@cehennem_zebanisi0
|
TANITIM: Hayat’ın bize kurduğu oyunlar fazla çetrefilliydi. Öyle ki bazı zamanlar hayat, pes etmeye yüz tutmuş ruhların sonlarıydı… Hayat yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizgideki git gellerden oluşuyordu. Hayatın bize oyunları çoktu. Neyin ne zaman olacağı bilinmiyordu. Zaman ise Araf kuyularına atılmış bir çiçek gibiydi. Bazen solmaya başlar; bazen ise yeniden açardı. Her yaranın bir sebebi; her derdin de bir devası vardır. Zaman ise kimine göre dert, kimine göre ise devaydı. Hayatın oyunları ve sonuçları. Zamanın saflığı… Kelimelerin bile yetersiz olduğu anlar vardır mesela. Alev alev yanan bedenlerin acı gerçeği. Sadece acı... Ruhlarındaki prangaların pas tutmuş zinciri bileklerine ağır geliyordu. Dört bir yanı alevlerle bezeli hayatlar, yok olmaya yüz tutmuş hayaller ve ardındaki gerçekler…. Sonucu ne olursa olsun yapılan hatalar. Geçmişe ayna tutmuş bedenler ve daha niceleri… Saf acı… Bir renk vardı ardında gerçekleri barındıran, ne siyahtı nede beyaz. Bir renk vardı asla hiçbir tonu belli olmayan. Siyahın acımasızlığını taşıyan, beyazın saflığına sahip olan, kırmızının ateşinde savrulan… Ve bir renk vardı acıyla harmanlanmış bir renk… ACININ RENGİ… Ruhlarındaki yangının rengi. Aynı zamanda onların esaretleriyle kavrulmuş hayatlarının rengi. Hiçbir renk daha önce ölüme böylesi davetiye çıkarmamıştı. Hiçbir renk daha önce böylesi acıya sahip olmamıştı. O ölümün, savaşın, yenilginin, Araf’ın rengiydi. Sadece acı getirirdi. Acıyı müjdelerdi. Saf acı… Acının rengi. *** Bulutların ev sahipliği yaptığı gökyüzü açıktı. Güneş hala tam tepede İstanbul ‘un sokaklarını aydınlatıyordu. İstanbul mayıs aylarında olmalarına rağmen kaç gündür yağmurluydu, yeni yeni güneş kendini göstermeye başlamıştı. İstanbul ‘un trafiği her zamanki gibi kendini belli ediyordu. Caddelerden geçen vızır vızır arabalar, motorlar, kamyonlar… ve daha niceleri. Saatler hemen hemen çalışanların paydos saatine denk geliyordu bununda etkisiyle yollar tıklım tıklımdı. O sıralarda ise tenha yollardan geçen siyah bir jeep vardı. Belki yarım, belki birkaç dakika sonra yapacağı esaretin kurbanı olacaktı. Genç adam İstanbul ’un serinliğinde aracıyla birlikte gideceği yere ilerliyordu. Elleri arabanın direksiyonunda sabırla gideceği yeri bekliyordu. Yapacağı esaret onun umurunda değildi. Umurunda olan tek şey istekleriydi ve bu yönünden sadece babasına benziyordu. Gerisi umurunda bile değildi. Yaklaştığını hissetti genç adam. O an dudaklarında belli belirsiz bir gülümseyiş belirdi. En baştan beri uyarılarını yapmıştı belki ilk defa yapacağı şey onu biraz da olsa tereddüt ettiriyordu ama tereddütleri umurunda bile değildi. Aklındaki tek düşünce ‘ben uyarımı yapmıştım.’ düşüncesiydi. Bu cümle aklındaki tüm tereddütlerin tek tek yıkılmasına sebebiyet vermişti. Hasta ruhu fazla umursamaz, aynı zamanda fazla yıkıcıydı. Saplantılı bir beyni vardı ve bu onun için beladan başka bir şey değildi. Sonuçta hayattı bu yeniden oyunlarını kurmuştu. Hem de çok acımasız bir oyun... belki ilk defa zaman bile çözüm olmayacaktı. Belki zaman her şeylerini alıp götürecekti onlardan. Hayat acımasız hayat… Siyah jeep büyük bir apartın önünde usulca dururken genç adam yavaşça aracından indi. Aklındaki kirli düşüncelerini uygulama zamanı gelmişti çoktan. Bakışlarını koskocaman apart tan çekip gökyüzüne çevirdi. İçindeki asi ruh kendini tekrar belli etmeye başlamıştı bile. Gözlerini derince yumdu ve bakışlarını tekrar aparta çevirdi. Adımları yavaş yavaş esaretine doğru yol alırken ellerini ceplerine koydu ve ilerlemeye başladı. Apartın kapısını usulca açtı ve ilerlemeye başladı. Kapıdan geçen yaşlı adama bakmadan direkmen asansör kabinine doğru ilerledi. Belki saniyeler belki dakikalar kalmıştı. Kendisi de hissediyordu. Ama bilmediği bir şey vardı ki olacaklar bunlarla sınırlı kalmayacaktı. Zorlanacak ve zorlayacaktı. Girdiği asansör kabininden 3 numarayı tuşlayarak gideceği yere kadar beklemeye başladı. Asansör ’ün aynasından kendi yüzünü inceledi ve ne kadar hayran olunası bir yüze sahip olduğunu fark etti. Yüzünde tekrar bir gülümseme oluştu ama bilmediği bir şey vardı ki; tip ten önce karakter ön plandaydı hep. Ama ne yazık ki kendisi karakterden bir haber yaşamayı seçmişti. Asansör yavaş yavaş dururken birkaç adımda asansörden indi ve bakışları yırtıcı bir kuş edasıyla kurbanlarının bulunduğu evin kapısını buldu. Yavaş yavaş adımlamaya başladı. Yüzündeki gülümseme sönerken hızla kapıyı çalmaya başladı. Kapı usulca açılırken. Hayat bir kez daha kazanmıştı ve belki de hep kazanmaya devam edecekti. Yasemin hanım ise evine gelecek olan kızlarını bekliyordu sevdiği adam, kocası ile birlikte. Kızları için önemli bir gündü çünkü. Onlar için gün içinde bolca yemekler hazırlamış ve gün içinde onların yüzündeki oluşacak gülümsemeyi hayal etmişti. Sonucunda ise kendi kendine mutlu olmuştu. Ama bu mutluluğu yarım kalacaktı ve belki de hiçbir zaman tamamlanamayacaktı. Hayat onlar için de bir oyun kurmuştu ve devası yoktu… zaman bile çare değildi olamayacaktı. Zaman’ın merhem olmadığı tek dert ölümdü. Sadece ölüm… Yasemin hanımın kapıda gördüğü genç adam sayesinde dudaklarındaki gülümseme usul usul yok olmaya başladı. Ellerini kuruladığı havlu aniden elinden yere düşerken kaşlarını yavaş yavaş çatmaya başlamıştı. Karşısındaki genç adam ise oldukça kendinden emin bir şekilde durmuş karşısındaki kadının telaştan titreyen ellerine ve korkunun kol gezdiği gözlerine bakarak emin duruşundan hiçbir taviz vermeden omuzlarını iyice dikleştirdi. “Size verdiğim sürenin sonuna geldiniz yasemin hanım.” Hiç tereddüt bile etmeden kurduğu cümleye karşın kadın gözlerini sertçe yumdu ve ellerini yumruk yapmaya başladı. Dudaklarının üzerinden bir kez dilini gezdirdi ve yavaşça yutkundu. “Git.” Kadının zorlanarak kurduğu cümle genç adamın tekrar gülümsemesine sebebiyet verirken. “Yasemin.” O sırada içeride tekerlekli sandalyesinde oturarak gazete okuyan eşinin sesini duymasıyla hızla gözlerini açtı. “Sana git dedim anlamıyor musun? Eğer şimdi buraya eşim gelir ve seni görürse çok kötü olur. Git lütfen git ve sonsuza kadar da gelme.” Kadın’ın kurduğu cümleyle kaşlarını çattı genç adam. “Sonsuza kadar gideyim öylemi?” Bir kez cıkladı ve kadına doğru birkaç adım attı. Karşısındaki kadın korkuyla birkaç adım geri giderken. Genç adam kapının pervazına yaslandı. “Onu almadan asla bir yere gitmem ve o senin yürümeyi bile beceremeyen kocandan korkmuyorum anlıyor musun?” Dedi ve kadına doğru birkaç adım daha ilerledi. “Şimdi sana son bir soru hakkı: ya bana benim olanı verirsin ya da sonuçlarına katlanırsın. Seçim senin.” Genç adamın tekrar konuşmasıyla. Kadın kafasını olumsuz anlamda salladı. “Asla onu sana vermem. O benim canım, kanım onu nasıl ateşe atayım söylesene?” Kadının gözleri dolmuştu artık. Tüm bu olanlar onun için fazlaydı. Bu gözü dönmüş adam ondan imkansızı istiyordu ama olmazdı. Kızını bile isteye ateşe atmazdı, atamazdı… Genç adam derin bir nefes aldı ve gözünü bile kırpmadan kadının gözleri önünde cebindeki bıçağı çıkardı. Karşısındaki kadın aniden gördükleriyle gözleri irice açıldı. Gördüğü bıçak onu şoke ederken birkaç adım daha geri gitmeye başladı. Vücudunun her bir bölümünde korku kol gezerken gözünden bir damla yaş aktı. “Peki seçim senin.” Diye konuştu genç adam. Kadın anlamış gibi hızla bağırmaya başladı. “Yardım edi- “kadın daha sözlerini bitiremeden karşısındaki adam bıçağı hızla kadının karnına geçirdi. Kadının elleri bıçağın girdiği yere giderken katil ruhlu adam bıçağı çıkardı ve bir kez daha bıçağı aynı yere sapladı. “Yardım edin lütfen.” Kadın kısık sesiyle tekrar konuştu ama nafile. Sesini karşısındaki adam bile güçlükle duymuştu. İşte acının ilk rengi onlar için belli olmuştu. Hayat onlara öyle bir oyun oynamıştı ki ne onlar karşı gelebildiler olanlara nede zaman… Acının rengi ne siyahtı ne de beyaz o an acının rengi kırmızıya bürünmüştü. Belki de acının rengi kırmızıdır. Kan kırmızı… Genç adam derin bir iç çekti ve bıçağı çıkardı. Önceden giydiği siyah eldivenleri kırmızıya bürünmüştü çoktan. Kan kırmızısına… karşısındaki kadın gözyaşlarıyla birlikte yere yığılırken genç adam tereddüt dahi etmeden kadının yanına çöktü ve kulaklarına fısıldamayı da ihmal etmedi. “Ya kırmızı ya da beyaz. Ama siz kırmızıyı seçtiniz.” Kadın gözlerini son kez güçlükle araladı ve ağzını dahi açamadan geri kapattı. Sonsuzluğa doğru yol almıştı ruhu… geriye sadece can çekişsen bedeni ve bedenler kalmıştı. Genç adam bu görüntüye karşın tekrar güldü. Psikopat ruhlu adam mahvetmişti her şeyi, herkesi. Arkasından koskocaman bir enkaz bıraktığını bile bile… Bıçağı tekrar kaldırdı ve boynunu bir çizik attı. Bu onların sembolüydü. Usulca yerinden kalktı ve içeriye doğru ilerledi. Arkasından kapıyı da kapatmayı ihmal etmeden. Elindeki bıçağa tiksintiyle baktı ve ellerini arkasından bağladı böylece bıçağı da görmemiş olacaktı. “Yasemin nerde kaldın, hem o gelen kimdi, bizimkiler mi yoksa?” Yasemin hanımın eşinin hem heyecanlı hem de endişeli gelen sesine karşın genç adam gülümsedi ve hafifçe mırıldanmaya başladı. “Bekle beni senide karının yanına göndermeye geliyorum.” Genç adam koridordan geçip oturma odasına varınca köşede tekerlekli sandalyesinde her şeyden bir haber oturan orta yaşlı adamı görünce gülümsedi. Serdar bey ise her şeyden bir haber içeride oturmuş heyecanla kızlarının gelmesini bekliyordu. Serdar bey gelen ayak sesleriyle hızla bakışlarını sesin kaynağına çevirmişti. Gördüğü kişiyle kaşları hızla çatılırken gözlerindeki keskin bakışlarıyla karşısındaki adama bakmaya başladı. Gözlerinde gram korku yoktu. Sadece hasta bedeni ona yüktü yürüyemiyordu ve bundan sonra da bir daha yürüyemeyecekti. “Neden geldin lan şerefsiz herif. Sana demedim mi kızımı asla sana vermem diye?” Serdar beyin konuşmasıyla genç adam kaşlarını hızla çattı. “Göreceğiz bakalım birazdan da bana hala şerefsiz diyebilecek misiniz.” Dedi ve hiç tereddüt dahi etmeden arkasındaki kanlı bıçağı çıkardı. Serdar beyin gözleri irileşirken. İşte o an gözlerinde korkunun geçtiğine şahit oldu genç adam ve bu onun içten içe sevinmesine vesile oldu. “Karının yanına gitmeye hazır mısın? Serdar bey.” Adamın gözlerindeki korku kendisi için değildi. Hatta kendisine ne olacağı umurunda bile değildi. Onun tek düşündüğü ailesiydi… Karısıydı. “Yasemine ne yaptın lan, zarar verdin mi ona, ne yaptın söylesene?” Genç adam ruhsuzca gülümsedi. “Sakin ol seni ona götüreceğim dedim ya.” Genç adamın konuşmasıyla yutkundu adam. Korkuyordu… hem de çok karısına bir şey yapmıştı ama şimdi kalkıp engel olamıyordu. Yarımdı ayakları tutmuyordu. Lanet okudu içinden. Genç adam birkaç adım daha yaklaştı ve tam önünde dikilmeye başladı. “Seni varya mahvedeceğim ne yaptın yaseminime, karım nerede benim.” Ve belki bir umut sesimi duyar diye seslendi adam. “Yasemin.” Halbuki bilmiyordu bu onun karısına son seslenişiydi. “Boşuna bağırma o çoktan tahtalı köyü boyladı. Hem sen bu yarım halinle bana ne yapabilirsin ki?” Diye sordu adam. “Şerefsiz herif.” Konuşur konuşmaz karın boşluğunda bir ağrı hissetti. Bıçağın soğuk yüzü şimdi içindeydi. Gözleri doldu adamın elinden bir şeyler gelmesi gerekti ama gelmiyordu. Ağzından bir inleme çıktı ama kimse sesini duymadı. Bıçağı aynı yasemine yaptığı gibi bir kez daha karın boşluğuna bastırdı ve çıkardı. “Cehennemde görüşürüz.” Dedi ve aynı yaseminin kulaklarına fısıldadığı gibi serdar beyin de kulağına fısıldadı. ” Ya kırmızı. Ya da beyaz ama siz kırmızıyı seçtiniz.” Sözleri bıçak gibiydi bir kez daha yaktı adamı. Ve acının rengi bir kez daha kırmızıya boyandı. Kimse farkında değildi ama bu özgürlüğe kavuşan ruhların esaretiydi. Arkalarından ise kırmızıyı bıraktılar… Bu esaret ölüm gibiydi. Ölürken bile ölümü arzulamaktı ve hayat bir kez daha oyunlarını kurmuş ve yine kazanmıştı. Bu defa kendi belirlediği kurallarla. Bu hikâye acıyı iliklerine kadar hissedenlerin hikayesi, bu hikâye ölü bedenlerin arkalarında bıraktığı lanetinin hikayesi, bu hikâye acının renginin kırmızıya boyanmasının hikayesi… Koskoca şehir iki cinayete daha şahit olmuştu. Belki de daha nicelerine şahit olacaktı. Kimse bilmiyordu ama zamanın bile deva olamadığı bir renk vardı kırmızı. Acının rengi. O anlarda evlerine gelmek için taksiye binmiş iki kız vardı. Heyecanlıydılar yüzlerindeki Zaferli gülümsemeyle eve varmayı bekliyorlardı. “Anneme sormayı unuttum ne kadar ekmek almamız gerektiğini.” Diye sordu büyük olan. Küçüğü ise kafasını ılımla salladı. “Soralım abla.” Diye sordu. Ablası gülümseyerek telefonunu çıkardı ve telefondan annesinin numarasını tuşlayarak aramaya başladı. Birkaç defa çaldıktan sonra sekreterden karşı tarafın meşgul olduğuna dair bir anons gelmesiyle telefonu kapatarak kardeşine döndü. “Açmadı neyse eve gidelim annem ne kadar almamız gerektiğini söylerse artık gidip alırsın.” Kardeşi anlayışla kafasını salladı ve boynundaki madalyayı gösterdi. “Sence annemler mutlu olurlar mı? gerçi kazanacağımızdan emindiler ama.” Diyen kıza karşın ablası kafasını salladı ve önüne düşen saçlarını arkaya doğru itti. “Senin kazanacağından en baştan beri emindiler.” Dedi ve gülümseyerek önüne döndü. Kardeşine kesinlikle kıyamıyordu. Gün içinde etrafta soğuk nevale gibi gezen kız kardeşinin yanında gülümsemesinden taviz vermiyordu asla. Halbuki derslerine çalışması gerekiyordu ama kardeşinin son anda çıkan voleybol turnuvasıyla onun yanına gitmek zorunda kalmıştı. İyi ki de gitmişti kardeşine tüm maç boyunca moral vermiş ve kardeşinin kazanmasına da katkı sağlamıştı. Onlar tüm yolculuk boyunca akıp giden yolu izlediler. Bu akşam her şeyin değişeceğinden bir haber… Sonunda taksi evlerinin hemen önünde dururken iki genç kızda gördükleriyle şoka girecek derecedeydi. Çünkü oturdukları apartın önünde kalabalığında mevcut olduğu polisler, ambulanslar vardı. İki genç kız taksiden iner inmez koşar adım kalabalığa ulaştılar. Polis şeridini atlayarak hızla içinden geçtiler. Çünkü içlerinde yeşeren endişe onları çoktan etkisi altına almıştı bile. Tam birkaç adım atmışlardı ki önlerini kesen polis memuruyla durmak zorunda kaldılar. “Olay yerine girmek yasak.” Diye konuşan polis memuruyla büyük olan kafasını olumsuz anlamda salladı. “Bir şey olmuş burada ve ailem burada yaşıyor onların iyi olup olmadığından emin olmam gerek.” O kadar çok korkmuştu ki genç kız ailesinin başına gelebilecek en ufak şeyde ne yapardı bilmiyordu. Araf kuyusuna atılan tek şey zaman değildi aslında. Onların çürümeye yüz tutmuş ruhları da birazdan Araf kuyularına sürgün edilecekti. “Cinayet mi işlendi burada.” Diye sordu aynı zamanda kardeşinin stresten terlemiş olan ellerini de hissediyordu avucunda. “Evet hanımefendi burada bir cinayet işlendi. Lütfen kenara çekilin ki bizde işimizin başına dönelim.” İki kız birbirine döndü aniden. Eğer anne ve babası buradaysa ve hala iyiyse neden hala onların yanına gelmemişlerdi ki. İçlerindeki endişe büyüdü büyüdü ve içlerinde zelzelelere sebep oldu. Genç kız duyduklarıyla iyice kendinden geçerken. Dudaklarından sadece. “Onlar benim annem ve babam.” Demesiyle tüm beyni işlevini yitirdi ve aniden gelen göz kararmasıyla kendini yerde buldu. Gerisi ise kendini karanlığa teslim etmekti. Bir kez daha ortaya çıktı acının rengi, ama bu defa hangi renkti; bilinmezlikti. Ne siyah ne kırmızı ne de beyaz. Acının rengi saf griydi Araf’ın rengi, kaybetmişliğin, hüznün rengi. Ölüm daha önce hiç bu kadar acımasız olmamıştı. Ortada yanan bedenler, Yakılan ruhlar vardı. Hayatın azizliğine uğramışlardı kimse farkında değildi. Ödemeleri gereken bir bedel vardı. CAN ÇEKİŞEN BEDENLER VARDI, *** Selam yeni hikayemin tanıtım bölümümü sevdiysen oylamayı ve yorum yapmayı unutma. Allah'a emanet diğer ki bölümde görüşmek üzere. |
0% |