Yeni Üyelik
3.
Bölüm

1. Bölüm: ACI KAYIP

@culpaamia

Giden gitmiştir zaten.

Kesemem, kesemem yolunu.

Hani satın alınan sevgiye alıştırılmış,

Bir çocuğun her oyuncağa çabucak doyumu.

 

Bu noktada hafifçe boğazımı temizleyerek daha kalın, daha yüksek çıkarmaya çalıştım sesimi.

Bende yoluma giderim. Ezdirmem kendimi. diye başlamıştım ki ince ince cızırdayan sesimle anında sustum. Tuhaf bir şekilde bu noktada takılıyordum hep ama olmak zorundaydı. Durmak yoktu. Yanan boğazıma rağmen tekrar denedim.

Bende yoluma giderim.

Ezdirmem kendimi,

Ama gezdirmem de gönlümü.

Gider acımı çekerim.

Yok. Olmuyordu. Beceremiyordum bu şarkıyı. Aynadaki aksime ters bir bakış atarak ofladım. Daha fazla zorlamasan mı acaba Karaca? Boğazın yırtılacak yakında şarkı söylemekten. Bu iş böyle olmaz.

Kendi kendime gözlerimi devirirken derin bir nefes vererek çekildim aynanın karşısından. Elimde mikrofon niyetine tuttuğum tarağı masamın üstüne savurdum. Yatağıma doğru ilerlerken planım biraz dinlenip tekrar çalışmaktı. Yarın akşam bir mekanda sahne alacak, bu şarkıyı söyleyecektim. İlk seferim olmamasına rağmen oldukça heyecanlıydım. Tabii moralimi bozan cırtlak bir sesim olmasaydı. Başıma belaydı.

Konservatuar müzik okumak sesi mükemmel olmayanlar için tam bir cehennemdi.

Neyse ki son senem diyerek avutuyordum kendimi. Üniversitem bittikten sonra akademiysen olacaktım. Olacaktım olmasına da çalışacağım konusunda pek kendime güvenim yoktu. Çalışıp kariyer yapma gibi hedeflerim de yoktu. Hiç olmamıştı da zaten. Böyle mekan mekan gezip şarkı söylerdim. Aynen. Yapardım bunu. Tam benlik bir meslekti. Karaca Cırtlakses diye afiş ederdim kendimi tüm Kilis'e.

Hüzünlü bir şekilde ayaklarımı sürüye sürüye ilerleyerek üstü pembe yastıklarla kaplı olan yatağıma bıraktım kendimi. Kalp şeklinde olan fırfırlı yastığı kucağıma alarak sarıldığımda diğer yastıkları kendime yer açmak için sağa sola savurdum. Onlar yere düşerken sırt üstü bir şekilde uzandım yatakta. Tavana diktim delici bakışlarımı.

"Ne yapacağım ben, Cem?" diye sordum çaresizce tavandaki Cem Adrian fotoğrafına doğru. "Bana bir yol göster."

Cem Adrian sırıtarak bana bakarken kendime olduğum kadar ona da sinirliydim. O sebep olmuştu bu lanet mesleği seçmeme. Ondan ilham almış, ona özenmiştim. Elimdeki kalpli yastığı gülle atar gibi kavrayarak sırıtan suratının ortasına fırlattım. Ne olurdu yani çocukluk aşkım olmasaydı?

Yastık geri yatağa, yüzüme düştüğünde sinirli ifadem anlık bocaladı. Ama bir saniye filan. Katlanarak artan öfkemle ayaklandım yatakta. Kısa boyuma rağmen evimiz çatı katı olduğu için tavana oldukça yakındım.

"Demek savaş istiyorsun ha!" dedim kısık bakışlarıma. Cem Adrian hiç bir tepki vermeden, veremeden öylece yüzüme bakmaya devam etti. Vakit, intikam vaktiydi. Yastığı elimin içinde doğru pozisyonu bulmak adına evirip çevirdim.

Fakat tam o sırada duyduğum sesle kalakaldım. Algılayamadım bir kaç saniye. Yastık elimden kayıp düşerken sevinçle hopladım yataktan. Dengemi kaybedip az daha düşecek olmam bile bana engel değildi. Yalınayak salona koştum.

"Abi?" diye neşeyle bağırdım duyduğum zil sesine ithafen. Akşamın bu vaktinde ondan başkası çalmazdı kapıyı. Hatta gündüzde çalmazdı çünkü birbirimizden başka kimsemiz yoktu bu ıssız şehirde. Annem, babam, kardeşim İstanbul'daydı. Bense abimin görevlendirmesi Kilis'e verildiği için üniveristemi buraya yazmayı tercih etmiştim. Çıkmıştı da. Dört senedir beraberce yaşayıp gidiyorduk bu küçük evde. Ben bir nevi hizmetçilik görevi görüyordum ama olsun. Mutluydum.

Direkt salona açılan odamın kapısını açarak hızlı adımlarla kapıya ilerledim. Üç kere üst üste kilitlediğim kilidi açtım önce. Sonra ise alttaki sürgülü kilidi çektim. Çelik kapıyı sertçe kendime doğru çekerek açtığımda, karşımdaki kişi boş boş göz kırpıştırmama sebep olmuştu.

Abim değil, başka bir asker vardı karşımda. Hemen arkasında ise bir asker daha. En sağda, köşede ise alt komşumuz Yakup amca vardı. Bu anlamsız kadroya anlamsız bir bakış attım. Kaşlarım çatılırken süzdüm hepsini tek tek.

"Hah!" dedi Yakup amca beni gördüğü anda yüzü aydınlanmış bir şekilde. "Bu dairede oturuyor. Bu da kardeşi Karaca."

Her zamankinin aksine sinir bozucu değildi Yakup amcanın tavırları. Korku mu, çekingenlik mi yoksa üzüntü mü olduğunu bilemediğim bir duygu yer edinmişti gözlerinde. Oysa normalde bana çok sinir olurdu. Bende ona. Sürekli atışır dururduk.

"Anladım onu." dedi en önde duran asker insanın içini üşüten bir sesle. Bakışlarım ona döndü. Buz mavisi gözleri de tıpkı sesi gibi insanın içini üşütüyordu. Ürperdim bu soğukluk karşısında ama bakmayı da kesmedim.

Siyah asker tıraşı saçlar, buz mavisi gözler, keskin yüz hatları, sert çehre, buğday ten, askeri kamuflaj içinde dev bir cüsse, kocaman siyah asker postalları ve her şeye rağmen dik bir duruşla bir çift boş bakan göz. Ayrıca üç yıldız vardı üniformasında. Demek ki o da abim gibi yüzbaşıydı. Arkadaşı olabilirdi.

Olmak zorundaydı. Çünkü başka türlüsünün ihtimali bile kalbimi sıkıştırmaya yetiyordu.

Ben onu incelemeye almışken o arkasını döndü ağır bir edayla. "Beni aşağıda bekle." dedi ondan daha zayıfça, çelimsiz duran askere. Asker önünde birleştirdiği ellerini bozarak asker selamı verdi.

"Emredersiniz komutanım." dedi sakin bir sesle. O ve Yakup amca beraber aşağı inerken ben gözlerimi yeniden ona çevirmiştim. Neler oluyordu?

İçime bir sıkıntı çöreklenip oturmuştu sanki. Ama yine de belli etmemeye çalışarak yutkunmakla yetindim. Belli ki abimin arkadaşıydı. Arada gelirlerdi böyle.

Hissediyordum. Hep hissederdim. Görmezden gelmeye çalıştım.

Karşımdaki adam ellerini arkasında birleştirdi. Gözleri bir kaç saniye yüzümde oyalandıktan sonra, "Karaca Dinçer?" dedi sorar gibi. Tavırları aceleci, tahammülsüz gibiydi.

"Evet?" dedim. Kaşlarım çatıldı. "Bir sorun mu var?"

Adam bir kaç saniye tereddüt eder gibi oldu fakat hemen sonra,"Öncelikle söyleyeceğim şeylerden sonra sakin olmanızı istiyorum." dedi soğukkanlılıkla.

Göğsüme yayılan huzursuzluk büyürken kalbim göğüs kafesimi delip geçecek kadar hızlı atmaya başladı lakin aldırmadım. Anlamsız zamanlarda hep böyle olurdu zaten. Hislerimle değil mantığımla hareket etmeyi çoktan öğrenmiştim.

Derin derin nefesler al Karaca. Endişelenecek hiç bir şey yok.

Zihnime dolan ihtimalleri geriye savurmaya çalıştım ama dudaklarımın arasından kaçan cümleye engel olamadım. Yüreğim korkuyla çarpıyordu.

"Abime bir şey mi oldu?"

Olmazdı. Biliyordum ama ihtimaldi işte. Daha iki gün önce konuşmuştuk. Erken döneceğini söylemişti. Hatta dönmüş bile olabilirdi. Sürpriz miydi bu bana hazırlanan? Abim beni çok severdi ve sürprizleri sevdiğimi de bilirdi. Arkadaşından beni almasını rica etmiş olabilirdi belki.

Tüm düşüncelerime karşın yüreğimi sıkıp atan korkuya da engel olamadım.

Adam bir kaç saniye boyunca durdu. Buz mavisi gözler hüzünle dalgalanırken yutkunmaya çalıştı. İfadesiz değildi artık. Aksine, asla bilmek istemeyeceğim lakin öğrenmek zorunda kaldığım bir ifadeyle bakıyordu. Dudaklarını araladı acımasızca.

"Terörle mücadelemiz kapsamında yürütülen operasyonda, düzenlenen hain bir saldırı sonucu-" diyordu ki titreyen ellerimi kaldırarak susturdum. Devamını duymak istemiyordum. Gerek yoktu da zaten. Duymam gereken bu kadardı.

Kalbime kor bir ateş düştüğünü, yayıldığını ve tüm göğüs kafesimi yaktığını hissettim lakin ağlamadım. Genzime dolan ağır acıyı göz ardı etmeye çalışırken nefes dahi alamıyordum.

Tüm ihtimaller ellerimden kayıp gitti. Tutmadım. Tutamadım.

Ağlamam gerekirdi belki de tüm bunlar karşısında. Bağırmam, çağırmam, ortalığı yıkmam gerekirdi ama sadece baktım. Dudaklarım iki yana kıvrılırken gülmeye başladım. Hatta yetmedi bir kahkaha attım. Bu kesinlikle bir sürpriz olmalıydı.

"Sürpriz değil mi bu?" dedim gülüşlerimin arasından. Ciddi ciddi sağıma soluma bakındım. Başka birilerini aradı gözlerim fakat kimse yoktu. Dışarı çıkmak için debelenen gözyaşlarım boğazımı yakıyordu ama direndim. Abim merdivenlerden çıkıp yanıma gelecekti şimdi.

Ben beni ateşler içinde bırakan bu acıyla yaşayamazdım. Abim nerdeydi? Gelmeliydi. Kötü bir şakaydı bu.

"Abim nerde?" dedim karşımda duran askere. Buz mavisi gözler bana hüzünle bakarken güldüm yeniden. Yanaklarıma ulaşan tuzlu su değdiği yeri yakıp geçti.

"Abim nerde?" dedim tekrar. Hıçkırdım istemsizce. Sonra bir kez daha. Hıçkırıklar birbirini takip ederken hüngür hüngür ağlıyordum artık. Ağlamamam gerekirdi. Abim görürse kızardı ama önemi kalmamıştı artık.

Dizlerim titredi. Sanki omzundaki yüklerin üstüne biri bastırmış gibi daha fazla ayakta kalamadım. Geriye doğru sendeledim bir kaç adım. Karşımdaki asker beni tuttuğunda kendi haykırışım kulaklarımı delip geçti.

"Hayır!"

Tuzlu su ağzımdan içeri süzülerek genzimi yaktı. Göğüs kafesimin üstündeki ateşse dayanılmaz bir hal almaya başladı. Yere çöktüm titreyen dizlerimle. Askerde kucağında benimle birlikte yere çöktü. Buğulanan gözlerimle zoraki bir şekilde gördüğüm üniformasını kavradım sıkı sıkı. Öbür elim yumruk olmuştu kendimi zaptetmek istercesine.

"Yalvarırım!" dedim hıçkırıklarımın arasından. "Yaşıyor de! Lütfen!" Cümlelerin, sözlerimin ağırlığı altında ezildim. Kalkamadım. Minnet ettiğim şeyin olmamasını diledim içten içe lakin olmadı. Gerçek yerli yerindeydi.

Kimse gelmedi. Yaşıyor demedi. Bu bir şaka demedi. Oysa ne çok isterdim bir şaka olmasını. Ağlamazdım. Yemin ederim ağlamazdım. Kızmazdım abime. Sarılırdım.

Son kez sarılsaydım.

İnanmak istemediklerim bir tokat şeklinde yüzüme çarptığında acı bir çığlık firar etti dudaklarımdan. Sonra bir tane daha. Uğuldadı kulaklarım. Kendi sesimi bile duymadı.

Abimin sesini duyardı bir tek. Biliyordum. Bana gelip her zamanki gibi Karaca'm demesine ihtiyacım vardı. Sarıp sarmalamasına, bağrına basmasına ihtiyacım vardı. Madem sesin çok güzel, İstiklâl Marşı oku bakayım bana. Demesine ihtiyacım vardı. Ben sana bir daha askerlerimle flört etmeyeceksin demedim mi? Diye kızmasına ihtiyacım vardı. O kızacaktı her zamanki gibi. Bense gülecektim. Sonra kıyamayacaktı. Gülüşecektik beraber. Asker filmleri izleyecektik. Asker kitapları okuyacaktık.

Karşımdaki adam bir şeyler söyledi, duymadım. Kucağında benimle beraberken elini uzattı sıkı sıkı kapattığım avcuma. Tırnaklarımı kanattığı yerden zoraki bir şekilde ayırarak yeniden kapatmamam için kendi parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi. Sıkıca sarmaladı elimi.

Abim gibiydi. İstemiyordu kendime zarar vermemi. Bu yüreğimdeki ateşi daha da körüklerken başımın döndüğünü hissediyordum. Ona çevirdim son kez buğulu bakışlarımı. Buz mavisi gözler doluydu. Yaşlarla dolmuştu.

"Abim." dedim son kalan gücümle. Nefesimi toparlamaya çabaladım sormak için. Güç almak ister gibi birleştirdiği ellerimizi sıktım. "Canı çok yandı mı?"

Kafasını ağır ağır iki yana salladı. Derin bir nefes verirken titreyen dudaklarımı araladım tekrar. Sormalıydım. Zordu ama yapmalıydım.

"Nasıl öldü?" dedim. Bir hıçkırık daha koptu dudaklarımdan. Elimi göğsümün üstüne yerleştirdim nefes almak adına. Başım üstünde bir ton demir varmışçasına öne düşerek göğsüne yaslandı. Derin derin nefesler alarak direncimi toplamaya çalıştım.

İşkence mi çekmişti? Esir mi düşmüştü? Kurşuna mı dizilmişti? Nasıl olmuştu? Ne kadar yakmışlardı canını?

Güçlü bir el uzanıp pijama takımımın gömleğinin ilk düğmesini açtığında rahatlatmak yerine daha çok yaktı sanki. Nefes almama alan açmadı. Bulduğu her yeri yaktı. Ateş, tarifi imkansız bir acıya dönüştü.

Islak gözlerimi bir karartı kapladı. Vücudumdaki son güç tanesi de eriyip gittiğinde onun elini bırakmadım. Sıkıca tutunmaya, düşmemeye çalıştım. Düşersem biterdim. Bitersem en dibe vururdum. En dibe vurursam yok olurdum. Bu acı beni yakıp kül ederdi.

Olmadı lakin. En dibe sürüklendikçe sürüklendim. Gözlerim üstündeki onlarca ağırlığa direnemezken vücudum hafifledi. Titremelerim sakinleşti. Acı kül olup dağıldığında kalbimdeki baskı kalktı. Geriye sadece karanlık kaldı.

Karanlığa dair tek hatırladığım şey beni ayakta tutmaya çalışan, sıkıca tuttuğum güçlü bir el ve buz mavisi gözler oldu.

 

...

 

Ayağındaki siyah, kalın postallar bastığı karları ezip geçerken yanında yürüyen silah arkadaşına baktı Göktuğ. Kardeşi gibi severdi onu. Koruyup kollardı. Lakin şehadet yakındı ikisi içinde. Hissediyordu. Biliyordu. Aslında ikisi de bu gerçeği biliyor, sadece dile getirmiyorlardı. Kabullenmiş bir vaziyette, silahlarında tek kurşun yokken ilerliyorlardı. Gözlerinde korku, içlerinde şüphe yoktu. Canını vermekse, şimdi verirlerdi canlarını vatan için.

Gözlerini bile kırpmamışlardı arkadaşları. Ya ölecek, ya yaşayacaklardı. Başka seçenek yoktu. Onlar ölmeyi seçti. Ölüp kalplerde yaşamayı, yaşatmayı seçtiler.

Teröristlerin kıskacında kalmıştı Suna, Bahar ve İbrahim. Mağarada saklanan teröristlerin hain saldırısına uğramışlardı. Ellerinde mühimmat yoktu. Telsizler çalışmıyordu. Son kurşunlarına kadar çatışmışlardı ancak yeterli değildi. Sayıca çok fazlalardı. Hepsi saklandığı kayanın arkasında tek kurşunla can vermişlerdi. İt sürüsü gibi her yerdeydiler. Çıkış imkansızdı.

Oğuz omzundan vurulmuştu. O kadar kan kaybetmesine rağmen şans eseri hayattaydı. Göktuğ'un bacağını sıyırmıştı kurşun. Ağır aksak yürüyordu son kalan gücüyle. İkisi de arkadaşları için gözyaşlarını içine akıtan, ama aynı zamanda yanardağ gibi bir öfkeyle kaynayan iki korkusuz askerdi.

"Nereye gidiyoruz komutanım?" dedi Oğuz buz mavisi gözlerini yanındaki Göktuğ'a çevirirken. Dakikalardır amaçsızca ilerliyorlardı. Ellerinde ne bir harita vardı ne de bir telsiz. Bir karargâh bulmayı umut ediyorlar, bulamayacaklarını bile bile içlerindeki umuda sarılıyorlardı.

"Bilmiyorum Oğuz." dedi Göktuğ soğuktan ve acıdan güçsüz düşmüş sesiyle. "Ben artık hiç bir bok bilmiyorum!" Sıkıntılı bir nefes vererek kara gözlerini ağır ağır kapatıp açtı. "Tek bildiğim şehadetin yakın olduğu."

Haklıydı komutanı. Doğruydu. Çok soğuktu. Çok susamışlardı. Çok acıkmışlardı. Çok uykusuzlardı ve de çok kan kaybetmişlerdi. Ne kadar dayanabilirlerdi bilmiyorlardı ama ne kadar dayanamayacakları kesindi. Yara değilse de açlık öldürecekti onları.

Ancak bir mucize gerçekleşirse kurtulabilirlerdi.

Oğuz da tıpkı Göktuğ gibi sıkıntılı bir nefes verdi. Yerine ciğerlerini tekrar doldurmaya çalıştı fakat oldukça zordu. Soğuk hava göğsünü tıkıyor, nefes alışverişini kısıtlıyordu. Ayrıca omzundaki kurşun yarası da cabasıydı. Yine de başını dik tutmaya çalışarak ilerlemeye devam etti.

"Oğuz." dedi bir kaç dakika sonra komutanı. Oğuz'un bakışları ona döndü fakat Göktuğ ona değil, ileriye bakıyordu. Ne kadar güçsüzse başı da bir o kadar dikti. "Sana bir şey soracağım."

Oğuz da kafasını çevirerek ileriye baktı tekrar. Ufak, kayaların içinde mağaraya benzer bir oyuk vardı. Uzaktı ama bu mesafeden bile seçebiliyordu. "Dinliyorum komutanım."

Göktuğ sıkışan göğsüne rağmen derin bir nefes aldı. Gözleriyle ilerideki mağarayı işaret ederken yanındaki arkadaşının kolunu dürttü omzuyla. "Şu mağarada keskin nişancı olma ihtimali yüzde kaç?"

Oğuz dikkatli bakışlarını mağaraya yöneltti. Mağara bile denemezdi tam olarak. Ufaktı ve bu ufacık oyuğun içi olduğu gibi görünüyordu. Sıfır diye geçirdi içinden ama bunun bir test olduğunu düşünerek, "yüzde doksan dokuz komutanım." dedi.

"Neden?" dedi Göktuğ zorlukla nefes alırken. "Yüzde biri nerden kırdın lan?" Cayır cayır yanıyordu sağ bacağı. Yürümek bir hayli zorlaşmıştı. Direnmek istiyordu lakin sona gelmişti. Hissediyordu. Çabalamak faydasızdı.

Oğuz bir saniye bile düşünmedi cevap için. Bakışlarını mağaradan çekmezken öğrendiği gibi cevapladı.

"Her zaman yanılma payı bırakırım komutanım."

Başını aşağı yukarı ağır ağır salladı Göktuğ. Dudaklarında gururlu bir tebessüm oluştu. "Aferin." dedi. "Dersine iyi çalışmışsın." Oğuz gülümsemek istese de omzundaki yara kendini belli edince acıyla yutkunmak zorunda kaldı. Bu sırada Göktuğ devam etti.

"Ama bilemedin. Yüzde yüz."

Doğruydu cevap. Olması gerekendi. Lakin atladığı bir şey vardı. Bu dağlarda hiç bir zaman, hiç bir mağara boş kalmazdı. Altın kural yanılma payı bırakmak değil, her yerde terörist olabilirmişçesine tedbirli davranmaktı.

Oğuz kaşlarını çatarak Göktuğ'a dönmeye meylediyordu ki şiddetli bir kurşun tam yanlarındaki karları delerek geçti. Sonra bir tane daha. Bir tane daha ve bir tane daha. Kurşunlar yağmur misali üstlerine yağmaya başlarken yere çöktüler ikisi de. Dizlerine kadar ulaşan karların içinden hızla sürünerek biraz ilerideki kayanın arkasına ulaşmaya çalıştılar.

Oğuz atik hareketlerle ilerliyorken Göktuğ onun kadar dirençli değildi. Kendini süründürmeye çabaladıkça karlar inatla açık yarasına doluyor, bir hayli yavaşlatıyordu.

"Komutanım!" diye bağırdı Oğuz geride kalan Göktuğ'a telaşla bakarken. Yarası zorluyordu. Sürünecek, kendini ayakta tutacak gücü yoktu. Karların soğukluğu ilk defa üşütmek yerine bu kadar yakıyordu.

Oğuz kararlılıkla ayağa kalktı bu manzara karşısında. Ne sızlayan omzunu, ne de üstüne yağan kurşunları görüyordu gözü. Canı pahasına da olsa kurtaracaktı. Geride bırakamazdı komutanını.

Kendisinin kaybedecek hiç bir şeyi yoktu. Ne bir ailesi, ne bir arkadaşı, ne de bir sevgilisi. Tek hayali babası gibi şehadetti. Ama Göktuğ'un çoktu kaybedecekleri. Bunu biliyordu. Göz yumamazdı.

Ayaklanan Oğuz'a öfkeyle baktı Göktuğ. Ne yapacağını, aklından neler geçtiğini anladı. "Öldürtmek mi istiyorsun lan sen kendini?!" diye bağırdı var gücüyle. "Siktir git! Bırak beni git! Kendini kurtar! Öldüm ben, görmüyor musun?!"

Dinlemedi Oğuz. Hedef şaşırtmak için zik zak çizerek ilerlerken ilk defa komutanının bir emrini dinlemiyordu. İsterse ağzına sıçsın, burdan bir kurtulsalar onu bile seve seve kabullenecekti.

Çıkış imkansızdı. Biliyor ama görmezden gelmeye çalışıyordu.

Çabucak vardı Göktuğ'un yanına. Kanlar içinde kalmış beyaz karlara bakarken hüzünlü bir dalga kapladı gözlerini fakat hemen kendisini toparlayarak yere, komutanının yanına eğildi. Bir saniye bile düşünmeden kollarının altından aşırarak tuttuğunda hızla kayanın arkasına çekmeye başladı.

"Siktir git lan!" dedi Göktuğ nefes nefese. Üstlerinden, yanlarından, arkalarından, önlerinden her yerinden kurşunlar geçiyordu. Birden fazlalardı. "Bu bir emirdir!" diye soludu sinirle.

"Sizi bırakmam komutanım." dedi Oğuz kararlılıkla. "Ölürsek beraber, yaşarsak beraber."

Göktuğ cevap vermedi, veremedi. Zorlukla nefes alıyorken Oğuz'un kendisini kayanın arkasına sürükleyişini izledi sadece. Gurur duydu yetiştirdiği askerle, söyleyemedi.

Aklından son geçenleri sıralamayı seçti.

"Eğer yaşarsan," dedi son kalan gücünü toparlayarak. Ölürsem demedi çünkü biliyordu. Ölecekti. Yaşarsan dedi çünkü biliyordu. Oğuz yaşayacaktı. "Karaca'ya ve Asya'ya onları çok sevdiğimi söyle."

Gözünün önüne gelen iki yüzle beraber sıkıca kapattı gözlerini. Annesi, babası değildi bu kadar canının yanmasını sağlayan. Üzüleceklerini biliyordu ama onlar kadar değil. Karaca ve Asya kadar değil.

Bana çok düşkün. Diye geçirdi içinden. Mahvolacaktı haberi duyunca. Buna emindi. Hatta sağa sola saldırmak isteyecekti. Buna da emindi. Canına kıymak isteyecekti. Buna da emindi. Kapattığı gözlerinden usulca bir gözyaşı yanağından aşağı yuvarlandı. Sonra ise ağır bir edayla açıldı gözleri. Gökyüzüne baktı son kez.

"Karaca'ya sen vereceksin ölüm haberimi." dedi Oğuz'a. Bunu bir rica değil, emir niteliğinde söylemişti. "Kendini toparlayana kadar yanında kalacaksın. Toparladıktan sonra ise hep gözün üstünde olacak. Kendi kardeşinmiş gibi koruyup kollayacaksın."

Tek güvenebileceği kişi Oğuz'du. Ona kendi canını bile gözünü kırpmadan emanet ediyorken, kız kardeşinin canını nasıl emanet etmeyecekti ki? Gözü gibi bakacağına emindi. Bunun verdiği rahatlamayla daha da huzurlu ölebilecekti artık. Gözlerini tekrar kapattı.

Oğuz bu sırada çantasındaki telsizi çıkarmakla ve çalıştırmaya çalışmakla meşguldü. Cevap vermedi komutanının sözlerine. Ölecekmiş gibi konuşmasını istemiyordu. Ölmeyecekti. Yaşatacaktı ikisini de. Bir çaresini bulacak bu orospu çocuklarının yolunu yordamını sikecekti. Hiç bir arkadaşının kanını yerde bırakmayacaktı.

Bugün değilse yarın, yarın değilse, öbür gün ama muhakkak bir gün.

Elinde tuttuğu telsize çevirdi bakışlarını. Telsizde cızırtılı seslerden başka bir şey yoktu. Onu bir kenara bırakarak çantadan hızla bulabildiği tüm kesici aletleri palaskasına yerleştirdi. Vakit kısıtlıydı. Yeniden telsizi eline alırken hırstan dolu dolu olmuş gözleriyle telsizi çalıştırmaya uğraştı. Yandan vurdu iki kere sertçe.

"Kartal..." dedi cızırtılı bir kadın sesi. Gelip gitti bir kaç defa. "Yerinizi tespit etmeye çalışıyoruz." Cızırtı arttıkça arttı. "İyi misiniz?" diyen sesi duyuldu kesik kesik.

Oğuz hevesle sarıldı bulduğu bu titrek umut ışığına. "Ben yüzbaşı Oğuz Vuralkan." dedi aceleyle. Bir şansları olabilirdi. "Timdekiler pusuya düşürüldü." Son nefesini vermek için acılar içinde çabalayan komutanına baktı. "Yanımda Göktuğ komutanım var. Yarası ağır. Etrafımız sarıldı. Mühimmatımız yok! Acele edin!"

Anlaşılmayan bir takım sesler geldi kesik kesik. Oğuz'un içindeki umut ışığı da kesilen seslerle birlikte söndükçe söndü. En son telsizdeki sesler tamamen kesildiğinde öfkeli bir haykırışla fırlattı telsizi karların ortasına. Telsiz parçalara ayrılarak etrafa savruldu.

"Sikeyim!"

Sinirle ellerini saçlarının arasından geçirerek sakinleşmeye çalıştı. Şu an ihtiyacı olan şey sinir değildi. Kontroldü. Sakin kalmalı, kontrollü olmalıydı. Derin bir nefes alarak tekrar komutanına döndüğünde gözlerini kapattığını gördü.

"Komutanım!" dedi endişeyle. Omuzlarından tutup sarstı. Hiç bir tepki yoktu. Artan endişesiyle daha sert sarstı. "Komutanım?!"

Yavaşça araladı kara gözlerini Göktuğ. Tatlı bir uyku içine çekiyordu. Uyumak istiyordu. Vücuduna bu ızdırabı yaşatan tüm acılardan kurtulmak istiyordu. Artık şehadet gelsin istiyordu.

Lakin gelmeyecekti. Öldürücü değildi yarası. Kıvrandıracaktı.

"Hakkını helal et Oğuz." dedi yine de ölecek olma ihtimaline karşı. Sertçe ardı ardına öksürdü bir kaç defa. Ağzından bir avuç dolusu kan boşalarak yanaklarına doğru süzüldü. Birbirine çok şey olmuşlardı senelerden beri. Bazen dost, bazen kardeş, bazen silah arkadaşı, bazen aile. Helallik almadan ölmek istemezdi.

"Helal olsun komutanım." dedi Oğuz hemen. Gözünden hırsla akan bir damla yaşı sildi. Çaresizce baktılar birbirine. Sessizce teşekkür ettiler her şey için. "Sizde helal edin."

Silik ama içten bir gülüş belirdi titreyen dudaklarında. "Helal olsun."

Oğuz da gülümsedi.

Sonrası gelmedi. Bu konuştukları son an olurken tek bir kurşun isabet etti Göktuğ'un şakak kemiğine. Kafatasını deldi. Daha on saniye önce hayatta değilmiş gibi başı cansız bir şekilde yana düşerken dudaklarında hala tebessümü vardı. Kara gözleri ardına kadar açık ama boş bakıyordu. Hiç olmadığı kadar boş.

Acılı ama aynı zamanda öfkeli bir haykırış koptu Oğuz'un dudaklarından. Gördüğü manzarayı hafızasının en derinine kazıdığında elleri titredi öfkeyle. Uzanıp komutanının gözlerini kapatırken hırsla doldu taştı yüreği. Korkunun izi bile kalmadı.

Palaskasına uzandı. İki eline iki bıçak aldı. Yanlarına ulaşmaya çalışan bir teröristin üzerine öyle bir nefretle ilerledi ki terörist elindeki silaha rağmen korkuyla bir adım geriledi. Durmadı Oğuz. Üzerinden geçen kurşunlara aldırmadı. Ölecekse de komutanını vuran bu puştu gebertmeden ölmeyecekti.

Terörist tam elindeki tüfeği ona doğru doğrultmuştu ki atik bir şekilde dirseğini teröristin tüfek tutan koluna geçirdi. Terörist acıyla inlerken gevşeyen elinden tüfeği kaptı. O daha toparlanmadan ne olduğunu anlamasına fırsat vermeden tüfeğin tersiyle burnunun ortasına okkalı bir darbe indirdi.

Oğuz'un elinde tüfek olduğunu gören diğerleri saklandıkları alanlara korkuyla geri ilerlerken önünde acıyla diz çökmüş teröriste baktı Oğuz. Büyük bir nefretle koca postallarıyla yüzüne sağlam bir tekme attı. Terörist inleyerek karların içine gömüldüğündeyse durmadı. Palaskasından aldığı bıçağı tam kalbinin ortasına geçirdi.

Terörist ölmüştü lakin içi bir nebze olsun soğumamıştı Oğuz'un. Hala intikam ateşiyle cayır cayır yanıyordu bedeni. Bıçağı sapladığı yerden çıkarırken hızla tekrar palaskasına yerleştirdi. Gözüne kestirdiği kayayın arkasına geçerek şarjöre bir göz attı.

Üç kurşun. Bu köpeklerin elinde can veren diğer üç arkadaşı için. Şarjörü geri yerine takarak kayanın arkasından siper aldı. Hepsi Oğuz'un tek kişi olmasını fırsat bilerek geniş geniş duruyorlardı yerlerinde.

Tek gözünü kısarak etrafa bakındı Oğuz. Bir terörist gözükmediğini sanarak ilerideki mağaranın biraz arkasında duruyordu. Nişan alarak bir an bile düşünmeden tetiğe bastı. Terörist anında yere yığılırken kafasından oluk oluk kan boşalıyordu.

Başka birine çevirdi tüfeğin ucunu bu sefer. Fazla vakit yoktu öldürmek için. Onun da kafasının tam ortasına bir kurşun deliği açarken sol yanında hissettiği acıyla inledi.

Bakışlarını eğerek ne olduğuna baktığında omzundaki kurşun yarasının biraz altından vurulmuş, vurulduğu yerden kan süzülüyordu. Sanki ateşler içinde kalmış gibi yanan omzuna acılı bir bakış atarken dişlerini sıkmakla yetindi. Güçten düşmek yoktu. En azından bu son kurşunu harcamadan ölmeyecekti. Ölemezdi.

Üstüne gelen terörist ordusunu umursamadan yerine siper aldı tekrar. En önde, başı dik bir şekilde kendisine ilerleyen kişiyi gördüğündeyse sinirle dişleri daha çok kasıldı. Tüfeği kavrayan parmakları sıkılaştı. İçinde kabaran öfkeyle tetiğe bastığında domuz mermisi teröristin boynunu delip geçmiş, dik başı öne eğilmişti.

Zevkle gülümserken aynı anda elindeki tüfek yavaşça kayıp gitmişti ellerinden Oğuz'un. Zoraki bir şekilde topladığı son gücü de bitmiş, yerini dayanılmaz bir acıya bırakmıştı. Sırtını kayaya yaslayarak derin derin nefesler alıp verdi. Soğukla uyuşan ciğerleri her nefeste sızlıyordu. Sadece ciğerleri değil, tüm vücudu sızlıyordu.

Direnci bitmişti Oğuz'un. Artık ne savaşacak gücü, ne de silahı vardı. Gözlerini ağır ağır açıp kaparken zorlukla nefes almaya çalıştı. Lakin tam bu sırada görüş açısına giren yüzlerle suratını nefretle buruşturdu.

"Orospu çocukları." dedi tükürür gibi. Teröristler Oğuz'un haline bakıp kendi aralarında gülüşürken ayağa kalkmak istedi ama parmağını bile oynatamadı Oğuz. Kafasını arkasındaki taşa daha çok yaslayıp kapanmak için direnen gözlerini kapattı. Son gördüğü yüz bunlar olmamalıydı.

Tatlı bir uyku çekti bedenini. Tüm vücudu karıncalandı. Artık gözlerini açmak istese de açamazken teröristlerin sesi gitgide bulanıklaştı. Ölüyordu fakat şikayetçi değildi. Aksine, mutlu ediyordu şehadet onu. Babasının yanına gömülecek olmanın düşüncesiyle buruk bir sevinç yaşarken içinden kelime-i şahadet getirdi. Karanlık daha çok kapladı her yanını. Sesler sustu. Bilinci yavaş yavaş kapanırken hissettiği son şey alnına dayanmış bir tüfeğin ucuydu.

Loading...
0%