@cehennem_zebanisi0
|
BÖLÜM 1: SİYAHIN ACIMASIZLIĞI Her yüreğin bir yakarışı vardır. Her dilinde bir serzenişi. Yüreği buruk insanlar en naif insanlardı; kırılgandırlar, sessiz ve sakindirler. Yüreklerinde bilmek bilmeyen artçı sarsıntıların esiriydiler. Ne yürek dayanabilirdi acıya, ne de kalp. Yanıp tutuşan insanlar vardı mesela. Her acıya Göğüs germeye çalışan ama içindeki yangına biçare olamayan. Acılar insanı köleleştirirdi aynı zamanda hissizleştirirdi. Acının kölesi... Yanan kalpler ve yüreklerin serzenişiydi. GRİ, KIRMIZI GRİ, KIRMIZI... Deliriyorum her geçen gün iyice deliriyordum. İçimdeki dolup taşan duygu selini bir türlü atamıyordum. Çoktan kaybetmiştim... GRİ ve KIRMIZI. Bulunduğum oda sadece gri ve kırmızıdan oluşuyordu ve ben her iki renkten de nefret ediyordum. Bütün hayat enerjim sömürülmüştü adeta. İki ceset, Arkalarında ise ruhları savrulan iki beden bıraktılar... Burada zaman denilen illet yoktu. Geçmiyordu... Hiç bir şey geçmiyordu aynı zamanda unutulmuyordu. Hoş güzel unutmak ne mümkün. Daha düne kadar kendimi hissiz, duygusuz bir kız zannederken şimdi ise kendimi ölümün kıyısında hissediyordum. Sanırım ölürken ölmeyi arzulamak böyle bir şeydi... Bizi bir ölüye çevirmiştiler. Halbuki ölüm doğanın bir kanunuydu buna alışmam belki de üzülmemem gerekti. Ama olmuyordu. Tam bir ay önce annem ve babamın öldüğünü duyduğumdan beri hiç bir yaşam belirtisi göstermiyordum. Vücudumu bile hissedemiyordum. Ardı arkası kesilmeyen bayılmalarım, yakarışlarım, sayıklamalarım ve yorgunluğundan bir haber olduğum bedenim. Bedenim çoktan Araf kuyularına atılmıştı bile. GRİ VE KIRMIZI Karşımdaki dolap griydi, yatak ise kırmızı, duvarlar gri, pencere kenarları kırmızı. Kısacası burada her şey gri ve kırmızıydı. Hayatın bana kurduğu başka bir oyun muydu yoksa? Kardeşimden bir haberdim. En son onu bir ay önce bizim apartın önünde bana sarıldığını hatırlıyordum. Onu görmeyeli 22 gün geçmişti. Ailemi görmeyeli ise 37 gün. Ailemden kalan tek şey ise kardeşimdi ama ona da sahip çıkamamıştım. Halbuki kendime bile sahip çıkmayı becerememiştim... Buradayım delilerin evi; benimse mezarım olan yer. Tam 22 gündür buradaydım. Burada zaman kavramı anlamını çoktan yitirmişti. Saatler yoktu, mutlu insanlar yoktu. Dert vardı, hüzün vardı, ölüm vardı... Sonuç ise akraba bildiğim insanların beni buraya tıkması olmuştu. En baştan beri ağzımdan tek bir kelime çıkmıştı; ‘ben deli değilim’. Hayat acımasız hayat. Bir kez daha oyunlar kurmuştu arkamdan. En başta ailemin ölümüyle sınanmıştım. Şimdi ise hayatta kalan tek yakınım olan kardeşimden uzaklaşmıştım. Hayat acımasız hayat... Ruhum burada can çekişiyordu ama kimse duymuyor yada görmüyordu. Duyamaz yada göremezler çünkü ruhum çoktan acının rengine karışmaya başlamıştı... 22 gündür ise hiç bir tepki vermiyordum. Yemeğimi zamanı gelince yiyor, arada birde bahçeye iniyordum. Buraya geldiğimden beri önceki hareketlerimi sergilemiyordum. Hayır iyileştiği mi düşünmüyordum ama buraya gelmeden önce neden o hareketleri sergilediğimi bilmiyordum. Önceden buraya girmemek için deli olmadığımı iddia eden ben şimdi deli olduğumu kabullenmiştim. Buradaki hal ve hareketlerim normaldi ama içe kapanıktım. Dışarıdan birileriyle görüşmem yasaktı. Bu vesileyle de kardeşimi görememiştim. Onu gitmeden önce bu deliler hastanesine kaydımı yapan amcama emanet etmiştim. Daha bana sahip çıkamamıştı halbuki. Kardeşimin durumu ise benden farklı değildi ama bana nazaran durduk yerde bayılmıyordu yada hissiz gibi değildi. O bana yeri geldi moral verdi, yeri geldi ablalık yaptı. Elbet üzüldü ama her gece bana sarılarak uyudu. Bazen bağırdı, çağırdı, yaktı, yıktı ama benim gibi delirmedi. O çok güçlüydü, metanetliydi. Ben ise hemen pes etmiş, etrafa ölü bakışlarımı göndermiştim. Kafamı yavaşça dizlerimden kaldırdım. Göz yaşlarım gelmiyordu artık. Kurumuşlardı sanki. Tam karşımdaki dolapla yapışık olan aynaya baktım. Gözlerim şiş, hafiften kıvırcık olan saçlarım her iki yanımdan yüzüme doğru dökülmüş ve kabarmıştı. Kaç haftadır tarak vurmamıştım halbuki saçlarıma? Göz altlarım şişmiş, gözlerim ise son bir aydır baktığı gibi hissiz bakıyordu. Çok normal çok... Bir deli için bunların çok normal olması gerekti. Peki! Bana neden anormalmiş gibi geliyordu? Kafamı olumsuz anlamda salladım ve derin bir nefes çektim içime. Arkamda bulunan yastığı kaldırdım ve altında bulunan fotoğrafı elime aldım. Derin bir iç çektim ve sol gözümden taşan göz yaşımı kolumla sildim. Şu an çok fena dolmuştu içim. Haykırmak, bağırmak istiyordum ama bunları yapmaya bile gücüm yoktu. Sanki ayaklarım beni artık taşıyamıyordu. Elimdeki fotoğrafa baktım tekrar annem, babam, kız kardeşim ve ben vardık. Dördümüzün verdiği muhteşem bir pozdu. Babam en önde tekerlekli sandalyesine oturmuş arkasında bulunan anneme göz deviriyordu, annem ise babamın tam arkasına geçmiş, bir ayağı havada gülümseyerek babama iki kulak hareketi yapıyordu. Kız kardeşim ise gülümseyerek dil çıkarmış sırtıma çıkıyordu. Ben ise sırtımda bulunan kardeşim yüzünden somurtarak ekrana bakıyordum. O an kardeşimin düşmemesi için baya bir çabaladığım aklıma geldi. O anlar tekrar aklıma gelirken burukça gülümsedim. Bundan bir kaç sene önce üniversite sınavından sonra çekilmişti. Sırf benim moralim bozulmasın diye ailecek beni güldürmeye çalışmışlardı ama ben her zaman ki gibi somurtmuştum. Çünkü sınavım iyi geçmemişti. Ama yine de sonuçları öğrendikten sonra moralim düzelmişti gerçi notumu umursamamıştım orası ayrı meseleydi. Annem ise tam bir çocuk ruhluydu. Bazen gözüme çocuk gibi gözükürdü. Ama bu onun normal haliydi. O günlere özlemle baktım ve elim o an boynundaki kolyeye gitti. Kolyeyi elime aldım ve gülümseyerek öptüm. Kolye özeldi benim için yuvarlak bir şeydi üzerinde sonsuzluk sembolü vardı. Ailemin benim için yaptırdığı özel bir kolyeydi. Hem de kolye iki yana bir kapak gibi açılıyordu ve içinde de ailecek bir başka fotoğrafımız vardı. Bakışlarım bahçede dolanan insanlara kaydı bir çoğu çocuk gibi koşturup duruyorlardı. Hoş güzel benim neden hala onlar gibi davranmadığım merak konusuydu. Derin bir iç çektim ve gözlerimbahçenin ilerisinde yere çökmüş ağlayan yaşlı adamı buldu. Elleri önünde sadece ağlıyordu. Kırlaşmış saçları ıslaktı ve gözyaşları su gibi akıp gidiyordu. Her gün böyleydi. Her gün aynı yere gider ve ağlardı bu yüzden biliyordum ki bir yarım saat sonra kalkacak ve hiç bir şey olmamış gibi başkalarıyla oyun oynayacaktı. Gelen benim hasta bakıcımdı Semih bağcı. Kaç defa başka bir hasta bakıcı istesem de isteğim kabul edilmemişti. Bu adamdan hoşlanmıyordum. Aşırı üzerime düşüyordu ve kendimi iyice deli hissetmeme sebep oluyordu. Hafiften sarı olan saçlarını geriye ittirdi ve kollarını göğsünde birleştirdi. Yine başlıyoruz işte. “ Hayır bu defa sana iğne yapmaya gelmedim?” Dedi tekdüze bir sesle. Konuşmasıyla kaşlarım havalandı kendimi iyice geriye yasladım ve onunla ilgilenmiyormuş gibi yapıp arkama yaslandım. “Peki! Ne diye geldin?” Bakışlarım hala camdaydı. Etrafta koşuşturan insanlardaydı. Umursamamazlık seviyesi bilmem bilmem kaç. “Müdür hanım seni çağırıyor. Önemli dedi.” Konuşmasıyla kafamı hızla ona çevirdim. “Benimi özlemiş?” Ciddiyetten yoksun olan sözlerimi sıralarken derince ofladı ve ellerini ceplerinden çıkardı. “Neden biz hala seninle bir yol kat edemedik, neden hala bana böyle davranıyorsun?” elimi üzerimdeki mavi hastane elbisesinin cebine koydum. “Nasıl davranıyorum ki sana?” Madem deliydim hakkını vermem gerekti. “ Çok soğuk davranıyorsun, umursamazsın ve dediklerimi uygulamıyorsun. Arkadaş olabiliriz seninle.” Dedi ve sağ elini bana uzattı. Tutmamı bekliyordu sanırım. Ama tutmadım ben kimsenin elini asla tutmazdım. Ben böyleydim soğuk, umursamaz ve uyumsuz. Önüme uzattığı eline baktım. Daha sonra ise gözlerine; yeşil gözleri parlıyordu umutla. Tutmam içindi. Kimin elini tutsam hepsi benden nefret etti yada benden uzaklaştı. Kime yakın davransam o benden uzaklaştı sanki vebalıymışım gibi. Tuhaf ama gerçek... Karşımda duran genç adama karşın hiç bir tepki vermedim. O da fazla üstelemedi ve elini çekerek kafasını önüne çevirdi. “Zaten bu saatten sonra benimle iyi anlaşman hiç bir fayda vermeyecek.” Demesiyle kaşlarımı hızla çatmaya başladım. “Ne demeye çalışıyorsun? açık ol!” dediklerinin hiç bir mantıklı açıklaması yoktu çünkü. “Ne anladıysan o küçük hanım ve bu günkü öğle yemeğine gelmediğin söyleniyor doğrumu bu?” Kafamı olumlu anlamda salladım. Yemek yeme isteğim yoktu şu sıralar. Kilom ortaydı boyuma göre. Ailem yaşarken 60 kilo vardım boyum 1.72 civarıydı ve kilomu belli etmezdim. Fiziğim hoşuma giderdi ama şimdi zayıfladığımı hissediyordum. Gerçi kilo hiç bir zaman umurumda bile değildi. Hala öyleydi. “Peki! Sen bilirsin burada insanlara zorla bir şeyler yaptırmıyoruz.” Demesiyle tek kaşımı kaldırdım. ”Dedi o gün beni zorla dışarıya götüren adam.” Doğruydu o gün kolumdan tutup çekip götürmüştü beni. “O başka bu başka küçük hanım ve ayrıca hala müdür hanımın yanına gitmek için seni bekliyorum bilmem farkında mısınız?” Diye sormasıyla tekrar ona döndüm. “Peki! gidelim.” Dedim ve ondan önce odanın kapısına yöneldim. İlk günlere nazaran artık kapımı kilitleme ihtiyacı duymuyorlardı. Semihin Arkamdan gelen adım seslerini işiterek müdür hanımın odasına doğru ilerledik. Müdür hanımın odasının önüne gelmemizle derin bir iç çektim ve yavaşça kapıyı çaldım. İçeriden gelen ‘gir’ komutuyla usul usul içeriye doğru ilerledim. Müdür hanımın gözleri kapıya çevrilirken. Usulca gözlüklerini çıkardı ve kağıtlarla çevrili olan masasının üzerine bıraktı. Bakışları tüm vücudumda dolanırken en sonunda gözlerimde durdu ve bakışlarını benden çekmeden. “Sen gidebilirsin Semih.” Diyerek konuştu arkaya doğru. “Bak canım seninle konuşmam gereken önemli bir konu var.” Demesiyle kafamı olumlu anlamda salladım ve sırtımı koltuğun başlığına yaslandım. Ellerini önünde birleştirdi ve oda sırtını koltukla birleştirdi. “hemen hemen bir aydır yanımızdasın Özge ve.” “Evet 22 gündür bizimlesin. Biliyorum çok zor süreçler atlattın, ailenin ölümüyle sarsıldım ve bu senin psikolojini ister istemez etkiledi.” O an boğazımda bir yumru hissettim. “ İyi gelmeyecek.” Asla iyi gelmeyecekti hiç bir şey... Kafasını önüne çevirdi ve önündeki başka bir kağıtla ilgilenmeye başladı. Kimse anlayamazdı beni. Ne söylesem boştu herkes için. “Konuşmak istediğiniz konu ne hakkında müdire hanım?” Diye sordum bu defa. Bakışları tekrar bana döndü. Elimdeki bardağı önümdeki masaya indirdim. “ Burada kaldığın süre boyunca itiraf etmem gerekirse zor bir kızdın. İnatçı aynı zamanda umursamazdın. Sorunların vardı ve seni tedavi etmeye çalıştık. Bu 22 günlük süre boyunca. Raporlarına hatta tahlil sonuçlarına göz attım.” Dedi ve önündeki bir kaç kağıt parçasını eline aldı. “Defalarca kontrol ettim ve gerek beyinsel gerekse ruhsal açıdan hiçbir tıbbi tedaviye gerek olmadığını fark ettim. Bir kaç uzman arkadaşımla da detaylıca konuştum. Evet buraya gelmen belki kafanı dinlemen senin için bir avantajdı ama psikolojin için pek işe yaradığını söyleyemeyeceğim.” Dedi ve elindeki kağıtları bana uzattı. Elim kağıtlara giderken. Tekrar konuşmaya başladı. “Anlayacağın artık seni daha fazla burada tutmak istemiyoruz evet ilk başlarda gerçekten bir tedaviye ihtiyacın vardı ve görüyorum ki verdiğimiz tedavi senin için işe yaramış durumda. Bu konuyu akrabalarına başta amcan metin olmak üzere bir çok kişiyle de konuştum. Şimdi ise sana düşüncelerimi söylüyorum. Sen ne dersin bu duruma, yeniden eski hayatına , eski düzenine geri dönmek istiyor musun?” Eski düzende, eski hayatta yoktu artık olamazdı da. Bakışlarımı elimdeki kağıttan çekmeden derin bir iç çektim. “Zaten en başından beri deli olmadığımı size söylemiştim.” Dedim ve elimdeki kağıtlarla ilgilenmeye devam ettim. Özge Nur Taşkın. Altlarda ise bir kaç tıbbi terim vardı pek bir şey anlamamıştım ama okuyormuş gibi yapabilirdim. Amcamın amacı; babamdan ona kalan dövüş sanatları kursunu almak. Yani tamamen üzerine geçirmekti. İnsanlar beni fazla saf ve salak sanıyordu ama değildim. Görebiliyor, duyabiliyor aynı zamanda tüm olanları beynimde tartabiliyordum. “Keşke sizde biraz beni anlayabilseydiniz gonca hanım.” Biraz soluklandım ve elimdeki kağıtları önümdeki masaya tekrar koydum. “Evet artık senin değişinle üzerinde bir deli damgası yok. Serbestsin.” Bunu demesiyle içimde az da olsa küçücük bir mutluluk yeşerdi. Belki kendimi arafın kuyularından kurtaramayacaktım ama buradan çıkıp kardeşime sahip çıkabilecektim. Şimdi güçlü durma zamanıydı. “Yani ben şimdi özgür müyüm, kardeşimin yanına gidebilir miyim?” Ellerim heyecandan terlemeye başlamıştı. Avucumda biriken teri üzerimdeki hasta elbisesiyle sildim. “Ne kadar burada hasta ağırlamayı bende sevmiyor olsam da sana hiç bir zaman hasta gözüyle bakmadım sen herkesten farklıydın. Ve senin için ne kadar mutlu oldum bilemezsin. Umarım önünde çok güzel günler olur. Bu zor zamanları erkenden atlatman dileğiyle.” Ne gülümsedim ne de sarılmak gibi bir eylemde bulundum. “Semihle vedalaşmayacağım ve arkadaşım da yok iyi günler.” Dedim ve kapıya doğru ilerledim. Arkamdan gülme sesini işittim “Alemsin özgeciğim ama Semih seni görmezse üzülebilir ve şimdi gitmeyi planlamıyorsun öyle değil mi? Amcanlar gelecekti”. Arkama bile dönmeden konuşmaya başladım. Hastanenin bahçesine çıkmamla üzerimdeki cekete iyice sarıldım. Yaz mevsimine girmiştik ve havalar hala serindi. İçime işleyen soğuğa karşın ellerimi de ceplerime soktum. Bakışlarım tüm bahçeyi tararken kimseyle vedalaşacak havamın olmadığının farkındaydım. Fazla oyalanmadan bir kaç adım daha ilerledim ve koskocaman binaya tekrar çevirdim bakışlarımı. *Özel rehabilitasyon merkezi* Deliler Hastanesi’nin fazla kibar haliydi aslında. Fazla umursamadım ve ilerlemeye devam ettim bir kaç eşyamı almıştım ve geri kalan buradaydı. Gönderirlerdi arkamdan yada çöpe atabilirlerdi. Umurumda değildi önemli olanları alıp çıkmıştım buradan zaten. Yanımda para yoktu. Belki de şu anda düşünmem gereken Tek şey eve nasıl gideceğim olmalıydı. Para bulmalıydım. Dilencilik yaparak mı? İşte böyle anlarda araya giren bir iç sesim vardı. Bu halimle tabi ki de dilencilik yapmayacaktım. Belki de gurur yapmayı bırakıp amcamları beklemem gerekti. Ama onlara gram güvenim kalmamıştı. Kendimenfaatleri uğuruna beni satarlardı. Biliyordum... Derin bir iç çektim ve bahçenin demir sürgülü kapısına ulaştım. Güvenlik kulübesindeki orta yaşlı adam bir kaç saniye yüzüme baktı. Sonra bir şeyleri hatırlamış olmalı ki hızla önündeki bir kaç şeye tuşlayarak sürgülü kapının açılmasına vesile oldu. Kapı ardına kadar açılırken kendimi daha önce hiç bu kadar özgür hissetmemiştim. Özgürlüğüme son bir kaç adım kalmıştı. Ruhumdaki yaralara ilaç sürme vaktiydi. Ama ruhum çoktan ölmüştü, devası yoktu artık... Kapıdan yavaş yavaş geçerken derin bir nefes çektim içime ve etrafı kontrol ettim hiç kimse yoktu. Hoş güzel bir yerlerden amcamlar çıkıp ‘sürpriz’ diye bağıracak değillerdi. Arkama dahi bakmadan ilerlemeye devam ettim. Sokaklar, caddeler demeden yürümeye devam ettim. Belki yirmi dakika belki otuz dakika sürdü bu yürüyüşüm. Kalabalık yerlerden de geçtim tenha yerlerden de. Yorulmuştum ama nereye gittiğimi bile bilmeden ilerlemeye devam ettim. Sanırım gerçekten delirmiştim. Boğazımdaki kuruluk hissiyle yüzümü buruşturdum. Biraz soluklanabilmem için kenardaki banka doğru ilerledim. Sahil yolundaydım ve ben hala nerede olduğumdan bir haber ilerlemeye devam ediyordum. Aniden üzerimde beliren karartıyla kafamı yavaş yavaş kartının olduğu yöne çevirdim. Gördüklerimle kaşlarım çatılırken “Kimsiniz?” Diye bir soru yönelttim. Yanımda iki tane takım elbiseli adam duruyordu ve ben içten içe ürpermiştim bile. “Uzatmayın lütfen size zarar vermeyeceğiz sadece bizimle gelmeniz gerekli.” Kaşlarım iyice çatılırken hızla havaya kalktım. “ Ne kadar inat.” Diye söylenen diğer adamla bakışlarım bu defa ona döndü. “ Pardon! duyamadım ne dedin?” Önünde bağladığı ellerini açarak sabır dilenircesine kafasını kaldırdı. “Bizimle gelmeniz gerektiğinden söz ediyordum.” Diye konuşmasıyla hafiften güler gibi oldum. “Bakın konu ailenizle ilgili ölen aileniz.” Diye düzeltmesiyle bir kaç adım attım onlara doğru. Söyledikleri şimdi ilgimi çekmeye başlamıştı. “Konuyla biz ilgilenmiyoruz. Sadece bize sizi getirmemiz emredildi ve bizde sizi almaya geldik. Korkmayın size hiç bir zarar vermeyeceğiz. Sadece abimiz sizi çağırıyor. Ve bizde onun isteklerine uymak zorundayız.” Tek kaşımı kaldırdım ve göğsümde bağlandığım kollarımı çözdüm. “Abiniz kim, beni nereden tanıyor bilmiyorum. Ama...” Dedim ve sustum çünkü ne demem gerektiğini bilemiyordum. “Size nasıl güvenebilirim söylesenize. Ailem hakkında bir şeyler bildiğinizi söylüyorsunuz ama neden beni çağırdığınızdan bahsetmiyorsunuz.” Tekrar konuşmamla bu defa diğer adam söze girdi. “Siz sadece bize güvenin ve gelin eminim ki pişman olmayacaksınız. Şimdi seçim sizin bizimle geliyor musunuz, yoksa gelmiyor musunuz?” Önümde iki şık vardı; ya gidecektim, ya da gidecektim. O an aniden verdiğim kararla kafamı olumlu anlamda salladım. Zaten ruhum paramparçaydı bedenim paramparça olsa ne olurdu ki? “Peki gidelim.” İkisinin de yüzünde gülümseme belirirken ellerimi tekrar ceplerime koydum ve duruşumdan taviz vermeden bakmaya devam ettim. “Buyurun araba şurada.” Neyse en azından yürümeyecektik. Beni arabaya kadar yönlendirirlerken onlarla aramda tek bir diyalog geçmemişti bu süre zarfında. En sonunda siyah büyük bir arabaya ulaşmamızla bana arka kapıyı açarak öncelik verdiler. Arka koltuklardan birine kurulurken kafamı cama yasladım. “Umarım başına yine bela almazsın özge.” Araba harekete geçerken öndekilere doğru seslendim. “Umarım başıma bir iş gelmez de. Size güvendiğime pişman olmam.” Dedim kafamı onlara hiç çevirmedim. “Merak etmeyin Özge hanım başınıza hiç bir şey gelmeyecek.” Özge hanım? Demek bu kadar iyi tanıyorlardı beni. Güzel... Gözlerimi yumdum ve akıp giden yolun bitmesini bekledim. Aklımda ise annem ve babamın bana gülerek bakan yüzlerini düşüne düşüne. “Yavaş olun biraz size yetişemiyorum.” Kesinlikle umursamazlıkta çığır açmışlardı ve bu durumun en kötü özelliği ise etrafta bir sürü siyah giyinimli adamın olmasıydı. Uzun olan durdu ve bakışlarını bana çevirdi. “Geldik zaten bakın bahçede sizi bekliyor.” Bekliyor? Arabadan inmiş ve koskocaman bir evin bahçesine girmiştik. Ben daha bu evin güzelliğine alışamamışken alacaklı gibi arabadan iner inmez abi dedikleri adamın yanına ilerliyorduk. Bakışlarım tüm bahçeyi taradı ama bizi bekleyen her kimse onu fark edemedim şayet oda şu siyah giyinimli adamların arasına karışmamışsa. “Lütfen böyle gelin Özge hanım.” Hazır çamların arasından geçmemizi işaret ederken kafamı olumlu anlamda salladım ve yavaşça ilerlemeye devam ettim. Ellerini arkadan bağlamıştı. Sıkı ve gergin sırt kasları buradan bile belli oluyordu. Gergindi. Belki de endişeli tam anlayamamıştım. Ve o an arkası dönük olan adamın bize doğru dönmesiyle kahvenin en koyu tonu olan harelerindeki yangına şahit oldum. Bu adam tehlikeliydi... Gözleri acının en koyu tonuna sahipti; siyaha. Siyahın acımasızlığıyla kavrulmuştum belki çoktan ya kaçacaktım yada boyun eğecektim. *** Selam! Nasılsınız bakalım? Umarım iyisinizdir. Neyse lafı fazla uzatmadan eğer beğendiyseniz oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın. Allah'a emanet diğer ki bölümde görüşmek dileğiyle. |
0% |