğrendiğinde, hayatının temel taşlarının teker teker yıkıldığını hissetti. Ona yıllardır güven aşılayan ailesi, aslında Yarasa Örgütü adlı gizemli ve tehlikeli bir yapının üyeleriydi. Güneş, öğrendiği her yeni detayla birlikte kalbinde büyüyen bir öfke ve hayal kırıklığıyla baş başa kaldı. Çocukluğunun masumiyeti, annesi ve babasının gizlediği sırlarla birlikte kararmıştı. Onlara olan sevgisi şimdi zehirli bir hatıraya dönüşmüştü.

 

Yaşadığı şok dalgasını biraz olsun atlatmaya çalışırken, en yakın arkadaşı Çisemin’in de ondan sırlar sakladığını öğrenmesi kalbinde ağır bir yük hissettirdi. Çisem, Güneş’in çocukluğundan beridir, ruhunun en derin köşelerine dokunan, her şeyini paylaştığı kişiydi. Fakat şimdi onun bile Güneş’e tam anlamıyla dürüst olmadığını görmek, Güneş’in güven duygusunu daha da kırılgan hale getirdi. Yüreğinde açılan derin yaralar, biraz daha kanamaya başladı

 

Güneş, içinde kopan fırtınaya rağmen soğukkanlı bir tavırla babası Akif’in gözlerinin içine baktı. Akif, kızını bu karanlık dünyadan korumak için elinden geleni yaptığını, onu temiz bir hayatın içinde büyüttüklerini anlatıyordu. Fakat Güneş, artık bu yalana kanmayacak kadar derin bir hayal kırıklığına batmıştı. Sözler, kulağına boş ve anlamsız bir yankı gibi geliyordu; babasının her cümlesi, aralarındaki güveni biraz daha yıkıyordu.

 

Annesi Belma ise gözyaşları içerisinde, titrek bir sesle açıklamaya çalışıyordu olanları. Ama Güneş, annesinin yüzüne baktıkça sadece bir maskenin ardına gizlenmiş korku ve pişmanlığı görebiliyordu. O çok sevdiği ve kendisine her zaman güven veren annesi, şimdi o kadar yabancı geliyordu ki… Belma’nın o nemli, kederli gözleri bile Güneş’in kalbindeki boşluğu doldurmaya yetmiyordu

Güneş etrafındaki kalabalığın içinde yapayalnızdı. Her şey birden gri bir sisin ardına saklanmış, hayatının bütün renkleri silinmiş gibiydi. İçi, yağmurlu bir günde sokağa düşen bir çocuk gibi titriyordu. Soğuk, kemiklerine işliyordu, sanki ruhunun en derin köşelerine kadar üşüyordu. Bütün bu karmaşa içinde ne yapacağını, nereye gideceğini bilemez haldeydi

 

Ve Çağın… Güneş’in sevdiği adam. Ona olan aşkı, onu hayatta tutan en büyük güçtü. Ama öğrendiği bir gerçekle, Çağın’ın da ona yalan söylediğini, hayatındaki bir başka kırılgan güven köprüsünün daha yıkıldığını fark etti. Bu dünyada güvenebileceği kimse kalmamıştı.

 

Artık tek başına, gölgelerle dolu bir geçmişin izleriyle çevrelenmiş bir hayatın ortasında kalmıştı. Kendi iç dünyasında sıkışıp kalmış, ne yapacağını bilemeyen bir haldeydi. Güvenini yitirmiş, hayallerini yıkmış bu dünyada, hangi adımı atarsa atsın karşısında yalnızca sisli bir belirsizlik buluyordu.

 

Gözlerinde birer yabancı gibi duran ailesine dönerek, soğuk bir sesle, “Gidin buradan,” dedi. Bu sözler, odadaki herkesin üzerine keskin bir bıçak gibi indi. Babası Akif, ileriye doğru bir adım atarak ona engel olmaya çalıştı, kızıyla konuşarak her şeyi açıklayabileceğini umuyordu. Fakat o sırada Kaan, Akif’in koluna hafifçe dokundu ve onu durdurdu. Güneş’in öfkesinin daha da alevlenmesini istemiyordu. Akif’in kafası karışmıştı; kızının kırık dökük kalbine biraz daha yük bindirmek, onu daha fazla yaralamak istemiyordu. Ama Güneş’in, bu gerçekleri tek başına ve zamanla kabullenmesi gerektiğini de anlamıştı.

 

Odada bir süre daha sessizlik hâkim oldu. Güneş, gözlerini kaçırmadan ailesinin yüzüne bakıyordu, ama o bakışların ardında ne sevgi ne de öfke vardı; sadece derin bir boşluk. İçinde artık onlara ait hiçbir his kalmamıştı. Ailesi ona zarar vermek istememişti belki, ama istemeden de olsa en değerli varlığı, güvenini kaybetmişti.

 

Karanlık geçmişi, ihanetle dolu ilişkileri ve kırılmış hayalleri arasında kendini kaybetmiş bir haldeyken, Güneş yeni bir yol arayışına girdi. Ya tüm bu acı dolu çemberin içinde kalıp tükenişini izlemeyi seçecekti ya da kendine güvenmeyi öğrenip, kendi ayakları üzerinde durarak bu yıkımın küllerinden yeni bir hayat inşa edecekti.

 

Çağın Akay, sevdiği kadının rakip aile Metinlerden biri olduğunu öğrendiği anda, şaşkınlığını keskin bir gülümsemeyle gizledi. Bakışlarını Güneş’e sabitledi ve alayla karışık bir ifadeyle konuştu: “Görünen o ki, ikimizin de birbirimize birer yalan borcu var.”

 

Güneş, olanları henüz yeni öğrenmişti. Ailesinin kim olduğunu ve nereden geldiğini öğrendiğinde, Çağın’a söyleyecek tek bir kelime bile bulamadı. Sadece bir adım öne çıktı ve ona biraz daha yaklaştı. “Benim kimseye yalan borcum yok,” dedi sessiz ama kararlı bir sesle. Gözlerindeki buğuya rağmen dik durmaya çalışarak, “Bana ihtiyacım olmayan, sahte bir güven vermenizden bıktım,” dedi sessizce, ardından arkasını döndü. Annesi ve babası, ağır adımlarla odadan çıkarken, Güneş’in içindeki yaralar daha da derinleşiyordu.

 

Çağın derin bir nefes alıp kendini toparladı ve ev halkına dönerek yüksek sesle konuştu: “Kaybedecek vaktimiz yok. Güneş, benimle gelmelisin. Bana güvenmek zorundasın.”

 

Çağın, Güneş’in ruhunu avuçlarında tutar gibi dikkatle ellerinden kavradı. O karmaşanın ortasında, nasıl dokunması gerektiğini artık öğrenmişti; incitmeden, güvenini yeniden kazanarak… Güneş’in gözlerinin derinliklerine baktı, sanki orada tüm cevapları bulacakmış gibi. Onca yalan ve ihanetin arasında bile gözler yalan söylemezdi. Güneş, Çağın’ın gözlerindeki masumiyeti ve şefkati hissetti; öyle bir his ki, kalbinin derinlerinde açılan yaralara yumuşak bir dokunuş gibi geliyordu. Çağın’ın elleri buz kesmiş olsa da gözlerindeki sıcaklık, Güneş’in içindeki şüphe ve acıyı bir an olsun dindirmeye yetiyordu.

 

Güneş, içinde yükselen savaşa rağmen ona teslim olmaktan korkuyordu. Ama yine de biliyordu; kalbindeki bu ağır yükü taşıyabilecek ve şüphe zincirlerini kırabilecek tek kişi, Çağın’dan başkası değildi. Zayıf bir fısıltıyla, “Gidelim buradan,” dedi. Çağın, bu sözleri duyar duymaz, Güneş’i nazikçe kolunun altına alıp koruyucu bir tavırla sarmaladı, sanki kırılgan bir çiçeği kucaklar gibi. Arabaya doğru ilerlerken, Güneş’i güvenle içine yerleştireceği o limana taşımaya hazırlanıyordu.

 

Çağın, bir an önce harekete geçmek istiyordu ancak kurduğu planları yalnızca Güneş’in bilmesini istiyordu. Güneş, ona doğru bir adım attı ve sert bir sesle, “Ne söyleyeceksen burada söyle,” dedi. Çağın itiraz etti, “Gitmemiz gerek. Yasak gelmeden önce Nbox’ a ulaşmalıyız.”

 

O sırada Çisem, Güneş’in yanına yaklaştı. “Burada kalmalısın,” dedi endişeyle. “Henüz olanları sindiremedin. Lütfen, burada kal ve konuşalım.”

 

Güneş, Çisem’e öfkeyle baktı. “Bu pazarlıkta sen hiçbir şey söyleme, Çisem. Seninle de hesaplaşacağız,” dedi. Ortam gerilmeye başlarken, Güneş dış kapıyı açtı ve kararlı bir ifadeyle Çağın’a dönüp, “Gidelim,” dedi.

 

Çisem, Güneş’in kararlılığına kayıtsız kalmadı ve hemen ardından konuştu. “Ne olacaksa, ben de sizinle gelmeliyim. Bu işi bir an önce çözmemiz gerek; yoksa Akaylar durmayacak,” dedi ve bakışlarını Çağın’a çevirdi.

 

Belma ve Akif Metin, kızlarının ardından bakarken yıllardır sakladıkları sırrın açığa çıkmasının utancını taşıyorlardı. Tam o sırada yanlarına Kaan Metin yaklaştı ve kararlı bir sesle, “Bırakın gitsin,” dedi. “Gitsin, çünkü biz onlardan önce harekete geçmeliyiz.”

 

Belma, endişeyle karşılık verdi: “Ama o çocuğa hiç güvenmiyorum, kızıma zarar verecek.”

 

Kaan, Belma’ya döndü ve yüzünde soğuk bir ifadeyle konuştu: “Onu korumak istiyorsanız öncelikle Kemeryaka’ya dönmeliyiz. Yasak başlamadan, bu şehirden çıkmalıyız.”

 

Belma, kızına son bir kez baktı, içindeki fırtınaya rağmen vedalaşmadan yalnızca arabaya binip gitmesini izledi. İçinden sessizce, Evet, çok yakında tekrar görüşeceğiz, kızım. Merak etme, diye fısıldadı.

 

Tam o sırada, Çisem hızla yanlarında belirdi. Gözleri endişeyle dolu, sesi titrek ve çaresizdi. “Lütfen, gelmeme izin ver. Güneş, her şeyi açıklayabilirim,” dedi.

 

Ama Güneş, Çisem’e bir an bile bakmadı. Bir zamanlar dost bildiği bu yüz şimdi ona sadece bir yabancıydı. Gözleri, arkasında saklanan tüm yalanları ifşa eden bir maskeden başka bir şey ifade etmiyordu artık. Soğuk bir ifadeyle, “Gelmesen iyi olacak,” dedi.

 

Bu sözler Çisem’in yüreğine ağır bir taş gibi düştü. Cevabın ağırlığı altında ezilerek, sadece arkalarından bakan bir gölge gibi kaldı. Gözleri, yavaşça uzaklaşan arabayı takip ederken, içinde bir yığın kırık dökük his vardı; dağılan parçaları bir araya getirmek bundan sonra onun için oldukça zor olacaktı. Özellikle de en çok Güneş’e ihtiyaç duyduğu, pişmanlığın bir sancı gibi içini kemirdiği bu zamanlarda…

 

Araba yavaşça gözden kaybolurken, Çisem çaresizce geri kalan boşluğa bakakaldı. O an, geçmişin yıkıntıları arasında yalnızca kendi gölgesiyle baş başa kalacağını hissetti.

 

Gümüş Kuyu’da olağanüstü halin sona ermesinin üzerinden yalnızca bir hafta geçmişti; fakat sokaklarda hâlâ yaşanan büyük çalkantının yankıları sürüyordu. Geçtiğimiz günlerde şehri kasıp kavuran Kemeryakalı saldırıları, Akay ailesini sarsmış, onlara beklenmedik bir yenilgiyi tattırmıştı. Hâl böyle olunca, şehrin çehresi hızlıca değişmişti. Haber kanalları ve magazin ekipleri, kaosun bıraktığı izleri ve ardında yatan dramları aramak için akın akın şehre gelmiş, sokakları kameralardan oluşan bir kalabalığa boğmuştu. Her köşede bir muhabir, her caddede bir kameraman, şehri eski güzelliğine kavuşturmak isteyenlere inat, bu mağlubiyetin izini sürüyordu.

 

Olan biteni duyan yöneticiler ve turistler de Gümüş Kuyu’ya gelmişti; kimisi sırf merakından, kimisi ise kendi gözleriyle görmek istediği için. Tüm bu gürültü ve patırtının ortasında, Gümüş Kuyu, yavaş yavaş kendi rutinine dönmeye çalışıyordu. Ancak sıradan bir sabah gibi görünen bu günlerin ardında, aslında karanlık bir hesaplaşma yatıyordu: Kemeryakalılar artık esir alınmaya başlamıştı.

 

Şehrin kolluk kuvvetleri, Kemeryakalıları tek tek yakalayıp götürüyor, onları şehirden sürgün ediyordu. Herkes için farklı anlamlara sahip bu olay, bir dönemin kapanışı ve yeni bir devrin başlangıcı gibi hissediliyordu.

 

Güneş, son bir haftadır kimselere görünmeden, Çağın Akay’ın gizemli mekânı N-Box’ta saklanıyordu. Bu saklanma, yalnızca bedenen değil, ruhen de bir sığınmaydı onun için. Her ne kadar kalabalıklar içinde büyümüş olsa da, o kalabalığın içinde yalnızdı Güneş. Her sorunun yanıtı, her kaosun cevabı olarak gösterilen Akay ailesine duyduğu öfke, onu sessiz bir isyana itmişti.

 

Çağın, Akay ailesine karşı başlattığı bu gizli savaşı sürdürürken arada bir Güneş’i görmeye geliyordu. Ziyaretleri, kısa ve temkinliydi. Birkaç sessiz bakış, kelimelerin yerini alıyordu. Asıl savaşı Akay Konakları’nda vermek zorunda olan Çağın, Güneş’i burada, bu gizli ve karanlık mekânda saklı tutarak ona bir sığınak sağlamıştı. Güneş ise her ziyaretinde, Çağın’ın karanlığında kendini bir nebze daha güvende hissediyordu.

 

Bu süreçte ailesi, Güneş’i defalarca aramıştı; ama ne annesinin ne de babasının telefonlarına cevap vermişti. Zaten onlara ne anlatabilirdi ki? İçindeki kızgınlık, çaresizlik ve hayal kırıklığı her şeyin önüne geçmişti. Kendini derin bir uçurumun kıyısında hissediyordu ve henüz o uçuruma nasıl karşılık vereceğini bilmiyordu.

 

Güneş, Çisem’ in aramalarını da yanıtsız bırakmıştı. Yüzleşemediği tek şey ailesi değildi; belki de en çok kendisiydi. Şu an N-Box’un koyu gölgeleri arasında kalmak, uzaklaşmak, kaçmak, onun için her şeyden daha cezbedici görünüyordu.

 

Gümüş Kuyu, yaşadığı fırtınalı günlerin ardından yaralarını sarmaya çalışırken, şehre yeni bir hareketlilik dalgası hâkim olmuştu. Akay kardeşler, Beyna ve Bora, kasvetli havayı dağıtacak bir Cadılar Bayramı kutlaması düzenlediklerini duyurmuşlardı. Ancak bu, yalnızca dışarıdan görünen bir maskeydi. O gece, şehirdeki herkesin hayatını değiştirecek karanlık bir plan saklıydı kutlamanın ardında.

 

Beyna Akay, hızlı ve kesik cümlelerle, okulun önünde toplanan kalabalığa heyecanla yaklaşan partinin haberini veriyordu. Öğrencilerin arasında fısıltılar yükseliyor, Cadılar Bayramı’nın bu sene Akay ailesinin ev sahipliğinde yapılacağından bahsediliyordu. Ancak kimsenin bilmediği bir şey vardı: Bu gece, yalnızca sıradan bir festivalden ibaret olmayacaktı.

 

Beyna ve Bora, bir haftadır bu kutlama bahanesi altında gizlice planlarını hazırlamış, Akay ailesinin en zeki ismi olan babaları Ekrem Akay’ın desteğini de almışlardı. Ekrem Akay, gece için özel kimyasal sıvılar ve deneyler hazırlamıştı. Bu kimyasallar, Gümüş Kuyu’nun neşeli halkını bir kez daha Akay ailesinin hâkimiyeti altına almanın en etkili yoluydu. Festivalde içkilerle harmanlanacak bu kimyasal, herkesi dışarıdan keyifli görünse de, içeriden Akay ailesine bağlı birer gölgeye çevirecekti.

 

Gümüş Kuyu halkı, eğlenceye dalıp Cadılar Bayramı kostümlerinin ve maskelerin ardına saklanırken, farkında olmadan Akay ailesine teslim olacak; özgür iradelerinden ödün vereceklerdi. O gece, festival ateşleri yanarken, Akayların gölgesi Gümüş Kuyu’nun üzerine ağır bir perde gibi çökecek, halkın zihnini ele geçirecek ve onları sonsuza dek sadık birer kurban hâline getirecekti.

 

Şehirde hayat yavaş yavaş normale dönmeye çalışıyordu. Okullar açılmış, dersler yeniden başlamıştı; ancak yaşananların izleri hâlâ taze, duygular hâlâ çalkantılıydı. Çoğu öğrenci, bu karanlık günlerin ağırlığını üzerinden atamamış olacak ki, derslere geri dönmemeyi tercih etmişti. Gelenler ise adeta görünmez bir yükle, titrek adımlarla sınıfa giriyor; çoğu, dersi yarıda bırakıp gitmenin yollarını arıyordu.

 

O gün Çisem de okula dönmüştü. Yaşadıklarının altında ezilse de derslere tutunmaya çalışıyordu. Bir yandan zihninde yankılanan sorular, bir yandan kalbine çöken duygularla savaş veriyordu. Güneş’in kim olduğunu yeni öğrenmişti; Metin ailesi, ona Güneş’in gerçek kimliğinden hiç bahsetmemişti. Çisem, şimdi anlıyordu ki, o arkadaşını yanlış anlamış, ona dair hayal kırıklığıyla dolu hisleri aslında bir yanlış anlamanın kurbanıydı. Güneş’e ulaşmaya çalışmıştı ama her çabası sessizliğe gömülmüş, dostlukları kapanmaz bir mesafeyle bölünmüştü.

 

Okulun soğuk koridorlarında, tanıdık bir yüz arıyordu Çisem; o karmaşanın içinde ona uzanacak bir el, belki de cevapları bulabileceği bir dost… Tam bu düşünceler içindeyken, okulun önünde Akay ailesine ait siyah, lüks bir araç durdu. Aracın kapısı ağır ağır açıldı ve içinden Talya Akay indi. Talya’nın varlığı, Çisem’in yüreğine tuhaf bir kasvet getirdi; bu buluşma, pek çok sorunun cevabını getirebilir ama aynı zamanda başka sırları da ortaya çıkarabilirdi.

 

Çisem, uzaktan Talya’ya sessiz bir selam verdi; ama Talya, onu görmezden gelerek yürüyüp gitti. Gözlüklerinin ardına saklanmış, kimseyle göz teması kurmak istemeyen bir hali vardı. Yaşadığı ağır psikolojik sarsıntılardan henüz kurtulmaya başlamıştı ve aklında beliren tek şey, ağabeyi Çağın’ın tasarladığı planlarla ona sağladığı geçici rahatlıktı.

 

Çisem, Talya’nın ardından seslendi.

 

“Yaptıkların için teşekkür ederim. Hayatımı sana borçluyum.”

 

Bu sözler, Talya’nın adımlarını durdurdu. Sanki köşeye sıkışmış gibi bir ürperti yayıldı bedenine. Çisem’in sesi, bir sırrı açık edermişçesine yankılandı koridorda. Söylediği her kelime, Talya’nın üstünde suçlayıcı bir gölge gibi duruyordu; Çisem’in sesinde saklı imalar, aralarındaki gizli gerçeği herkesin önüne serecekmişçesine tehditkârdı. Talya’nın bakışları donuklaştı, gözleri bir an korkuyla parladı.

 

Talya, sakince arkasına dönerek Çisem’e baktı. “Neden bahsettiğini anlamadım,” dedi, sesi derin ve kayıtsızdı. Çisem, kollarını göğsünde kavuşturup Talya’ya doğru bir adım attı. Gözlerinde keskin bir kararlılık vardı. “Haklısın,” dedi soğuk bir tonla. “Yerinde olsam, ben de aynı şeyi yapardım. Levent’i ortadan kaldırırdım.”

 

Levent’in faili olarak anılmak, Talya’nın asla istemeyeceği bir şeydi. Ancak bunu Çisem’in iyiliği ve daha büyük bir amaç için yaptığını biliyordu. Talya, gözlerini kısarak Çisem’i baştan aşağı süzdü. “Ne bildiğini bilmiyorum,” dedi alayla, çünkü Çisem’in bazı şeyleri öğrenmesi, asla kabul edebileceği bir şey değildi. Bu sır, sonsuza dek gömülü kalmalıydı. Bir an sessizce bakıştılar, ardından Talya sözlerini tamamladı. “Ama seni fena kandırmışlar. Şimdi çekil yolumdan; önümde durma.”

 

Çisem, dudaklarının kenarında hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Önünde değilim,” dedi, sesi sakin ama tehditkârdı. “Biz aynı yoldayız; bunu sakın unutma.”

 

O sırada hafif bir rüzgar esti ve Talya’nın saçları yüzüne doğru savruldu. Eliyle saçlarını kulağının arkasına atıp, buz gibi bir bakışla Çisem’e döndü. “Bulaşacağın en son insan benim,” dedi, sesi bir tehdit kadar soğuktu. “Bu işten zararlı çıkan sen olursun. O yüzden ne biliyorsan unut ya da bildiklerini sessizce yut.” Dedi. Ardından arkasını dönüp okulun içine doğru adımlarını atarken, Çisem bir kez daha köşeye sıkıştığını hissetti. Yine yalnız kalmıştı, yine birinin onu kenara itmesiyle baş başaydı. Bu yalnızlaştırılma hissi, içindeki öfkeyi daha da harlıyordu. Sanki eli kolu bağlanmıştı, çaresizdi. Metinerlerden bir haber yoktu; Akaylardan ise hiçbir yardım alamamıştı. İki taraftan da dışlanmış gibiydi, ne yana dönse tekme yemiş gibi hissediyordu.

 

Son bir umutla, çaresizce elini cebindeki telefona götürdü. Aklında kalan tek çare, hiç istemese de, bir ismi daha aramaktı. Parmağı hızla ekrana dokundu ve numarayı çevirdi. Telefon çaldıkça içindeki gerginlik artıyordu, ama her geçen saniye umudu biraz daha azalıyor, bir kez daha duyduğu çaresizliği hatırlatıyordu. Uzun bir bekleyişin sonunda aradığı kişi, Daha, telefonu açmamıştı. Telefonu ağır bir hayal kırıklığıyla cebine koydu ve derin bir nefes alarak okulun soğuk koridorlarında yürümeye başladı.

 

Derse odaklanmaya çalışsa da, aklında bu geceye dair ağır bir karar asılıydı. Ya Gümüş Kuyu’yu terk edecek, tüm bu karmaşayı ardında bırakacaktı, ya da burada kalıp yüzleşecek, kalanlarla savaşacaktı.

 

Fakat evren, bugün Çisem’in yanında gibiydi; sanki unuttuğu bir şeyi ona hatırlatmak istercesine Bora’yı karşısına çıkarmıştı. Bora, salına salına koridorda yürürken bakışları Çisem’i yakaladı. Uzun zamandır görmediği bu yüzle karşılaşınca gözlerindeki ifade değişti, bakışlarına derin bir ilgi yerleşti.

 

Çisem, adeta yeni bir icat bulmuş gibi heyecanla parlayan gözlerini Bora’ya çevirdi. İçinde büyüyen umudu neredeyse ağzından dökülecek gibiydi. “Bugün şans benden yana sanırım,” dedi, Bora’nın ona doğru yaklaşmasını izlerken, sesinde hem bir meydan okuma hem de belki, uzun zamandır unuttuğu bir güven vardı.

 

Bora Akay, Çisem’in yanına geldiğinde, sözlerinde gizlenmiş bir ateş vardı. Yıllardır tanıdığı bu kadına her bakışında yeni bir şey keşfediyor, ona olan ilgisini derinlerde bir sır gibi saklamaya çalışıyordu. Çisem, Bora’nın gözlerine baktığında orada gizlenen anlamı sezmişti; ancak bu his, onun için de karmaşıktı. İhtirasla yüklü bir sessizlik, aralarındaki her konuşmaya gizli bir gerilim katıyordu.

 

“Bu akşam bize davetlisin. Seni akşam yemeğine bekliyorum” dedi Bora. Sesi neşeli bir davetten çok daha fazlasını içeriyordu. Çisem, bu teklifteki incelikli niyeti hemen hissetti. Bora, onu Akay ailesine daha da yakınlaştırmak, kendi taraflarına çekmek istiyordu. Belki de onu kendine doğru çekme arzusu, onu daha da derin bir şekilde bağlayacak, geçmişten gelen kırılmaları unutturacaktı.

 

Çisem ise bu teklifin ardındaki duygusal karmaşayı çözmeye çalışıyordu. Hiç uğraş vermeden ve hesaplama yapmadan davet edilmişti. Alacağı öç burnuna kadar gelmişti. Zaten var olan amacı kapısına dayanmış, Çisemi intikamını alması için yardım ediyordu.

 

Çisem, Bora’nın kendisine karşı büyüyen ilgisini sezmekle birlikte, bu yemeğin çok daha büyük bir anlam taşıdığını biliyordu. Bir an için gözlerini Bora’nın üzerinden kaçırdı ve bir iç hesaplaşmaya daldı. Acaba bu davete katılarak sadece bir aileye mi yoksa bir erkeğin kalbine mi adım atacaktı? İçinde bir çekim, bir merak vardı; ancak, bu davetin ardından onları nelerin beklediğinden tam olarak emin değildi.

 

“Bora, bu davetin ardında başka şeyler de var gibi,” dedi Çisem, kısık bir sesle.

Bora, gülümseyerek ona yaklaştı. “Belki de var,” diye yanıtladı. “Ama bunu yalnızca sen çözebilirsin.” Dedi.

 

Göz göze geldiklerinde, Bora’nın gözlerinde alışık olmadığı bir parıltı gördü. Yıllar boyu gölgelere saklanmış bir kıvılcım gibi. Güneş, tüm bu karmaşık duyguların içinde kaybolmuşken, içindeki yanılgıdan mı, sevgiye duyduğu özlemden mi yoksa ailesi için, Akaylardan alacağı intikam ateşinden mi güç alıyordu, bilemiyordu.

 

 

Güneş, Çağın Akay’a ait mekanda günlerini geçirirken, o sessiz ve yalnız saatlerde içinde büyüyen hislerin farkında olmadan onları susturmayı öğrenmişti. Ancak Çağın’ın uzun bir aradan sonra geri dönmesi, aniden her şeyi değiştirdi. Çağın’ın onu hazırladığı masaya davet etmesiyle, Güneş’in kalbi uzun zamandır hissetmediği bir heyecanla çarpmaya başladı. Çağın’ın sesi, bakışları, kıyafetleri, parfümünün odada bıraktığı izler… Her şey ona eski, mutlu günlerini hatırlattı.

 

Yemek masasına doğru ilerlerken, Güneş Çağın’ın bu buluşma için özel bir hazırlık yaptığını fark etti. Masaya özenle yerleştirilmiş tabaklar, hafif bir mum ışığı, müziğin arka planda zarifçe yankılanışı… Güneş’in kalbindeki katman katman bastırılmış duygular bir anda canlandı, ama bu canlanış ona huzur yerine garip bir acı veriyordu. Yanlış bir zamanda, doğru hislerle boğulmak… Bu karmaşa Güneş’in ruhunu derin bir şekilde sarsıyordu.

 

Çağın, elindeki tek kırmızı gülü masanın tam ortasına nazikçe bıraktı ve ardından Güneş’e doğru bakarak onu usulca masaya davet etti. Çağın, Güneş’in oturacağı sandalyeyi hafifçe çekip ona yol gösterdi. Güneş, masanın ortasında durup tek başına tüm ihtişamıyla göz kamaştıran güle bakarak, sessiz ve kararlı adımlarla yerine geçti. Çağın, zarif bir gölge gibi arkasında belirdi.

 

Güneş, Çağın’ın sıcak nefesini ensesinde hissettiğinde kalbi hızlanmaya başladı. Onun dudakları boynuna doğru usulca indi, yumuşak öpücükler boynundan süzülerek içindeki buzları eritti. Bu dokunuş, içinde yıllardır gizlenmiş, tozlanan hisleri uyandırdı. Sanki bedeninde milyonlarca kelebek özgürlüğe kavuşmuş, mutlu bir diyarda çılgınca uçuşuyordu. Çağın’ın kemikli, zarif elleri omuzlarına yerleştiğinde, dokunuşun yumuşak ve aynı zamanda güçlü etkisi Güneş’in içinde derin bir titremeye neden oldu.

 

Güneş için her şey fazlasıyla yoğun, adrenalin yüklüydü; bir an için bu dalganın önünde durma ihtiyacı hissetti. “Lütfen yerine otur, Çağın,” diye fısıldadı, ancak sesindeki narinlik bu büyülü atmosferi bozmaktan da sakınıyordu. Bir an duraksayıp şampanyasından bir yudum aldı ve gözlerini Çağın’ın gözlerinde buluşturarak, alttan alta parlayan bir şehvetin sinyallerini verdi: “Seni karşımda görmek istiyorum.”

 

Çağın, Güneş’ in bu zarif ve teklifsiz daveti ile dikkat çekici bir hale bürünmüştü. Yarı aralık dudaklarındaki hafif gülümseme, ona karşı koyulmaz bir esrarengizlik katıyordu. Sessizce yerine geçti; bakışları, tüm ağırlığıyla Güneş’e odaklanmıştı artık. Odadaki yoğun atmosferde, tutkunun yanında dolaşan bulanık bir kafa karışıklığı ve derinlerde süzülen kuşkular vardı. Şampanya kadehini ince bir zevkle doldurdu, ardından hiç tereddütsüz Güneş’e doğru kaldırdı kadehini.

 

Güneş’in dudaklarına bir tebessüm yerleşti; ama o gülüş, içi boş düşüncelerle yüklü, derin bir manaya sahipti. Parıltısını yitiren loş ışıklar, sanki odadaki aydınlığı bir sır gibi gizliyordu. Gece, ağır bir sessizliğe gömülmüşken Güneş, düşüncelerinin karmaşasında sıkışıp kalmıştı; gözlerinde derinlere saklanmış bir huzursuzluk vardı. Bu kısacık an, her ikisi için de geçmişte saklı kalmış hikayelerin gün yüzüne çıktığı bir düğüm noktası gibiydi.

 

Güneş, anın büyüsüne kapılmak yerine, içini kemiren soruları daha fazla bastıramadı ve kalbindeki yoğun duyguları dışarı saldı.

 

“Aklındaki her şeyi öğrenmek istiyorum,” dedi. “Bundan sonra ne olacak Çağın? Bu yaşadığımız her şey bizi nereye sürükleyecek? Ailenle benim aramda sıkışıp kaldın. Ne zamana kadar ailene karşı o liderlik maskeni takmaya devam edeceksin?”

 

Çağın, bu sorunun geleceğini çoktan biliyormuş gibi sakinliğini koruyarak Güneş’i izledi. Derin bir nefes aldı, gözleri kararlı bir ifade kazandı ve yavaşça konuşmaya başladı:

 

“Özür dilerim, Güneş. Hayatımızda her şey çok karmaşıklaştı. Ailem, yarasa örgütü, sen… Aranızda sıkışmış durumdayım. Seni korumak uğruna bu derin karanlığın içine çekmek zorunda kaldım. Biliyorsun, ailelerimiz arasında bir kontrat imzalandı. Senin Çisem’in yanına gelmen, Gümüşkuyu’da yaşaman bir tesadüf değildi. Ailen, maalesef, Akayları çökertme planı için seni bir piyon olarak kullandı. Yoksa hangi aile, evladını böyle tehlikeli bir oyunun içine atar?”

 

“Sen bunların hepsini nereden biliyorsun? Metinerler ve Akaylar arasındaki bu gerilim neden?” diye sordu Güneş, kendini tutamadan. “Eğer ben bir piyon olarak kullanıldıysam, neden hâlâ hayattayım?”

 

Çağın derin bir nefes alarak, kararlı bir tonla yanıtladı: “Biliyorum. Çünkü bu ailenin gizli silahıyız biz. Akay çocukları.” Diyerek Hayıflandı. “Çünkü onların seni kullanmasına izin vermedim. Kendim sana doğrudan yaklaşsaydım, bu hemen fark edilirdi. Bu yüzden önce Alp’in yanında olman gerekiyordu. Alp gerçekten seni sevdi, seni korumak istedi. Ancak başındaki hastalık buna izin vermedi.”

 

Güneş, başından geçen her şeyin tesadüf olmadığını anlamıştı. “Ya seninle aramızda yaşananlar?” dedi, gözlerini Çağın’dan ayırmadan. “Bunlar da bir planın parçası mıydı?”

 

Çağın, alaycı bir tebessümle ona baktı. Yemeğinden küçük bir lokma alarak, kadehini yudumladı. “Yemeğini ye, Güneş,” dedi sakin bir tonla.

 

Güneş, ısrarla sordu: “Soruma cevap ver Çağın.”

 

Çağın, bakışlarını derinleştirerek, “Eğer her şey tesadüf olsaydı, şu an burada olur muyduk sence?” dedi. Bu belirsiz ama güven dolu cevap, Güneş’in yüreğinde daha da derin bir kıvılcım yaktı.

 

Çağın, onu ilk gördüğü andan itibaren sevmişti; bu sevgi, gün geçtikçe içten içe büyüyen sessiz bir tutkuyla sarmalanmıştı. Ailesinin kötücül gücüne ilk kez Güneş sayesinde baş kaldırmıştı. Onun tek arzusu, tüm zenginlikten, güçten vazgeçerek sade ve huzurlu bir hayat yaşamaktı.

 

Masadan kalkarak Güneş’in yanına ilerledi, ona doğru eğilip fısıldadı: “Seni koruyacağım, merak etme. Tıpkı senin beni koruduğun gibi…”

 

Güneş, tek kaşını kaldırarak alaycı bir ifadeyle Çağın’a baktı. “Seni koruduğumu mu düşünüyorsun?”

 

Çağın, derin bir nefes alarak, “Merhametin… O, beni bu karanlıktan koruyor. Sen benim saf duygularımı ısıtan güneşimsin,” dedi.

 

Güneş’in kalbi bu sözlerle hızla çarpmaya başladı. Aralarındaki çekim, tüm tutkusuyla yeniden alevlendi. Çağın, Güneş’in ellerinden tutarak onu ayağa kaldırdı; gözleri, onun her ayrıntısını hafızasına kazırken, Güneş, loş ışıkların altında parlayan bir yıldız gibi görünüyordu. Bu sıcak davet, onları ateşli bir öpücüğe sürükledi. Artık geri dönülemez bir yolun yolcularıydılar; aşk, ikisini de bu tehlikeler içinde yakıp kül edene dek durmayacaktı. Bu yasak aşk, kaçınılmaz bir sona doğru hızla ilerliyordu, ancak ikisi de bu alevde yanmaktan korkmuyordu. Her öpücük, yaşadıkları hayata karşı isyanlarının sessiz bir çığlığıydı; ve o gece, aşkın derin sarmalında birbirlerine yeniden ve yeniden teslim oldular.

 

Talya, ailesinin üstündeki ağır baskı nedeniyle geri dönmüştü, ama Çisem’le yaşadığı gerginliği üzerinden atamamıştı. Okul koridorlarının sessizliği onu daha da boğuyor, bu kasvetli ortamda daha fazla dayanamayacağını hissediyordu. Annesi Anka, odasından çıkarken Talya ile göz göze geldi ve hafif bir alayla, “Neden buradasın?” diye sordu.

 

Talya, başını iki yana sallayarak ne diyeceğini bilemez haldeydi, ama içindeki kaygıyı daha fazla tutamadı.

 

“Anne, Çisem her şeyi biliyor,” dedi aniden.

 

Anka’nın gözleri, elmacık kemiklerinin ardında hisli bir kararlılıkla parladı.

 

“Sus,” dedi soğukkanlı bir şekilde. “Bunu kendine bile itiraf etmeyeceksin. Bu konu kapandı. Eğer bunu dillendirir ve kendi içinde bile kabul edersen, hem kendini hem de bizi felakete sürüklersin. Sonumuz sedeften beter olur. Beni anlıyor musun?” Sözlerinin ardından kızının başını okşarken, etraftakilere de imalı bakışlar attı.

 

“Çok fazla dikkat çekmeden sınıfa dön Talya,” diye ekledi. “Ve söylediklerimi sakın unutma.” Anka yanından uzaklaşırken, içinde yanan korkuyu kızına belli etmemeye kararlıydı.

 

Ancak Talya’nın sınıfa gitmek gibi bir isteği yoktu. Çantasını koluna özenle geçirip hızlı adımlarla bahçeye yöneldi. Derin bir nefes alıp ciğerlerini temiz havayla doldurdu, ardından şoförüne seslendi. Araç birkaç saniye içinde önünde durdu. Eve dönmek ve sessizliğe gömülmek şu an için ona en iyi çözüm gibi geliyordu. Araca bindiğinde, yüzleşmekten korktuğu ama aynı zamanda merak ettiği biri aradı: Taha. Talya’nın kalbi hızla çarpmaya başladı; telefonu açtığında sadece sessizce bekledi.

 

“Talya?” .

 

“Taha?” .

 

Bu iki kırılgan sesleniş, derin bir gizemin dışavurumuydu.

 

“Seni özledim, Talya,” dedi Taha.

 

Bu sözler, Talya’nın içindeki bütün duvarları yıktı. Cevap veremedi; boğazında bir düğüm oluştu. Taha’ya hayatını borçluydu. Onun yüzünden, tıpkı Güneş gibi, Taha’ da kendini Yarasa Örgütü’ne bağlılık yemini vermiş ve sadakat ile mühürlenmişti. Talya’ nın gözleri dolarken, Taha’nın merhametinin içindeki bu yükü hafifleteceğini umdu.

 

“Sana ihtiyacım var, Taha. Neredesin?” dedi, sesi titreyerek.

 

Taha, sessizce çektiği nefesinde, bu ihtiyacın karşılıklı olduğunu vurguladı. Ardından kaldığı yerin konumunu ona iletti ve “Bir an önce gel, seni bekliyorum,” diye ekledi.

 

Talya şoföre dönerek, “Vereceğim konuma gidiyoruz,” dedi. Yol boyunca sabırsızlıkla Taha’ya ulaşmayı bekliyordu. Onu görmeden önce bile gözyaşları sessizce yanaklarından akmaya başlamıştı.

Loading...
0%