@culpaamia
|
Gözlerimi yattığım yerde kıpırdanarak yavaşça aralamaya çalıştım. Gözlerim sanki üstüne tonlarca demir koyulmuş gibi ağır, içine kum dolmuş gibi cayır cayır yanıyordu. Ağırlaşmış kolumu kımıldatarak ellerimle yanan gözlerimi ovuşturdum.
Gözlerim o kadar uzun zamandır karanlığa alışmıştı ki araladığımda yüzüme nufüz eden ışık görmemi engelliyordu. Kara gözlerimi kısarak etrafta gezdirdim bakışlarımı yavaşça. Yine kendi odamda, her zamanki gibi yatağımda yatıyordum. Tek fark yanı başımdaki koltukta oturan Oğuz abinin olmamasıydı. Genelde sürekli bana bir şeyleri yapıp yapmamam konusunda emirler yağdırır, kızdığımda da sakinleştirmeye çalışırdı. Çoğu zaman ısrarımla yanımda yattığı bile oluyordu fakat son beş gündür hiç görmemiştim onu. İşleri olmalıydı.
Evde tek olmanın göğsüme yaydığı huzursuzlukla başımı geriye atarak tekrar yatağıma yattım. Kolumda hala yapılan iğnelerin sızısı, kafamın içindeki kargaşa ile çakıştığında yanaklarıma istemsizce süzülen yaşların önüne geçemiyordum.
İşte, acı kaldığı yerden devam ediyordu. Eksik yanım ilk eksikliğini koruyordu. Abimin yokluğunu beni uyuturlarsa atlatırım mı sanıyorlardı? Herkes kafayı yemişti. Haftalardır akıl hastaları gibi bana yaptıkları iğneler, beni tıktıkları bu oda hiç bir şeyin çözümü değildi. Beni rahat bıraksınlar istiyordum. Beni bıraksınlarda acıya alışana kadar içim yansın istiyordum. Böyle her şey zordu. Çok daha zor.
Ağlamak istedim. Göğüs kafesimin altındaki acıyla yoğrulan yüreğim parçalanana kadar hüngür hüngür ağlamak istedim lakin olmadı. Bir kaç damladan fazlası gelmedi gözlerimden. Sakinleştiricilerden olsa gerek, hiç bir duygu hissedemiyordum. Ne öfke, ne üzüntü, ne kırgınlık, ne de neşe... Boşluk vardı. İçimi kaplayarak beni ordan oraya savuran koskoca bir boşluk. Fazlası değil.
Işığa alışan gözlerimi kırpıştırarak doğruldum olduğum yerden. Odanın normal ışıkları kapalı, sadece kırmızı led ışık açıktı. Karanlık rahatsız ediyordu beni. Ne lambayı açacak kadar çok ışıkta uyuyabiliyordum, ne de kapatacak kadar az ışıkta. Bu yüzden çareyi led taktırmakta bulmuştum fakat eskiden çok sevdiğim bu ışık şu an nedensizce beni rahatsız ediyordu. İçinde huzurlu hissettiğim odamdan, raflara özenle dizdiğim kitap ve plaklarımdan, severek aldığım peluş oyuncaklarımdan bile soğumuştum. Her şey gözüme artık renksiz ve cansız geliyordu.
Sanki abim o kara toprağın altında yatarken benim bu rengarenk dünyam, ona haksızlık ediyormuşum hissi uyandırıyordu içimde. Çocukça bir düşünceden fazlası değildi, biliyordum fakat engel de olamıyordum. Her şeyini abisiyle paylaşan çocuk yanım bu renkleri de paylaşmak istiyordu. Onun karanlıkta tek başına yatmasına göz yumamıyordu.
İçime derin bir nefes çekmeye çalışarak yataktan bacaklarımı aşağıya sarkıttım ve ağır ağır ayağa kalktım. Adımlarımı sürüye sürüye salona doğru ilerlerken mutfaktan gelen tıkırtı seslerini duyunca yönümü değiştirerek oraya ilerledim. Yakınlaştıkça kısık bir sesle konuşan Oğuz abinin sesi kulaklarıma ulaştı.
"Geleceğim en kısa sürede." diyordu birine yumuşak bir ses tonuyla. Mutfağın kapısının önüne geldiğimde bakışlarımız kesişti. Beş gün sonra ilk defa görüyordum onu. Yorgun durmasına rağmen üstünde her zamanki gibi beyaz bir gömlekle, siyah keten bir pantolon vardı, kısacık saçları özenliydi. O rahatça sandalyede otururken telefondaki kadın her kimse hararetli bir şekilde bir şeyler anlatıyordu. Ne dediğini ise duyamıyordum.
"Merak etme, yetişirim." dedi kadının aksine sakince. Gözleri hala bendeyken yavaşça ilerleyip karşısındaki sandalyeye oturdum. Oğuz abi yarım bir şekilde güldü. "Böyle bir şeyi kaçırmam, biliyorsun."
Sözlüsüyle mi konuşuyordu? Bu konuşmayı duymak istediğimden ya da onu rahatsız etmek istediğimden pek emin değildim. Zaten sürekli benimle uğraşması yeterince yorucu olmalıydı.
Sandalyemi ittirerek ayağa kalktım. Tam gitmek için bir adım atmaya meylediyordum ki beni durduran şey kolumda hissettiğim eli oldu. Çatılan kaşlarımla ona döndüğümde eliyle bir dakika beklememi söyleyen bir işaret yaptı. Dediğini yaparak olduğum yerde durdum. Gitmedim, ama oturmadım da.
"Tamam. Haberleşiriz sonra." dedi Oğuz abi karşı tarafı dinledikten sonra. O da ayağa kalkarak tam karşımda durdu. Aramızdaki boy farkı yeniden kendini belli ederken ben öylece bakmaya devam ettim. O ise telefonu bir 'görüşürüz' bile demeden kapatarak masanın üstüne bıraktı. Kolum bir yere kaçacakmışım gibi hala elinin içindeyken, gözlerini gözlerime dikti.
"N'oldu?" dedi hayırdır der gibi. "Niye gitmek istedin?" Sertti ses tonu. Lakin gözleri değil. Herkese karşı sert duran ve konuşan adamın bana gelince bakışlarının bir anda yumuşaması akıl işi değildi. Acıdığındandı belki de.
Normal şartlarda birine neden mutfaktan çıkmak istediği sorulsa bu onlara garip gelirdi fakat bizim durumumuzda bu geçerli değildi. Genelde odama sadece yatmadan yatmaya giderek tüm günümü mutfakta geçirirdim. İyi geliyordu bana burası. Abimden hiç bir iz, onu bana hatırlatan hiç bir şey yoktu. En uğramadığı alan burasıydı. Onu bana hatırlatmayan tek yer burasıydı.
Bir yandan unutmak için çabalarken bir yandan da unutacağım diye çok korkuyordum. Hem hatırlamak istemeyip hem de Oğuz abiye sürekli onu bana anlatmasını, akademide nasıl olduğunu, askerleriyle nasıl konuştuğunu, gün içinde neler yaptığını filan söylemesini istiyordum. İnsan aklı garipti.
Önüme düşen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırarak kafamı toparlamaya, Oğuz abiye odaklanmaya çalıştım yeniden. Muhtemelen benim onu rahatsız ettiğimi düşündüğüm gibi, o da beni rahatsız ettiğini düşünmüştü.
"Rahat rahat konuş diye.." diyerek bir şeyler geveledim ağzımın içinde. Oğuz abi kolumu bırakırken ellerini arkasında birleştirdi. Aynı zamanda tek kaşı havalandı yukarı doğru.
"Senin yanında neden rahat konuşamayacakmışım?" Sözleri sert bir tınıdan uzak, aksine gerçekten merak ediyormuş gibiydi. Ufak bir öksürükle boğazımı temizledim sesimi daha güçlü çıkarmak adına.
"Belki konuşmanız gereken özel şeyler vardır."
Bu sefer kaşları çatılan oydu. Doğrudan gözlerimin içine bakarken nedense bir şeyler daha söylemem gerektiğini düşünmüştüm. "Sözlüsünüz sonuçta.." dedim iyice saçmalayarak. Buz mavisi gözler gözlerimin içindeyken oldukça geriliyordum. "Yani yanılmıyorsam telefondaki oydu."
Benim bu saçmalayışlarıma aldırmadan, hatta görmezden gelerek açıklama yaptı. "Sözlüm filan yok." dedi ciddiyetle. "Telefondaki kuzenimdi."
Kafam karışmış bir şekilde ona baktım önce. Hemen sonra ise parmağındaki söz yüzüğünü sormak için dudaklarım aralanmıştı ki sanki ne söylemek istediğimi anlamışçasına benden önce davrandı.
"O söz yüzüğü.." dedi konuya açıklık getirmek ister gibi tane tane. "Babamdan kalma." Düşünceli bir şekilde bakarken ne söyleyeceğini toparlamakta zorlanıyor, ya da doğru kelimeleri bulamıyor gibiydi. "Parmağımdan hiç çıkarmama sebebimse.." durdu. Derin bir nefes alarak bana baktı. "Benim için çok özel bir nedeni olması."
Kafamı aşağı yukarı salladım anladığımı belirtircesine, daha fazla üstelemeyerek. Her neyse bu konu onun için kara kutu olmalıydı. Belli ki içinde bir yerlerde hala aşamamıştı bunu. Kaç gündür, belki de haftadır beraberdik ve ilk defa bir şey söylerken teklediğini görüyordum.
"Ayrıca." diyen sesini duyduğumda ne zaman kaçırdığımı bilmediğim gözlerim ona döndü tekrar. Bu sefer ses tonu gibi gözleri de sertti. Bu hali bana çok yakın gelmiyordu. Özellikle ciddiyetle baktığı zamanlar epey geriliyordum. Neyse ki bu zamanlar oldukça azdı. Genelde bana tatlı tatlı bakıyordu. "Sen beni rahatsız etmezsin Karaca." diye devam etti Oğuz abi. "Bir daha böyle bir düşünceye kapılma." Sesi sanki rica eder gibi değil de emreder gibiydi. Karşı çıkmak zordu.
Yine de, "Ama-" diyerek bir cümleye başlayacaktım ki sözümü kesti. "Özel bir şey konuştuğum yok." dedi söyleyeceğim şeye cevap olarak. Aklımı mı okuyordu bu benim? "Benim özel konuştuğum kimse de yok hayatımda. Bu yüzden böyle şeylere takılma."
Artık üstelemek yersiz olacağından -ki üsteleyecek bir şey de kalmadığından- kafamı aşağı yukarı salladım onaylar gibi. Konuşmak bile belli bir güç istiyordu fakat benim şuan hiç bir şeye ne gücüm, ne de mecalim vardı. Uzun zamandır doğru düzgün yemek yemememin de etkisi büyüktü bunda. Yediklerim genelde hep zorla, tadını bile almadan içtiğim çorbalardı.
Sahi, çoktandır yemek yememiş olmayı düşünmek bile midemde acıktığımı belli eden bir sızıya sebep olmuştu. Karşımdaki Oğuz abiye bakmadan, es geçerek arkasında kalan buzdolabına doğru ilerledim. Kapağını tutup açtığımda içine şöyle bir göz gezdirdim. Pek seçenek yoktu. Zaten genelde yemek yapmayı bilmediğim için buzdolabı dolu olmazdı.
Bir süre bakındıktan sonra bulduğum malzemeleri çıkararak onlarla küçük bir tost yaptım. Mutfak masasına oturup tek başıma tostumu yerken resmen yemeklerin tadından bihaber gibiydim. Hayatımda yediğim en güzel tost ve içtiğim en güzel su filan olabilirdi bu.
Bir süre sessizlik içinde yemeğimi yedikten sonra evin bu kadar sessiz olması içimde bir merak uyandırdı. Kaşlarım çatılırken elimde kalan son parçayı da ağzıma atarak sandalyeden kalktım ve salona doğru ilerledim yalınayak. Fakat gördüğüm manzarayla adımlarım önce yavaşlamış, hemen sonraysa istemsizce durmuştu.
Oğuz abi salondaki küçük koltuğa iri vücuduyla uzanmış, başı omzuna düşmüş bir şekilde uyukluyordu. Nefes alış verişlerinden uykusunun düzenli ve ağır olduğu belliydi. Bunu gördüğüme şaşırmamıştım çünkü genelde görev dönüşü dinlenmeye bile fırsat bulamadan direkt soluğu benim yanımda alırdı. Tek kelime şikayet etmeden ama yemek yemediğim için ağzıma kaşık kaşık çorba tıkayarak, ite kaka duşa sokarak, krizlerimi bastırarak ve yaptığı daha bir çok şeyle yeterince yorulduğunu biliyordum. Açıkçası ben olsam bile bana katlanamazdım. O nasıl katlanıyordu bilmiyordum.
Bacaklarımı oynatarak ona doğru bir adım attım. Sonra bir adım daha. Bir adım daha ve yanındaydım. Tamamen içimden gelenleri yaparak ama asla neden yaptığımı bilmediğim bir şekilde yanına, yere çöktüğümde artık yüzlerimiz aynı hizadaydı.
Yüzünü incelemeye başladım. Asker tıraşı saçlarında, uyurken bile çatık duran kaşlarında, şekilli burnunda ve elmacık kemiklerinde, dolgun dudaklarında, sert çehresinde, keskin yüz hatlarında, ilk defa farkettiğim, kafasının kenarından şakağına doğru uzanan yara izinde gezdirdim gözlerimi. Yavaş ve hiç bir detayı kaçırmak istemezmiş gibi dikkatlice. Yine aklımın başımdan uçtuğu anlardan birindeydim.
Kaşlarım çatılı bir şekilde ona bakarken gözlerim o yara izine takılıp kalmıştı. Uzun süredir beraberdik, hatta aynı evi bile paylaşıyorduk ama bu yara izini yeni farketmem tuhaftı. Oldukça eski duruyordu oysa. Sanki bir bıçaktan çok yanık izi gibiydi.
Yanık izi.
Ateş.
Aklıma hücum etmeye hazırlanan düşüncelerle ürperirken stresle alt dudağımı dişledim. Bu iz yanık izi değildi, değil mi? Yakmamışlardı, yakmaya çalışmamışlardı.. Bıçakla kesilmiş olması da oldukça korkunç geliyordu kulağa fakat yine de ateş kadar can yakamazdı hiç bir şey. İçimde ne olduğunu anlamlandıramadığım duygular baş gösterirken gözlerimi ayırmadan nerdeyse silikleşmiş yara izine bakakaldım.
Korkunç bir canilikti bu. Bildiğim, öğrendiğim hiç bir savaş ilkesinde yeri yoktu.
İçli bir nefes vererek iyice yakınlaştım Oğuz abiye. Nefes alış veriş sesleri kulağıma doluyorken uyumuş olmasından cesaret alarak sol elim yavaşça havalandı. Parmak uçlarım karıncalanıyordu o ize dokunmak için. Sebebini ise her zamanki gibi bilmiyordum. Fakat yine her zamanki gibi umrumda da değildi.
Yıllar önce bir adam tarafından kırılan cesaretim, bugün yine alevleniyordu.
Elimi yavaşça uzattım yüzüne doğru. Bir yandan tepkisini ölçmek istercesine yüzüne dikkatle bakarken, gözlerim boynundan başlayarak çenesinin altına kadar ilerleyen başka bir yara izine takıldı. Acıyla yutkunmaya çalıştım. Yıllarca askeriyede gülerken gördüğü askerlerin şehit haberini alan, cenazelerine katılan, hatta bunlardan biri de canından çok sevdiği abisi olan biri için bu görüntü zordu. Çok zor. Hislerimi tarif edemezdim belki ama tek bir duyguyla tanımlayabilirdim.
Korku.
O an korktum. Oğuz abinin de şehit olmasından, beni bırakıp gitmesinden korktum. Yüreğim bencil bir düşünceyle burkuldu lakin ona bu kadar alışmışken beni bırakıp gitmesine dayanamayacağımı da biliyordum. İkinci kez abimi kaybetmek olurdu bu.
Aynı zamanda benliğimi de kaybetmek.
Durdum. Kafamdaki tüm kötü düşünceleri uzaklaştırmak ister gibi derin bir nefes alıp verdim. Güneş battığı için karanlık çöken salonda yüzüne odaklanmaya çalıştım. Artık göremediğim fakat orda olduğunu bildiğim yara izine doğru uzandı sol elim titrek bir şekilde.
Yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım. Parmak uçlarım yaranın zedelenmiş dokusuna değdi. Hissetti. Tam biraz daha iyi anlayabilmek adına elimi ilerletiyordum ki beklemediğim bir şey oldu.
Aniden bir el bileğimi kavradı. Ben daha ne olduğunu anlamadan hızlı, aynı zamanda oldukça güçlü bir şekilde kolumu büktüğünde dudaklarımdan acı dolu bir inleme kaçtı. Kalbim korkuyla göğüs kafesime vururken dilimin ucuna ilk gelen ismi fısıldadım.
"Oğuz abi?" dedim kısık, ama telaşlı bir şekilde. Salon karanlık olmasına rağmen koltukta hareketlendiğini hissederken bileğimdeki el önce gevşedi, hemen sonra ise yok oldu. Rahatlamış bir nefes verirken elimi koruma iç güdüsüyle acıyan bileğime sardım.
"Karaca?" dedi Oğuz abi endişeyle. "İyi misin?" Koltukta dikleşerek oturur pozisyona gelirken karanlığa rağmen bakışlarını tam da gözlerimde hissediyordum. Sesindeki panik öyle büyüktü ki bir elimi sakinleştirmek istercesine bacağına yerleştirdim.
"Sorun yok." dedim korktuğumu belli etmemeye çalışarak. "İyiyim." Çöktüğüm yerden ayağa kalkarak hemen yanımızdaki ışık düğmesine bastım. Gözlerim aydınlıkla bir anlığına kamaşsa da kendimi toparlayarak Oğuz abiye döndüm. Gerçekten iyi miyim diye analiz yapıyor gibiydi. Bir şey olmadığını görünce önüne dönerek sıkıntılı bir nefes verdi.
İlerleyerek koltuğa, yanına oturdum. Ona doğru döndüğümde bana değil dümdüz önüne bakıyordu. Durgundu. Buz gibiydi bakışları. Ne düşündüğünü anlamak imkansızdı.
Sustuk bir süre ikimiz de. Ne o konuştu, ne de ben. Az önceki yaşanan anın sebebini ikimizde biliyorduk. Bunun gerginliğiyle birbirimize bile bakmadık. Ta ki o konuşuna kadar.
"Özür dilerim." diyen buzdan farksız, hiç bir duygu barındırmayan sesi doldurdu odayı. Bakışlarım ona döndü.
"Seni..." dedi sıkıntıyla. Dirseklerini dizlerine yaslayarak öne doğru eğildi. Elini dertli bir şekilde başına attı. Alnını ovuştururken, "seni..." dedi tekrar. Devamını getirmedi. Getiremedi fakat ben anladım.
Terörist sandım. Diyecekti. Seni terörist sandım.
"Sorun yok." dedim ikinci kez. Bakışları bana dönerken göz göze geldik. Gülümsemeye çalıştım. Gerçekten sorun yoktu.
"Özür dilerim." dedi yine de kendini zorunda hissediyormuş gibi. Sanki tüm bunların suçlusu oymuş gibi. İsteyerek yapmış gibi. Elinde olan bir şeymiş gibi.
Sinirlendiğimi hissettim bu tavrı karşısında. Kendisini suçlamasını istemiyordum.
"Oğuz abi." dedim aniden. Dilimin ucuna kadar gelen cümleleri geri yollamak istedim ama çok geçti. "Seni yargılamıyorum." dedim kesin bir sesle.
"Biliyorum." dedi önüne bakarak, soğuk bir şekilde.
"Senden korkmuyorum." dedim.
"Biliyorum." dedi.
"Korkmayacağım da." dedim.
"Biliyorum." dedi.
"Bu an." dedim kendimden emin bir şekilde. "Yüz kez de tekrarlansa, yüz kez de senin yanında olmaktan pişmanlık duymam. Bunu da biliyorsun değil mi?"
"Neden?" dedi sanki gerçekten merak ediyormuş gibi. Bir anlığına durdum. Lakin cevabı vermek için bir an bile düşünmedim.
"Çünkü sana değer veriyorum. Abim bile sana bu kadar güveniyor, değer veriyorken, ben nasıl vermeyeyim ki?"
Sanki en derinimi görüyormuş gibi gözlerimin içine bakarken ben devam ettim. "Bana zarar vermezsin sen. Bunun için kendini kötü hissetme."
Sustum. Fakat ben cümlemi bitirir bitirmez öyle bir öfkeyle konuştu ki ürperdiğimi hissettim. İstemsizce oturduğum koltuğun köşesine sindim. Farketti bunu.
"Neden lan, neden?" dedi öfke, ama aynı zamanda da çaresizlikle. "Nasıl bu kadar eminsin sana zarar vermeyeceğimden? Ne bu güvenin sebebi?!" Bağırmıyordu ama şakağındaki belirginleşen damardan oldukça sinirli olduğunu anlayabiliyordum.
"Abi." dedim yapma der gibi.
"Lan.." dedi dişlerinin arasından, ne diyeceğini bilemiyormuş gibi. "Lan ben.. ben adamın kolunu kırdım lan. Evime aldığım adamı tanımayıp kolunu kırdım." Bana baktı acıyla. "Yarın sana da aynısını yapmayacağım ne belli?!"
Yutkundum sertçe. Bu kadarını duymak canımı yakarken hiç bir şey diyemeden öylece bakakaldım. Normalde hep deli olan ben, sakin olan oydu. Fakat şimdi rolleri değişmiştik ve ben anlıyordum ki aslında deli olan hep oydu. Yabancı değildi bu öfke. İlk defa onu böyle bir öfkeyle gördüğüm halde korkmuyordum. Yıllardır tanıyordum sanki.
"Yapmazsın." dedim. Başımı dikleştirirken kollarımı göğsümde birleştirdim. "Tanıyorum seni."
Sinirle karışık bir alayla güldü. Buz mavisi gözleri kısılırken çok saçma bir şey söylemişim gibi bir tavırla bana baktı. "Ne zamandır? Ne zamandır tanıyorsun Karaca?"
O ne kadar dalgaya alıyorsa ben bir o kadar ciddiydim. Önüme düşen saçımı geri savururken, "Bana.." dedim yavaşça. "abimin şehit haberini verdiğin günden beri." Bunu beklemiyor olacak ki kaşları çatıldı. "Ben seni o zamandan beri tanıyorum Oğuz abi. Hem de en gerçek şekilde. Bana gösterdiğin o korumacı tavır yalan olamaz. Sadece abim istediği için olamaz." İçime bir parça nefes çekerek gözlerine baktım. "Ne dersen de, sen özünde böyle birisin."
Durdu. Öylece bana bakarken içli bir nefes verdi. Öfkesini kontrol altında tutmaya çalışırken başını geriye atarak koltuğa yasladı. Elleriyle alnını ovuşturmaya başladığında gözlerini kapatmıştı. Bir süre ikimizde sustuk. Duyduklarımızı sindirmek için zamana ihtiyacımız vardı. Bir şeyler söylemek istedim ama cesaret edemedim.
En sonunda yine konuşan o oldu.
"Ah Karaca.." dedi daha sakin bir şekilde. Kafasını yasladığı yerden kaldırmadan bana doğru eğdi. Gözlerimizi birleştirdi. "Bir gün sana zarar vereceğim diye aklım çıkıyor." dedi dürüstçe, gerçeği itiraf eder gibi.
Duyduğum cümleyle kalbim hızla göğüs kafesime çarparken gözlerimi kaçırdım. Abimin emanetine ihanet etmek istemiyor olmalıydı. Tek sebebi buydu. Tabii ki buydu. Başka ne olabilirdi ki?
"Merak etme." dedim fakat bunu söylerken az önceki halimden eser yoktu. "Öyle bir şey olmayacak." Sesim zorlukla çıkıyordu. Yanaklarıma hücum eden ateşle birlikte yüzümün ısındığını hissettim.
"İyi." dedi Oğuz abi iğneleyici bir sesle. "Sonra pişman olma."
"Olmam." dedim hala ona bakmayarak. Bakışlarını hala üstümde hissediyordum. Ne yapacağımı bilemeyerek ayağa kalktım. Sonra oturdum. Sonra yine kalktım. Yaptığım şeyin saçmalığının farkına vararak en son odama gitmeye karar verdim.
Hızlı adımlarla, hiç bir şey düşünmeden odama ilerlediğimde kapıyı kapatarak sırtımı kapıya yasladım. Derin derin nefesler alıp verirken tuhaf hisler içindeydim. Ne olduğuna anlam veremeden, ne yaptığıma anlam veremeden öylece kaldım bir kaç dakika.
En sonunda kendime gelerek hayali iki tokat çaktım kendime. Olduğum yerden doğrularak odanın ortasına doğru ilerledim. Tam yatağıma doğru gidiyordum ki kendi yansımamı gördüğüm boy aynam dikkatimi çekti. Durup kendimi incelemeye başladım.
Hep çenemin hizasında olan saçlarım uzamış, omzuma kadar ulaşmıştı. Ayrıca bir hayli karışık ve kabarıktı. Kara gözlerim sanki çökmüştü. Yüzüm incelmiş, vücudum iyice zayıf düşmüştü. İçim acıdı bu görüntüye bakarken. Tüm keyfim anında yok olurken istemsizce dolan gözlerimi kırpıştırdım.
Hep abim giderse ölürüm diyordum. Ölmemiştim ama ölmekten beter bir haldeydim. Ruhum tamamen sönmüştü, kalan sadece bedenimdi.
Yaşlarla dolan gözlerimi elimin tersiyle silerken çekildim aynanın karşısından. Daha fazla bu görüntüyü görmeye katlanamayacaktım. Ani bir kararla duşa girmeye karar verdim. Adımlarım banyo kapısına yöneldi. Su iyi gelirdi hem. Rahatlardım.
Banyo kapısını açıp içeri girerken ışık düğmesine basıp ışıkları yaktım. Kapıyı kilitledim. Hemen sonra ise üstümde olan şortu, tişörtü ve iki parçayı da kurtulmak istercesine hızlıca çıkararak kirli sepetine attım. Duşa kabine girerek suyu en soğuğa ayarladım.
Soğuk su üstümden akmaya başlarken tenimi yakıp geçiyormuş gibi hissediyordum lakin aldırmadım. Gözlerimi kapatarak sırtımı banyo fayansına yasladım. Ordansa bacaklarımda güç yokmuş gibi aşağı kayarak zemine oturdum. Kollarımı kendime sardım. Küçüldükçe küçüldüm zeminde. Hiç bir şey düşünmemeye çalıştım.
Olmadı lakin. Yalnız başıma kaldığım ilk anda her şey tekrar zihnime hücum ederken gözlerimi sımsıkı yumdum. Acı hala yerli yerindeydi. Bir nebze olsun azalmamıştı. Geçmek bilmiyordu, hiç geçmeyecek miydi?
'Acı fiziksel değilse öldürmez.' dediğini hatırlıyordum katıldığım konferanstaki bir psikoloğun. O zaman ona hak vermiştim fakat şimdi anlıyordum ki acı, acıydı. Fiziksel olmaması onun acı olduğu gerçeğini değiştirmezdi. İçeriden tüketiyordu beni. Her geçen gün, daha da artarak.
"Kahramanca savaşan askerimiz Göktuğ Dinçer'in anısına..."
Aklıma doluşan anılarla kafamı hızla iki yana salladım. Bunları düşünmek istemiyordum. Sırası değildi. Aklıma gelmemeliydi.
"Vatan sağolsun. Bir ölür, bin diriliriz."
Gözümün önündeydi tüm görüntüler. Sanki dün yaşanmış gibi. Daha dün abimi defnetmişiz gibi. O şehit törenine dün katılmışım gibi. Acısı yeniden içimde belirirken titreyen dudaklarımın arasından bir hıçkırık koptu. Ağlayacağım sandım. Ağlayabileceğim, rahatlayacağım sandım ama olmadı. Gözlerimden bir kaç damla yaş aktığıyla kaldı.
Oturduğum yerde kuş misali titrerken kapının vurulduğunu duydum. Uğultulu ve bulanıktı her şey lakin adımı seslenen ses netti. Oğuz abiydi. Titreyen bacaklarımı zoraki bir şekilde oynatarak ayağa kalktım ve suyu kapattım. Ne zamandır burda olduğum hakkında pek bir fikrim yoktu.
"Karaca?" dedi kapının arkasında olduğu için boğuk olan sesi.
"İyiyim." dedim kısık bir sesle. Ağır ağır ilerleyerek banyo dolabından bornozumu çıkardım ve hemen vücuduma sararak kuşağını bağladım. O kadar halsiz ve bitkin hissediyordum ki ayakta durmak zordu. En azından kendimde bulduğum son güçle bunu yapabilmiştim.
Kapıyı açtım. Oğuz abi karşımdaydı. Onu görünce yüzümde buruk bir tebessüm oluştu. Yine, en güçsüz düştüğüm bir anda yanımdaydı. Ona doğru bir adım atmak istedim fakat bir an sendeleyip düşecek gibi olduğumda buna izin vermedi. Güçlü kolları hızla belime dolanarak kendine çekti beni. Sıcaktı. İhtiyacım olan tek şey oydu.
Gözlerimi kapattım. Güvende olduğumun bilinciyle sarmalanırken başımı göğsüne yasladım. Tüm düşüncelerden, olanlardan, olacaklardan korunmak ister gibi göğsüne saklandım.
|
0% |