@ciyakam12
|
Merhaba ilk bölüme başladığınız tarihi yorumlara bırakın❤️ Lütfen oy vermeyi unutmayınız.❤️
İtalya’nın sabah ışıkları, Roma’nın dar sokaklarına altın bir parlaklık yayarken, siyah bir Range Rover tarihi sokaklarda ilerliyordu. Aracın plakası, Türk sembolleri olan hilal ve yıldızı taşıyan 34 AT’yi sergiliyordu, bu da şehirdeki nadir Türk izlerinden biriydi. Arabanın içinde oturan kadın, kara kaşları ve gözleriyle beyaz teninde keskin bir kontrast yaratıyor, siyah saçları ise omuzlarına dökülüyordu. Kadın, yüzündeki sakin görünüşe rağmen, gözlerinde fırtınalar kopuyor, yola odaklanmış gibi dursa da aslında içindeki karmaşayı ele veriyordu. Bir köşeyi dönerken, karşısına çıkan tarih kokan bir kafe; dışındaki masalar, sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanırken, sanki geçmişin gölgeleri hâlâ orada oturuyor, sessizce şehri izliyor gibiydi. Oraya, göz ucuyla baktı ve aracını park alanına doğru sürdü. Aracı durduğunda, bir anlık gözlerini kapattı, derince bir nefes çekti içine; bu nefes, onu bekleyen zorlu tempolu bir günün gölgesinde, bir huzur arayışıydı. Hazır olmalıydı. Gözlerini açtığında kemerini çözdü, kapıyı açmak üzereyken, telefonunun çaldığını duyunca hemen çantasına uzanıp onu aldı. Bluetooth kulaklığını da takıp aramayı cevapladı. "Efendim, İnci?" diye sordu. "Abla, İtalya'daki günün nasıl geçiyor? Romanın havasını içine çektin mi?" Kadın gözlerini devirdi. “Yıllardır çekiyorum zaten, bana pek de yabancı değil inci, biliyorsun. Kurt gibi de açım. Karnımı doyurursam gün daha aydınlık olacak, ah gökçen sultanın yaprak sarması olsa parmaklarına kadar yerdim şimdi. “dedi, o hatırladığı tat ağzında belirince yutkundu. "Orada çok güzel kafeler, restoranlar var. Sen yaprak sarma diyorsun abla ya. Ben yerinde olsaydım, hepsini gezer, bütün tatları tadardım. Fotoğraf bile paylaşırdım valla. “dedi. Kardeşinin bu gençliğine yorduğu enerjisi onu gülümsetmişti; henüz hayatın ciddiyetini anlayamayacak kadar deli dolu olduğunu düşünüyordu. İnci, ablasından da bunu bekliyordu, ama beklediği gibi olmayacağını da biliyordu; ağır başlı ve gururlu bir kadındı. “Bu tür şeylerle pek ilgilenmiyorum, biliyorsun, zaten pek de vaktim yok." dedi. "Abla, gerçekten, şu hayattan biraz zevk alsan diyorum, biraz nefes al. İnsan olduğunu hatırla, sen tam zamanlı çalışan makine değilsin abla”. Dedi. Bu haklı bir isyandı, yıllarca kendini şirkete adamış, özel müşterileri içinse gemilerde bile yolculuklar yapıyor, sanki hiç yorulmuyordu. "İnci, gemiden daha yeni indim ve yorgunum. Biraz dinlenmem lazım, beklide şarj olmam lazımdır.” Diyerek kardeşinin şakasına karşılık veriyordu. “Ay abla. Tamam, ben kapatıyorum içim karardı resmen. Sana bol mesailer abla seversin sen. "dedi. İçini ısıtan sesi ve tavrı üzerindeki stresi bir nebze kenara itmişti, yüzünü gülümsetmişti. “Tamam canım. Selam söyle bizimkilere, görüşürüz. ”dedi.
Konuşmanın ardından, telefonunu kapatıp kulaklığını çıkarıp, Araçtan indi, kafeye ilerledi. Kapısından içeri girerken, umutsuzca rahatlamayı ve biraz huzur bulmayı umarak kendine bir masa seçti. Siparişini verdikten sonra, garson uzaklaştığında, kadın evrak çantasını yanına çekti, çantanın fermuarını açtı, içindeki dosyaları çıkardı. Her bir dosyayı düzenleyerek masanın üzerine yerleştirdi. Yorgunluğu, başını ağırlaştırıyor olsa da, çevresindeki tarihi güzelliklere kısa ve anlık göz gezdirerek rahatlamaya çalışıyordu. Dikkatini toplamak ve işlerini düzenlemek için kendine zaman ayırıyordu; bu, onun zihin huzuru için bir ihtiyaçtı. Siparişleri geldiğinde, işini bir süreliğine kenara bıraktı. Masasında yer alan sıcak kruvasanın kokusunu içine çekti. Ancak bu kısa molanın ardından, düşünceleri tekrar işine dönmek zorundaydı. Türkmenlere ait taşımacılık şirketinin ailenin en büyük çocuğu olarak, sürekli olarak babasının omuzlarındaki yükü hafifletmek için çalışıyordu. Şirketin tüm operasyonlarının sorumluluğu, onun omuzlarına bindiği için , günlerini, aylarını ve senelerini iş ile iç içe geçiriyordu. Babasının iş yükünü paylaşmak ve şirketi başarılı bir şekilde yönetmek için elinden geleni yapıyordu. Her zaman mükemmel sonuçlar elde etmeyi hedefliyordu; bu, hem kendi hayalleri hem de ailesinin mirasıydı.
Geçirdiği zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı; bir nebze olsun uzaklaşmış, düşüncelerini toparlamıştı, ancak artık limana dönmesi gerekiyordu. Masasını ve çantasını toparladı ve masadan kalkıp hesabını ödedi.Garsonlara gülümseyerek kafeden dışarı çıkarken, dışarıdaki hava, güneşin sıcak ışıklarıyla içini ısıttı; Roma'nın tarihi güzelliği, günün ilerleyen saatlerinde bile büyüleyiciliğini koruyordu. Park yerine doğru ilerledi ve aracına yaklaştı ve kilidi açıp içeri geçti, motoru çalıştırarak park yerinden çıkmak üzereydi, ancak aynadan arkasında aniden bir aracın durduğunu fark etti. Aracın arka tarafı yüzünden park yerinden çıkamaz hale gelmişti, bu da onu öfkeli bir hale sürüklüyordu.
Asya, kaşlarını çatarak "Ne yapıyor bu?" dedi. Hemen kornaya uzun uzun bastı, ama araç hala hareket etmiyordu. "Hiç işim yokmuş gibi, gel de bununla uğraş," diye söylendi kendi kendine. Emniyet kemerini çıkardı, kapıyı açtı ve araçtan indi.O Araca,yaklaştığında, camdaki filmlerden İçeride birinin olup olmadığını göremedi; bu, onu daha da küplere bindiriyordu. Ön tarafa geçtiğinde, aracın boş olduğunu gördü. "Park etmeyi bilmiyorsun, neden araç kullanıyorsun!" diye söylenerek, kolundaki saate baktı; zaman onun için daralıyordu. "Sana iyi bir ders vermek lazım," dedi sinirli bir şekilde aracına döndü.
O sırada kafeden, elinde kahvesiyle yavaş adımlarla aracına doğru yürüyen, uzun boylu ve geniş omuzlarıyla, kara kaş ve kara gözleriyle dikkat çeken adamın sert ifadesi, vakur bir duruşla birleşiyor, çevresine doğal otoriteyi yansıtıyordu. Hafif dalgalı siyah saçları, buğday tenine bir çekicilik katıyor, sade ama şık takımı, onun hayatındaki disiplin ve özene işaret ediyordu.
Kulaklığında bir konuşma yapıyordu, "Birazdan geçeceğim. Detayları ben sana mail atarım," dedi. Yürürken, ciddiyetle devam ediyordu. Aracının kapısına vardığında, "Anlaşma sağlarsak, bize getirisi çok geniş olacak. Üzerinde çok çalıştım," diyerek kapıyı açtı içeri geçip yerleşirken, cama inen darbeyle başını sağa çevirdi, cam kırıklarından korunmak için kolunu önünde siper etti. Camın önünde görünen levyeye gördüğünde “Lan!” diye çıkıştı bağırarak, telefondaki kişi "Kemal ne oluyor?" Dedi ama onu duymamıştı bile, öfke damarlarına akın ederken, araçtan indi ve hemen üzerinden o yöne baktı. Gözleri, keskin bir kılıç misali hedefini ararken bakışlarındaki öfke fırtınasının izini solduran bir şey olmuştu; siyah saçları, esen rüzgarla bir perde gibi yüzüne dökülen kadın, kara gözleri ile hiç beklemediği bir meydan okumayla ona kilitlenmişti; tüm gardlarını yerle bir etmiş, öfkesini boğazına dizmiş “ağır ol” der gibiydi.Siyah saçları, kara gözleri onu öylesine hazırlıksız yakalamıştı ki, daha önce kalbinde böyle bir ateşin varlığını bile hatırlamıyordu. Bir bakış, nasıl olur da yıllardır kurulmuş taştan bozma kaleyi yıkabilirdi ki?
Gözlerini bir saniye bile kırpmadan ona bakıyordu, kalbindeki ateş onun gözlerindeki fırtınada körükleniyordu. Onun öfkesi gözlerinden dışarı taşar gibiydi; ama Kemalin tek gördüğü ceylan gözlerinin güzelliğiydi.. Nihayet kendini toparlamayı başararak "Cosa stai facendo?" (Ne yapıyorsun?)
Asya, "Non sai parcheggiare, quindi sto perdendo tempo," (Aracını park etmeyi bilmiyorsun, bu yüzden ben de zaman kaybediyorum) dedi.
Kemal, elindeki levyeye ve ardından güzel yüzüne baktı; bu nasıl asi bir güzellikti böyle. "La tua soluzione è rompere il mio finestrino?" (Çözümün camımı indirmek mi?) dedi. İçten içe, ona hayran ve içi resmen ona akıyordu. Asya, elindeki levyeyi daha sıkı sararak, "Sto facendo tardi. Se vuoi una soluzione, sposta la tua macchina," (Geç kalıyorum. Çözüm istiyorsanız aracınızı çekin) diye yanıtladı. Kendine güvenen tavrıyla ona göz dağı vermek istiyordu; nerden bilebilirdi; bu karşısında ki adamı korkutmuyordu, daha fazlasını yapıyordu, kalbini hırçın vuruşları sürüklüyordu. Tam o sırada, Kemal’in telefonu çaldı. Hızla ceketin cebinden çıkardı, sesini kıstı ve tekrar ona döndü; şuan başka bir şey düşünemiyordu zaten. "Coincidenza, anch'io ho fretta e ora devo occuparmi di sostituire un finestrino," (Tesadüf, benim de acelem var ve şimdi bir de cam taktırmak zorundayım) dedi. Asya derin bir nefes alarak onun umarsızlığına karşı kendine hâkim olmaya çalışıyordu. "Prima impari a parcheggiare, poi puoi ricercare le zone industriali nel tuo paese." (Önce park etmeyi öğren, daha sonra ülkendeki sanayi bölgelerini araştırırsın.) dedi. Asilik bir kadına nasıl böyle yakışabilirdi ki? Kemal hayretle kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Bu Asyayı daha da kışkırtmıştı nasıl böyle pervasız olabilirdi. "Non ho più pazienza. O sposti la tua macchina, o io lo farò. La scelta è tua." (Sabrım kalmıyor. Ya arabanızı çekin ya da ben çekmesini bilirim. Tercih sizin.) Tehdit miydi bu? Kemali korkutmak yerine daha da gülümseten bir tatlı tehdit."Va bene, va bene. Farò come dici." (Tamam, tamam. Dediğin gibi yapacağım.”dedi gülümseyerek ona baktı ve arabasına doğru döndü. Neden gülerdi bir insan böyle bir durumda? Camını indirmesi hoşuna mı gitmişti? Yoksa hepsini indirmeli miydi? Asya, öfkeyi sindirmeye çalışarak arabasına yürüdü, direksiyon başına geçerken Kemal de kendi aracına yerleşmişti. İkisi de motorlarını çalıştırdı. Kemal kendi kendine direksiyon başında gülüyor, hala bu anlara hayret ediyordu; nereden çıkagelmişti? İçini körükleyecek kadar ne vardı bu kadında? Ona yol vererek aracını ileri sürdü. Asya, park yerinden çıkıp yönünü döndürdüğü sırada, Kemal çalan telefonunu eline aldı ama, dikkati hızla, yanında duran araçla dağıldı. Asya, cama doğru eğildi gözlerinde gururlu bir gölge vardı."Coincidenza o no, assicurati di non incrociare mai più la tua strada con una ragazza TURCA," (Tesadüf ya da değil, bir daha bir TÜRK kızının yolunu kesmediğinden emin ol) dedi. Kemal, dikkatle onu dinlerken kocaman bir gülümse yüzüne yayılmış, kalbinde çarpan şimşekler artıyordu. Asya’nın direksiyondaki sol bileğinin iç tarafındaki dövmeye gözü ilişti: "𐱅𐰇𐰼𐰜." Gözlerini kara ceylan gözlerine kaldırdığında cevap bile verme fırsatı kalmamıştı ,Asya aracını hareket ettirdi. Kemal, aracın ardından bakarken plakasındaki ay ve yıldızı görünce burnundan hızlı bir nefes verdi; hayır bu tesadüf değildi, kalbi ona peşinden gitmesini söylüyordu. Telefonu sağ koltuğa fırlattı, el frenini indirip peşine takıldığında, içindeki ateş rüzgara karşı yanıyor gibiydi. Asya’nın aracı hızla hareket ediyordu. Kemal, onu gözden kaçırmamak için tüm dikkatini, hatta her şeyini yola veriyordu. İtalya’nın tarihi sokaklarında , iki araç arasında sessiz bir kovalamaca devam ediyordu. Dar ve kıvrımlı yollar, Kemal’in gözünde bir labirent gibiydi, ama bu onu durduramazdı. Bir süre sonra, Asya liman yoluna saptığında ticaret limanının kapısına ilerledi. Kemal ise ani bir frenle aracını durdurdu, ama gözleri onu seyretmeye devam ediyordu. Güvenlik kontrollerinden geçen aracı izlerken, kim olduğunu ve bu limanla nasıl bir bağı olduğunu öyle merak ediyordu ki, kalbi hırçınca çarpmaya devam ediyordu. Asya’nın aracı gözden kaybolurken, derin bir nefes aldı ve kendi kendine fısıldadı, "Kimsin sen, Türk kızı?" Onu peşinden sürükleyen, kalbine böyle bir ateşi, saklı sandıklardan çıkaran bu kadın kimdi? Aracını tekrar hareket ettirerek, hızla U dönüşü yaparak şehre geri dönerken, bu tesadüflerin ardında sıradan bir şeylerin olmadığını hissediyordu.
Telefonu tekrar çaldığında ceketinin iç cebinden çıkardı, araç telefonluğuna yerleştirip açtı ve hoparlöre verdi.
"Alo. Oğlum niye açmıyorsun, ikidir arıyorum. Kaza mı yaptın, ne oldu?" Dedi, Tuncay.
"Yok bir şey Tuncay. Ufak bir kaza," dedi,
"Ne kazası Kemal? İyi misin?" diye sordu.
Kemal “Hemen ortalığı velveleye verip de, babamı üzerime salma sakın, yok bir şey diyorum. Toplantıya yetişmem lazım Tuncay.” dedi.
"Tamam, ama bak bu konuyu konuşacağız daha sonra. Dikkatli ol." dedi Tuncay ve telefonu kapattı.
Telefonunu kapattıktan sonra yeniden yola odaklanmaya çalışıyordu, ancak ceylan gözlerin büyüsü hala benliğinde geziniyordu. Bu böyle bir an olarak kalmamalıydı, bir şey yapmalıydı. Telefonuna uzandı ve kişinin adını telefon rehberinden seçti ve ekranında "Hayri Aranıyor" ibaresi belirdi.
"Efendim abi," dedi Hayri.
Kemal, "Hayri, sana bir plaka atacağım, sorgusu lazım," dedi. Sesindeki emir tonu, Hayri'nin bu isteği ciddiye almasına yetmişti. Hayri, "Sorun mu var, Hayırdır abi?" diye sordu.
Kemal, " Sen söylediğimi yap Hayri, soru sorma." Dedi.
"Tamamdır abi, ama biraz süre alabilir." dedi Hayri. Sesindeki güvensizlik Kemal'i huzursuz etmişti, baskın şekilde yanıtladı: "Hallet! Hayri, hallet."
Telefonu kapatıp, mesajı hızla yazıp yolladı. Bir saatlik yol boyunca, her kilometrede, her virajda, zihnini meşguldü; cesareti ve gözlerindeki ateş, aklından çıkmıyordu. Sonunda İtalyan holdingin kapısından içeri sürdü. Şirketin önündeki geniş otoparka doğru ilerledi ve aracını park etti. Motoru durdurduktan sonra, bir an aklını toparlamak için gözlerini kapatıp açtığında, aracından indi. Adımlarını hızlandırarak holdinge girdi. Kapıdan geçerken, geniş ve modern lobide etrafına baktı; yüksek tavanlar, minimalist tasarım, ışıklar altında parlayan zemin, her şey profesyonelliği yansıtıyordu. Asansörlere doğru yöneldi ve butona basarak beklemeye başladı ve kapı açılınca girip, kat düğmesine bastı. Asansör durduğunda çıkıp, toplantı için, lobide onu bekleyen birkaç şirket temsilcisiyle karşılaştı. İçlerinden biri, ona doğru yaklaştı. "Merhaba Kemal Bey, hoş geldiniz. Toplantı için hazırız," dedi Marco, elini uzatarak. Kemal, elini sıktı ardından, birlikte koridor boyunca yürüdüler. İş dünyasının kalbinin attığı bu yerde, her şey düzenli ve profesyoneldi. "Umarım yolculuğunuz iyi geçmiştir," dedi Marco, küçük bir gülümsemeyle. "Öyle oldu evet," dedi, aslında yolculuk değildi iyi olan, aklında defalarca yeniden oynanan o andı.
Toplantı odasının kapısına geldiklerinde , hazırlıklarını tamamlayan diğer katılımcılarla selamlaştılar. Geçen birkaç saat boyunca iş dünyasının dinamikleri ve projelerin detayları üzerinde yoğun bir şekilde konuşmuşlardı.
Sunum sonrası lobide birkaç katılımcılarla kısa bir sohbet ediyordu Kemal, ama sabırsızca, telefonunu çıkarıp mesajları defalarca kontrol ediyordu; beklediği mesaj hâlâ gelmemişti. Toplantının ardından Marco, toplantının başarılı geçtiğini belirten bir ifadeyle Kemal’e yaklaştı. "Kemal Bey, sunumunuz oldukça iyi ve güvenilir. Birkaç görüşmemiz daha olacak. Değerlendirip sonucu size bildireceğiz," dedi Kemal, onaylayarak başını sallayıp "Teşekkür ederim, Marco. Bu proje bizim için oldukça önemli. Geri dönüşünüzü sabırsızlıkla bekleyeceğim," dedi, vedalaşarak toplantı odasından ayrıldı. Dışarı çıktığında, akşam güneşinin son ışıkları şehrin üzerinde yumuşak bir parıltı bırakıyordu. Şehir, günün yorgunluğundan sonra rahat bir nefes almış gibiydi. Arabasına yürüdü ve içine geçti. Arabanın içindeki sessizliği bozan o müziği açtı; Koray Avcı’nın "Deniz Üstü Köpürür" şarkısı, araçta yankılanmaya başladığında, tamda yerini bulmuştu. Gözlerini yumdu başını geriye yasladı ve derin bir nefes çekti içine; içindeki yangına su serpmek ister gibiydi. Ardından arabayı hareket ettirdiğinde telefonu titredi, gelen mesajı bir hışımla açtı; uçak biletinin onayı, tüm hayallerini yıkmıştı. Çenesini avcuna aldı, hayır onu son bir kez daha görmeden gidemezdi. Gece olan uçağına hâlâ epeyce zaman vardı ve bu boşlukta gölgeleri arasında kaybolmak istiyordu. Şehir ışıkları altında ilerlerken, sokaklar onu ilk karşılaştıkları yere geri sürüklüyordu. bürünmüştü. Sokağa vardığında, park yerindeki boşluğa aracını yanaştırdı ve hemen etrafa bakındı. Bir kez daha karşılaşmak için şansa ihtiyacı vardı; belki bu sefer direkt ona “Kimsin sen?” diye sorardı. Gözleri, geceyi aydınlatan sokaklarda o kadını tekrar görmek için tutuşuyordu, ilk karşılaştığı yere doğru adım attı; “Tesadüf ya da değil, bir daha bir TÜRK kızının yolunu kesmediğinden emin ol” sözleri zihninde yankılanırken, emin olduğu tek şey, yolunu tekrar kesmeyi deli gibi istediğiydi.
Her geçen dakika yorgun bir şekilde ilerleyip, geri dönerek volta atıyor, hayal kırıklığı içinde, karanlık sokağa bakıyordu. Umudu, gece ilerledikçe giderek soluyordu. Yavaşça toparlanarak, uçağına yetişmek için ağır ağır aracına yürüdü. Arabasının kapısını açıp içeri girdi, motoru çalıştırdı ve yola çıktı. Şehirden ayrılırken, artık Türkiye’ye döndüğünde ona dair her şeyin bir an olarak kalacağının ağırlığı kalbinde bir keder yaratıyordu. 20 dakika sonra havaalanına vardığında, arabayı park edip terminale yöneldi. Güvenlik kontrollerinden geçti.
Son kapıdan geçerken, durdu ve geriye doğru bir kez daha göz attı. Kalabalığın arasında, içindeki umudu ve hayal kırıklığını yansıtan son bir bakış attı. Gözleri, aradığı yüzü bulamamış olmanın verdiği hüzünle doluydu; ama yine de umudunu kaybetmemeye çalışıyordu. Uçağa yerleştiğinde, piste doğru ilerlemeye başladığında, koltuklarına yerleşmiş olan diğer yolcuların sohbetleri, uçağın içindeki sessizliği bozuyordu ama, o kafasında kalan sorularla boğuşuyordu; Kader güler miydi? Yoksa, yaşadığı bu kısa anı tozlu raflarına mı taşırdı?
Sağ bileğinin içine dikkatle baktı. Üzerinde ince işlenmiş bir sembol vardı: 𐱅𐰇𐰼𐰜. İşte bu, Türk kızını özel kılan şeydi; ikisinde de aynı iz vardı. Peki, bu iz, onların kalplerinde de yer alabilecek miydi? |
0% |