Yeni Üyelik
6.
Bölüm

Altıncı Bölüm: Çabucak gerçek olan bir dilek

@darkydarky

Keman çalmayı çok isterdim ama malesef bilmiyorum. Kitapta kemana uygun müzikler olmayabilir belki lakin biliyorsunuz bu sadece bir kurgu. Çok fazla takmayın, okuyun sadece

Oy ve yorum bırakmayı da unutmayın tabii

♪♪♪♪♪

Olaylar öyle hızlı gelişiyordu ki, hiçbir haltı anlamamıştım. Tamra bey beklenmedik şekilde evime gelip bana vurduğu, en çok ta sesini yükselttiği için babamı bir güzel hırpalanmıştı. Ve sadece bir iki kez telefonla konuşmuştuk, o kadardı. Şimdi ise evine gideceğimizi söylüyordu. Annem az önce beni kovmuş olduğundan kalacak bir yerim yoktu haliyle ve o beni evine çağırıyordu. Bu ne kadar doğruydu bilmiyordum.

Ona öylece bakarken gözleri yanağıma değdi. “Ama önce hastaneye gidelim.”

“Kızarıklık sadece, hastanelik bir durum yok”. Dedim parmaklarımla.

İnanmaz bir tavırla güldü. “Az önce yüzümü eskiten de bendim zaten.”

Yüzünü eskitmek? Arkadan bir kahkaha geldiğinde dönüp baktım, sarışın çocuktu. İkiside peşimizden gelmişti. “Lan bunun Türkçesi kaymış.” Keyifle sırıttı. “Abim duymasın he.”

Abim mi? Abisi kimdi?

Tamra bey ona bakmadı bile. “Meriç, sus.”

Tüm bunlar konuşulurken en son gelen esmer selvi adam anlamıyor gibi bakıyordu.

Boşverip Tamra beye döndüm. İşaret dili bilmesi garibime gidiyordu biraz. “Teşekkür ederim, bana yaptığını ona da yaptığınız için ama bir teşekkürden fazlası olmaz. Sizinle evinize yada hastaneye gidemem. Lütfen anlayın beni. Şimdi akademiye gideceğim. Ne olursa olsun gitmeliyim, pes edemem.” Akif hocamın çabaları için bile pes edemezdim. “Ve başımın çaresine bir şekilde bakabilirim. Hem babam ilk defa yaptı bunu” dedim en son yanağımı göstererek. “Akademiden sonra tekrar buraya geleceğim, gelmeliyim.”

İlk defa bu kadar uzun konuştuğum için parmaklarım ağrımıştı. Peki o ne cevap verse beğenirsiniz. Çatık kaşlarıyla “İyi ki sonra konuşalım dedim, iyi ki.” Dedi. Hödük müsünüz ya!

Ona bomboş gözlerle bakarken Meriç’e seslendi. “Hastaneye gidiyoruz Meriç.” Meriç şoför koltuğuna giderken Tamra bey durup esmer çocuğa baktı “Alain, tu iras voir mon père, s’il demande de mes nouvelles, dis-lui que je suis fatigué.” -Alain, sen babamı görmeye git, eğer beni sorarsa ona yorgun olduğumu söyle.-

Selvi adama anlamadığım sözler söyleyen Tamra bey'e hayranlıkla bakmıştım, Fransızcası çok güzeldi. E haliyle, ana dili sonuçta ama..

Ne düşünüyorsam, bananeydi adamın Fransızca konuşmasından.

♪♪♪♪♪♪

Saatler sonra akademiye gidiyordum. Tamra beyle hastaneye gitmiş darp raporu almıştık, ısrar etmesinin nedenini anlamıştım. Kaburgalarımda ezik olduğundan ağrı kremi vermişti doktor. Sonrasında karakola gidip darp raporunu vererek şikayet dilekçesi yazmıştım, ilkin istemesemde Tamra bey yapmam gerektiğini kesin bir dille söylemişti.

Yol yorgunu olduğunu da söylemişti ama saatlerce benim işlerimle uğraşmış yetmezmiş gibi şimdide akademiye kadar götürüyordu. Sabahki huysuzluğu gitmişti ama yine de mahçup oluyordum.

Çıt çıkmayan yolculuğumuzun sonunda Meriç arabayı akademinin büyük bahçesine park etmişti, ikimizde indiğimizde Tamra bey kulaklıklarını takmıştı. Gürültü önleyici kulaklıkları... Gerçekten takıyordu. Bu kadar mı rahatsız oluyordu seslerden?

Bunu aklımın bir köşesine not ettim istemsizce.

Akademinin kapısından girdiğimde bakışlar bana dönmüştü yine, muhtemelen dünkü olayın da etkisiyle. Sağ tarafa kendi katıma çıkarken de gözler beni takip ediyordu, hâlâ.

Bir anlık duraksadığımda arkamdan gelen Tamra beye çarpmış bulundum, sırtım sızladı. “Dikkatli ol, Neva” diye kısık bir tonda uyarırken arkamdan çekilip sol tarafımda yürümeye başladı.

O an farkettim aslında insanlar bana değil ona bakıyorlardı. Ne de olsa akademinin yüzde seksen beşlik hisselerine sahip olan adamın oğluydu. Kızların konuşmalarından duymuştum ama bir kez ilgimi çekmemiş olduğundan araştırmamıştım. Kimsenin serveti beni ilgilendirmezdi.

Dolabımın önünden geçerken dün aklıma geldi, kalbim hızlanırken iradem şükür ki hâlâ benimleydi. Geçmişti. Dün dünde kaldı, devam etmeliyim. Akif hocam bunu isterdi.

Her zamanki salona gidip Taylan hocayı bulmam yeterliydi, bana şimdilik bir şeyler ayarlayabilirdi. Ama Tamra bey neden hâlâ peşimden geliyordu. Yürümeyi kesip bana bakması için ellerimi önüne gösterdim. “Tamam, akademiye bıraktınız ama neden gitmiyorsunuz hâlâ?”

Gözleri hareketini bitiren ellerimden gözlerime çıktı, yorgun bir gülümsemeyle “Yapılacak bir sözleşmemiz vardı, Suskun. Unuttun mu?”

Başımı iki yana salladım, yürümeye devam ederken sabah giydiğim kazağın kumaşından tutup beni yönlendirdi. Nereye diye düşünürken üzerinde Baran Balad yazan kapıyı gördüğümde anlamıştım.

İçeriye girdiğimizde kapıyı örtüp kulaklıklığını boynuna indirdi. Odada klasik bir masa, yönetici ve misafir koltuğu vardı. Bunların dışında odanın uç kısmında bir kapı daha vardı, nereye çıktığını tahmin etmek zor değildi.

İkimizde masa kısmına, karşı karşıya oturduğumuzda Tamra bey konuşmaya girdi. “Şimdi, sözleşme iki tarafında hakkını gözetiyor. Şöyle kii; Sen ister arama ister yüz yüze nasıl rahat edersen o şekilde müziğini çalacaksın. Bende, senin akademi işlerini halledeceğim. Maaşa çok demiştin mesajlarda, bugün karar verdim; sana bir ev ayarlayacağım ve genel ihtiyaçlarını halledeceğim. Benimle de kalabilirsin tâbi, evim iki katlı bir katı senin olabilir... Önemli kısımlar bunlardı kalanları okuyabilirsin.” Masanın üzerine önüme bir kağıt ittiğinde bir göz gezdirdim. Sadece iki madde vardı benim yapacağım.

İş veren uygun saatler içerisinde dilediği vakit keman çalmak.

İş verenin yanındayken rahatsız edici sesler (kapı çarpmak, ayaklarını yere vurarak yürümek v.b) çıkarmamak.

E bunlar hep benim lehime şeylerdi, tek yapacak olduğum keman çalmaktı. İkincisi zaten halledilirdi. Kalan tüm sorumluluklar onun üzerindeydi.

“Bir şey eklemek,” bir sorun varmış gibi durdu, bir saniye sonra tekrarladı. “Bir şey eklemek ister misi..yapma” dedi, son kelimesinde oldukça rahatsız bir tonla. Hatta tiksintiyle.

Bende huzursuz olmuştum. “Ne?”

“Seslere karşı bir hassasiyet. Yere ayaklarını vuruyordun. Vurma lütfen.. Eklemek istediğin bir şey var mı?” Ayaklarımı yere mi vurmuştum? Farkında bile değildim. Daha baştan kural ihlali.

Özür dileyen bir ifadeyle yüzüne baktığımda sorusunu cevapladım. “Bütün sorumluluklar sizin üzerinizde benim yaptığım tek şey var.”

“Ha, onu diyorsun.” Dedi gülümseyerek. Dipsiz gözleri yüzümden asla ayrılmıyordu. “Çekilmez bir adamım, bana katlanmak sana fazla bile gelir Neva. Ama senin sayende kendimi dizginleyebiliyorum.”

Pekii.

Masadan tükenmez kalemi alıp kağıdın an alt kısmına ismimin yanına imzamı attım ve sözleşmeyi ona uzattım. “Sizce de fazla abartmıyor musunuz? Bir keman, yay ve notalar hep aynıdır. Ayrıca ne çalacağım ki size? Aklıma ne geldi, siz hiç akademiye gelmediniz. Yani ben görmemiş de olabilirim ama. Benim keman çaldığımı nereden duydunuzda biliyorsunuz? Yada ne zaman duydunuz. Bir de en ne zaman işe başlarım. Kemanım yok ya ondan-“ ellerimin üzerine değen elleriyle sözlerim bölünmüştü. Sus mu diyordu bana? Utandım, kötü hissettim. Çünkü gerçekten çok konuşmuştum. Teknik olarak konuşmamıştım ama..

“Bir de iletişim kuramıyorum diyordun, anlatmaktan parmakların koptu resmen. Konuşmak varken neden yoruyorsun kendini?” Bir ona bir ellerimize bakarken o yaptığını yeni farkederek geri çekildi hemen.

Kaşlarımı çattım. “Dilsiz birine bunları söylemek size yakışmadı.”

“Dilsiz misin?” Öyle bir sormuştu ki bir an kendimi sorguladım. Konuşamayan insanlara dilsiz denirdi, bu durumda ben de dilsiz oluyordum.

Ellerimi havaya kaldırdığım sıra kapı tıklatılmadan dan diye açıldı. Elinde bir çiçek buketiyle gelen kişi Meriçti. “Bir kargocu olmadığım kalmıştı anasını”

Söylenerek içeri geldiğinde Tamra ona bakıp “Meriç, kutu nerede?” dedi.

“Ahtapot muyum ben Tamra, sekiz tane kolum mu var benim. Böyle olmayacak bilim insanlarının acilen klonlaması gerekiyor beni.” Sanırım Meriç biraz sinirliydi. Tamra da farketmiş olmalı ki “Hey ne oluyor?” diye sordu.

Meriçle göz göze geldiğimizde Tamra’ya döndü. “Bir şey yok, sadece herkes herşeyi benden bekliyor. Bunaldım. Size çıkışmış bulundum kusura bakmayın. Babam şirkete çağırdı kutuyu yollarım biriyle.”

“Sen kusura bakma asıl, düşünemedim ben. Biliyorsun.” Dedi Tamra bey.

Meriç sorun değil dercesine göz kırptığında buketi ona verip çıkıyordu ki geriye baktı. “Bir an önce dinlensen iyi olur abim akşama gelsin demiş senin için.”

Tamra bey ağzında bir şeyler mırıldanırken kapı kapanmıştı. Ben ise elindeki çiçeğe bakıyordum. Mor-beyaz yapraklarıyla hoş bir görüntü sunan çiçeğin kokusu burnuma ulaşmıştı bile. Menekşe.

Aniden önüme uzatılmasıyla şaşırmıştım. Bana mı almıştı? “Sözleşmemiz adına”

Buketi kucağıma aldığımda aklıma dün bana çiçek sorması gelmişti. Gülümsedim. “Teşekkür ederim. Siz dün bu yüzden mi sordunuz bana?”

“Yanii evet.” Derken onaylarcasına başını sallamıştı.

“Buket çiçek almayın bence, ölüyorlar.”

Dünyanın en önemli meselesiymiş gibi bir ciddiyetle “Saksıda mı olsun isterdin. Bir dahakine öyle mi alayım?” diye sordu.

Burnumu kokuya yaklaştırırken gülümsedim istemsizce. “Bana çiçek almayın Tamra bey, saksıda alsanız da ölürler. Nasıl bakılacağından anlamıyorum.” Aslında, alışırım Tamra bey. Hemencecik hemde. Anlamazsınız bile. Almayın siz.

Söylediklerimden sonra bir süre bana bakmıştı. Düşünüyor gibiydi. Öyle beklemek yerine ne yapacağımızı soracaktım ki kapı gereğinden uzun şekilde tıklatıldı. Eş zamanlı olarak Tamra bey yüzünü buruşturdu.

Genç bir adam -akademi çalışanlarına benziyordu- elinde kocaman bir kutuyu gelip önümüze, masanın kenarına bıraktı ve Tamra beyden çekinerek hızla odadan çıktı. Adam çekinmişti çünkü Tamra, çıkana kadar dik dik ona bakıyordu.

“Aç bakalım, hediyeni” dedi eliyle kutuyu gösterirken.

Hediye? Yine mi?“Böyle büyük hediye mi olur?” diye ellerimi hareket ettirdiğimde itiraz edercesine mavi gezgenlere bakıyordum. Eziliyordum ama artık.

“Evet, hediye yanlış oldu. İhtiyaçlarını karşılamak benim görevimdi şuan ihtiyacın olanı veriyorum, hediye değil.”

Öyleyse.. Merakla kutunun yanına eğildiğimde karton kapaklarını kenarından yırtarak açmıştım. Ve içinde büyük, uzun, gri bir çanta vardı. Yoksa...

Hemen karton kutuyu kenara itip çantanın fermuarını boylu boyunca açtım. Bu, bu, mükemmeldi.

Neredeyse siyah görünen gece mavisi keman ve arşesi kutuya özenle yerleştirilmişti. Üst gövdesinde ince ince işlenmiş gri bir yazı vardı. Üzerine fazlaca düştüğümden kokusunu duyumsadım. Kutuda olduğundan yoğun bir reçine kokusu vardı.

Heyecanla Tamra beye yüzümü çevirdiğimde kendime kızdım. Kulaklıklarını takmış dişlerini sıkarak rahatsızca duvara bakıyordu. Kutunun karton kısmını yırta yırta açmıştım, rahatsız olmuştu. Aptal ben. Ayağa kalkıp kadrajına girdim. “Özür dilerim. Takrarlamayacağım. Telafi edebilir miyim?”

“Sırtın?”

“Acımıyor” acıyordu. Ama sorun değildi.

"Öyleyse itiraz edemeyeceğim." Kulaklığı çıkartıp masaya koyarken “Gel” dedi kısık bir sesle.

Yerdeki kemanı basit bir güçle kaldırıp yürürken odadaki diğer kapıya gidiyordu, peşine düşmeden eğilip arşeyi aldım. Kapı koluna parmağını bastırdığında tek gıcırtı çıkarmadan yavaşça açılmıştı.

Oda küçücüktü. Tek kişilik bir yatak ve minik bir çalışma masası sığacak kadar. Ben lavabo sanmıştım burayı.

Tamra bey kemanı elime tutuşturup yatağa uzanırken koskoca görünüşüne zıt bir cenin pozisyonu aldığında kapanmak üzere gözleriyle yüzüme bakıyordu. “Yanındayken böyle yatmak istemezdim ama gerçekten uykusuzluğa dayanamıyorum.”

Ona, burada keman çalmamı istiyordu. Kemanın tellerine baktığımda hazır -sanki gelmeden bakımı yapılmış gibi- görünüyordu. Ne çalmamı istediğini soracaktım ama ellerim doluydu. Bende zihnime düşen sözlerde karar kıldım.

Kemanı sağ omzuma yerleştirdiğimde “Otursana” dedi Tamra bey. Öyle rahat değildi. Başımı hayır anlamında salladım.

Yüzümü kemana yaslamışken derin bir nefes aldım ve arşeyi yayların üzerinde ritme göre hareket ettirirken bir elim de notaların üzerindeydi. Gözlerim benden izinsiz kapanırken sadece keman ve ben vardık.

Genç kız zarif parmaklarıyla kemana yön verirken gözlerini kapatmış anın büyüsüne kapılmıştı. Öyle ki kendisini baygın gözlerle izleyen adamdan bi haber olmuştu. Genç adam kızı hayranlıkla izlerken bu anı defalarca hayal edişi hatta en son kıza söylemesi aklına geldi.

Tabiki, sen yüzünü kemana yaslamış zarif parmaklarınla arşeyi tutarken gözlerini kapatarak kendini notalara kaptırdığın anlarda müziği dinlemek kadar yaratıcısını izlemeyi de isterim.

“Bu kadar çabuk gerçekleşeceğini tahmin etmemiştim” diye mırıldanırken kızın kıpır kıpır dudaklarına baktı.

Dudaklarını sadece kıpırdatarak şarkıyı söylüyordu. Keşke sesli söylese diye içinden geçirdi adam. Bu dileği de hemen gerçek olur muydu? Belki.

Daha fazla direnmedi uykuya. Kalp atışlarına, nefes alışlarına kadar sesler beyninin duvarlarına çarpıyordu. Artık uyumalıydı.

Milyon yıldız içinde

Soluk mavi bi’ nokta

Yaşamak güçleşiyo’

Neler açtın başıma?

 

Anlatsam şu derdimi

Küçücük çocuklara

Baya’ gülerler ama

Olsun, belki iyi gelir

 

Görmem sanmıştım seni, yanında o adamla

Gündüz bi’ şey hissetmedim, gece bıçak karnıma

Benim de elimi bir başkası tutabilir

Beraber verdiğimiz sözleri kim, ne bilir?

 

Deli bi’ şey yapmanın

Fikri girdi aklıma

Madem sana söylediğim

Her şey gider boşluğa

 

Yazsam bu hikâyeyi

Alsam, gömsem toprağa

Yıllar sonra bulunur

“İmkânsız bir aşk” denir

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%