Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@deeindeniz

"Yardım edin!" Kapı birden açıldığında şiddetle duvara vurdu. Arkamı döndüğümde iki askerin kolları arasında kan içinde kalmış adamı gördüm.

Bir anlığına gözlerini açtığında mavileri gece gürleyen şimşek gibi çaktı. Gözleri tekrar kapandığında askerlerin kucağına doğru yığıldı.

Askerlerin kaldırdığı adamın kanı zemine damlarken vücuduma yayılan şok dalgasında kurtulmak için hareket etmeye çalıştım. Hızla yatağa yatırılmıştı, askerlerden birisi kanın aktığı bölgeye eliyle tampon yapıyordu.

Kendine gel Leyla, kendini topla.

Beynime gönderdiğim uyarı nihayet algılarımın açılmasını sağlarken üç adımda yatağın yanına ulaştım. Keskin kan kokusu odayı doldururken midemin burulduğunu hissettim. Henüz bu kokuya alışık değildim.

"Elini yavaşça çek, yarayı görmem gerek." Yanımdaki askere baktığımda endişeyle kasılmış yüzü yavaşça bana döndü. Cevap vermedi ama dediğimi yaparak elini yavaşça çekti.

Kan daha yoğun bir şekilde akarken hızla omzundaki yarayı kontrol ettim. Benim sıcak ellerime nazaran buz gibiydi teni. Çok kan kaybetmiş demekti bu. Dikişleri açılmıştı, yara tamamen ortadaydı. Derin bir nefes aldığımda kan kokusu içime doldu.

"Yaranın üstüne daha sıkı bastırın, malzemeleri hazırlayacağım yeniden dikiş atılması gerek. Kan grubunu biliyor musunuz?" Geriye çekildiğimde temiz gazlı bezi çekmeceden alıp askere verdim. Yaranın olduğu bölgeye daha sıkı bir şekilde bastırmıştı.

 

"0 negatif kan grubu." Geldiğinden beri sessizce diğer tarafta duran asker cevap vermişti soruma.

"Çok kan kaybetmiş, acil kan nakli olması gerekiyor. Hastaneye gitmesi gerek." Malzemeleri hazırladığımda yatağın yanına doğru yaklaştım. Aynı anda odanın içini aydınlatan yıldırım ve gök gürültüsünün sesi doldu içeriye.

"Bu yağmurda buraya gelmemiz iki saat sürdü yarım saatlik yolu. Hastaneye gidene kadar durumu daha da kötüleşir. Sis bastırdı üstelik, yollar görünmüyor." Durumun ciddiyeti giderek ağırlaşıyordu.

"Ben yarasını tekrar dikiş atana kadar bütün kan verebilecek askerleri toplayın. Sıfır negatif zor bulunan bir kan grubu, ona burada kan vermekten başka çaremiz yok." Kenan'ın burada olmasını şu an her şeyden çok istiyordum ama tek başıma altından kalkmam gerekiyordu, yalnızdım.

Kapıya yakın duran asker sözlerimden sonra çıkarken diğeri yanımda kalkmıştı.

"Kamuflajın üstünü tamamen keseceğim onu hareket ettirmeden hızlıca çıkartmanız gerek." Makasla kol kısmını kestiğimde yaranın üstüne bastırdığı elini hızlıca geçirip çıkarttık. Üstünde kalan asker yeşili atleti de kan vardı ama onu çıkartmaya şu an gerek yoktu.

Yaranın etrafını temizleyip hızla işime başladım. Dikişi atarken hâlâ kan kaybediyordu. Yarayı kapattıktan sonra damar yolu açarak serumun içine antibiyotik ekledim. Yara uzun süre açıkta kaldığı için mikrop kapma ihtimali vardı.

Sol omuzunu dikkatli bir şekilde gazlı bezle sarıp üstünü kapattım. Alnımdan akan teri koluma sildim. O kadar gergindim ki sanki dokunsalar tek tek parçalara ayrılıp dağılacaktım. Kapı açıldığında biraz önce giden askerin yanında yedi asker daha vardı.

"İki kişi yatağa uzansın, kollarınızı açın" dedim.

Bu arada kan vermek için gerekli şartları sağlayıp sağlamadıklarını kontrol ettim. Herhangi bir sorun olmadığını fark edince iki askerden kan alıp hızla yaralı olan askerin biten serumunu çıkartıp kanı vermeye başladım. Diğer askerler de yerlerini alınca elimde yeterli miktarda kan olmuştu.

"Vişne suyu için, çikolata yiyebilirsiniz. Biraz halsizlik olabilir, bunun dışında kendinizi kötü hissederseniz ben buradayım" dedim kan veren askerlere.

"Ben hallederim. Hadi kantine yürüyün." Onları getiren asker de diğerleriyle birlikte çıkmıştı.

Ellerimdeki eldiveni çıkartıp çöp kutusuna attım. Üstümdeki önlük de kan olmuştu ama yedek yanımda bulunmadığı için değiştirmedim. Kan akışını kontrol edip biraz daha rengi gelen askerin yüzüne baktım. Sabah tıraş olmuştu sanırım, keskin yüz hatları tamamıyla ortadaydı. Ayakları sedyeden dışarıya doğru çıkmıştı, boyu uzundu. Saçları kısa olmasına rağmen önleri biraz daha uzundu. Elime aldığım bezle boynuna doğru sıçrayan kanı temizledim usulca.

"Geçen hafta bir çatışmada vuruldu, iki gün önce döndü göreve. Bakma şimdi böyle yattığına dağları dize getirir normalde." Yüzünde buruk bir tebessüm olan askere baktığımda ilk geldiğinde nasıl endişe içinde olduğunu fark etmiştim.

"Merak etmeyin bünyesi güçlü, sabaha uyanmış olur." Gerçekten de o kadar kan keybetmesine rağmen dirençliydi.

Saate takılan gözlerim onu geçtiğini görünce donup kaldım. Yaklaşık üç saat geçmişti ve bana dakikalar gibi gelmişti bu süre. Bazı anlarda saniyeler yıllara dem vururken bazı anlarda saatler salise gibi geliyordu.

Yatağın üstünden kalkıp çantama koyduğum telefonumu elime aldım. Babamdan önce abimi aramak için rehbere girdim ama sinyal yok yazısını görünce duraksadım.

"Telefon çekmiyor mu?" Sorumla birlikte cebindeki telefonu çıkartıp bakan asker "Buralarda fırtına çıktığında şebeke ilk giden şey. Ama endişe etme ankesörlü telefon var arama yapabileceğin." Derin bir nefes verirken en azından haber verebileceğim için biraz rahatladım.

"Benim aileme haber vermem gerekiyor şimdiye evde olmam gerekiyordu. Birazdan burada olurum." Telefonumu alıp kapıya doğru yöneldim.

Revirden çıktığımda koridor boyu ilerledim ve askerlerin kantinin yanındaki ankesörlü telefonu buldum. Kartla çalışıyordu, Kenan her ihtimale karşı bana bir kart vermişti. Bu durumları bildiği içindi sanırım. Kartı takıp abimin numarasını tuşladım telefon uzun uzun çalmasına rağmen açılmadı. Görevde olduğu zaman hep sessize alırdı. Bu sefer babamın numarasını aradım nefesimi tutarken. Telefon birkaç çalıştan sonra açıldı.

"Baba" dedim sesimi kısarak.

"Leyla sen misin? Ben Miray." Amcamın kızı olan Miray'ın sesini duyunca kaşlarım çatıldı.

"Benim Leyla. Babama verir misin telefonu Miray?" Sesim şimdi yüksek çıkarken oldukça da soğuktu.

"Amcam, babamla birlikte dışarı çıktı telefonu da evde unutmuş. Yengem de annemle birlikte kahve içiyor balkonda. Ben söyleyim bir şey diyeceksen." Miray'ın sesi normal gelirken başka çarem olmadığını düşünerek pes ettim.

"Bu gece askeriyede kalacağım yaralı bir asker geldi tedavisini yapıyorum. Sabah hastaneye sevk edince eve geleceğim. Telefon hatları gittiği için şebeke çekmiyor, bizimkilere söylersin." Kısaca durumu anlattığımda kapatmak için konuşmasını bekledim.

"Sen işine bak canım ben söylerim yengemle amcama."

Telefonu daha fazla dayanamayıp kapattım. Annemin telefonu bozulmuştu bu yüzden onu arayamıyordum. Babam da amcamla çıktığında eve erken gelmezdi. Kartı geri alıp revire doğru ilerledim. İçeriye girdiğimde diğer askerin de geldiğini gördüm.

"Durumu nasıl?" diye sordu.

"Sabah hastaneye sevk ederiz, kontrolleri yapılır ama şu an herhangi bir sorun yok. Verdiğimiz kanla sabaha kadar toparlanmış olur. O yarayı açmak o kadar kolay değil, gördüğüm kadarıyla ana damarlar zarar görmemiş ki bu iyiye işaret." Hastanede kontrolleri yapıldıktan sonra istirahat verilirdi büyük ihtimalle.

"Köylere öğrenci götüren servislerden birisi çamura batmış. Yardım istediklerinde yağmur bu kadar şiddetli değildi ama biz oraya vardığımızda fırtına çıkmıştı. Servis yana yatmak üzereydi. Çamurdan çıkartmak için insanüstü güç gerekiyordu. Çocukları servisten dışarıya çıkaramıyorduk çünkü dışarıda ki rüzgar bizi bile alıp götürecekti az kalsın. Yaralı olmasına rağmen dizine kadar çamurun içine girip servisi çıkarttı. Bütün gücümüzü kullandığımızda servis bir saatin sonunda çıkmıştı ama o yağmurun altında fark etmediğimiz şey dikişleri açılsa bile sesini çıkartmadan devam ettiğiydi. Omuzundan akan kan yağmura karışıp gidiyordu. Yağmur ve sis karışınca uzayan yolda buraya gelene kadar bilincini açık tuttu ama kapıdan girince dayanamadı daha fazla." Gözlerinde gördüğüm gurur, minnettarlık öyle büyüktü ki benim bile içime işlemişti.

Şimdi daha farklı bir gözle baktığımda yatakta yatan askere onun kendini ne kadar zorladığını net bir şekilde görebiliyordum. Düzenli nefesleri yükselen nabzı onun iyi olduğuna dair işaretler verirken ara ara ateşini kontrol ettim.

"Bu arada ismim Leyla" dedim saatler sonunda biraz olsun sakinleşen ortamla.

"Civan ben de memnun oldum." Geldiğinden beri yanından hiç ayrılmayan askerin ismini öğrenmiş olmuştum. Civan da oldukça uzun boylu kumral, ela gözlü bir adamdı. Üçünün de yaşı birbirine yakındı yirmilerin sonu, otuzların başındaydılar büyük ihtimalle.

"İsmail ben de." Diğer askere döndüğümde onun da boyunun diğerlerinden geri kalan bir yanı yoktu. Gerçi askerler hep uzundu. Kahverengi gözleri, siyaha yakın kısa saçları vardı. Yüz ifadesi Civan'a göre daha sertti. Civan daha ılımlı birisine benziyordu.

"Memnun oldum tanıştığıma. Siz de yorgun olmalısınız yataklar boş dinlenin biraz. Yedek kıyafetler vardı dolapta size vereyim." Askerler için Kenan ayrı bir dolapta yedek kıyafet tutuyordu.

Kıyafetleri verdikten sonra giyinmeleri için revirden çıktım. Kantine girdiğimde boş olduğunu görünce arka tarafa geçip su ısıtıcıyı çalıştırdım. Sallama çayları kupaya koyup kaynayan suyu ekledim. Kahveyi şu an kafein almamaları için içmemeleri gerekiyordu. Sıcak bir çaydan sonra uyuyup, dinlenmeleri en iyisiydi. Tepsiye kupaları koyup yanına şeker ve çay kaşığı aldım. Revire döndüğümde kapıyı çalıp içeriye girdim. İkisi de üstlerini değiştirmişti.

"Çay getirdim ama bu saatte sallamayla idare edeceksiniz." Tepsiyi uzattığımda aldılar.

"Sağ ol Leyla, sen olmasan bu gece ne yapardık bilmiyorum." Civan minnettarlıkla baktığında gözlerime tebessüm ettim.

"Haklı, sana bir can borcumuz var." İsmail de Civan'a katıldığında sanırım biraz utanmıştım bu koca koca adamlardan böylesine minnet görmekten.

"Bu benim görevim, başta benim de ödüm koptu ama sonunda her şeyi yoluna koyabildik." Donup kaldığım anı hatırladığımda içimi çektim.

"Bir an sen de bayılacaksın diye korkmadım değil." Civan'ın gülmesiyle ben de güldüm.

"Yandaki yatağa da beni yatırırdınız artık." Şimdi kolayca çıkan cümleler saatler önce diken üstündeki halimize bakarak yumuşak bir ortama adım atmamızı sağlamıştı.

Çaylarımızı içtikten sonra Civan ve İsmail, adını henüz bilmediğim askerin iki yanındaki yataklara uzandı. Belli etmemeye çalışsalar da ikisinin de korktuğu mavi gözlü adama baktıklarında anlaşılıyordu. Masanın arkasındaki sandalyeye oturup gece yarısını geçen saate baktım. Işıkları biraz kısıp uyumaları için onlara alan tanıdım.

Sabaha kadar saat başı kalkıp kan takviyesini, nabzını, ateşini kontrol ettim. Saat dörtte serumunu çıkartıp üstünü örttüm. Elimi alnına koyduğumda dudakları aralandı. İçine derin bir nefes çektiğinde kısa olmasına rağmen yumuşak saç telleri avucuma değdi. Dudakları kıpırdarken onu duymak için biraz daha yaklaştım.

"Su." Fısıltısını duyduğumda durdum.

Ses tonu hırıltılı, oldukça kısıktı ama insanın içine işleyecek bir tona sahipti. Bedenimden geçen ürperti beni allak bullak ederken geriye doğru bir adım atıp yandaki yatağa çarptım.

Masanın üstündeki bardağa çok az su koyup tekrar ona yaklaştım. Elimi başının altına koyduğumda kendini biraz kaldırdı ve dudaklarına yaslandığım bardağı kaldırmamla içti. Başını yastığa geri bıraktığımda hafif aralanan gözleri gözlerime denk düştü. Nasıl bir mavilikti bu engin denizleri andıran. İlk gördüğüm anda anlamamıştım ama şimdi fırtınalı mavi dalgalarının gözlerinde yaşadığına yemin edebilirdim. Kıyıya her vuruşunda dalgalanan hırçın maviler yavaşça kapandı.

Gözlerinin daha doğrusu bakışlarının etkisiyle tekrar gözlerini açacak mı diye baksamda tekrar derin bir uykuya dalmıştı. Su bardağını yerine bırakıp yatağın ucunda durdum. Yatağa bile sığmayan bedeni sanki her yeri kaplayacak gibi görünüyordu.

Bedeni yeni ısınmaya başlamıştı, açılan battaniyeyi tekrar örtmek için elime aldığımda ilk defa yaralı olmayan koluna baktım. Gözlerim eline doğru kaydığında fark ettiğim yüzükle gözlerimi kaçırdım. Hızla üstünü örtüp sandalyeme geri döndüm.

Sağ elinin yüzük parmağında olan alyans dümdüz gümüştü. O elinde herhangi bir kan ya da yara olmadığı için ilgilenmemiştim. Nişanlı olmalıydı. Kim bilir ne kadar endişe etmişti nişanlısı. Bu saate kadar haberi almadığı için ulaşamayınca sabahı sabah etmiş olmalıydı. Ben abimden haber alamayınca gözüme uyku girmezdi, çoğu gece sabahlara kadar beklerdim. Buradaki her askerin bir bekleyeni vardı. Onun da bir bekleyeni vardı.

Önce İsmail sonra da Civan uyandı. Zaten sabaha karşı uyudukları için çok fazla uyumamışlardı. İsmail kahvaltı için bir şeyler almaya çıkarken Civan da ona katılmıştı. Saat sabahın yedisiydi. Çantamı hazırlayıp sevk için raporu doldurdum.

Kenan'ı da merak ediyordum dün akşam o yağmurda dışarı çıkmıştı. Hatların düzelmesi akşamı bulurdu İsmail'in söylediğine göre. Telefonum da hâlâ sinyal yok yazısı vardı.

Sevk raporunu doldurup dosyayı hazırladım. Hastanın geldiği andaki tansiyon, nabız durumu, kan kaybı ve takviyesi uyguladığım tedaviyi ekledim. İsmini henüz bilmediğim için boş bıraktım kişisel bilgi alanını. İsmail gelince ona sorardım artık.

Yatakta hâlâ uyuyan adama baktığımda yüzündeki sert ifade yerini koruyordu. O kadar zorlamıştı ki kendini ilk geldiğinde ki hali baygınlıktı ama şimdi yorgunluğun verdiği uyku haline geçtiğini aradaki farktan anlayabiliyordum. Ailesine de haber verilmesi gerekiyordu ayrıca iki gün daha kendine dikkat etmesi lazımdı.

Çıkmadan önce yarasını kontrol etmek için malzemelerimi hazırladım. Pansumanını yapıp, yaraya bakacaktım. Gazlı bez, tentürdiyot, antibiyotikli krem ve üstünü kapatmak için bant aldım. Hazırlığım bitince elime aldığım malzemeleri metal tepsiye koydum. Ayağa kalktığımda kapı açıldı.

Askerlerden birisini beklerken karşımda görmeyi en son beklediğim kişi vardı. Ellerim titrerken tepsiyi masanın üstüne bıraktım ama sanki elimden düşmüş gibi ses çıkarttı. Belki de gerçekten de masaya düşürmüştüm. Öne doğru bir adım attığımda tökezledim.

"Baba" dedim titreyen sesimle.

Gözleri öfkeden kıpkırmızı olmuştu, yüzünde öyle bir ifade vardı ki nefes alamadığımı hissettim. Kapıyı geriye doğru ittiğinde ondan en son ne zaman bu kadar korktuğumu hatırladım. O zaman da böyle bakıyordu gözleri ve olanlar çok kötüydü. Korkum, kalbime giren sancıyla perçinlenirken bana doğru adım attığında tırnaklarım avuç içime sertçe battı.

"Sus! Baba deme bana!" Duvarlarda yankılanan sesi bana ulaştığında titrediğimi hissettim. Belki de başım o kadar çok dönüyordu ki hissettiğim şey titremeydi.

Dudaklarım aralandı ama ağzımdan tek kelime çıkmadı. Neden bana böyle bakıyorsun diye sormak istedim. Neden böyle baktığında ben yine sekiz yaşında bir kız çocuğuna dönüyorum? Neden baba diye tekrar tekrar sormak istedim.

Baba, beni neden sevmiyorsun?

Soramadım. Ne bana öfkeyle baktığında ne sıkılı dişlerinin arasından verdiği nefesi duyduğumda ne de havaya kalkan elini gördüğümde. Daha önce bir kez daha şahit olduğum bu görüntüyle canım parça parça olup yerlere dökülürken elim, kolum bağlı dilim düğüm düğüm yüzüme inecek tokadın şiddetini bekledim.

"Ağır ol beybaba." Babamın eline engel olan iri el sıkıca bileğini tutarken ben yanıbaşımda duran kişinin nefesini saçlarımda hissettim. O bana bakmıyordu ama ben fırtınalı mavi gözlerini üçüncü defa görüyordum.

Loading...
0%